Pages

14 Temmuz 2024

Asya ve Avrupa Halklarının Gelişiminin Esasları

Asya ve Avrupa Halklarının Sosyo-Politik, Ekonomik ve

Kültürel Gelişmelerinin Esaslarına İlişkin Bazı Görüşlerimiz

 

I. Metodoloji

Asya ve Avrupa Türk halklarının çağımızdaki sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerini tespit etmek için kullanılacak olan esasların belirlenmesinden önce, konu ile ilgili görüşlerimizin metodolojisi üzerinde kısa bir şekilde olsa dahi, durmamız gerekecektir.

Herhangi bir anlaşmazlık ve belirsizliğin giderilmesi için, bir hususu ilk baştan açıkça söylemeliyiz ki, biz bu meseleye de (tüm diğer meseleler gibi) materyalist dünya görüşü ve materyalist felsefe açısından yaklaşmaktayız. Ayrıca bizce, bu devrimci felsefe mektebinin daha radikal olan ve diyalektik tarihsel materyalist felsefenin bu kolu, önemli unsurlarının anlaşılabilmesi için en doğru ve bilimsel açından daha sağlam bir fikir sistemidir.

Zira, ancak onun yardımı ile (sosyal) hayat olaylarının nedenlerini daha net ve gerçekçi bizimde tahlil etmek ve sonuçlarını önceden kestirerek sezmek mümkündür.

Fakat önceden şunu da söyleyelim ki, bizim diyalektik, daha doğrusu, hareketli materyalizm mektebine mensubiyetimiz, bu mektebin Batı Avrupalı temsilcilerini (marksist veya komünist denilenleri) körü körüne taklit etmemiz ve onların bu mektebin ürünü bildikleri veya öyle takdim ettikleri her şeyi körü körüne kopya etmemiz anlamına gelmez.

Bizce, materyalist felsefe, Batı Avrupa biliminin müstesna malı değildir. Zira, belli bir düşünce sistemi olarak bu tür felsefe, bu veya diğer şekilde (Fars, Arap, Çin, Türk, Moğol vb. gibi) birçok başka halklarda, üstelik çağdaş Batı Avrupa kültürünün ortaya çıkışından çok önceki tarihlerde görülmüştür.

Bizim birçoğumuz, daha sonra Rusya Devrimi öncesinde, hareketli materyalist dünya görüşüne sahip olmuştuk. Bu görüş, bizim aramıza yapay bir biçimde ve dışarıdan enjekte edilmiş olmayıp, Rus milliyetçiliğinin ve Rus devletçiliğinin üzerimizdeki zalimane ekonomik, politik ve kültürel baskılarının bizi ezmekte olan ağır koşullarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Bizim, tarihsel materyalizm taraftarlarına bağlılığımız: onların beyan ettikleri, keza diyalektik materyalizmin Rus ve Avrupa tekelcileri tarafından takdim edilen her türlü fikri nesneyi kutsal bir şeymiş gibi, tartışmasız olarak kabul etmemizi de kesinlikle gerektirmez.

İnsan, kendisini bin kez materyalist, marksist, komünist veya şimdilerde Rusya’da moda olan ifadeyle, leninist ilan edebilir. Bunu tüm dünyada olanca gücü ve sesi ile bağırabilir. Bu alandaki yüzlerce ve binlerce konuda cilt cilt kitap yazabilir. Fakat yine de asgari düzeyde bile gerçek materyalizm ve komünizm ile ilgisi olmayabilir. Tutum ve hareketlerinden de vazgeçelim, görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda da gerçek devrimcilik görülmeyebilir. Bu nedenden dolayı, biz, onlar karşısında herhangi bir yükümlülük almamakla birlikte, tüm beklentilerin aksine olarak, diyalektik materyalizm üzerindeki tekelcilik haklarını tartışmaya davet ediyoruz.

Örneğin, birincisi sömürgeler meselesi, ikincisi de komünizmin, diğer bir deyişle, sınıfsız ve kimsenin kimseyi istismar etmediği bir toplumun gerçekleştirilmesi yöntemleri. Bu iki konuda Rus komünistleri ve onları takip eden Batı Avrupalı komünistler, aleni yanlışlar yapmaktalar. Bunun neticesinde de insanlığın anarşi ve kargaşa baskısından kurtuluşu değil, talan, yoksulluk ve ölüm olacaktır. Onlar, Avrupa kapitalizmini ve soyguncu Avrupa emperyalizmini eleştirdikleri ve yerdiklerinde, her zaman ve her konuda olmamakla birlikte, kendileri ile mutabıkız. Keza, çağdaş Avrupa kapitalist kültürünün gericiliğini gündeme getirdiklerinde de mutabıkız. Ne var ki, tüm bu düşüncelerden çıkardıkları sonuçlar ve sundukları reçeteler konusunda, kesinlikle mutabık değiliz. Bizce onların sundukları reçete ki, Avrupa toplumunun bir sınıfın (burjuvazinin) dünya üzerindeki diktatoryası yerine, onun karşıtı olan diğer sınıfın (proletaryanın) diktatoryasını öngörmektedir, insanlığın ezilen kısmının sosyal hayatına hiçbir önemli değişiklik getirmeyecektir. Her halükârda nesnel bir değişiklik olacaksa da, bu değişiklik iyileşme yolunda değil, kötüleşme yolunda olacaktır. Bu, sadece daha az gücü olan ve daha aşağı düzeyde organize bir diktatörün yerine, aynı kapitalist Avrupa’nın (ki, Amerika’yı da buraya dâhil etmek gerekmektedir) Avrupa çapında bütünleştirilmiş olan tüm güçlerinin dünyanın geriye kalan kısmı üzerinde ortak diktatoryasının getirilmesi demektir. Biz, bunun karşısında farklı bir tez ortaya koyuyoruz. Şöyle ki, insanlığın yeniden yapılandırılmasının maddi zemini, yalnızca sömürge ve yarı sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatoryası aracılığı ile oluşturulabilir. Zira, yalnızca bu yol, yerkürenin batı emperyalizmi tarafından zincirlere vurulmuş olan üretici güçlerinin kurtuluşu ve atılım yapması için gerçek bir teminat sağlayabilir.

Biz bu metodolojiden hareketle, belirli bir sorular sistemi oluşturuyoruz ki, bunlara verilen cevaplar, başlıca meselemizin doğru bir biçimde çözümlendirilmesini sağlayacaktır.

Bir sosyo-organizma olarak Türk Dünyası, çağdaş dünyanın ekonomik ve politik sisteminde nasıl bir görüntü vermektedir?

Türk halklarının, tümü bir arada ve ayrı dallar olarak, normal ekonomik, politik ve kültürel gelişmeleri için hangi iç ve dış koşullara ihtiyaç duyulmaktadır?

Bu koşullar hangi yollardan hareketle sağlanabilir? Evrim yolu ile mi, yoksa devrimci atılımlarla mı?

Şu veya bu yönde ilerleyecek çalışmaların somut yöntemleri şunlardır:

a. Strateji ve taktik;

b. Örgütlenme biçimleri.

II-Çağdaş dünyanın ekonomik ve politik sistematiği içinde sosyal organizma olarak Türk Dünyası

Günümüz dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içerisinde çağdaş Türk Dünyası’nın yeri ve rolü konusunun çok önemli olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili çözüm yollarını buradan hareketle çizebiliriz.

Dünyanın sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin içeriğini anlamadan, kim olmamız gerektiğini de tespit edemeyiz. Konunun analizini, ikinci bölümünden, diğer bir deyişle, çağdaş dünyanın sosyal ve hukuksal-ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlatabiliriz.

1-Çağdaş dünya ekonomisi ve politikasının köleci-sömürgeci emperyalist karakteri

Yerkürenin halkları arasındaki sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya koymaktadır: Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal açılardan eşit olmayan iki kampa bölünmüş durumdadır. Bu kamplardan birisinde, insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 25’ini oluşturan ve tüm yerküreyi, altında ve üstündeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır. Diğerinde ise, insanlığın beşte dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle, “efendi” halkların ekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen halklar yer almaktadır.

Efendilerin kendi medeni dillerinde “uygar” olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile görevlendirilmişler, ikinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde “vahşi”, “yerli” ve bu tür ibarelerle tanımlanmakta olup, birincilerin bilimsel görüşlerine göre: Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar! Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu ve bilim yoksunlukları yüzünden “medeni” halkları tanımlayabilmek için özel terimler üretememişler ve bunları yalnızca “köpekler”, “eşkıyalar”, “cellâtlar” veya benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişler.

Avrupa ve Amerika’nın “medeni” halkları, ki yerkürenin diğer kısımlarına da yayılmaktalar, birinci kategoriye aittirler. Asya, Afrika halkları ile Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerika’nın yerli halkları da ikinci kategoriye girmektedirler.

Bu iki grup arasındaki ilişkileri irdeleyerek, şu noktayı tespit etmiş bulunuyoruz: Batı halklarının (metropoller), sömürge veya yarı sömürge halkları ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir. Batılı halkların teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen birtakım tarihsel ve doğal coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararası ulaşım yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır. Bu durum, batı ve doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların elinde birikmesi için zemin oluşturulmuştur.

Avrupa’nın teknoloji ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki varoluş mücadelesi sırasında, söz konusu aşamada onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya efendileri olan müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla, daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, bu da onların diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra Asya ve Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır. Dünya ticaret yolları, pazarlar ve hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, batı halklarının eline geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey değildir, siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşımış ve bu kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır.

Böylece, bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakları olmayan ve “medeni” efendilerinin (metropol halklarının) refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir.

2- Metropollerin maddi kültür esaslarının paraziter ve gerici karakteri,
çağımız dünyasındaki gelişmelerin başlıca faktörüdür

Çağdaş dünya ekonomisinin kapitalist-köleci seciyesi, onun bir diğer özelliğini, günümüz dünyasında görülen gelişmelerin başlıca faktörü olarak çağdaş batılı halkların kültürlerinin toptan paraziter ve gerici karakterini de belirlemiştir. Metropollerin maddi kültürünün anlatılan özellikleri, şu iki hususu açığa çıkarmaktadır:

a) Statik Husus: İnsanlara gerekli olan tüketim maddelerinin üretim ve tedavül araçlarının metropol halklarının ellerinde tekel halinde birikmiş olması

Belli başlı tüm üretim araçları (fabrikasyon endüstri), tedavül araçları (banka sermayesi ve bunun altyapısı), ulaşım ve iletişim araçları (deniz yolları, demir yolları, hava ulaşım araçları, telgraf ve radyograt), hammadde (petrol, taş kömürü, filizler, hayvansal ve bitkisel ürünler) kaynaklar, keza endüstriyel ürünlerin satış pazarları, topu topu 300-350 milyon nüfusa sahip bulunan metropollerin ellerinde birikmiş durumdadır. Batı, bu açıdan aynen dev bir ahtapot gibi, insanlığın beşte dörtlük kısmını sarmış ve onun tüm yaşamsal kaynaklarını sömürmektedir. Ve bu ahtapot, sadece bir deniz ahtapotu olmayıp, batının askeri buluşlarının savaş sanatının en yeni teknoloji ileri ile silahlanmış zırhlı bir ahtapottur. Savaşçı bir ahtapottur. Ölümcül bir ahtapottur! Elbette ki bu kazanımlar, ahtapotun cesaret ve yiğitliğini arttırmamıştır. Ne var ki, ahtapotun korkakça zalimliği ve açgözlülüğü artış göstermiştir. Ahtapot, şimdi sömürge ve yarı sömürge halkların kanlarını emerek, dünya halklarının daha geniş olan kısmının zayıflaması, yoksullaşması, yozlaşması ve ölümü hesabına, daha küçük olan diğer kısmını zenginleştirmektedir.

b) Dinamik Husus: İnsanlığın Üretici Güçlerinin Azami Gelişmesi Açısından Metropollerin Maddi Kültürünün Paraziter ve Gerici olması.

Bu husus, birinci husus ile sıkı sıkıya bağlı olup onun devamını oluşturmaktadır.

Gerçekten de, yaşadığımız bu dönemde, dünyanın düzenleyicileri olarak metropollerin çağdaş kültürü nasıl bir şeydir?  Neyin üzerine bina edilmiştir ve neye doğru gitmektedir?

Mesele, batının madde kültürünün niteliğinin ve bu ekonomik sistemin (tekelci kapitalizm ve emperyalizm) yalnızca tekelci karakterde olmasıyla da bitmiyor. Mesele buradadır ki, metropollerin maddi kültürünün içeriği, diğer bir deyişle, tüm bu “tekelci kapitalizmler”in, emperyalizmlerin ve batı toplumuna ait diğer sosyal kategorilerin asıl özü, kesinlikle onun şekli ile ilgili değil, dinamikleri ve özgün gelişme eğilimi ile bağlantılıdır.

Bu eğilim, batı halklarının çağdaş maddi kültürünün varoluşu ve gelişmesinin, sadece doğulu halklara karşı uygulanan kölelik ve tahakküm sisteminin korunması (diğer bir deyişle, sömürge ve yarı sömürgelerin doğal zenginliklerinin istismarı) olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin engellenmesi bunların maddi kültürünün artışına karşı set çekici bir baskı uygulaması olarak açıklanabilir. Metropoller ve sömürgeciler için mal üretimi ve pazarlanması, diğer bir deyişle, dünyanın ekonomik süreci içerisinde tekelcilik prensiplerine dayandırılmıştır.

Çağdaş batı kültürü, ne üzerine inşa edilmiştir?

Sömürge ve yarı sömürgelerin kendi iç ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, ulusal endüstrinin yokluğu, diğer bir deyişle, bu ülkelerin tarımcı-köylü karakterinin sürdürülmesi üzerine inşa edilmiştir ki, bu durumda bu ülkeler, kendi ekonomik faaliyetleri arasında, metropollerin, yani dünyanın tekelci endüstrisinin yardımına başvurmak zorunda kalsınlar.

Tekelci sermayenin yardımına başvurma zorunda kalma süreci, somut olarak aşağıdaki unsurlardan oluşmaktadır.

A) Metropol ekonomilerinin başlıca unsuru olan ekonominin ucuz hammadde temini ile yaşatılması

Batılı halkların hammadde kaynağı olarak Asya ve Afrika halklarına yönelik işgalci politikaları ve bu politikaların beraberinde getirdikleri tüm diğer olaylar, bu noktadan kaynaklanmaktadır: Birincisi, yarı sömürgelerdeki bağımsızlık kırıntılarına karşı verilen acımasız mücadeleler ve sömürgeler tarafından bağımsızlık yönünde sergilenen en küçük girişimin bile zalimce cezalandırılması, ikinci ise metropollerin belli başlı ulusal grupları arasında sömürge mülkleri için aralıksız olarak sürdürülen rekabet savaşlarıdır. Diğer bir deyişle, bir taraftan metropoller ile sömürgeler arasındaki sosyal ihtilafların artışı, diğer taraftan da diktatör metropollerin farklı soyları arasındaki ulusal ihtilafların kökenleri burada saklıdır.

a) Sanayi ürünlerinin ucuza mal edilişinin sağlanması

Üretim teknolojisinin geliştirilmesi, metropollerin sanayi işçilerinin ve sömürgelerin yardımcı işçilerinin istismarı yoluyla gerçekleşmektedir. Metropollerde sınıfsal ihtilafların varlığı ve bu ihtilaflara dayalı olarak sınıfsal siyasi partilerin ortaya çıkış nedenleri bu noktada saklıdır.

b) Metropollerin sanayi ürünleri için ucuz (karlı) satış pazarlarının sağlanması.

Metropollerin, sömürgeleri ve yarı sömürgeleri yalnızca kendi ellerinde, kendi boyundurukları altında tutmak yönünde değil, aynı zamanda metropollerin sanayi ürünlerinin daimi satış pazarları olarak elde tutmaya yönelik sömürgeci politikalarının yoğunlaştırılması da bu hususla ilgilidir. Bu politikalar, sömürgeler ile metropoller arasındaki sosyal ihtilafların yalnızca yoğunlaşmasına neden olmaktadır ve bu ihtilaflar, birinci derecede uluslararası faktör niteliği kazanmaktadır.

Metropol maddi kültürlerinin gelişme sürecinin bu sonuncu unsuru, sömürgeler ile metropoller arasında oluşan ilişkiler açısından özellikle büyük önem taşımaktadır. Zira bu unsur, çağdaş batılı halkların kültürünün başlıca dinamiğini ve çağdaş insanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan tüm sosyal sapmaların da başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Söz konusu sapmalar aleni olarak ortadadır ve bunları yalnızca körler ve siyasi açıdan dejenere olmuş tipler inkara yeltenebilirler.

Bu sapmaları şu şekilde sıralayabiliriz:

aa) Yerküre ve özellikle de sömürge ve yarı sömürgelerin zenginliklerinin insanlığın genel çıkarları açısından hunharca ve verimsizce işletilmesi.

Bu gerçeği yeniden kanıtlamaya ihtiyaç yoktur kanısındayım.

Zira, metropollerin kendi “evleri”ndeki ve sömürgelerindeki ekonomik faaliyetlerine bakmak yeterlidir.

bb) Dünya üretim sürecinin ve bu genel tedavül sürecinin irrasyonel düzeni ve bunun sonucu olarak büyük miktarda insan enerjisinin verimsiz bir şekilde yok edilişi.

Metropollerin elinde yoğun bir şekilde birikmiş olan üretim araçlarının, hammadde ana kaynaklarından ve dünya satış pazarlarından uzakta bulunmalarından dolayı, hammaddenin üretim araçlarına ve bunlardan alınan ürünlerin de (malların) satış pazarlarına yönelik olarak uzak mesafelere taşınmaları gerekmektedir.

Örneğin, yün ve deri hammaddesi Tibet’ten, Hindistan veya Afganistan’dan Büyük Britanya’ya doğru taşınmak ve burada kumaş, ayakkabı ve diğer mallara dönüşerek gerisin geriye tekrar kendi anavatanına yolculuk yapmak zorundadır. Aynen bunun gibi Türkistan veya Güney Kafkasya pamuğu (bu arada Bakü petrolü de) önce medeni ülkelere, sözgelimi Moskova veya İvanova/Voznessensk’e seyahat etmek, burada mamul ürüne veya başka bir şeye dönüştükten sonra tekrar Türkistan veya Güney Kafkasya'ya, bazen de daha uzaklara (İran, Afganistan, vb.) geri dönmek zorundadır.

Araçların ve insan enerjisinin ekonomik kullanımı açısından tam tersi bir yöntem. Diğer bir deyişle, hammaddeyi kendi vatanında, yani sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gerekli tüketim mallarına dönüştürmek, daha doğru bir hareket olacaktır.

Bu ülkelerdeki üretim araçları, ki bunları metropollerden sağlamak ve yeniden organize etmek mümkündür, dışında kalan tüm koşullar (hammadde, sıvı yakıt, kullanılmaya ve boşu boşuna yok olup giden insan enerjisi, bunun yanı sıra, sömürge halklarının fabrika mallarına karşı duydukları büyük ihtiyaç) mevcuttur.

Söz konusu mallar, yalnız bundan sonra ihtiyaca göre yurt dışı yolculuklarına artık doğal biçimlerinde değil, medeni mallara dönüşmüş olarak ve oralardan gelecek olan tüketici talepleri ile orantılı olarak gönderilecektir.

cc) Mevcut durumun ve mevcut yapının (yeni dünyanın ekonomik düzeninde görülen irrasyonelliğin ve bundan ileri gelen sosyal sapmaların-adaletsizliklerin) sürekli ve düzenli bir biçimde korunması için insan enerjisi büyük miktarda ve verimsiz bir şekilde harcanmaktadır.

Bu husus, batının azgın militarizminde, onun kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, iç ve dış koruyucu kontenjanının akıl almaz bir şekilde arttırılması ile açığa vurulmuş bir durumdadır. Batılı halklar, yalnızca her türlü “sarı”, “siyah”, ve diğer “tehlikelerden”, bunların yanı sıra “panizm”lerden, yayılmacı fikirlerden değil, aynı zamanda “birbirlerinden” de korunmaktalar.

dd) Sömürge ve yarı sömürge ülkelerin (yeryüzü nüfusunun büyük bir kısmının) elindeki üretim güçlerinin doğal bir şekilde gelişmesinin engellenmesi ki, bu zeminde sömürge ve yarı sömürge halklar ile metropol hakları arasında aleni bir sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden gelişmesi engellenmektedir. Sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza edilmesi, sömürgeci batı emperyalizminin işine gelmektedir. Zira, metropollerin eşkıya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir ve gelişebilir. Sömürge halklarının karanlık ve baskı içinde tutulması, kendi tarihsel gelişmeleri içerisinde insanlığın başına hapishane gardiyanı kesilmiş olan batılı halklar için gerçek ve yaşamsal bir ihtiyaçtır. Metropol halkları ve onlar tarafından sömürülmekte olan sömürge halkları arasında görülen sosyal eşitsizliğin nedeni burada saklıdır.

Metropol halkları, her türlü medeniyet nimetlerinden, teknoloji ve bilimden yararlandıkları halde, sömürge halklarının ana kitlesi, yarı aç ve dilenci hayatı içerisinde sürünmektedirler.

Bir tarafta çelik ve granitten yapılmış gökdelenler, diğer tarafta miskin ve izbe barakalar. Bir tarafta elektrikli sabanlar, traktörler, buharlı değirmenler, sulama sistemleri, yapay gübreler. Diğer tarafta kara saban, kürek, kazma ve tırmık. Bir tarafta elektrik, telefon, telgraf ve radyo. Diğer tarafta kara çıra gaz lambası ve tüm diğer şeylerin yokluğu. Bir tarafta güzel sanatlar, edebiyat, oyunlar ve kahkahalar. Diğer tarafta umutsuzluk ve karanlık, sürekli acılar ve gözyaşları. Bir tarafta tokluk, güven ve her yönüyle teminat altına alınmış bir yaşam. Diğer tarafta açlık, soğuk, sefalet, ölüm ve yozlaşma!

Bu gidişatı ve hâli meşru görmek mümkün mü? Bütün bunları normal bir durum ve normal bir düzen olarak kabul edebilir miyiz? Hayır ve tekrar tekrar hayır! Bu durum, hangi ahlak öğretisi açısından bakılırsa bakılsın, en büyük sosyal sapmanın ve dünya çapındaki sosyal adaletsizliğin ifadesidir!

3. Metropol/erin ulusal kültürlerinin bütünleşme eğilimi.

Burada özellikle bir soruya cevap vermeden geçecek olursak, metropollerin kültürüne ilişkin yapmakta olduğumuz analiz, yarım kalacaktır: Metropol halklarının kültürü nereye yönelmiştir? Ve neye dönüşmektedir? Bu sorular, söz konusu kültürün gelişme dinamiği ile sıkı sıkıya ilişkili olup, onun en karakteristik ve önemli özelliklerini ki bunlar yakın döneme yönelik olarak dünyanın gelişme perspektiflerine açıklık kazandırmaktadır, birini ortaya çıkarmaktadır.

Biz, bu özelliği bütünleşme, diğer bir deyişle, metropol halklarının ulusal ve maddi kültürlerinin merkezleşmiş bir şekilde bütünleşmesi olarak tespit etmeliyiz.

Böyle bir eğilim var mı? Evet vardır.

Yani emperyalist savaş, savaş sonrasında da Rusya ve diğer ülkelerde yaşanan devrimsel depremler, “muzaffer” ülkelerin değişik grupları arasında günümüzde görülmekte olan “diplomasi” mücadelesi, batılı halkların değişik siyasi partilerinin sergiledikleri harıl harıl çalışmalar, tüm bunlar, söz konusu eğilimin muhtelif şekillerde açığa vurulmasından başka bir şey değildir.

Bu eğilim, şu iki çelişkinin baskısı altında cereyan etmektedir:

1. Metropol halklarının mevcut maddi kültür yapısının (ulusal parçalara bölünmüş olan özel mülkiyeti veya anarşist kapitalizm) özüne ters düşmektedir.

2. Bununla bağlantılı olarak, sömürgelerde metropollerin zulmünden kurtularak sosyal özgürlüğe ve ulusal kurtuluşlara kavuşma koşullarının oluşması, diğer bir deyişle sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketleri güç kazanmaktadır.

Birinci çelişkiyi ele alalım. Bunun en somut ifadesi nedir? Şöyle açıklayabiliriz: Mevcut düzen, metropol halklarının maddi kültür esaslarının mevcut yapısı, ileride onlara sömürge halklarını düzenli biçimde: cezasız, belasız ve tam anlamıyla istismar etme hakkını vermeyecektir. Metropol halklarının maddi ihtiyaçları, bu halkların maddi kültürünün mevcut yapısını aşmış durumdadır. Köleleştirilmiş insanlığın can damarlarının herkes tarafından ayrı ayrı ortak bir plan ve merkezi bir irade olmaksızın sömürülmesi, verimlilik açısından istedikleri etkinliği yaratmamakta, beklenilen azami sonucu vermemesinin ve soyguncuların isteklerinin yanı sıra, soyguncularının isteklerinin aksine çeşit çeşit sürprizleri de beraberinde getirmektedir.

Görülüyor ki, sömürgeler ile yarı sömürgelerin ve insanlığın geriye kalan kısmının mevcut sömürülme sistemi, onların bedenlerindeki kanın devinimini tamamen durdurmak için yeterli değildir. Onlar, yaşamsal yeteneklerini muhafaza edebilir. Yaşayabilir, soluyabilir ve zaman zaman bu istismarcılar, başkalarının mallarını bölüşmek için kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında, onlara karşı ayaklanabilirler. Fakat, batılı halklar, sömürge halklarının bu tür hareketlerine göz yumma gibi bir “lüks”e izin verebilirler mi? Elbette ki hayır. İsteseler de istemeseler de, kendi maddi kültürlerinin iç yapısının değiştirilmesi; yeni, daha ileri, daha düzenli ve mükemmel bir ekonomik yapının oluşturulması, ekonomik gündemlerini işgal etmektedir. Ve başka türlüsü de olamaz.

İçinde bulunduğumuz ve artık geçmekte olan dönemde, metropol halklarının maddi kültürünün iç yapısının özelliği nedir? Bu özellik, iki temel üzerinde bina edilmiştir: Ulusların kendi içlerindeki özel mülkiyet ve uluslararasındaki özel mülkiyet. Diğer bir deyişle, üretim araçları ve elde edilen zenginlikler, ister ulus içerisinde, ister değişik ulusların arasında, göreceli olarak dağınık durumdadır.

Birinci hususu, ulusun kendi içindeki mülkiyet olgusunu ele alalım: Bu husus, batılı halkların maddi kültürünün gelişme süreci içinde hangi sonuçları vermektedir? Bunlardan birincisi, mülkiyet sahipleri, yani kapitalistler ve onların oluşturdukları gruplar (tröstler, karteller vb.), bazı durumlarda ise değişik sanayi dalları arasında yaşanan rekabettir. Bunlar, kazanç ve daha büyük karlar peşinde koşarak birbirleri ile mücadele ediyorlar ve enerjilerinin büyük bir kısmı, bu mücadeleye harcanıyor. Doğrudur. Söz konusu rekabet, özel mülkiyete dayalı kapitalizmin tek ve zaruri ilkesidir. Sermayenin birikimi ve merkezileştirilmesi açısından ilerici bir rol oynamaktadır. Fakat, toplumsal çapta ve bağımsızlığa kavuşmak için can atmakta olan sömürgelerin varolduğu bir ortamda, böylesi bir rekabet, metropollerin istismar yeteneğini azaltmakta olan bir faktördür. Örneğin, herhangi bir İngiliz, bir İngiliz kapitalist kuruluşu ile iş yapmak için Hindistan’a gidecekse, kendi sermayesinin bir kısmını benzeri bir İngiliz kuruluşu ile mücadele etmeye harcamak, güç ve imkânlarının bir kısmını bu yolda kaybetmek zorundadır. İngiliz sermayesinin Hindistan’daki soygun düzeni, ulusal düzeyde bir merkezileşme ve işbirliğinin olmayışı yüzünden, merkezileşme durumunun sağlayabileceği sonuç ve verimliliğin tamamını yüzde yüz olarak temin edememektedir.

Özel mülkiyet ilkesi, metropollerin gücü açısından diğer bir olumsuz faktörü, ulusun kendi içindeki sınıflararası eşitsizlikten doğan sınıf mücadelesini de beraberinde getirmektedir. Sınıfların mücadelesi ortamında Avrupa' da mevcut olan başlıca sınıfların ideolojisini yansıtan üç siyasi akım oluşmuştur: Büyük burjuvazinin siyasi ideolojisi olan muhafazakârlık. Orta ve küçük burjuvazinin siyasi ideolojisi olan liberalizm ve işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm. Bu sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele ki fiilen ve belli ölçülerde siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtmaktadır. Bazı durumlarda metropollerin sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacaktır. Bu noktada Rusya’nın 1904 yılında Rus-Japon savaşında yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde, Rusya içinde yeterince açık görünen bir sınıf mücadelesi yaşanmış ve liberal Rus ticaret-sanayi burjuvazisi, feodal toprak burjuvazisine yönelik birtakım talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da bunların her ikisine yönelik siyasi taleplerle ayaklanmıştı. Bu durum, Rusların savaş alanlarında yenilmelerinin başlıca nedenini oluşturmuştu.

Bu örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, 1922 yılında Türkiye’nin uluslararası emperyalist çetelere karşı elde ettiği zaferi gösterebiliriz. Bu zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye, ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk ulusunun tüm sınıflarının oluşturduğu bir bütündü. Düşman cephe ise ulusal ve sınıf çelişkilerinin fokurdamakta olduğu bir volkandı. Ve biz, buradan bir hususu tespit etmek zorundayız: günümüz koşulları dâhilinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi, yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyen bir faktördür.

Yukarıda hatırlatmış olduğumuz ikinci husus: metropol halkları arasında özel mülkiyet, diğer bir deyişle bunların ulusal rekabeti ve bu uluslar arasında mücadeleyi tahrik eden maddi kültürlerinde görülen bölünmüşlük de böyle bir faktördür. Bu faktörün varoluşu, dünyanın efendileri olarak metropol halklarının durumlarını zorlaştırmakta, onların sömürgelere karşı ortaklaşa uygulamakta oldukları baskıları zayıflatmakta, sömürgelere manevra ve belli bir hareket imkânı sağlamaktadır.

Türkiye’nin bağımsızlığının muhafaza edilişi, Afganistan’ın bağımsızlığını ihya edilişi, Mısır’da bağımsızlık eğilimi belirtilerinin artışı nasıl mümkün olabilmiştir? Hindistan’da, Marakeş’te, Çin’de ve buna benzer yerlerde ulusal kurtuluş hareketlerinin güç kazanması hangi zeminde gerçekleşebilmiştir? Polonya gibi bazı eski ülkelerin yeniden ihya olduğu; Çekoslovakya, Letonya, Estonya ve İrlanda’nın kurulduğu süreç nasıl gerçekleşebilmiştir? Son olarak, Rusya’daki Rus olmayan ulusların ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazanması hangi zeminde gerçekleşmektedir?

Tüm bunlar, aslında metropollerin madde kültürlerinin bölünmüşlüğü sayesinde mümkün olabilmiştir. Metropol halklarının kendi aralarında birincilik ve dünya hegemonyası uğruna verdikleri kavgalar, sömürgelere karşı uyguladıkları baskıların gevşemesine neden olmakta ve bu, sonuncuların siyasi bağımsızlık mücadeleleri vermelerini mümkün kılmaktadır.

İkinci çelişkiye, yani sömürge ve yarı-sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine geçelim. Böyle bir hareket gerçekten var mı? Eğer var ise gerçekten de gelişiyor ve büyüyor mu? Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim:

Japonya

Yarım asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarı sömürge bir ülke idi. Uluslararası politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması, Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa'nın jandarması ve azılı feodal emperyalist olan Rusya'yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile. Aradan on yıl bile geçmemiştir ki Japonya, Rusya' dan sonra diğer bir Avrupalı emperyalist devletin Almanya’nın ezilmesine iştirak ediyor. Uzun süreli mi, değil mi? Şimdilik Almanya rayından çıkartılmıştır. Japonya ise İngiltere’ye karşı, Fransa, Çin ve Rusya’yı içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri gerçekleşirse, yarın denizötesi devleti ABD’ye karşı bloka da iştirak edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması, Japon sanayi ve ticaret sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır. Avrupalı emperyalist devletlerin parça parça edilerek ezilmeleri, Japonya'nın çıkarlarına uygun düşmektedir.

Türkiye

Türkiye’de olup bitenler, çilekeş Türk ulusunun en azılı düşmanlarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma başlamaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını bizzat tecrübe ettiler. Türkiye’nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydınlarının süngüleri gereken kişilere gereken derslerini vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler. Eğer 400 yıl öne Rus Çarları, Kazan’ı, Kuzey Türklüğünün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının üzerinden geçerek doğuya ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine doğuya doğru, doğru kendilerine yol açabilmek için Güneyli Türkleri, Osmanlıları yenmek zorundalar.

Batılı halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadı mı? Batılı halklar, Asya ve Afrika’daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk-Osmanlı savaşçılarının cesaretleri üzerinden geçmek zorundalar. Kazan’ın Rus saldırıları karşısında düşüşü de bir gün içerisinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan’ın işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi Moskova ile Kazan arasındaki mücadelede, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf için pek kolay olmadı. Yenilenler ile yenenler arasında acımasız katliamlar ve kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra yenilenlerin azimleri kırıldı. Türkleri zayıflatmak, Balkanlar’ı, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı, Türklerin ellerinden almak için Avrupa, yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek nasip olmadı. Olmayacaktır da. Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu’ya da hayat verecektir.

Çin

Dünya üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin halkı uzun süre uyudu. Fakat sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini doğrultmakla meşguldür. Ama yakında ayağa kalkacaktır. Artık hiç kimse onu yatakta tutamaz. Son yıllar içerisinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu göstermektedir. Çin halkı, 1911 devrimini yapabildi. Bir devrim daha yapabilir. Çin’in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir yumruk haline dönüşmüştür ki batılı halklar bu yumruğu yedikten sonra kendilerine çok zor gelirler. Çin’de periyodik olarak görülen iç savaş patlamaları, 400 milyonluk Çin halkının vereceği büyük konserin sadece uvertür kısmıdır. Çin halkının bu kanlı iç savaşında on binler, hatta yüz binler ölebilir. Fakat bu kurban verişler kaçınılmazdır. Fakat bu fedakârlıklar boşa gitmeyecektir. Çin’de iç savaşlar, Çin halkının bütünleşme sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için birkaç on yıl daha geçecektir.

Hindistan

Hindistan da uyanmaktadır. Hindistan’ın yeniden inşa süreci Çin’e kıyasla daha sancılı yaşanmaktadır ve bu, anlaşılabilir bir durumdur. Hindistan, Avrupalı eşkıyalar arasında en güçlü olanının, İngiltere’nin sömürgesidir. Fakat bu eski deniz korsanı, her ne kadar korkunç olursa olsun, Hindistan’ın kurtuluş hareketinin karşısında dayanamayacaktır. İngiltere; baskı, satın alma, provokasyon ve diplomatik cambazlıkları ile Hindistan’ın kurtuluş sürecini belki bir parça geciktirebilir, ama asla durduramaz.

Hindistan’ın kurtuluşu dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi, zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi bilinmektedir. Hindistan halkının direnişinde görülen bu tür geçici inişler, yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve daha korkunç dalgaların gelmekte olduğunu haber vermektedir.

Biz, kesinlikle eminiz ki, bir gün gelecek, Hindistan’ın kurtuluş hareketi, İngiltere’nin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı, Mısır’ı, Marakeş’i ve Rusya’nın sömürgelerini de etkileyecektir. Ve bu hareketler, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümü de emperyalizmden, daha doğru bir deyişle, batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir. Yalnızca, ülkelerin ve zamanların koşullarına olarak biçim ve tempo yönünden farklılık arz edebilirler. Güçlü veya zayıf… Hızlı veya yavaş… Fırtınalı veya sakin… Büyük veya küçük çaplı olabilirler.

Rusya’nın Sömürge Halkları

Mısır, Marakeş ve batının diğer Asya ve Afrika sömürgelerinde görülen hareketler üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayacağız. Zira, bunların ana çizgileri gayet iyi bilinmektedir. Burada, Rusya’nın sömürge halklarının kurtuluş hareketlerini gözden geçireceğiz. Bizim tespitlerimize göre, Rusya'nın sömürgelerinde Türkistan, Kafkasya, Ukrayna, Beyaz Rusya’da Türk Fin ve Moğol halklarının kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır.

Rusya’nın Japonya karşısında aldığı ve 1905 devrimine neden olan yenilgi, bu ülkenin sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkân sağlamıştı. Rusya’nın dünya savaşı sırasında batı ve Kafkas cephelerinde uğramış olduğu yenilgiler, 1917 devrimine neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini hızlandırdı. Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya’dan kopmaları, egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve Beyaz Rusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birlikte, tam 10 adet özerk ulusal cumhuriyetin kurulması bu görüşün en somut kanıtlarıdır.

Pan-Rusistler ve Pan-Rusistlerin yandaşları, ister “demokrat” isterse “komünist” maskesinin arkasına saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bölgeleri sıradan Rus eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsınlar, şimdilere kadar bu arzularını gerçekleştirememişlerdir. Pan-Rusistler, SSCB’nin kurulması ile fiilen tek ve bölünmez Rusya’yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Büyük Rusya egemenliğini yeniden temin etmek istediler. Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova’nın Pan-Rusist merkeziyetçi eğilimleri karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (SSCB Merkezi İcra Komitesi’nin düzenlediği Milliyetler Konseyi ile ilgili son oturumu bu türden itirazlara şahitlik etmiştir.)

Moskova, Türkistan'ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için Turan halklarını muhtelif küçük kabilelere bölmektedir. Fakat en geç iki yıl içerisinde, Turan’ın bu bölünmüş parçaları yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek, daha güçlü, kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.

Rusya, bugün Moğolistan’ı Çin’den ayırmakta ve bu ülkeyi kendi elinde “ehlileştirmek” istemektedir. Moğolistan da Moskova’nın kucağına oturma fikrine pek karşıymış gibi görünmemektedir. Fakat bu Moğolistan, yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı başarır da kendi Huruldan’ını (meclis-kurultay) sağlamlaştırsa, bu duruma ne der, orası belli değildir.

Son Rusya devrimi deneyiminden hareketle bu sonuca varıyoruz ki, Rusya’da iktidara hangi sınıf gelirse gelsin, bu ülkenin eski “ihtişam” ve “gücü”nü hiç kimse yeniden geriye getiremez. Çok uluslu bir devlet ve Rus devleti olarak Rusya’nın parçalanması ve bölünmesi kaçınılmazdır. Gidişat bu yöndedir. Sonuçta iki seçenekten biri gerçekleşecektir: Rusya, ya kendi ulusal parçalarına ayrılacak ve birkaç yeni ulus-devlet ortaya çıkacak ya da Rusya’daki Rus hâkimiyetinin yerine ulusların ortak hâkimiyeti tesis edilecektir. Diğer bir deyişle, Rus halkının tüm diğer halklar üzerinde tesis ettiği diktatörlüğün yerini bu halkların Rus halkı üzerinde tesis edeceği diktatörlük alacaktır.

Bu ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir. İhtimaldir ki, birinci seçenek gerçekleşecektir. İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum birinciye geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir.

Bugün SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir. Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpınışlarıdır.

Rusya’nın dağıldığı fonda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net bir biçimde belirmektedir. Ukrayna (Kırım ve Beyaz Rusya ile birlikte), Kafkasya (Kuzey Kafkasya’nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir), Turan (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı Türkistan Cumhuriyetleri Federasyonu olarak) Sibirya ve Büyük Rusya. Burada Rusya’dan zaten kopmuş olan Finlandiya, Polonya ve küçük Baltık devletleri üzerinde durmuyoruz.

Neticede sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin kurtuluş hareketine ait gerçekler gün gibi ortadadır. Bu hareket vardır ve gerçektir. Bugün ilerlemekte ve gelişmektedir.

Bu hareketin gerekçeleri ve maddi temeli nedir? Bu temelden ne doğar, onun gerçek özü nedir, bu temel üzerinden, uluslararası düzlemde toplumsal ve hukuki açıdan ne tür ilişkiler kurulabilir?

Mirsaid Sultangaliyev

[Kaynak: Halit Kakınç, Sultangaliyev ve Milli Komünizm, Bulut Yayınları, 2003, s. 239-258.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder