Asya ve Avrupa Halklarının Sosyo-Politik, Ekonomik ve
Kültürel Gelişmelerinin Esaslarına İlişkin Bazı Görüşlerimiz
Asya
ve Avrupa Türk halklarının çağımızdaki sosyo-politik, ekonomik ve kültürel
gelişmelerini tespit etmek için kullanılacak olan esasların belirlenmesinden
önce, konu ile ilgili görüşlerimizin metodolojisi üzerinde kısa bir şekilde
olsa dahi, durmamız gerekecektir.
Herhangi bir anlaşmazlık ve belirsizliğin giderilmesi için, bir hususu ilk baştan açıkça söylemeliyiz ki, biz bu meseleye de (tüm diğer meseleler gibi) materyalist dünya görüşü ve materyalist felsefe açısından yaklaşmaktayız. Ayrıca bizce, bu devrimci felsefe mektebinin daha radikal olan ve diyalektik tarihsel materyalist felsefenin bu kolu, önemli unsurlarının anlaşılabilmesi için en doğru ve bilimsel açından daha sağlam bir fikir sistemidir.
Zira, ancak onun yardımı ile
(sosyal) hayat olaylarının nedenlerini daha net ve gerçekçi bizimde tahlil
etmek ve sonuçlarını önceden kestirerek sezmek mümkündür.
Fakat
önceden şunu da söyleyelim ki, bizim diyalektik, daha doğrusu, hareketli
materyalizm mektebine mensubiyetimiz, bu mektebin Batı Avrupalı temsilcilerini
(marksist veya komünist denilenleri) körü körüne taklit etmemiz ve onların bu
mektebin ürünü bildikleri veya öyle takdim ettikleri her şeyi körü körüne kopya
etmemiz anlamına gelmez.
Bizce,
materyalist felsefe, Batı Avrupa biliminin müstesna malı değildir. Zira, belli
bir düşünce sistemi olarak bu tür felsefe, bu veya diğer şekilde (Fars, Arap,
Çin, Türk, Moğol vb. gibi) birçok başka halklarda, üstelik çağdaş Batı Avrupa
kültürünün ortaya çıkışından çok önceki tarihlerde görülmüştür.
Bizim
birçoğumuz, daha sonra Rusya Devrimi öncesinde, hareketli materyalist dünya
görüşüne sahip olmuştuk. Bu görüş, bizim aramıza yapay bir biçimde ve dışarıdan
enjekte edilmiş olmayıp, Rus milliyetçiliğinin ve Rus devletçiliğinin
üzerimizdeki zalimane ekonomik, politik ve kültürel baskılarının bizi ezmekte
olan ağır koşullarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Bizim,
tarihsel materyalizm taraftarlarına bağlılığımız: onların beyan ettikleri, keza
diyalektik materyalizmin Rus ve Avrupa tekelcileri tarafından takdim edilen her
türlü fikri nesneyi kutsal bir şeymiş gibi, tartışmasız olarak kabul etmemizi
de kesinlikle gerektirmez.
İnsan,
kendisini bin kez materyalist, marksist, komünist veya şimdilerde Rusya’da moda
olan ifadeyle, leninist ilan edebilir. Bunu tüm dünyada olanca gücü ve sesi ile
bağırabilir. Bu alandaki yüzlerce ve binlerce konuda cilt cilt kitap yazabilir.
Fakat yine de asgari düzeyde bile gerçek materyalizm ve komünizm ile ilgisi
olmayabilir. Tutum ve hareketlerinden de vazgeçelim, görüşlerinde ve vardıkları
sonuçlarda da gerçek devrimcilik görülmeyebilir. Bu nedenden dolayı, biz, onlar
karşısında herhangi bir yükümlülük almamakla birlikte, tüm beklentilerin aksine
olarak, diyalektik materyalizm üzerindeki tekelcilik haklarını tartışmaya davet
ediyoruz.
Örneğin,
birincisi sömürgeler meselesi, ikincisi de komünizmin, diğer bir deyişle,
sınıfsız ve kimsenin kimseyi istismar etmediği bir toplumun gerçekleştirilmesi
yöntemleri. Bu iki konuda Rus komünistleri ve onları takip eden Batı Avrupalı
komünistler, aleni yanlışlar yapmaktalar. Bunun neticesinde de insanlığın
anarşi ve kargaşa baskısından kurtuluşu değil, talan, yoksulluk ve ölüm
olacaktır. Onlar, Avrupa kapitalizmini ve soyguncu Avrupa emperyalizmini
eleştirdikleri ve yerdiklerinde, her zaman ve her konuda olmamakla birlikte,
kendileri ile mutabıkız. Keza, çağdaş Avrupa kapitalist kültürünün gericiliğini
gündeme getirdiklerinde de mutabıkız. Ne var ki, tüm bu düşüncelerden
çıkardıkları sonuçlar ve sundukları reçeteler konusunda, kesinlikle mutabık
değiliz. Bizce onların sundukları reçete ki, Avrupa toplumunun bir sınıfın
(burjuvazinin) dünya üzerindeki diktatoryası yerine, onun karşıtı olan diğer
sınıfın (proletaryanın) diktatoryasını öngörmektedir, insanlığın ezilen
kısmının sosyal hayatına hiçbir önemli değişiklik getirmeyecektir. Her halükârda
nesnel bir değişiklik olacaksa da, bu değişiklik iyileşme yolunda değil,
kötüleşme yolunda olacaktır. Bu, sadece daha az gücü olan ve daha aşağı düzeyde
organize bir diktatörün yerine, aynı kapitalist Avrupa’nın (ki, Amerika’yı da
buraya dâhil etmek gerekmektedir) Avrupa çapında bütünleştirilmiş olan tüm
güçlerinin dünyanın geriye kalan kısmı üzerinde ortak diktatoryasının getirilmesi
demektir. Biz, bunun karşısında farklı bir tez ortaya koyuyoruz. Şöyle ki,
insanlığın yeniden yapılandırılmasının maddi zemini, yalnızca sömürge ve yarı
sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatoryası aracılığı ile oluşturulabilir.
Zira, yalnızca bu yol, yerkürenin batı emperyalizmi tarafından zincirlere
vurulmuş olan üretici güçlerinin kurtuluşu ve atılım yapması için gerçek bir teminat
sağlayabilir.
Biz
bu metodolojiden hareketle, belirli bir sorular sistemi oluşturuyoruz ki,
bunlara verilen cevaplar, başlıca meselemizin doğru bir biçimde
çözümlendirilmesini sağlayacaktır.
Bir
sosyo-organizma olarak Türk Dünyası, çağdaş dünyanın ekonomik ve politik
sisteminde nasıl bir görüntü vermektedir?
Türk
halklarının, tümü bir arada ve ayrı dallar olarak, normal ekonomik, politik ve
kültürel gelişmeleri için hangi iç ve dış koşullara ihtiyaç duyulmaktadır?
Bu
koşullar hangi yollardan hareketle sağlanabilir? Evrim yolu ile mi, yoksa
devrimci atılımlarla mı?
Şu
veya bu yönde ilerleyecek çalışmaların somut yöntemleri şunlardır:
a.
Strateji ve taktik;
b.
Örgütlenme biçimleri.
II-Çağdaş
dünyanın ekonomik ve politik sistematiği içinde sosyal organizma olarak Türk
Dünyası
Günümüz
dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içerisinde çağdaş Türk Dünyası’nın
yeri ve rolü konusunun çok önemli olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk
halklarının sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili
çözüm yollarını buradan hareketle çizebiliriz.
Dünyanın
sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin
içeriğini anlamadan, kim olmamız gerektiğini de tespit edemeyiz. Konunun
analizini, ikinci bölümünden, diğer bir deyişle, çağdaş dünyanın sosyal ve
hukuksal-ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlatabiliriz.
1-Çağdaş
dünya ekonomisi ve politikasının köleci-sömürgeci emperyalist karakteri
Yerkürenin
halkları arasındaki sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya
koymaktadır: Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal
açılardan eşit olmayan iki kampa bölünmüş durumdadır. Bu kamplardan birisinde,
insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 25’ini oluşturan ve tüm yerküreyi,
altında ve üstündeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte
ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır. Diğerinde ise, insanlığın beşte
dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle,
“efendi” halkların ekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen
halklar yer almaktadır.
Efendilerin
kendi medeni dillerinde “uygar” olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup
olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile
görevlendirilmişler, ikinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde “vahşi”,
“yerli” ve bu tür ibarelerle tanımlanmakta olup, birincilerin bilimsel
görüşlerine göre: Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar!
Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu ve bilim
yoksunlukları yüzünden “medeni” halkları tanımlayabilmek için özel terimler
üretememişler ve bunları yalnızca “köpekler”, “eşkıyalar”, “cellâtlar” veya
benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişler.
Avrupa
ve Amerika’nın “medeni” halkları, ki yerkürenin diğer kısımlarına da
yayılmaktalar, birinci kategoriye aittirler. Asya, Afrika halkları ile
Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerika’nın yerli halkları
da ikinci kategoriye girmektedirler.
Bu
iki grup arasındaki ilişkileri irdeleyerek, şu noktayı tespit etmiş
bulunuyoruz: Batı halklarının (metropoller), sömürge veya yarı sömürge halkları
ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir. Batılı halkların
teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen birtakım tarihsel ve doğal
coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında
ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararası ulaşım
yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır.
Bu durum, batı ve doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki
uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların elinde
birikmesi için zemin oluşturulmuştur.
Avrupa’nın
teknoloji ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki varoluş mücadelesi
sırasında, söz konusu aşamada onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya
efendileri olan müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla,
daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, bu da onların
diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra Asya ve
Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır. Dünya ticaret yolları, pazarlar ve
hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, batı halklarının eline
geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm
dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi
kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan
tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey
değildir, siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşımış ve bu
kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır.
Böylece,
bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde
mülkiyet hakları olmayan ve “medeni” efendilerinin (metropol halklarının)
refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir.
2-
Metropollerin maddi kültür esaslarının paraziter ve gerici karakteri,
çağımız
dünyasındaki gelişmelerin başlıca faktörüdür
Çağdaş
dünya ekonomisinin kapitalist-köleci seciyesi, onun bir diğer özelliğini,
günümüz dünyasında görülen gelişmelerin başlıca faktörü olarak çağdaş batılı
halkların kültürlerinin toptan paraziter ve gerici karakterini de
belirlemiştir. Metropollerin maddi kültürünün anlatılan özellikleri, şu iki
hususu açığa çıkarmaktadır:
a)
Statik Husus: İnsanlara gerekli olan tüketim maddelerinin üretim ve tedavül
araçlarının metropol halklarının ellerinde tekel halinde birikmiş olması
Belli
başlı tüm üretim araçları (fabrikasyon endüstri), tedavül araçları (banka
sermayesi ve bunun altyapısı), ulaşım ve iletişim araçları (deniz yolları,
demir yolları, hava ulaşım araçları, telgraf ve radyograt), hammadde (petrol,
taş kömürü, filizler, hayvansal ve bitkisel ürünler) kaynaklar, keza
endüstriyel ürünlerin satış pazarları, topu topu 300-350 milyon nüfusa sahip bulunan
metropollerin ellerinde birikmiş durumdadır. Batı, bu açıdan aynen dev bir
ahtapot gibi, insanlığın beşte dörtlük kısmını sarmış ve onun tüm yaşamsal
kaynaklarını sömürmektedir. Ve bu ahtapot, sadece bir deniz ahtapotu olmayıp,
batının askeri buluşlarının savaş sanatının en yeni teknoloji ileri ile silahlanmış
zırhlı bir ahtapottur. Savaşçı bir ahtapottur. Ölümcül bir ahtapottur! Elbette ki
bu kazanımlar, ahtapotun cesaret ve yiğitliğini arttırmamıştır. Ne var ki,
ahtapotun korkakça zalimliği ve açgözlülüğü artış göstermiştir. Ahtapot, şimdi
sömürge ve yarı sömürge halkların kanlarını emerek, dünya halklarının daha geniş
olan kısmının zayıflaması, yoksullaşması, yozlaşması ve ölümü hesabına, daha
küçük olan diğer kısmını zenginleştirmektedir.
b)
Dinamik Husus: İnsanlığın Üretici Güçlerinin Azami Gelişmesi Açısından
Metropollerin Maddi Kültürünün Paraziter ve Gerici olması.
Bu
husus, birinci husus ile sıkı sıkıya bağlı olup onun devamını oluşturmaktadır.
Gerçekten
de, yaşadığımız bu dönemde, dünyanın düzenleyicileri olarak metropollerin
çağdaş kültürü nasıl bir şeydir? Neyin
üzerine bina edilmiştir ve neye doğru gitmektedir?
Mesele,
batının madde kültürünün niteliğinin ve bu ekonomik sistemin (tekelci
kapitalizm ve emperyalizm) yalnızca tekelci karakterde olmasıyla da bitmiyor.
Mesele buradadır ki, metropollerin maddi kültürünün içeriği, diğer bir deyişle,
tüm bu “tekelci kapitalizmler”in, emperyalizmlerin ve batı toplumuna ait diğer
sosyal kategorilerin asıl özü, kesinlikle onun şekli ile ilgili değil,
dinamikleri ve özgün gelişme eğilimi ile bağlantılıdır.
Bu
eğilim, batı halklarının çağdaş maddi kültürünün varoluşu ve gelişmesinin,
sadece doğulu halklara karşı uygulanan kölelik ve tahakküm sisteminin korunması
(diğer bir deyişle, sömürge ve yarı sömürgelerin doğal zenginliklerinin
istismarı) olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin
engellenmesi bunların maddi kültürünün artışına karşı set çekici bir baskı
uygulaması olarak açıklanabilir. Metropoller ve sömürgeciler için mal üretimi
ve pazarlanması, diğer bir deyişle, dünyanın ekonomik süreci içerisinde tekelcilik
prensiplerine dayandırılmıştır.
Çağdaş
batı kültürü, ne üzerine inşa edilmiştir?
Sömürge
ve yarı sömürgelerin kendi iç ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, ulusal
endüstrinin yokluğu, diğer bir deyişle, bu ülkelerin tarımcı-köylü karakterinin
sürdürülmesi üzerine inşa edilmiştir ki, bu durumda bu ülkeler, kendi ekonomik faaliyetleri
arasında, metropollerin, yani dünyanın tekelci endüstrisinin yardımına
başvurmak zorunda kalsınlar.
Tekelci
sermayenin yardımına başvurma zorunda kalma süreci, somut olarak aşağıdaki
unsurlardan oluşmaktadır.
A)
Metropol ekonomilerinin başlıca unsuru olan ekonominin ucuz hammadde temini
ile yaşatılması
Batılı
halkların hammadde kaynağı olarak Asya ve Afrika halklarına yönelik işgalci
politikaları ve bu politikaların beraberinde getirdikleri tüm diğer olaylar, bu
noktadan kaynaklanmaktadır: Birincisi, yarı sömürgelerdeki bağımsızlık
kırıntılarına karşı verilen acımasız mücadeleler ve sömürgeler tarafından bağımsızlık
yönünde sergilenen en küçük girişimin bile zalimce cezalandırılması, ikinci ise
metropollerin belli başlı ulusal grupları arasında sömürge mülkleri için
aralıksız olarak sürdürülen rekabet savaşlarıdır. Diğer bir deyişle, bir
taraftan metropoller ile sömürgeler arasındaki sosyal ihtilafların artışı,
diğer taraftan da diktatör metropollerin farklı soyları arasındaki ulusal
ihtilafların kökenleri burada saklıdır.
a)
Sanayi ürünlerinin ucuza mal edilişinin sağlanması
Üretim
teknolojisinin geliştirilmesi, metropollerin sanayi işçilerinin ve sömürgelerin
yardımcı işçilerinin istismarı yoluyla gerçekleşmektedir. Metropollerde
sınıfsal ihtilafların varlığı ve bu ihtilaflara dayalı olarak sınıfsal siyasi
partilerin ortaya çıkış nedenleri bu noktada saklıdır.
b)
Metropollerin sanayi ürünleri için ucuz (karlı) satış pazarlarının sağlanması.
Metropollerin,
sömürgeleri ve yarı sömürgeleri yalnızca kendi ellerinde, kendi boyundurukları
altında tutmak yönünde değil, aynı zamanda metropollerin sanayi ürünlerinin
daimi satış pazarları olarak elde tutmaya yönelik sömürgeci politikalarının yoğunlaştırılması
da bu hususla ilgilidir. Bu politikalar, sömürgeler ile metropoller arasındaki
sosyal ihtilafların yalnızca yoğunlaşmasına neden olmaktadır ve bu ihtilaflar,
birinci derecede uluslararası faktör niteliği kazanmaktadır.
Metropol
maddi kültürlerinin gelişme sürecinin bu sonuncu unsuru, sömürgeler ile
metropoller arasında oluşan ilişkiler açısından özellikle büyük önem
taşımaktadır. Zira bu unsur, çağdaş batılı halkların kültürünün başlıca
dinamiğini ve çağdaş insanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan tüm sosyal
sapmaların da başlıca nedenini oluşturmaktadır.
Söz
konusu sapmalar aleni olarak ortadadır ve bunları yalnızca körler ve siyasi
açıdan dejenere olmuş tipler inkara yeltenebilirler.
Bu
sapmaları şu şekilde sıralayabiliriz:
aa)
Yerküre ve özellikle de sömürge ve yarı sömürgelerin zenginliklerinin
insanlığın genel çıkarları açısından hunharca ve verimsizce işletilmesi.
Bu
gerçeği yeniden kanıtlamaya ihtiyaç yoktur kanısındayım.
Zira,
metropollerin kendi “evleri”ndeki ve sömürgelerindeki ekonomik faaliyetlerine
bakmak yeterlidir.
bb)
Dünya üretim sürecinin ve bu genel tedavül sürecinin irrasyonel düzeni ve bunun
sonucu olarak büyük miktarda insan enerjisinin verimsiz bir şekilde yok
edilişi.
Metropollerin
elinde yoğun bir şekilde birikmiş olan üretim araçlarının, hammadde ana
kaynaklarından ve dünya satış pazarlarından uzakta bulunmalarından dolayı,
hammaddenin üretim araçlarına ve bunlardan alınan ürünlerin de (malların) satış
pazarlarına yönelik olarak uzak mesafelere taşınmaları gerekmektedir.
Örneğin,
yün ve deri hammaddesi Tibet’ten, Hindistan veya Afganistan’dan Büyük Britanya’ya
doğru taşınmak ve burada kumaş, ayakkabı ve diğer mallara dönüşerek gerisin geriye
tekrar kendi anavatanına yolculuk yapmak zorundadır. Aynen bunun gibi Türkistan
veya Güney Kafkasya pamuğu (bu arada Bakü petrolü de) önce medeni ülkelere, sözgelimi
Moskova veya İvanova/Voznessensk’e seyahat etmek, burada mamul ürüne veya başka
bir şeye dönüştükten sonra tekrar Türkistan veya Güney Kafkasya'ya, bazen de
daha uzaklara (İran, Afganistan, vb.) geri dönmek zorundadır.
Araçların
ve insan enerjisinin ekonomik kullanımı açısından tam tersi bir yöntem. Diğer
bir deyişle, hammaddeyi kendi vatanında, yani sömürge ve yarı sömürge ülkelerde
gerekli tüketim mallarına dönüştürmek, daha doğru bir hareket olacaktır.
Bu
ülkelerdeki üretim araçları, ki bunları metropollerden sağlamak ve yeniden
organize etmek mümkündür, dışında kalan tüm koşullar (hammadde, sıvı yakıt,
kullanılmaya ve boşu boşuna yok olup giden insan enerjisi, bunun yanı sıra,
sömürge halklarının fabrika mallarına karşı duydukları büyük ihtiyaç)
mevcuttur.
Söz
konusu mallar, yalnız bundan sonra ihtiyaca göre yurt dışı yolculuklarına artık
doğal biçimlerinde değil, medeni mallara dönüşmüş olarak ve oralardan gelecek
olan tüketici talepleri ile orantılı olarak gönderilecektir.
cc)
Mevcut durumun ve mevcut yapının (yeni dünyanın ekonomik düzeninde görülen
irrasyonelliğin ve bundan ileri gelen sosyal sapmaların-adaletsizliklerin)
sürekli ve düzenli bir biçimde korunması için insan enerjisi büyük miktarda ve
verimsiz bir şekilde harcanmaktadır.
Bu
husus, batının azgın militarizminde, onun kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, iç
ve dış koruyucu kontenjanının akıl almaz bir şekilde arttırılması ile açığa
vurulmuş bir durumdadır. Batılı halklar, yalnızca her türlü “sarı”, “siyah”, ve
diğer “tehlikelerden”, bunların yanı sıra “panizm”lerden, yayılmacı fikirlerden
değil, aynı zamanda “birbirlerinden” de korunmaktalar.
dd)
Sömürge ve yarı sömürge ülkelerin (yeryüzü nüfusunun büyük bir kısmının)
elindeki üretim güçlerinin doğal bir şekilde gelişmesinin engellenmesi ki, bu
zeminde sömürge ve yarı sömürge halklar ile metropol hakları arasında aleni bir
sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden gelişmesi
engellenmektedir. Sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza
edilmesi, sömürgeci batı emperyalizminin işine gelmektedir. Zira, metropollerin
eşkıya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir ve
gelişebilir. Sömürge halklarının karanlık ve baskı içinde tutulması, kendi
tarihsel gelişmeleri içerisinde insanlığın başına hapishane gardiyanı kesilmiş olan
batılı halklar için gerçek ve yaşamsal bir ihtiyaçtır. Metropol halkları ve
onlar tarafından sömürülmekte olan sömürge halkları arasında görülen sosyal
eşitsizliğin nedeni burada saklıdır.
Metropol
halkları, her türlü medeniyet nimetlerinden, teknoloji ve bilimden
yararlandıkları halde, sömürge halklarının ana kitlesi, yarı aç ve dilenci
hayatı içerisinde sürünmektedirler.
Bir
tarafta çelik ve granitten yapılmış gökdelenler, diğer tarafta miskin ve izbe
barakalar. Bir tarafta elektrikli sabanlar, traktörler, buharlı değirmenler,
sulama sistemleri, yapay gübreler. Diğer tarafta kara saban, kürek, kazma ve
tırmık. Bir tarafta elektrik, telefon, telgraf ve radyo. Diğer tarafta kara çıra
gaz lambası ve tüm diğer şeylerin yokluğu. Bir tarafta güzel sanatlar,
edebiyat, oyunlar ve kahkahalar. Diğer tarafta umutsuzluk ve karanlık, sürekli
acılar ve gözyaşları. Bir tarafta tokluk, güven ve her yönüyle teminat altına
alınmış bir yaşam. Diğer tarafta açlık, soğuk, sefalet, ölüm ve yozlaşma!
Bu
gidişatı ve hâli meşru görmek mümkün mü? Bütün bunları normal bir durum ve
normal bir düzen olarak kabul edebilir miyiz? Hayır ve tekrar tekrar hayır! Bu
durum, hangi ahlak öğretisi açısından bakılırsa bakılsın, en büyük sosyal
sapmanın ve dünya çapındaki sosyal adaletsizliğin ifadesidir!
3.
Metropol/erin ulusal kültürlerinin bütünleşme eğilimi.
Burada
özellikle bir soruya cevap vermeden geçecek olursak, metropollerin kültürüne
ilişkin yapmakta olduğumuz analiz, yarım kalacaktır: Metropol halklarının
kültürü nereye yönelmiştir? Ve neye dönüşmektedir? Bu sorular, söz konusu
kültürün gelişme dinamiği ile sıkı sıkıya ilişkili olup, onun en karakteristik
ve önemli özelliklerini ki bunlar yakın döneme yönelik olarak dünyanın gelişme perspektiflerine
açıklık kazandırmaktadır, birini ortaya çıkarmaktadır.
Biz,
bu özelliği bütünleşme, diğer bir deyişle, metropol halklarının ulusal ve maddi
kültürlerinin merkezleşmiş bir şekilde bütünleşmesi olarak tespit etmeliyiz.
Böyle
bir eğilim var mı? Evet vardır.
Yani
emperyalist savaş, savaş sonrasında da Rusya ve diğer ülkelerde yaşanan
devrimsel depremler, “muzaffer” ülkelerin değişik grupları arasında günümüzde
görülmekte olan “diplomasi” mücadelesi, batılı halkların değişik siyasi
partilerinin sergiledikleri harıl harıl çalışmalar, tüm bunlar, söz konusu eğilimin
muhtelif şekillerde açığa vurulmasından başka bir şey değildir.
Bu
eğilim, şu iki çelişkinin baskısı altında cereyan etmektedir:
1.
Metropol halklarının mevcut maddi kültür yapısının (ulusal parçalara bölünmüş
olan özel mülkiyeti veya anarşist kapitalizm) özüne ters düşmektedir.
2.
Bununla bağlantılı olarak, sömürgelerde metropollerin zulmünden kurtularak
sosyal özgürlüğe ve ulusal kurtuluşlara kavuşma koşullarının oluşması, diğer
bir deyişle sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketleri güç kazanmaktadır.
Birinci
çelişkiyi ele alalım. Bunun en somut ifadesi nedir? Şöyle açıklayabiliriz:
Mevcut düzen, metropol halklarının maddi kültür esaslarının mevcut yapısı,
ileride onlara sömürge halklarını düzenli biçimde: cezasız, belasız ve tam
anlamıyla istismar etme hakkını vermeyecektir. Metropol halklarının maddi
ihtiyaçları, bu halkların maddi kültürünün mevcut yapısını aşmış durumdadır.
Köleleştirilmiş insanlığın can damarlarının herkes tarafından ayrı ayrı ortak
bir plan ve merkezi bir irade olmaksızın sömürülmesi, verimlilik açısından
istedikleri etkinliği yaratmamakta, beklenilen azami sonucu vermemesinin ve
soyguncuların isteklerinin yanı sıra, soyguncularının isteklerinin aksine çeşit
çeşit sürprizleri de beraberinde getirmektedir.
Görülüyor
ki, sömürgeler ile yarı sömürgelerin ve insanlığın geriye kalan kısmının mevcut
sömürülme sistemi, onların bedenlerindeki kanın devinimini tamamen durdurmak
için yeterli değildir. Onlar, yaşamsal yeteneklerini muhafaza edebilir. Yaşayabilir,
soluyabilir ve zaman zaman bu istismarcılar, başkalarının mallarını bölüşmek
için kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında, onlara karşı ayaklanabilirler. Fakat,
batılı halklar, sömürge halklarının bu tür hareketlerine göz yumma gibi bir “lüks”e
izin verebilirler mi? Elbette ki hayır. İsteseler de istemeseler de, kendi
maddi kültürlerinin iç yapısının değiştirilmesi; yeni, daha ileri, daha düzenli
ve mükemmel bir ekonomik yapının oluşturulması, ekonomik gündemlerini işgal
etmektedir. Ve başka türlüsü de olamaz.
İçinde
bulunduğumuz ve artık geçmekte olan dönemde, metropol halklarının maddi
kültürünün iç yapısının özelliği nedir? Bu özellik, iki temel üzerinde bina
edilmiştir: Ulusların kendi içlerindeki özel mülkiyet ve uluslararasındaki özel
mülkiyet. Diğer bir deyişle, üretim araçları ve elde edilen zenginlikler, ister
ulus içerisinde, ister değişik ulusların arasında, göreceli olarak dağınık
durumdadır.
Birinci
hususu, ulusun kendi içindeki mülkiyet olgusunu ele alalım: Bu husus, batılı
halkların maddi kültürünün gelişme süreci içinde hangi sonuçları vermektedir? Bunlardan
birincisi, mülkiyet sahipleri, yani kapitalistler ve onların oluşturdukları
gruplar (tröstler, karteller vb.), bazı durumlarda ise değişik sanayi dalları
arasında yaşanan rekabettir. Bunlar, kazanç ve daha büyük karlar peşinde
koşarak birbirleri ile mücadele ediyorlar ve enerjilerinin büyük bir kısmı, bu mücadeleye
harcanıyor. Doğrudur. Söz konusu rekabet, özel mülkiyete dayalı kapitalizmin tek
ve zaruri ilkesidir. Sermayenin birikimi ve merkezileştirilmesi açısından
ilerici bir rol oynamaktadır. Fakat, toplumsal çapta ve bağımsızlığa kavuşmak
için can atmakta olan sömürgelerin varolduğu bir ortamda, böylesi bir rekabet,
metropollerin istismar yeteneğini azaltmakta olan bir faktördür. Örneğin,
herhangi bir İngiliz, bir İngiliz kapitalist kuruluşu ile iş yapmak için
Hindistan’a gidecekse, kendi sermayesinin bir kısmını benzeri bir İngiliz
kuruluşu ile mücadele etmeye harcamak, güç ve imkânlarının bir kısmını bu yolda
kaybetmek zorundadır. İngiliz sermayesinin Hindistan’daki soygun düzeni, ulusal
düzeyde bir merkezileşme ve işbirliğinin olmayışı yüzünden, merkezileşme
durumunun sağlayabileceği sonuç ve verimliliğin tamamını yüzde yüz olarak temin
edememektedir.
Özel
mülkiyet ilkesi, metropollerin gücü açısından diğer bir olumsuz faktörü, ulusun
kendi içindeki sınıflararası eşitsizlikten doğan sınıf mücadelesini de
beraberinde getirmektedir. Sınıfların mücadelesi ortamında Avrupa' da mevcut
olan başlıca sınıfların ideolojisini yansıtan üç siyasi akım oluşmuştur: Büyük burjuvazinin
siyasi ideolojisi olan muhafazakârlık. Orta ve küçük burjuvazinin siyasi
ideolojisi olan liberalizm ve işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm. Bu
sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele ki fiilen ve belli ölçülerde
siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtmaktadır. Bazı durumlarda metropollerin
sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacaktır. Bu noktada Rusya’nın 1904 yılında
Rus-Japon savaşında yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde,
Rusya içinde yeterince açık görünen bir sınıf mücadelesi yaşanmış ve liberal
Rus ticaret-sanayi burjuvazisi, feodal toprak burjuvazisine yönelik birtakım
talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da bunların her ikisine yönelik siyasi
taleplerle ayaklanmıştı. Bu durum, Rusların savaş alanlarında yenilmelerinin
başlıca nedenini oluşturmuştu.
Bu
örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, 1922 yılında Türkiye’nin
uluslararası emperyalist çetelere karşı elde ettiği zaferi gösterebiliriz. Bu
zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye,
ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk ulusunun tüm sınıflarının oluşturduğu
bir bütündü. Düşman cephe ise ulusal ve sınıf çelişkilerinin fokurdamakta
olduğu bir volkandı. Ve biz, buradan bir hususu tespit etmek zorundayız: günümüz
koşulları dâhilinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi,
yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyen bir faktördür.
Yukarıda
hatırlatmış olduğumuz ikinci husus: metropol halkları arasında özel mülkiyet,
diğer bir deyişle bunların ulusal rekabeti ve bu uluslar arasında mücadeleyi
tahrik eden maddi kültürlerinde görülen bölünmüşlük de böyle bir faktördür. Bu faktörün
varoluşu, dünyanın efendileri olarak metropol halklarının durumlarını
zorlaştırmakta, onların sömürgelere karşı ortaklaşa uygulamakta oldukları
baskıları zayıflatmakta, sömürgelere manevra ve belli bir hareket imkânı
sağlamaktadır.
Türkiye’nin
bağımsızlığının muhafaza edilişi, Afganistan’ın bağımsızlığını ihya edilişi,
Mısır’da bağımsızlık eğilimi belirtilerinin artışı nasıl mümkün olabilmiştir? Hindistan’da,
Marakeş’te, Çin’de ve buna benzer yerlerde ulusal kurtuluş hareketlerinin güç
kazanması hangi zeminde gerçekleşebilmiştir? Polonya gibi bazı eski ülkelerin
yeniden ihya olduğu; Çekoslovakya, Letonya, Estonya ve İrlanda’nın kurulduğu
süreç nasıl gerçekleşebilmiştir? Son olarak, Rusya’daki Rus olmayan ulusların
ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazanması hangi zeminde gerçekleşmektedir?
Tüm
bunlar, aslında metropollerin madde kültürlerinin bölünmüşlüğü sayesinde mümkün
olabilmiştir. Metropol halklarının kendi aralarında birincilik ve dünya
hegemonyası uğruna verdikleri kavgalar, sömürgelere karşı uyguladıkları
baskıların gevşemesine neden olmakta ve bu, sonuncuların siyasi bağımsızlık mücadeleleri
vermelerini mümkün kılmaktadır.
İkinci
çelişkiye, yani sömürge ve yarı-sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine geçelim.
Böyle bir hareket gerçekten var mı? Eğer var ise gerçekten de gelişiyor ve
büyüyor mu? Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim:
Japonya
Yarım
asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarı sömürge bir ülke idi. Uluslararası
politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması,
Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa'nın jandarması ve azılı feodal
emperyalist olan Rusya'yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile. Aradan on yıl
bile geçmemiştir ki Japonya, Rusya' dan sonra diğer bir Avrupalı emperyalist
devletin Almanya’nın ezilmesine iştirak ediyor. Uzun süreli mi, değil mi?
Şimdilik Almanya rayından çıkartılmıştır. Japonya ise İngiltere’ye karşı,
Fransa, Çin ve Rusya’yı içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri
gerçekleşirse, yarın denizötesi devleti ABD’ye karşı bloka da iştirak
edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması,
Japon sanayi ve ticaret sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin
kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır. Avrupalı emperyalist devletlerin
parça parça edilerek ezilmeleri, Japonya'nın çıkarlarına uygun düşmektedir.
Türkiye
Türkiye’de
olup bitenler, çilekeş Türk ulusunun en azılı düşmanlarınca dahi yakından
bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma
başlamaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını bizzat
tecrübe ettiler. Türkiye’nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve
köylülerinin, ilerici Türk aydınlarının süngüleri gereken kişilere gereken
derslerini vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler. Eğer 400 yıl öne Rus
Çarları, Kazan’ı, Kuzey Türklüğünün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar
savaşçılarının üzerinden geçerek doğuya ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de
Batı Avrupalı emperyalistler yine doğuya doğru, doğru kendilerine yol açabilmek
için Güneyli Türkleri, Osmanlıları yenmek zorundalar.
Batılı
halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına
maruz kalmadı mı? Batılı halklar, Asya ve Afrika’daki durumu gerçek anlamda
kontrol altına alabilmek için Türk-Osmanlı savaşçılarının cesaretleri üzerinden
geçmek zorundalar. Kazan’ın Rus saldırıları karşısında düşüşü de bir gün
içerisinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan’ın
işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi Moskova ile Kazan arasındaki
mücadelede, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf
için pek kolay olmadı. Yenilenler ile yenenler arasında acımasız katliamlar ve
kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra
yenilenlerin azimleri kırıldı. Türkleri zayıflatmak, Balkanlar’ı, Mısır’ı,
Arabistan’ı, Mezopotamya’yı, Türklerin ellerinden almak için Avrupa, yüzyıllar boyunca
mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek nasip
olmadı. Olmayacaktır da. Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye yalnızca
kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi
eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu’ya da hayat verecektir.
Çin
Dünya
üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin halkı uzun süre uyudu. Fakat
sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan
uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini
doğrultmakla meşguldür. Ama yakında ayağa kalkacaktır. Artık hiç kimse onu
yatakta tutamaz. Son yıllar içerisinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu
göstermektedir. Çin halkı, 1911 devrimini yapabildi. Bir devrim daha yapabilir.
Çin’in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir
yumruk haline dönüşmüştür ki batılı halklar bu yumruğu yedikten sonra
kendilerine çok zor gelirler. Çin’de periyodik olarak görülen iç savaş
patlamaları, 400 milyonluk Çin halkının vereceği büyük konserin sadece uvertür
kısmıdır. Çin halkının bu kanlı iç savaşında on binler, hatta yüz binler
ölebilir. Fakat bu kurban verişler kaçınılmazdır. Fakat bu fedakârlıklar boşa
gitmeyecektir. Çin’de iç savaşlar, Çin halkının bütünleşme sürecinin bir
ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için birkaç on yıl daha geçecektir.
Hindistan
Hindistan
da uyanmaktadır. Hindistan’ın yeniden inşa süreci Çin’e kıyasla daha sancılı
yaşanmaktadır ve bu, anlaşılabilir bir durumdur. Hindistan, Avrupalı eşkıyalar
arasında en güçlü olanının, İngiltere’nin sömürgesidir. Fakat bu eski deniz
korsanı, her ne kadar korkunç olursa olsun, Hindistan’ın kurtuluş hareketinin
karşısında dayanamayacaktır. İngiltere; baskı, satın alma, provokasyon ve
diplomatik cambazlıkları ile Hindistan’ın kurtuluş sürecini belki bir parça
geciktirebilir, ama asla durduramaz.
Hindistan’ın
kurtuluşu dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi,
zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi
bilinmektedir. Hindistan halkının direnişinde görülen bu tür geçici inişler,
yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve daha korkunç dalgaların
gelmekte olduğunu haber vermektedir.
Biz,
kesinlikle eminiz ki, bir gün gelecek, Hindistan’ın kurtuluş hareketi,
İngiltere’nin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı, Mısır’ı,
Marakeş’i ve Rusya’nın sömürgelerini de etkileyecektir. Ve bu hareketler, Çin,
Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde
farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümü de emperyalizmden, daha doğru bir
deyişle, batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir.
Yalnızca, ülkelerin ve zamanların koşullarına olarak biçim ve tempo yönünden
farklılık arz edebilirler. Güçlü veya zayıf… Hızlı veya yavaş… Fırtınalı veya
sakin… Büyük veya küçük çaplı olabilirler.
Rusya’nın
Sömürge Halkları
Mısır,
Marakeş ve batının diğer Asya ve Afrika sömürgelerinde görülen hareketler
üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayacağız. Zira, bunların ana çizgileri gayet
iyi bilinmektedir. Burada, Rusya’nın sömürge halklarının kurtuluş hareketlerini
gözden geçireceğiz. Bizim tespitlerimize göre, Rusya'nın sömürgelerinde
Türkistan, Kafkasya, Ukrayna, Beyaz Rusya’da Türk Fin ve Moğol halklarının
kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır.
Rusya’nın
Japonya karşısında aldığı ve 1905 devrimine neden olan yenilgi, bu ülkenin
sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkân
sağlamıştı. Rusya’nın dünya savaşı sırasında batı ve Kafkas cephelerinde
uğramış olduğu yenilgiler, 1917 devrimine neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini
hızlandırdı. Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya’dan kopmaları,
egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren
Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve
Beyaz Rusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birlikte, tam 10 adet özerk
ulusal cumhuriyetin kurulması bu görüşün en somut kanıtlarıdır.
Pan-Rusistler
ve Pan-Rusistlerin yandaşları, ister “demokrat” isterse “komünist” maskesinin arkasına
saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bölgeleri sıradan Rus
eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsınlar, şimdilere kadar bu
arzularını gerçekleştirememişlerdir. Pan-Rusistler, SSCB’nin kurulması ile
fiilen tek ve bölünmez Rusya’yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Büyük
Rusya egemenliğini yeniden temin etmek istediler. Aradan bir yıl bile
geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova’nın Pan-Rusist merkeziyetçi eğilimleri
karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (SSCB Merkezi İcra Komitesi’nin
düzenlediği Milliyetler Konseyi ile ilgili son oturumu bu türden itirazlara
şahitlik etmiştir.)
Moskova,
Türkistan'ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için Turan halklarını
muhtelif küçük kabilelere bölmektedir. Fakat en geç iki yıl içerisinde, Turan’ın
bu bölünmüş parçaları yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek, daha güçlü,
kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.
Rusya,
bugün Moğolistan’ı Çin’den ayırmakta ve bu ülkeyi kendi elinde “ehlileştirmek”
istemektedir. Moğolistan da Moskova’nın kucağına oturma fikrine pek karşıymış
gibi görünmemektedir. Fakat bu Moğolistan, yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı
başarır da kendi Huruldan’ını (meclis-kurultay) sağlamlaştırsa, bu duruma ne
der, orası belli değildir.
Son
Rusya devrimi deneyiminden hareketle bu sonuca varıyoruz ki, Rusya’da iktidara
hangi sınıf gelirse gelsin, bu ülkenin eski “ihtişam” ve “gücü”nü hiç kimse
yeniden geriye getiremez. Çok uluslu bir devlet ve Rus devleti olarak Rusya’nın
parçalanması ve bölünmesi kaçınılmazdır. Gidişat bu yöndedir. Sonuçta iki seçenekten
biri gerçekleşecektir: Rusya, ya kendi ulusal parçalarına ayrılacak ve birkaç
yeni ulus-devlet ortaya çıkacak ya da Rusya’daki Rus hâkimiyetinin yerine
ulusların ortak hâkimiyeti tesis edilecektir. Diğer bir deyişle, Rus halkının
tüm diğer halklar üzerinde tesis ettiği diktatörlüğün yerini bu halkların Rus
halkı üzerinde tesis edeceği diktatörlük alacaktır.
Bu
ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir. İhtimaldir ki, birinci seçenek
gerçekleşecektir. İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum birinciye
geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir.
Bugün
SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici
ve muvakkat bir şeydir. Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son
çırpınışlarıdır.
Rusya’nın
dağıldığı fonda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net
bir biçimde belirmektedir. Ukrayna (Kırım ve Beyaz Rusya ile birlikte), Kafkasya
(Kuzey Kafkasya’nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir),
Turan (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı Türkistan Cumhuriyetleri
Federasyonu olarak) Sibirya ve Büyük Rusya. Burada Rusya’dan zaten kopmuş olan
Finlandiya, Polonya ve küçük Baltık devletleri üzerinde durmuyoruz.
Neticede
sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin kurtuluş hareketine ait gerçekler gün gibi
ortadadır. Bu hareket vardır ve gerçektir. Bugün ilerlemekte ve gelişmektedir.
Bu
hareketin gerekçeleri ve maddi temeli nedir? Bu temelden ne doğar, onun gerçek
özü nedir, bu temel üzerinden, uluslararası düzlemde toplumsal ve hukuki açıdan
ne tür ilişkiler kurulabilir?
Mirsaid Sultangaliyev
[Kaynak: Halit Kakınç, Sultangaliyev ve Milli Komünizm, Bulut Yayınları, 2003, s. 239-258.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder