Şimdi
bir de “Prusyalı”nın [Arnold Ruge’nin -ç.n.] Alman işçileriyle ilgili
ettiği, ne dediği anlaşılamayan laflarına bir bakalım.
“Alman yoksulları, yoksul
Almanlardan daha zeki, çünkü çalıştıkları ocakların, fabrikaların veya
yaşadıkları mahallelerin ötesine hiç bakmıyor ama nasılsa siyasetin her yere
sızan ruhu onlara hiç değmiyor.”
Alman
işçilerinin durumunu İngiliz ve Fransız işçilerinin durumuyla kıyaslamak
amacıyla “Prusyalı”, Fransız ve İngiliz işçilerinin hareketinin çıkış
noktasını, ilk oluşumunu Almanya’da yeni doğan hareketle kıyaslamak zorunda
kalıyor. Ama neticede bu kıyaslama konusunda başarısız oluyor. Dolayısıyla,
dile getirdiği tüm laflar önemsiz bir tespitin ötesine geçemiyor, bu anlamda,
Almanya’da sanayi İngiltere’deki sanayiden daha az geliştiğinden veya hareketin
geliştikçe başlangıçtaki hâlinden farklılaştığından dem vuruyor. “Prusyalı”nın
arzusu, Alman işçi hareketinin özel niteliği hakkında konuşmak iken bu konuya
dair tek kelam etmiyor.
“Prusyalı”nın
aslında temel meseleyi doğru bir bakış açısından ele alması gerekiyor.
Sonrasında Fransa ve İngiltere’deki isyanların tekinde bile Silezyalı
dokumacıların ayaklanmasında gördüğümüz türden teorik ve bilinçli bir nitelik
bulunmadığını o da görüyor.
Heinrich
Heine’nin kaleme aldığı bu ilk Dokumacılar Şarkısı’nı hatırlayın, bu gözü pek
savaş çağrısı, ocaktan, fabrikadan ya da mahalleden bile bahsetmiyor, ama
proletaryanın en kararlı, en kavgacı, en amansız ve en güçlü tarzda özel
mülkiyet toplumuna yönelik düşmanlığını hep bir ağızdan ilân ediyor. Silezya ayaklanması,
Fransız ve İngiliz işçilerinin ulaştıkları noktadan, yani proletaryanın
doğasının anlaşılmasından başlıyorlar işe. Bu üstünlük, tüm
hikâyeye damgasını vuruyor. Sadece işçilerin rakipleri olan makineler
parçalanmakla kalmıyor, ayrıca muhasebe defterleri de yırtılıyor,
mülkiyete ait tüm unvanlar çiğneniyor, tüm diğer hareketler saldırılarını esas
olarak görünmez düşmana, sanayicilere yöneltiyor, ayrıca Silezyalı
işçiler bankacılara da gösteriyorlar düşmanlıklarını. Velhasıl, bu tarz bir
cesaret, basiret ve sabırla gerçekleştirilmiş tek bir İngiliz işçi
ayaklanmasına rastlanmıyor.
Alman
işçilerinin eğitim düzeyi veya eğitimle alakalı kapasiteleri konusunda bir
örnek aranacaksa o Weitling’dir. Ondaki akıl dolu yazılar, pratikte uygulama
konusunda kimi kusurlara sahip olsalar da, teorik planda Proudhon’un yazılarını
aşan yazılardır. Burjuvazinin özgürleşmesi, yani politik özgürleşme konusunda
burjuvazi, tüm o felsefecileri ve âlimleriyle Weitling’in Uyum ve Özgürlüğün
Güvenceleri eserini gölgede bırakacak tek bir çalışma bile kaleme alamaz.
Almanya’daki politik yazında gördüğümüz o aşırı itaatkârlık ve temkinlilikle
malul yavanlığı, Alman işçilerin yazın sahasına o gösterişli ve tüm ışıltısıyla
çıkışını kıyasladığımızda, proletaryanın boylarından büyük işleri yapan,
devleşmiş çocuklarını, Alman burjuvazisinin yürümekten aşınmış politik
ayakkabılarını yalayıp duran cücelerle kıyasladığımızda, bu Alman
Sindirella’nın gelecekte tüm zindeliğiyle karşımıza çıkacağını tahmin
edebiliriz.
Neticede
Alman proletaryası Avrupa proletaryasının teorisyeni, İngiliz proletaryası
iktisatçısı, Fransız proletaryası da politikacısıdır. Almanya, toplumsal
devrimde eskiden olduğu gibi bugün de politik devrim konusunda sahip olduğu
kifayetsizliği bir tür meslek hâline getirmiştir. Zira Alman burjuvazisindeki
güçsüzlük, Almanya’nın politik güçsüzlüğünün sebebidir, bu nedenle,
Almanya’daki teoriden bile kopuk olan Alman proletaryasındaki beceri, aynı
zamanda Almanya’daki toplumsal beceridir. Almanya’nın felsefi ve politik
gelişimindeki eşitsizlik asla anormal bir şey değildir. Bu, eşitsizlik
zaruridir. Felsefesi olan bir ulus, doğayla uyumlu bir pratiği ancak
sosyalizmde bulabilir, ulusun özgürleşme sürecinin faaliyet hâlindeki faili,
sadece ve sadece proletaryadır.
Ne
var ki şuan itibarıyla benim “Prusyalı”ya Alman toplumu ile toplumsal devrim
arasındaki ilişkiye dair vaazda bulunmak, bu ilişkinin bir yandan Alman
burjuvazisinin sosyalizme yönelik cılız tepkisini bir yandan da Alman
proletaryasının sosyalizm konusunda sahip olduğu güçlü yeteneklerin nasıl
açıklanacağını ortaya koymak için ne vaktim var ne de isteğim. “Prusyalı”, bu
olguların idraki için zaruri olan temel bilgileri Hegel’in Hukuk
Felsefesi’nin Eleştirisi için kaleme aldığım (Fransız-Alman Yıllıkları’nda
yayımlanan) giriş bölümünde bulabilir.
Buradan
şunu söylemem lazım: Alman yoksullarındaki zekilik, yoksul Almanlardaki zekilik
düzeyiyle ters orantılıdır. Gelgelelim, her türden nesneyi halk içerisinde
üslupçuluk talimleri için bir fırsat için kullanan insanlar, bu türden biçimsel
faaliyetler eliyle yanlışa yönlendirilirler ve bu kişiler bir biçimde
içeriği saptırırlar, saptırılan içerikse kabalığın damgasını biçime vurur.
Bu
anlamda, Prusyalı”nın işçilerin Silezya’daki huzursuzluğunu biçimsel düzeyde
dile getirilmiş bir antitez bağlamında tartışmaya çalışması, onu hakikatin
karşısına çıkartılan en büyük tezi dillendirmeye itmiştir. Silezya isyanının
ilk patlak verdiği anla yüzleşen ve bir biçimde hakikat üzerine düşünce
geliştiren veya onu seven hiçbir insan, yaşanan olayın içerisinde en öncelikli
görevinin orada bir okul müdürü gibi davranmak olduğunu düşünmezdi. Esasında
böylesi bir olayın içerisinde olan kişinin ana görevi, ondaki özgül niteliği
keşfetmek amacıyla bu olayı incelemek olmalıydı. Tabii böylesi bir görevi ifa
etmek için de bilimsel kavrayışa ve insanlık sevgisine ihtiyaç var, bunun
dışında başvurulan her türden usulde ise insana kendi varlığına âşık kibirli
kişinin başvurduğu, hazır kalıp ifadelerle kuşatılmış bir laf ebeliğinden başka
bir şeye ihtiyaç duymuyor.
Bizim
“Prusyalı”, Alman işçilerini neden bu denli hor görüyor? Çünkü “tüm sorun”un,
yani işçilerin çektiği çilenin “siyasetin her yanı kuşatan ruhunun ona henüz
değmemiş olmasıyla ilgili olduğunu” düşünüyor. Yazarımız, siyasetin ruhuna
duyduğu o platonik aşkın detaylarını şu şekilde dile döküyor:
“İnsanların toplumdan,
düşüncelerinin toplumsal ilkelerden kopartılmasıyla oluşan felâketin
tetiklediği tüm isyanlar, idraksizlik ve kan gölü içerisinde ezilmeye
mahkûmdur. Ama bir kez ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında,
Almanların politik fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya
koyduğunda, Almanya’da bile bu olayların büyük bir ayaklanmanın semptomları
olduğu görülecektir.”
Öncelikle
şunu umalım ki “Prusyalı”, bize üslupçu bir yorumda bulunma izni verir.
Dile getirdiği antitez eksik. İlk kısmında “İhtiyaç hâsıl olup insanlar olan
biteni anladıklarında”, ikinci kısmında ise “politik anlayış, toplumsal
ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda” diyor. Antitezin ilk kısmında basit
bir ifade olarak anlama meselesine işaret ediyor. Ama bu anlama ifadesi, ikinci
kısımda politik anlayışa evriliyor. Yani ilk kısımda, ikinci kısımdaki
toplumsal ihtiyaçtan dem vuruyor. Peki bizim bu üslup ustamız, antitezinin iki
kısmına neden aynı değeri vermiyor? Ben, yazarımızın meseleyi yeterince
tefekkür etmediğini düşünüyorum. Ondaki dürtünün doğru olduğunu
kendisine göstereceğim: Neticede şu lafı eden kendisi değil miydi? “Ama bir kez
ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında, Almanların politik
fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda.” Metni
tarafsız bir gözle okuyan her okur, burada dile getirilen antitezin anlamsız
olduğunu görür. Evvela şunu sormak lazım: bizim bu ismi gizli yazarımız
toplumsal anlama pratiğini toplumsal ihtiyaçla, politik anlama pratiğini de
politik ihtiyaçla neden ilişkilendirmiyor? Oysa bu bağ kurma çabasını bizatihi
mantık emrediyor. Buradan biz asıl meseleye dönelim!
Toplumsal
ihtiyacın politik anlayış ürettiği tezi tümüyle yanlıştır. “Politik
anlama çabasını üreten, toplumsal zenginliğimizdir” diyen kişi, hakikate
yazarımızdan daha yakın durmaktadır. Politik anlayış, dert üstü murat üstü olan
kişinin zaten sahip olduğu manevi bir şeydir. Bizim “Prusyalı”, Fransız
iktisatçı M. Michael Chevalier’nin şu sözünü kulağına küpe yapmalıdır:
“Burjuvazinin ayaklandığı 1789
yılında sahip olmadığı tek hak, ülke yönetimine katılma hakkıydı. Özgürleşme
süreciyle birlikte yurttaşları, orduyu ve dini kesimi ilgilendiren görevlerin,
tüm kamusal işlerin dizginleri bu işleri tekelinde bulunduran imtiyazlı
sınıfların elinden alındı. Zengin ve aydın, aynı zamanda kendine
yetecek kudrete, kendi işlerini yönetecek kabiliyete sahip olan burjuvazi,
keyfi idarenin iktidarından kurtulmak istiyordu.”
Bizim
“Prusyalı”ya toplumsal ihtiyacın kaynağını keşfetme görevi konusunda politik
anlayışın kâfi gelmeyeceğini göstermiş bulunuyoruz. Meseleye dair görüşü
konusunda şu son tespiti aktarmakta fayda var. Bir milletin politik
anlayışı ne kadar gelişkin ve kapsamlı ise proletarya, en azından hareketin ilk
aşamalarında, tüm enerjisini, kendisinin kan gölünde boğulacağı anlamsız ve beyhude
ayaklanmalarda heba edecektir. Çünkü böylesi bir durumda proletarya, sadece
politik düşünecek, iradesinin tüm kötülüklerin ve gücün sebebi
olduğunu düşünecek, belirli bir devlet biçimini alt etmeyi genel
bir çare olarak görecektir. Fransız proletaryasının gerçekleştirdiği ilk isyanlar,
bu tespitin birer kanıtıdır.[1] Lyon’daki işçiler, amaçlarının tümüyle politik
olduğunu düşündüler, kendilerini cumhuriyetin askeri olarak gördüler, oysa
gerçekte onlar sosyalizmin askeriydi. Bu sebeple, geliştirdikleri politik
anlayış, toplumsal sefaletlerinin köklerini görmemelerine neden oldu, gerçek
amaca dair görüşlerini çarpıttı, politik anlayışları toplumsal dürtülerini
yanılttı.
Peki
ama bu “Prusyalı”, madem sefalet neticesinde belirli bir anlayışın oluşacağını
umuyor, o vakit neden “idraksizlik sonucu ezilme durumu”nu “kanla ezilme durumu”
ile tanımlıyor? Madem sefalet, bir anlayışa yol açıyor, o vakit herkesin kıyımdan
geçirildiği bir durum çok daha uç anlayışlara sebep olacaktır. “Prusyalı”,
kan banyosu içerisinde ezilme halinin idraksizliği ortadan kaldırdığını,
anlayışın böylelikle can bulduğunu söylemek zorunda.
“Prusyalı”,
“insanın toplumdan, düşüncelerinin toplumsal ilkelerden talihsiz bir şekilde kopartılması”
neticesinde tetiklenen ayaklanmaların bastırılacağı öngörüsünde bulunuyor.
Daha
önce gösterdiğimiz üzere, Silezya ayaklanmasında düşünceler, toplumsal
ilkelerden hiçbir şekilde ayrı ve kopuk değildi. Yaşanan ayaklanmanın “insanın
toplumdan talihsiz bir şekilde kopartılması” ile bir alakası yoktu. Burada yazar,
“toplum” derken politik toplumu, yani devleti kastediyor. Yazarımız,
politik olmayan Almanya’yla ilgili o eski şarkıyı mırıldanıyor.
Peki
ama istisnasız tüm isyancılar, zaten toplumdan talihsiz bir şekilde
kopmuş olma hâlinin ürünü değil mi? Her bir isyan, o kopuşu önceden varsaymaz
mı? 1789 devrimi, Fransız yurttaşlar toplumdan talihsiz bir şekilde kopmuş
olduklarını düşünmeselerdi, gerçekleşir miydi? Zaten devrimin de amacı, bu
kopukluk hâlinin ortadan kaldırılması değil miydi?
Ne
var ki bu işçilerin kopuk olduğu toplum, politik toplumdan farklı
bir gerçekliğe ve kapsama sahip bir toplum. Hayatın bizatihi kendisi,
fiziki ve manevi hayatı, insani ahlakı, insani faaliyetleri, insanı hazzı ve
insani doğası, işçinin emeği ile toplumdan kopar. İnsani doğa,
insanların gerçek toplumudur.
Politik
toplumdan kopuk olmak, insani doğadan talihsiz bir biçimde kopuk olmak kadar
kapsamlı, tahammül edilemez, korkunç ve çelişki yüklü değildir. Dolayısıyla, insani
doğadan kopuk olma hâlini aşma, bu hâle karşı kısmi bir tepki veya isyan,
çok daha büyük olur. Zira insan yurttaştan, insani hayat politik hayattan daha
büyüktür. Bu sebeple, her ne kadar sanayide bir isyan yaşansa da bu isyan,
kendi içinde evrensel bir ruh taşır: bir politik isyan ise ne kadar evrensel
olursa olsun, biçimsel açıdan büyükmüş gibi görünse de ruhu oldukça
ufaktır.
“Prusyalı”,
makalesini tam da taşıdığı değere uygun bir şekilde bitiriyor ve sonunda şunu
söylüyor:
“Politik ruhtan (yani,
devrimi bütünlüğe dair bakış açısı üzerinden örgütleyecek ana bir görüşten) yoksun
toplumsal devrim gerçekleşemez.”
Daha
önce de gördüğümüz gibi: bir toplumsal devrim, bütünsel bir bakış
açısına sahiptir, çünkü, tek bir fabrika bölgesiyle sınırlı bile olsa, böylesi
bir devrim, insanlıktan çıkartılmış bir hayata karşı insanın ortaya koyduğu
tepkiyi ifade eder, çünkü belirli ve gerçek bireye dair bakış açısından önce bütünsel
bakış açısı oluşur, çünkü bireyin koptuğu ve bu kopuş sebebiyle tepki
geliştirdiği toplum, insanın gerçek toplumu, yani insani doğadır.
Buna
karşılık, devrimin politik ruhu, devletten ve iktidardan kopuk
olma hâline son verecek politik güçten yoksun sınıfların ana eğilimi dâhilinde
oluşur. Politik ruhun geliştireceği bakış açısı devlete, soyut bütünlüğe
dairdir. Bu soyut bütünlükse sadece onun gerçek hayattan
kopmasıyla varolur. O, genel fikirle insanın tekil varoluşu arasındaki örgütlü
çelişkinin olmadığı koşullarda akla dahi getirilemez. Politik ruhun sınırlı
ve çelişkili niteliğine uygun olarak, onun sebep olduğu bir devrim, toplumun
pahasına, gene toplum içerisinde hâkim bir grup örgütler.
Biz,
“Prusyalı”ya oturup politik ruhtan yoksun bir toplumsal devrimin niteliğine
dair sırrı faş edelim: buradan da kulağına, dilindeki ifadelerin
kendisini o politik dar kafalılığından bile kurtaramadığına dair sırrı üfleyelim.
Eğer
Prusyalı, “toplumsal” devrimden politik devrime karşı olan bir “toplumsal” devrimi
anlıyorsa, ama bir yandan da hem toplumsal devrime toplumsal değil de politik
bir ruh bahşediyorsa, ona şunu söylememiz gerekiyor: politik ruhtan yoksun bir “toplumsal”
devrim, saçma sapan bir fikirdir. Başka bir ifadeyle, politik ruhtan yoksun bir
toplumsal devrim, genelde “politik devrim”den veya “saf ve basit bir devrim”den
dem vurup vuran, altı boş bir yorumdan başka bir şey değildir.
Her
devrim, toplumdaki eski düzene son verir, bunu yaptığı ölçüde de toplumsaldır.
Her devrim, toplumu yöneten eski iktidarı yıkar, bunu yaptığı ölçüde de
politiktir.
“Prusyalı”,
ya altı boş yorumlarda bulunacak ya da saçma açıklamalar yapacak.
Politik ruhtan yoksun toplumsal devrimle ilgili değerlendirmesi altı boş bir
yorum da olabilir saçma bir açıklama da. Asıl, toplumsal ruha sahip politik
devrimle ilgili yaklaşım üzerinde durulmalıdır.
Tüm
devrimler, yani mevcut iktidarın yıkılması ve eski düzenin yok edilmesi,
politik bir eylemdir. Devrim olmadan sosyalizm imkânsızdır. Sosyalizm, politik
eyleme ihtiyaç duyduğu gibi, yıkıma ve tasfiye işlemine de ihtiyaç duyar. Sosyalizmin
örgütlemeye dair işlevleri devreye girip de hedefi ve ruhu belirginleştiği
vakit, sosyalizm politik maskesini çıkartıp atar.
Bir
gazetedeki makale yazısında gizli kalmış hataları açığa çıkartmak için
ne yazık ki bu kadar uzun bir nutka ihtiyaç vardı. Neticede her okur, yazın
alanında çevrilen bu türden dolaplarla uğraşacak eğitime de vakte de sahip değil.
Bu ismini gizleyen “Prusyalı”mız, kendi mevcut hâlini dikkatle analiz etmek
adına, Almanya’daki duruma dair tumturaklı laflar etmekten geri durmalı,
politik ve toplumsal konulara dair kaleme oynatmaktan vazgeçmeli.
Karl Marx
Vorwarts! [“İleri”] Sayı 64
10 Ağustos 1844
Kaynak
Dipnot:
[1] “Fransız proletaryasının ilk isyanları” derken, Kasım 1831 ve Nisan 1834’te
Lyon işçilerinin gerçekleştirdiği ayaklanmalar kastedilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder