Fransa’nın
ünlü barış yanlısı siyasetçisi Jean Jaures, “Kapitalizmin savaşı yağmur taşıyan
bulutlar gibi içerdiğini” söylüyordu. 110 yıl önce söylenmiş olan bu söz, hâlen
daha geçerli.
Sermaye,
büyüme dürtüsü dâhilinde, sınır tanımıyor. Ulusal sınırların bile onun için bir
önemi yok. Sermaye kendi alanını genişlettiğinde, emperyalist burjuvazi onun
açtığı yoldan ilerliyor, emperyalist burjuvaziyi de doğalında tanklar takip
ediyor.
Birçok
solcu, savunma sektörünün sanayinin diğer sektörlerinin yeterince kâr
üretmediği durumda kapitalizmi harekete geçiren bir tür motor olduğuna dair
teoriyi benimsiyor.
Pelin
Akçagün Narin ile Adem Yavuz Elveren isimli iki Türk iktisatçı, bu bağa empirik
düzeyde yoğunlaşıyor. İstatistik düzleminde kâr oranlarındaki düşme eğilimi,
büyüyen finans sektörü ve artan askeri harcamalar arasında bir bağ olup
olmadığını sorguluyor.
Marksist
Kâr Oranı Teorisi, Finans Piyasaları ve Askeri Güç
İncelenen
argüman, ilk bakışta epey makul. Üretim araçları ve emtia bağlamında giderek
daha az canlı, değer üreten emek harcandığı için kâr oranları düşecek. Ardından
burjuvazi, yeni kâr kaynakları arayışı içine girmek zorunda kalacak.
Sermaye,
üretime dayalı sektörlerde kârlı yatırım imkânları bulamadığı koşullarda
üretken olmayan sektöre, esas olarak finans piyasalarına kaçar. Burada para,
her şeyden önce ileride üretim yoluyla kâr elde edileceği vaadi olarak iş
görür. Ancak bu vaat yerine getirilmeyince sınai ürünlere yönelik talep suni
yollardan yaratılmak zorunda kalınır. Devletin yaratıp kontrol ettiği en önemli
sektörlerden birisi de askeri komplekstir.
Şiddet
tekeli devletin elindedir. Ayrıca devlet, genelde ağır silâhların üretilmesi
konusunda yetki veren tek güçtür. Askeriye, aynı zamanda dış piyasaların
oluşturulmasında en önemli araçtır. Taşımacılık faaliyetleri için kullanılan
güzergâhların güvenliğini sağlayan ordu, başka devletlerin egemenliğini koruma
sözü verir. Bu devletler, koruma karşılığında, piyasalarını emperyalist
sermayeye açarlar. Hatta 2002’de Irak’ta yaşandığı üzere, bazen bu piyasalar
askeri müdahale yoluyla, zor kullanılarak yaratılır.
ABD’nin
varlığı, onlarca yıldır doların hegemonik güce sahip olduğu koşullar için
gerekli maddi zemini sağlama işine bağlıdır. ABD, bir yandan da askeri gücü
finanse etmek için dolar basma imkânına sahip. Bunun karşılığında ordu, doların
altına bağlı olmadığı koşullarda bile ödeme olarak kabul görmesini güvence
altına alıyor, yani para arzındaki artışın yol açtığı enflasyonist etkiler,
ABD’de pek hissedilmiyor. Zira bu enflasyonun yükü tüm dünya geneline
dağıtılıyor. Böylece askeri gücün finansallaşması ile borç enstrümanları gibi
finans piyasası ürünlerindeki artış arasında bir bağ oluşuyor.
Burada
küçük bir not düşülmeli: doların ABD, avronun Almanya için farklı işlevleri
var. Bu işlevlere bağlı olarak, ABD’deki borçla finanse edilmiş askeri güçle
Avrupa ülkelerindeki askeri gücü kıyaslamak pek mümkün değil.
Buraya
kadar söylenenler gayet makul şeyler. Fakat, kâr oranlarındaki düşüşün finans
sektörüne yol açtığını, bu sektörün biriktirdiği sermayenin nihayetinde silâha
yatırıldığını söyleyen teori, sırf kulağa mantıklı geliyor diye doğru olmak
zorunda değil. Pelin Akçagün Narin ve Adem Yavuz Elveren, 1949-2019 arası
dönemde ABD bağlamında bu teorinin doğruluğunu somut kanıtlar üzerinden ortaya
koyuyor.
Somut
Kanıtlar Konusunda Verilen Mücadeleler
Yazarlar,
araştırma sonucunun finansallaşmadan veya finans piyasası kapitalizminden ne
anladığınıza bağlı olduğunu görmüşler. Böylesi bir araştırma dâhilinde sadece
hayali sermayeyle meta sermaye arasındaki oranı dikkate alabilirsiniz. Ama
biraz daha ileri gidip finans sermayesinin politik hâkimiyetini hesaba
katabilir, finans piyasalarının güçlendiği, ticaret önündeki engellerin ve
devletin belirlediği kotaların kaldırıldığı, finansal varlıkların çoğaldığı,
tüm bunların üretken sermayenin teşvik edilmesi yerine siyasetin ana hedefi
hâline geldiği koşullara odaklanabilirsiniz.
Bazı
Marksistler daha da ileri giderek, finans piyasasının dayandığı ana mantığın
kapitalist sömürüden bağımsız bir sömürü biçimi olduğunu, Sovyetler’in
dağılmasından bugüne tüm döneme finansallaşmanın damgasını vurduğunu
söylüyorlar. Oysa böylesine geniş bir tanımı somutta sınamak zor.
Lenin’in
de öngördüğü biçimiyle, üretken bir tekelle banka sermayesinin emperyalizm
düzleminde birleştiği koşullarda, farklı sermaye türleri arasında ayrım
yapılmalı. Üretken sermaye ile finansal varlıklar arasında ayrıma gidilmeli.
İkinci
soru, militarizasyonun gerçekte nasıl ölçüleceği ile ilgili. Askeri
harcamalardaki artış, elimizdeki ilk gösterge. Buna karşılık, askeri
harcamaların gayri safi yurtiçi hâsıladaki payı da ölçülebilir, zira bu pay,
bahsini ettiğimiz tartışmada en önemli rolü oynuyor. Ne var ki askeri
harcamalardaki artış ve GSYİH’deki payı bize paranın gerçekte nasıl harcandığı
konusunda pek bir şey söylemiyor. Örneğin, eğer para sadece personele
gidiyorsa, bu da doğalında reel satın alma gücünü artırıyor, aşırı birikimi
önlüyor, gelgelelim, sanayi sahasında kâr, ancak silâh endüstrisindeki satın
alımlar yoluyla üretilebiliyor. Ayrıca, tekellerin rekabetin serbest olduğu
sektörleri etkileyip etkilemediği tartışmalı bir konu.
Son
soru ise kâr oranının nasıl ölçüleceği konusunda gündeme geliyor.
Araştırmacılar, hayali sermayenin ortalama kâr hesaplanırken dikkate alınıp
alınmaması konusunda anlaşamıyorlar. Bu konuda Marx, Kapital’in üçüncü
cildinde sadece üretken sermayenin dikkate alınması gerektiğini söylüyor ve
gerçekleşmiş artı değere atıfta bulunuyor. Bu değerlendirme, kâr oranları,
sömürünün teknik bileşimi ve sömürü oranı arasında mantıksal bir bağ kuruyor.
Finans sektörünün elde ettiği kârların sanayinin elde ettiği kârlar gibi kâr
oranlarını eşitleme konusunda benzer bir rol oynadığı gerçeğini destekleyen bir
değerlendirme bu.
Finans
piyasaları yüksek kârlar vaat ettiğinde sermayeyi kendisine çekiyor, ortalama
kâr oranı yükseliyor, sanayide faal olan şirketleri bu kârın peşinde koşmaya
mecbur ediyor. Koşmayanların telef olmasına neden oluyor. Ayrıca dönüş süresi
gibi meselelerin dikkate alınmadığını da belirtmek gerekiyor.
Silâhlanma
ve Finansallaşma
Bu
sorun konusunda Pelin Akçagün Narin ve Adem Yavuz Elveren her şeyi sınamaya
karar vermişler. Finansallaşma konusunda finansal kârların sanayi kârlarına
oranını, net faizin GSYİH’ye, temettülerin GSYİH’ye oranını incelemişler.
Militarizasyon konusunda ise yazarlar, hem savunma harcamalarının GSYİH
içerisindeki payına hem de mutlak fiyata göre ayarlanmış harcama düzeyine
bakmışlar. Yazarlar bu noktada kâr oranını, finansal kârları gerçekleştikten
sonra kapitalistler arasında üleştirilen toplam kârın belirli bir kısmı olarak
gören Bakır ve Campbell’ın görüşüne göre hesaplamışlar. Hesaplamada, ayrıca
faizi üretken sermaye üzerinden yapılan, dolayısıyla kâr olarak sayılmayan
harcamalar şeklinde gören Alan Freeman’ın hesaplamasından faydalanmışlar.
Kullanılan
tanımlara göre farklı sonuçlara ulaşılmış. Savunma harcamasının payı
finansallaşmanın düzeyi üzerinden incelendiğinde güvenilir bir bilgiye
ulaşılamamış. Hatta belirli dizilimler dâhilinde her iki değişkenin arasındaki
korelasyonun negatif olduğu görülmüş. İncelemenin sarpa sardığı nokta tam da
burası.
İlk
tez, silâhlanma pratiğinin hayali sermayenin üretim sektörüne kontrollü bir
biçimde aktarılması olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Ama burada ayrıca
ilgili stratejinin bir başarısı söz konusu ve bu başarı, verilere de yansıyor. Veriler,
üretim sektörünün nispeten arttığını, finansallaşma düzeyinin düştüğünü ortaya
koyuyorlar. Ama bu sefer de bu sonucun hiçbir sonucun ortaya çıkmadığı koşuldan
nasıl ayrıştırılacağı meselesinin detaylı bir biçimde izah edilmesi zorunluluğu
gündeme geliyor.
Bütün
Bu Söylenenlerin Anlamı Ne?
Bu
soruna çözüm bulmak için bir adım geri çekilmek ve sonuçla (militarizasyonla)
sebep (kâr oranlarındaki düşüş) arasındaki bağa bakmak gerekiyor. Elimizde savunma
harcamalarının payı ile kâr oranlarındaki düşüş arasındaki bağı ortaya koyan
beş farklı kâr oranı hesaplama türü var ve bunlar, aradaki ilişkinin önem
düzeyinin yüzde 10 olduğunu söylüyor. Buradaki mesele ne peki?
Ele
alınan argümanda kâr oranındaki düşüşle militarizasyon zamansal açıdan
birbirinden kopuk şeylermiş gibi görünüyor, çünkü sermaye, ilk başta finans
piyasalarına kaçıyor. Spekülasyon, yeni finansal ürünlerin icadı ve ekonomik
maliyetlerin dışsallaştırılması üzerinden sermaye, bu finans piyasalarında ne
kadar çok kalırsa kâr oranındaki düşüşle askeri harcamalardaki artış arasındaki
illiyet bağı kopukmuş gibi görünüyor.
Oysa
finansal ürünlerdeki saf kâr oranı ile askeri harcamalar arasında olumlu, tek
değişkenli, dayanıklı ve zamansal açıdan sabit illiyet bağına sürekli tabi bir
ilişki söz konusu. Bu hususun izah edilebilmesi için burjuvazinin mantığının
tıpkı bir akordeon gibi hareket ettiğini görmek gerekiyor.
Finansallaşma
aşamasında genel kâr oranı düşüyor, üretimdeki kâr oranı da daha hızlı düşüyor,
ama finans kaynaklı kâr oranı ters yönde ilerleyip artıyor ki bu, bizim somut
empirik düzeyde gözlemlediğimiz bir durum. Yani savunma sektörünü içeren üretim
sektörü, hayali sermayeye kıyasla küçülüyor, bu da savunma harcamalarının
üretim alanına ait varlıklarla hayali varlıkları birlikte ele alan GSYİH’ye
kıyasla düşüyormuş izlenimine yol açıyor.
Reel
ekonomiyle ilişkisi dâhilinde ele alındığında, savunma sanayiinin payı aynı
süreçte artıyorken GSYİH içerisindeki payı düşebiliyor. Sermaye, hayali sermaye
alanına kaçıyor ve bu kaçış silâh üretimindeki artışın toplam üretimle
ilişkisini örtbas ediyor. Oysa bu yanılsama, sadece finansal kâr oranı ve
sadece mutlak askeri harcamalar hesaplandığı vakit ortadan kalkıyor.
Bugüne
dek burada dile getirdiğimiz argüman, meselenin özünü aktarmasına rağmen, pek
ilgi görmedi. Meselenin idrak edilebilmesi için sayıları içeren hayali bir
örnekten söz edilebilir.
2
trilyon avro değerinde GSYİH’si olan bir ekonomi olduğunu varsayalım. Bu GSYİH’nin
1 trilyonu üretim sektörüyle, 1 trilyonu finans sektörüyle alakalı olsun. Bu ekonomide
savunma harcamaları GSYİH’nin yüzde 2’sini teşkil ediyorsa o vakit harcamanın
değeri 40 milyar avrodur. Üretim sektöründeki pay ise yüzde 4’tür. Ama şimdi
talebin karşılandığı koşullarda, üretim sermayesinin kendi kendisini ürettiğini,
ama tüm kârların finans sektörüne aktığını varsayalım. Neticede 20 yıl
içerisinde GSYİH iki katına çıkacak, üretim sektörü 1 trilyon avro üretmeye
devam ederken finans sektörünün ürettiği değer 3 trilyon avro olacaktır. Yeni GSYİH’nin
yüzde 2’si 80 milyar avroya denk düşer ve bu silâhlanma ile birlikte elde
edilmiştir. Gelgelelim, havan toplarını ve tankları imal eden bankalar veya
koruma fonları değil, üretim sektörüdür. Bu sebeple, reel ekonomi silâhlanma
alanına yüzde 8 oranında bir harcama yapmıştır. Silâh üretimi imalat sanayiinde
iki katına çıkmış, toplam emtia üretimi artmış, buna karşılık, silâhlanma
harcamalarının GSYİH’deki oranı sadece yüzde 2 düzeyinde kalmıştır. Bu anlamda,
finansallaşma silâhlanmanın ağırlığını gizleyen bir etkiye sahiptir. Dolayısıyla,
sadece GSYİH’ye odaklananlar, finansallaşmanın gerçek muhtevasını ve ağırlığını
görememektedirler.
Burada
verilen örnekte rakamlar biraz abartılı olabilir, ama meselenin özünü açığa
kavuşturduğunu görmek gerekmektedir. Silâhlanma sürecinin sabit bir seyre sahip
olabilmesi için bir ekonomide finans sektörünün sahip olduğu pay da silâh
harcamalarının payı da karşılıklı olarak düşmek zorundadır.
Bu
olgu, Pelin Akçagün Narin ile Adem Yavuz Elveren’in de finansallaşma ile
savunmanın GSYİH’deki payı arasında bir bağ bulunmadığı sonucuna neden
ulaştıklarını izah ediyor. Reelde silâhlanma miktarı sabit kalıyorsa veya finans
piyasasının GSYİH içerisindeki payı kadar hızlı artmıyorsa, o vakit silâhlanmanın
GSYİH’deki payı düşüyor. Bu noktada, bunların mutlak düzeyleri hatta üretim
sektöründeki payı artmış artmamış bir önemi yok.
Özet
Pelin
Akçagün Narin ve Adem Yavuz Elveren’in çalışmaları iki ilginç yöne sahip. İlk yön,
çalışmanın empirik düzeyde Marksist teorileri incelemenin karmaşık yönlerine
vakıf olmamızı sağlayacak, önemli bir yolu açmış olmasıyla ilgili. Ekonomik verilerden
nedensellik bağlarını çıkartmak kolay iş değil. İlliyet, nedensellik, zaman
düzleminde sebebi sonuçtan ayırıyor. Olasılıklar ve değişkenler dünyasında kaybolmamak
için incelenecek değişkenlerin dikkatle ve özenle seçilmesi gerekiyor.
Yazarlar
çalışmaları üzerinden şu tür bir sonuca ulaşıyorlar:
“Askeri harcamalar/GSYİH
ile net faiz/GSYİH veya net temettü/GSYİH oranları arasında bir illiyet bağı bulunmasa
da askeri harcamaların GSYİH’ye oranı ile finansal kârların finans dışı kârlara
oranı arasında iki değişkenli bir illiyet bağı olduğunu söylemek gerekiyor. Model
üzerinden yapılan hesaplamalar, bize finansallaşmanın düzeyinde yaşanan artışın
askeri harcamaların GSYİH’deki oranında yaşanan nispi düşüşün iç içe geçtiği
diyalektik bir ilişki olduğunu söylüyor.” (s. 95)
Bu
da bizi alıp, bugüne dek pek üzerinde durulmamış olan başka bir ilginç ama
makul karşılanması gereken bir hususun eşiğine bırakıyor. Finansal çıktıların
GSYİH’deki payı son yıllarda devasa boyutlarda arttı. Ama savunma
harcamalarının GSYİH’deki payı 20-30 yıl öncesinden çok farklı düzeyde. NATO’nun
belirlediği, harcamaların yüzde 2 düzeyinde olması gerektiğine dair hedef, finans
sektörünün büyüdüğü koşullarda, savunma harcamalarının sabit kalmasını
sağlayamıyor. Dolayısıyla, savunma harcamaları uzun zamandır artıyor.
Bu
anlamda, savunma harcamalarının GSYİH’deki payının düşmesine bakıp Almanya’nın
son yirmi-otuz yıl içerisinde silâhsızlandığını söyleyen iddia, empirik düzeyde
yanlış. Dolayısıyla, barış hareketi bugün istatistiki verileri çarpıtan bu
türden yaklaşımların iğvasına kapılmamalı, onları her fırsatta ifşa etmeli. Yukarıda
bahsini ettiğimiz inceleme, bu yönde yapılmış muhteşem bir katkı.
Spectrum of Communism
25 Mart 2024
Kaynak
Kaynakça:
Akçagün-Narin, P. & Elveren, A. (2024): “Financialization and Militarization: An Empirical Investigation,” Review of Radical Political Economics, Cilt 56. Sayı 1. s.70–100.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder