Pages

04 Mart 2024

Stalin Tasvirleri

Soğuk Savaş’tan Kruşçev Raporu’na

Stalin’in vefatına, etkileyici yas gösterileri eşlik etti. Ölüm sancıları çektiği son anlarında, “milyonlarca insan, liderlerine son kez saygılarını sunmak için Moskova’nın merkezini doldurdu”. 5 Mart 1953’te “milyonlarca vatandaş, sevdikleri birinin yasını tutar gibi, onun kaybına ağladı”.[1] Aynı tepkiye, bu muazzam ülkenin en ücra köşelerinde, örneğin, olanları öğrenir öğrenmez kendiliğinden ve hep ortaklaşa yasa bürünen “küçük bir köyde” de rastlandı.[2] 

Her yanı kaplayan şaşkınlık, SSCB sınırlarını aştı: “Budapeşte ve Prag sokaklarından geçerken birçok kişi ağladığını görüyordunuz”.[3]

Sosyalist kamptan binlerce kilometre uzakta, İsrail’de de üzüntülü tepkilerle karşılaşıldı: “İstisnasız tüm MAPAM üyeleri ağlıyordu.” Bu parti, “tüm eski liderlerin” ve “neredeyse tüm eski savaşçıların” üye olduğu bir partiydi. Acı, korkuya karıştı. Kibbutz hareketinin gazetesi Hamişmar “Güneş Battı” başlığını attı. Belli bir süre için bu tür duygular, devletin ve askeri aygıtın önde gelen isimleri tarafından da paylaşıldı:

“Yahudi bağımsızlığının büyük savaşı olan 1948 savaşına katılmış olan doksan subay, Sovyet yanlısı ve devrimci gizli bir silahlı örgüte katıldı. Bunlardan on biri, daha sonra general, biri de bakan oldu ve şimdi İsrail’in kurucuları olarak onurlandırılıyorlar”.[4]

Batı’da, vefat eden lidere saygılarını sunanlar, sadece Sovyetler Birliği ile bağları olan komünist parti liderleri ve üyeleri değildi. Trotskiy’nin büyük hayranı olan bir tarihçi (Isaac Deutscher), teşekkürlerle dolu bir ölüm ilanı kaleme aldı:

“Sovyetler Birliği’nin çehresi otuz yıl sonra tümüyle değişmiştir. Stalinizmin tarihsel eylemlerinin özü şudur: Stalinizm, karşısında toprağı tahta sabanlarla işleyen bir Rusya buldu ve onu atom bombasının sahibi olan bir ülkeye dönüştürdü. Rusya’yı dünyanın ikinci sanayi gücü konumuna yükseltti. Bu değişim, sadece maddi ilerleme ve örgütlenme meselesi üzerinden gerçekleşmiş de değildi. Böylesi bir sonuca, tüm ülkenin kapsamlı bir eğitimden geçirilmek üzere okula gönderildiği büyük bir kültür devrimi olmaksızın ulaşılamazdı.”

Yazının sonuç bölümünde yazar, “her ne kadar Çarlık Rusya’sının Asyatik ve despotik mirası tarafından teşkil edilmiş ve biçimsiz kılınmış bir ülke olsa da, Stalin’in SSCB’sinde sosyalizm idealinin kendi özünde varolan ve sağlam bir bütünlüğe sahip olan bir ideal olduğunu” söylüyordu.

Bu tarihsel değerlendirmede Trotskiy’nin Stalin’e yönelttiği sert suçlamalara yer yoktu. Yeni toplumsal düzenin Avrupa’da ve Asya’da kendisine alan bulduğu, “ulusal kabuğunu” kırdığı bir dönemde, Stalin’i dünya devrimi ideallerine ihanet eden ve tek ülkede sosyalizmin teslimiyetçi teorisyeni olarak mahkûm etmenin artık ne anlamı vardı ki?[5]

Trotskiy’nin “tarihin bir şakası gibi, büyük dünya olaylarının içine itilmiş küçük bir taşralı adam”[6] olarak görüp alay ettiği Stalin, 1950’de ünlü bir felsefecinin (Alexandre Kojéve) gözünde, Hegel’de gördüğümüz “dünyanın ruhu” mertebesine yükselmişti. Öyle ki bu ruh, zorbalıkla bilgeliği cem etmiş hâliyle, etkili yöntemlere başvuran, bu sayede insanlığı birleştirip yönetebilen bir güçtü.[7]

Komünist çevrelerin ya da komünizme meyyal solun dışında, tırmanan Soğuk Savaş ve Kore’de devam eden sıcak savaşa rağmen, Stalin’in ölümü ardından Batı’da ona saygı gösteren veya dengeli bir yaklaşım sergileyen ölüm ilânları yayımlandı. O dönemde “hâlâ nispeten iyi huylu bir diktatör ve hatta bir devlet adamı” olarak görülüyordu. Halkın “Joe Amca” dediği Stalin, onun bilincine, Hitler’e karşı verilen savaşta zaferi getiren ve Avrupa’nın Nazi barbarlığından kurtarılmasına katkıda bulunan, savaş döneminin büyük lideri olarak kazınmıştı.[8] Nazilere karşı kurulan büyük ittifakın ve bileşenlerinin yol açtığı fikirlerin, duyguların ve izlenimlerin henüz daha ortadan kaybolmadığı dönemde, Deutscher’in 1948’de anımsattığı biçimiyle, “yabancı devlet adamları ve generaller, Stalin’in elindeki o devasa savaş gücünün teknik ayrıntılarına hâkim oluşu karşısında epey etkilenmişlerdi.”[9]

“Etkilenen” isimler arasında, zamanında Ekim Devrimi’nin bağrından çıkan ülkeye askeri müdahale yapılması fikrine destek olmuş olan Winston Churchill de vardı; Churchill, Stalin’le ilgili olarak defalarca şunu söylemişti: “Ben bu adamı seviyorum.”[10]

Kasım 1943’teki Tahran Konferansı vesilesiyle, İngiliz devlet adamı, Sovyet mevkidaşını “Büyük Stalin” diye anıp övmüştü: zira Stalin, Büyük Petro’nun kıymetli bir varisiydi; o, işgalcilerin yenilmesi için gereken zemini oluşturmak suretiyle ülkesini kurtarmıştı.[11]

Stalin, 1943-1946 yılları arasında Amerika’nın Moskova büyükelçiliğini yapan ve askeri konularda Sovyet liderini her zaman olumlu bir şekilde resmeden Averell Harriman’ı da bazı yönleriyle etkilemişti:

“Bana Roosevelt’ten daha bilgili, Hitler’den daha gerçekçi biriymiş gibi geliyor, hatta kimi yönlerden savaş sürecinin en etkili lideri.”[12]

1944 yılında duygusal ifadelere başvuran İtalyan başbakanı Alcide De Gasperi, “dahi Jozef Stalin’in organize ettiği orduların tarihsel açıdan muazzam olan değerini”[13] öve öve bitiremiyor, bu değerin gelecekte de muhafaza edileceğini söylüyordu. Bu seçkin İtalyan siyasetçinin takdiri, sadece askeri alanla da sınırlı değildi:

“Hitler ve Mussolini’nin insanlara ırkları yüzünden zulmettiklerini ve aşina olduğumuz o korkunç Yahudi karşıtı yasayı icat ettiklerini ve 160 farklı ırktan oluşan Rusların Asya ve Avrupa arasındaki mevcut farklılıkları aşarak nasıl kaynaşmaya çalıştıklarını gördüğümde, bu girişimin, insan toplumunun birleşmesine yönelik bu çabanın, bu gayretin ancak bir Hristiyan tarafından ortaya konulabileceğini, onun Katolikliğin vurguladığı anlamda, alabildiğine evrenselci bir çaba olduğunu söylememe lütfen izin verin.”[14]

Stalin’in büyük aydınlar arasında sahip olduğu ve sahip olmaya devam ettiği prestij de aynı ölçüde güçlüydü. İngiliz İşçi Partisi’nin önemli destekçilerinden olan Harold J. Laski, 1945 sonbaharında Norberto Bobbio ile yaptığı bir konuşmada, kendisini “Sovyetler Birliği’nin ve liderinin hayranı” olarak tarif ediyor, Stalin’i “çok bilge” biri olarak tanımlıyordu.[15] Aynı yıl Hannah Arendt, Stalin liderliğindeki ülkenin “ulusal çatışmalarla yüzleşmenin ve bunları çözmenin, farklı halkları ulusal eşitlik temelinde örgütlemenin tamamen yeni ve başarılı yolu”nu açarak öne çıktığını; bu hâliyle ülkenin bir tür model teşkil ettiğini, onun “her siyasi ve ulusal hareketin dikkat etmesi gereken” bir örnek olduğunu yazdı.[16]

Benedetto Croce, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen önce ve hemen sonra yazdığı yazılarda, Stalin’in, Nazi faşizmine karşı mücadeleye verdiği katkı sayesinde sadece uluslararası düzeyde değil, aynı zamanda kendi ülkesinde de özgürlüğü desteklemiş olmasının değerini kabul etmiş bir isimdi.[17] Gerçekten de SSCB’yi yöneten kişi, “siyasi dehaya sahip bir adamdı.” Genel manada önemli ve olumlu bir tarihsel rol oynamıştı; devrim öncesi Rusya’ya göre “Sovyetizm özgürlük için bir ilerlemeydi”, tıpkı “feodal rejimle ilgili olarak” mutlak monarşinin de “özgürlük için bir ilerleme olduğu ve ardından gelen daha büyük ilerlemelere yol açtığı" gibi. Liberal felsefeci, Sovyetler Birliği’nin geleceği konusunda bir dizi şüpheye sahipti, ancak aynı şüpheler, Stalin’in büyüklüğünün daha da belirginleşmesini sağlıyordu: O, Lenin’in yerini almıştı, öyle ki bir dehanın ardından bir başkası gelmişti, ancak “Takdir-i İlahi”, SSCB’de onun yerine hangi isimleri getirecekti, asıl soru buydu.[18]

Büyük İttifak’ın krizinin başlamasıyla birlikte Stalin’in Sovyetler Birliği ile Hitler’in Almanya’sı arasında benzerlikler bulmaya başlayanlar, Thomas Mann tarafından sert bir şekilde eleştirildi. Nazi devletine asıl damga vuran husus, “şeytani bir nüfus azaltma programı” yürüten ve ondan önce, fethedilen bölgelerin kültürünü ortadan kaldıran, kendini “üstün ırk” ilan eden “ırkçı megalomani” idi. Hitler, Nietzsche’nin özdeyişine sadık kalmıştı: “Eğer bir kişi kölelere sahip olmak istiyorsa, o köleleri efendi olmak için eğittiği sürece aptalın tekidir.”

“Rus sosyalizmi” tam ters yoldan ilerliyordu; eğitim ve kültürü kitlelere açıp alanlarını genişletmek suretiyle Rus sosyalizmi “köleler”e değil, “düşünen insanlar”a sahip olmak istediğini ortaya koymuş, o insanları “özgürlük yolu”na sokmuştu. Demek ki iki rejim kıyaslanamazdı. Bu tür bir kıyaslama kabul dahi edilemezdi. Dolayısıyla, iki ülkeyi kıyaslayanlar, mahkûm etmeye çalıştıkları faşist ideolojiyle suç ortaklığı yapıyorlardı:

“Rus komünizmi ile Nazi faşizmini, her ikisini de totaliter gören ahlâkî düzleme yerleştiren yaklaşım, en iyi ihtimalle yüzeysel, en kötü ihtimalle faşizmdir. Bu kıyaslamada ısrar eden herkes, pekâlâ demokrat olarak kabul edilebilir, ancak kalplerinin derinliklerinde hâlihazırda bir faşist vardır ve doğal olarak tüm nefretlerini komünizme saklarken, faşizmle yalnızca yüzeysel ve ikiyüzlü bir şekilde mücadele etmektedir.”[19]

Soğuk Savaş’ın patlak vermesinin ardından totalitarizm üzerine kitabını yayımlayan Arendt, 1961’de Mann’ın tam da eleştirdiği şeyi yapacaktır. Oysa hemen hemen aynı dönemde Kojéve, Stalin’i ilerici bir tarihsel dönüm noktasının kahramanı olarak görmektedir. Başka bir deyişle, Batı’da bile totalitarizmin farklı tezahürlerine karşı mücadele üzerine kurulu bu yeni anlayışı pek kimse kabul etmemektedir.

Laski 1948’de, üç yıl önce ifade ettiği bakış açısını belli ölçüde derinleştirdi. SSCB’yi tanımlamak için, 1931 gibi erken bir tarihte, ama aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sırasında ve ölümüne kadar Sovyet ulusundan “yeni bir uygarlık” olarak söz eden İngiliz İşçi Partisi'nin bir başka önde gelen ismi Beatrice Webb tarafından kullanılan bir kategoriye tekrar başvurdu. Evet, Laski’nin de teyit ettiği biçimiyle, uzun süredir sömürülen ve ezilen sınıfların toplumsal olarak desteklenmesine yönelik o müthiş çabasıyla, artık üretim araçlarının sahiplerinin gücünü temel almayan yeni toplumsal ilişkilerin fabrika ve işyerlerine girmesiyle, Stalin liderliğindeki ülke, “yeni bir uygarlığın öncüsü” olarak ortaya çıkmıştı.

Tabii Webb de Laski de “barbar Rusya”nın ortaya çıkmakta olan “yeni uygarlık” üzerinde hâlâ ağırlığı olduğunu açıktan ifade ediyordu. Artık bu “barbar Rusya”, kendisini despotik yollardan ortaya koyuyordu. Ancak Laski’nin özel olarak vurguladığı biçimiyle, Sovyetler Birliği konusunda doğru bir hükme varabilmek için temel bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekiyordu: “Ülkenin liderleri, eli kanlı bir zalime sahip olmaya alışkın bir ülkede iktidara geldiler” ve az çok kalıcı bir “kuşatma durumu”nda, “potansiyel ya da devam eden bir savaş”ın damgasını vurduğu gerçeklikte ülkeyi yönetmek zorunda kaldılar. Dahası, İngiltere ve ABD de yoğun kriz durumlarında eski özgürlükleri şu veya bu biçimde kimi sert yöntemlere başvurarak kısıtlamışlardı.[20]

Laski’nin Stalin’e ve onun liderliğindeki ülkeye duyduğu hayranlığı aktarırken Bobbio, çok sonra şunları yazacaktı: “Sovyetler’in Stalingrad savaşıyla belirleyici bir katkıda bulunduğu, Hitler’e karşı kazanılan zaferden sonra [böyle bir açıklama] beni hiç şaşırtmadı”. Gerçekte, İngiliz İşçi Partisi üyesi bir aydın için SSCB’ye ve liderine sunulan teşekkür, askeri alanın çok ötesine geçiyordu. Öte yandan, ismini daha önce andığımız Torinolu felsefeci Norberto Bobbio da farklı bir konuma sahip değildi.

1954 yılında Bobbio, Sovyetler’in kıymetli yönlerini ele alan bir makale yazdı. Yazara göre Sovyetler, “herkese oy hakkı ve seçimle belirlenen mevkiler türünden, biçimsel demokrasiye ait bilindik demokrasi kurumlarını kurup, üretim araçlarını kolektivize etmek gibi somut demokrasinin kurumlarını da bunlara eklemek suretiyle, politik açıdan geri olan ülkelerde yurttaşın ilerleyeceği süreci yeni bir aşamaya taşıdı.” Artık mesele, “yeni zafere ulaşmış olan devrimin makinesine bir damla (liberal) yağ damlatmaktaydı.”[21] Gördüğünüz gibi, Stalin’in ölümünün yasını tutmaya devam eden ülke hakkında formüle edilen yargı, hiçbir şekilde olumsuz değildi.

1954 yılında, liberal sosyalizmin mirası Bobbio’da hâlâ canlıydı. İspanya’daki savaş yıllarında özgürlük ve demokrasinin vazgeçilmez değerini güçlü bir şekilde vurgulamasına rağmen, Carlo Rosselli, (“İngiliz hükümeti Franco’nun yanında ve bu hâliyle Bilbao’yu aç bırakıyor” tespiti üzerinden) liberal ülkeleri, Nazi faşizminin saldırısı altındaki İspanya Cumhuriyeti’ne yardım etmeye kararlı olan Sovyetler Birliği ile kıyaslıyordu.[22] Bu, sadece bir uluslararası politika meselesi de değildi. Carlo Rosselli, “faşizm, emperyalist savaşlar ve kapitalist çöküş çağı”nın tanımladığı bir dünyada, olgun bir demokratik sosyalizm hedefinden uzak olmasına rağmen, kapitalizmi geride bırakmış ve daha iyi bir toplumun inşasına kendini adamış olanlar için “paha biçilmez deneyimler denilen o sermayeyi” temsil eden bir ülke örneğini gündeme getiriyordu:

“Bugün Rusya’nın ortaya koyduğu o muazzam deneyimin bize bıraktığı devasa malzemeden istifade edebiliriz. Hepimiz, sosyalist devrimin ve üretimin sosyalist örgütlenmesinin neyi temsil ettiğini artık biliyoruz”.[23]

Sonuç olarak, bütün bir tarihsel dönem boyunca, komünist hareketin dışındaki mahfillerde Stalin ve onun yönettiği ülke, sevgiyle tanımlı bir ilgiye, saygıya, hatta kimi zaman hayranlığa mazhar oldu. Nazi Almanyası ile yapılan paktın ciddi bir hayal kırıklığı yarattığı doğruydu, ancak Stalingrad, bu yaranın kısa sürede kapanmasını sağlamıştı. Bu nedenle, 1953’te ve sonrasında, Stalin’e duyulan saygı sosyalist kampı birleştirdi, komünist hareketi önceki bölünmelerine rağmen, güçlendirdi. Liberal Batı da ona saygısını ifade etti. Oysa aynı dönemde bu liberal Batı, Soğuk Savaş süreci içerisine girmişti.

Soğuk Savaş’ı Fulton’da resmen başlatan konuşmasında Churchill’in şunları söylemesi asla tesadüf değildi: “Cesur Rus halkına ve savaş arkadaşım Mareşal Stalin’e büyük hayranlık ve saygı duyuyorum.”[24] Soğuk Savaş şiddetlendikçe söylemin de giderek sertleştiğine hiç şüphe yok. Ancak 1952 yılında, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış büyük bir İngiliz tarihçi olan Arnold Toynbee, Sovyet liderini bir “dahi olarak Büyük Petro” ile kıyaslayabiliyordu: Zira, “savaş pratiği, Stalin’in teknolojik batılılaşma sürecini tıpkı Petro’nun başlattığı süreç gibi haklı çıkarttı.” O; Nazilerin uğradığı yenilgiden sonra bile haklı görülmeye devam etti: Hiroşima ve Nagazaki’den sonra Rusya, bir kez daha “sıçrayarak öne geçen Batı’nın teknolojik seviyesini yakalamak için mecburen o açılan yola revan olmak zorunda kaldı.”[25]

Çok Yönlü Bir Kıyaslamalı Analiz İçin Ön Çalışma

Stalin’le ilgili tasvirin, onun imajının hikâyesinde Soğuk Savaş’tan bile daha önemli bir rol oynayan diğer bir tarihsel olay da 25 Şubat 1956’da Nikita Kruşçev’in SBKP’nin Yirminci Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmadır. Churchill’in 5 Mart 1946 günü yaptığı konuşmadan on yıl sonra sunulan ve Stalin’i kibirli, entelektüel düzeyde vasat ya da tamamen gülünç olan, çılgın ve kana susamış bir diktatör olarak resmeden rapor, otuz yıldan fazla bir süre boyunca neredeyse herkesi memnun etti.

Rapor, SSCB’nin yeni lider kadrosunun kendilerini ülke içinde, sosyalist kampta ve Moskova’yı merkez olarak gören uluslararası komünist harekette devrimci meşruiyetin tek kaynağı olarak sunmalarına imkân sağladı. Eski inançlarından güç alan ve Soğuk Savaş’ı yürütmek için yeni argümanlara sahip olan Batı’nın da tatmin olmak (ya da heveslenmek) için kimi nedenleri vardı. ABD’de sovyetoloji, Ekim Devrimi’nin anavatanına sempati duyduğundan şüphelenilen unsurları erkenden ortadan kaldırarak, CIA gibi istihbarat kurumları ile askeri kurumları merkez alarak gelişme eğilimindeydi.[26] Soğuk Savaş’ın yürütülmesi için önem arz eden bu disiplin, bir biçimde askerileştirildi.

1949’da Amerikan Tarih Derneği başkanı şunu söylüyordu: “Bizim kitabımıza uygun olmayan görüş ve yaklaşımlara izim veremeyiz. Hedefler ve değerler konusunda çoğulcu bir yaklaşım geliştirilmesine mani olmalıyız.” İster sıcak olsun isterse soğuk, topyekûn savaş, herkesi silâh başına çağırdığı, herkesi parçası olmaya davet ettiği için “geniş kapsamlı bir askere alım süreci başlatılmalı”ydı. Ayrıca askerlik, sadece fizikçinin değil tarihçinin de yükümlülüğüydü.[27] Bu süreç, tabii ki 1956 yılında başlamamıştı, ama o tarihten sonra az çok askerileşen sovyetoloji, komünist dünyanın sunduğu rahatlığın keyfini çıkartma imkânı buldu.

Kruşçev raporu, komünizmden ziyade tek bir kişiyi hedef aldı ki zaten o yıllarda Washington ve müttefikleri açısından da hedefin çok fazla genişletilmemesi gerekiyordu. Bu anlamda rapor, onları ateşin çeperini genişletme ve tüm ülkeyi yaylım ateşine tutma mecburiyetinden kurtarıyordu.

Türkiye ve Yunanistan tarafından imzalanan 1953 tarihli “Balkan Paktı” ile Yugoslavya, NATO’nun bir tür harici üyesi hâline geldi ve yaklaşık yirmi yıl sonra Çin de Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ile fiili bir ittifak kurdu. Burada mesele, her şeyden önce, giderek daha radikal bir “destalinizasyona” zorlanan süper gücü, herhangi bir kimlik ve öz saygıdan mahrum bırakmak suretiyle, teslimiyete ve nihai çözülme sürecine teslim olana dek tecrit etmekti.

Nihayet, Moskova’dan gelen “ifşaatlar” sayesinde, önde gelen aydınlar, Stalin’in SSCB’sine duydukları ilgi, sempati ve hatta hayranlığı kolayca unutabildiler. Trotskiy’yi referans noktası olarak alan aydınlar, bu “ifşaatlar” sayesinde epey rahatladılar. Uzun bir süre boyunca Sovyetler Birliği’nin düşmanlarının gözünde komünizmin rezilliklerinin somut hâli olarak görülen Trotskiy, bilhassa “insanları yok eden kişi”, hatta “Yahudi katili” olarak anılıyordu. 1933 gibi geç bir tarihte bile Spengler, Trotskiy’nin “Bolşevik kitle katili” (Bolschewistischer Massenmörder) olduğunu söylüyordu.[28] Ama SBKP’nin Yirminci Parti Kongresi denilen o dönüm noktasından itibaren korku müzesine kapatılması gerekenler, artık sadece Stalin ve en yakın işbirlikçileriydi. Troçkist çevreleri aşan, kapsamlı bir etkiye sahip olan Kruşçev Raporu, bilhassa Hoca’nın [Marx’ın] teorisini ve onun tarih üzerindeki somut etkisini yeniden düşünmek gibi acı verici bir görevden muaf tutulduklarını düşünen kimi Marksist sol örgütlerin üyelerinin yüreğine su serpti.

Kuşkusuz, komünistler tarafından yönetilen ülkelerde Devlet ortadan kalkmak yerine, her şeyi fazlasıyla kuşatıyor görünüyordu; ulusal kimlikler ortadan kalkmak bir yana, sosyalist kampın bölünmesine ve nihayetinde sona ermesine yol açacak çatışmalarda giderek daha önemli bir rol oynuyordu; ekonomik gelişmeyle birlikte genişleme eğiliminde olan paranın ya da piyasanın çözüldüğüne dair kimse bir işaret göremiyordu. Evet, tüm bunlar tartışma götürmez gerçeklerdi ama o Stalin ve Stalinizm yok mu, her şey onun suçuydu! Böylelikle, Bolşevik Devrimi’ne eşlik eden ya da kökeni Marx’a dayanan umut ve kesinlikleri sorgulamak için hiçbir neden yoktu.

Birbirleriyle çelişen konumlar üzerinden bu ideolojik-politik akımlar, Stalin’i keyfi soyutlamalar temelinde tasvir ettiler. Solda, Stalin’i kendince tasvir edenler, devamında Marx ve Engels’in fikirleri temelinde yapılmış bir devrimin ürettiği ülkede herkesten daha fazla iktidar koltuğunda oturmuş bir insanı, Bolşevizm tarihinden, daha da genelde, Marksizmin tarihinden silmeye çalıştılar.

Antikomünistlerse hem Çarlık Rusyası’nın hem de Sovyet Rusya ile Stalin’in otuz yılının oturtulduğu genel bağlam anlamında İkinci Otuz Yıl Savaşı’nın[29] tarihinin üzerini örtmeye çalıştılar. Böylece farklı politik-ideolojik akımlar, Kruşçev Raporu’nu Batı, Marksizm veya Bolşevizmi saf ve pirüpak göstermek için uydurulan efsanelerini dayandırdıkları önemli bir zemin olarak görüp kullandılar. Stalinizm, kendilerini kıyasladıkları, böylece ona karşı olanların karşı olma hâlleriyle sonsuza dek ahlak ve düşünce düzleminde sahip oldukları üstünlüklerini ulvi bir şeymiş gibi görme imkânı sunan korkunç bir şeydi.

Oldukça farklı soyutlamaları temel alan bu okumalar, yöntemsel düzeyde birbirlerine yakınlaşıyor. Terörü nesnel duruma çok fazla dikkat etmeden incelerken, onu, mutlak gücünü ne pahasına olursa olsun yeniden ortaya koymaya kararlı olan tek bir bireyin veya sınırlı bir liderlik sınıfının inisiyatifinin ürünü olarak takdim ediyorlar. Bu önerme üzerinden Stalin ancak Hitler gibi bir siyasi figürle kıyaslanabiliyor. Neticede Stalin’in SSCB’sini anlamak için kıyaslama yapılacak tek ülke, doğalında Nazi Almanyası oluyor. Bu, aslında otuzların sonlarında Trotskiy’nin dillendirdiği bir yaklaşım. “Totaliter diktatörlük” tabirini tekrar tekrar kullanan Trotskiy, bu sınıf kapsamında ele aldığı Stalinist türle faşist türü (bilhassa Hitlerci türü) öne çıkartıyor.[30] Onun bu yaklaşımını sonrasında Soğuk Savaş yıllarında ve bugünün hâkim ideolojisinde herkes benimsiyor.

Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: ilgili argüman ikna edici mi, yoksa bir bütün olarak Rusya’nın tarihiyle İkinci Otuz Yıl Savaşı içinde yer alan Batı ülkelerinin tarihini gözden kaçırmayan, çok yönlü bir kıyaslamayı öngören araştırmayı yürütmek daha mı hayırlı? Evet, bu şekilde farklı özelliklere sahip liderler ve ülkeler kıyaslanacaktır, ama şu soru üzerinde durulmalıdır: söz konusu çeşitlilik, sadece ideolojilere dair bir değerlendirme dâhilinde mi ele alınacak, yoksa nesnel durum, yani İkinci Otuz Yıl Savaşı’na katılmış ülkelerin her birinin tarihi ve jeopolitik konumu da önemli bir rol oynayacak mı?

Stalin’i tartıştığımızda, düşüncelerimiz hemen iktidarı kişiselleştirme eğilimi içine giriyor, Troçkistlerin kullandığı tabirle, “toplama kampı evreni”ne[31] odaklanıyor, kimi etnik grupların sınır dışı edilmesine bakıyor. Oysa şu sorulmalı: bunlar, sadece Nazi Almanyası ve sadece Sovyetler ile ilgili olgular ve uygulamalar mı, yoksa istisna hâlinin şiddeti nispetinde kısa ya da uzun süre kendilerini farklı şekillerde ortaya koyan, liberalizm geleneği daha güçlü ülkeler de dâhil başka ülkelerde de görülen meseleler mi?

Bu noktada ideolojinin rolünü gözden kaçırmamak gerekiyor; peki ama Stalin’in bağlı olduğu, atıfta bulunduğu ideolojiyi Hitler’e ilham veren ideolojiyle kıyaslamak mümkün müdür yoksa bu sahada önyargılardan arınmış biçimde yürütülecek bir kıyaslamalı analiz, hiç beklenmedik sonuçlar ortaya koyabilir mi?

“Saflık” üzerinde duran teorisyenler ne derse desin. Politik bir hareket de politik bir rejim de kendisine ilham kaynağı olarak aldığı ideallerin kusursuzluğu temel alınarak yargılanamaz. Bu idealleri değerlendirirken yol açtıkları etkilerin tarihini göz ardı edemeyiz. Peki ama bu yaklaşım, sadece Lenin veya Marx’tan başlamış olan harekete mi yoksa bütün bir sahaya mı tatbik edilmeli?

Bu sorular, Kruşçev’in nihayetinde önceden gizlenen bir hakikati gün ışığına taşıdığına inanıp Stalin imajının zamanla değiştiğine hiçbir şekilde inanmayan kişilere gayet yüzeysel, hatta yanlışa sevk edici gelebilir. Oysa 1956’yı nihayet bir gerçeğin ifşa edildiği yıl olarak tanımlamak isteyen bir tarihçi, esasında yöntem temelli anlayışının eksikli olduğunu ortaya koyuyor, Soğuk Savaş döneminin sovyetoloji pratiğini teşvik etmezden önce destalinizasyon kampanyasına ve kullandığı yöntemlere sebep olan çelişkileri ve çıkarları gözden kaçırıyor olabilir. Ortada Stalin konusunda farklı tasvirler varsa ve bu tasvirler birbirleriyle çelişiyorsa, bu durumda tarihçi, bu tasvirlerden birini mutlak kabul etmemeli, tüm tasvirleri kendisine mesele edinebilmelidir.

Domenico Losurdo

[Kaynak: Stalin: History and Critique of Black Legend, Iskra Books, Çeviri ve Takdim: Salvatore Engel-Di Mauro ve Henry Kakamäki, 2023, s. 1-11.]

Dipnotlar:
[1] Medvedev R. A. (1977), Lo stalinismo. Origini storia conseguenze, Mondadori, Milano. [Let History Judge: The Origins and Consequences of Stalinism], s. 705; Zubkova E. (2003), Quando c’era Stalin. I russi dalla guerra al disgelo, il Mulino, Bologna. [Russia After the War.], burada s. 19-20’deki fotoğraflar üzerinden bir aktarımda bulunuluyor.

[2] Thurston R. W. (1996), Life and Terror in Stalin’s Russia 1934-1941, Yale University Press, New Haven-London, s. xiii-xiv.

[3] Fejtö F. (1971), Storia delle democrazie popolari dopo Stalin, Vallecchi, Firenze. [A History of the People’s Democracies: Eastern Europe Since Stalin.], s. 31.

[4] Nirenstein F. (1997), “Israele, la congiura rossa”, La Stampa, 14 Temmuz.

[5] Deutscher (1972), Necrologio di Stalin (“Manchester Guardian,” 6 Mart 1953), Id., Ironie della storia: Saggi sul comunismo contemporaneo, Longanesi, Milano, s. 167-169.

[6] Trotsky L. D. (1962), Stalin (1946), Garzanti, Milano, s. 170.

[7] Kojève A. (1954), Tyrannie et sagesse, L. Strauss, De la Tyrannie içinde, Gallimard, Paris, s. 217-80.

[8] Roberts G. (2006), Stalin’s Wars. From World War to Cold War, 1939-1953, Yale University Press, New Haven-Londra. s. 3.

[9] Deutscher (1969), Stalin. Una biografia politica (1948), Longanesi, Milano. s. 522.

[10] Robert, a.g.e., s. 273.

[11] Fontaine A. (2005), La Guerra Fredda, Piemme, Casale Monferrato. s. 66. Averell Harriman ve Elie Abel’ın kitabına atıfta bulunuluyor.

[12] Thomas H. (1988), Armed Truce: The Beginnings of the Cold War 1945-46, Sceptre, Londra, s. 78.

[13] Not: Alcide De Gasperi (1881-1954): 1945-1953 arası dönemde birkaç kez üst üste İtalya’da başbakanlık yaptı.

[14] De Gasperi A. (1956), La democrazia cristiana e il momento politico (1944), Id., Discorsi politici içinde, yayına hz.: T. Bozza, Cinque lune, Roma, s. 15-16.

[15] Bobbio N. (1997), Autobiografia, yayına hz.: A. Papuzzi, Laterza, Roma-Bari. [A Political Life.] s. 89.

[16] Arendt H. Ripensare il sionismo (1945), in Ebraismo e modernità içinde, yayına hz.: G. Bettini, Unicopli, Milano. [Zionism Reconsidered, in The Jewish Writings.], 1986, s. 99.

[17] Not: Benedetto Croce (1866-1952) İtalyan idealist felsefeci, tarihçi ve siyasetçi.

[18] Croce (1993), Scritti e discorsi politici (1943-1947), yayına hz.: A. Carella, Bibliopolis, Napoli. Cilt. 2, s. 33-34 ve 178.

[19] Mann Th. (1986), Deutsche Hörer (24 Ekim 1942-14 Ocak 1945), Id., Essays içinde, yayına hz.: H. Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., Cilt. 2, s. 271 ve 278-279; Mann [David McCoy] (1945), Id., Essays içinde, yayına hz.: H. Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., Cilt. 2, 1986, s. 311-312.

[20] Webb B. (1982-85), The Diary, yayına hz.: N. ve J. MacKenzie, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge (ma). Cilt. 4, s. 242 ve 490 (günlükte 15 Mart 1931 ile 6 Aralık 1942 arası dönemi kapsayan bölüm), s. 39-42 ve sonrası.

[21] Bobbio, a.g.e., s. 89; Bobbio (1977), Politica e cultura (1955), Einaudi, Torino, s. 164 ve 280.

[22] Roselli C. (1988), Scritti politici, yayına hz.: Z. Ciuffoletti e P. Bagnoli, Guida, Napoli, s. 358, 362 ve 367.

[23] A.g.e., s. 301, 304-306 ve 381.

[24] Churchill W. His Complete Speeches: 1897-1963, Chelsea House, New York-Londra, 1974, s. 7290.

[25] Toynbee A. (1992), Il mondo e l’Occidente, con una nota di L. Canfora, Sellerio, Palermo. [Civilization on Trial: And The World and the West.], s. 18-20.

[26] Gleason A. (1995), Totalitarianism: The Inner History of the Cold War, Oxford University Press, New York-Oxford, s. 121.

[27] Cohen S. F., Rethinking the Soviet Experience: Politics and History since 1917, Oxford University Press, New York-Oxford, 1986, s. 13.

[28] Spengler O. (1933), Jahre der Entscheidung, C. H. Beck, Münih, s. 86, birinci dipnot.

[29] İkinci Otuz Yıl Savaşı, Losurdo’nun 1914-1945 arası dönemi tanımlarken kullandığı bir ifadedir.

[30] Trotsky, Schriften: Sowjetgesellschaft und stalinistische Diktatur, yayına hz.: H. Dahmer vd., Rasch und Röhring, Hamburg, 1988, s. 1285.

[31] Not: Metin boyunca kullanılan bu terim, ilk olarak, önceleri Troçkist olan ama sonrasında antikomünistleşen David Rousset’nin 1946 tarihli çalışması L’Univers concentrationnaire’de kullanıldı. Son dönemde akademide bu terim “terör ve sistematik insanlıktan çıkartma faaliyetleri üzerine kurulu sistem” anlamında kullanılıyor (Silverman, M. (2022). Modernity and the Holocaust and the Concentrationary Universe, Edinburgh University Press, Edinburgh.) Rousset’nin ilk geliştirdiği fikirde Nazi toplama kampları ile Stalin döneminde SSCB’de kullanılan hapishaneler bir görülüyordu. Sonrasında kavram, moderniteyi tanımayan bürokratik ve teknokratik yapıların gündelik işleyişinin yol açtığı dehşeti ve zulmü ifade etmeye başladı. Bu güncel hâlinde kavram Rousset’nin ilk geliştirdiği kavram gibi kapitalizmin rolünü silikleştiriyor. Ayrıca, Losurdo’nun kitabın devam eden kısımlarında ortaya koyduğu biçimiyle, bu kavram bilerek ya da bilmeyerek, diğer tarihsel öncüleri ve günümüzde liberal demokratik devletlere bulunacak benzer örnekleri göz ardı ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder