Soğuk
Savaş’tan Kruşçev Raporu’na
Stalin’in vefatına, etkileyici yas gösterileri eşlik etti. Ölüm sancıları çektiği son anlarında, “milyonlarca insan, liderlerine son kez saygılarını sunmak için Moskova’nın merkezini doldurdu”. 5 Mart 1953’te “milyonlarca vatandaş, sevdikleri birinin yasını tutar gibi, onun kaybına ağladı”.[1] Aynı tepkiye, bu muazzam ülkenin en ücra köşelerinde, örneğin, olanları öğrenir öğrenmez kendiliğinden ve hep ortaklaşa yasa bürünen “küçük bir köyde” de rastlandı.[2]
Her
yanı kaplayan şaşkınlık, SSCB sınırlarını aştı: “Budapeşte ve Prag
sokaklarından geçerken birçok kişi ağladığını görüyordunuz”.[3]
Sosyalist
kamptan binlerce kilometre uzakta, İsrail’de de üzüntülü tepkilerle
karşılaşıldı: “İstisnasız tüm MAPAM üyeleri ağlıyordu.” Bu parti, “tüm eski
liderlerin” ve “neredeyse tüm eski savaşçıların” üye olduğu bir partiydi. Acı,
korkuya karıştı. Kibbutz hareketinin gazetesi Hamişmar “Güneş Battı”
başlığını attı. Belli bir süre için bu tür duygular, devletin ve askeri aygıtın
önde gelen isimleri tarafından da paylaşıldı:
“Yahudi bağımsızlığının
büyük savaşı olan 1948 savaşına katılmış olan doksan subay, Sovyet yanlısı ve
devrimci gizli bir silahlı örgüte katıldı. Bunlardan on biri, daha sonra
general, biri de bakan oldu ve şimdi İsrail’in kurucuları olarak
onurlandırılıyorlar”.[4]
Batı’da,
vefat eden lidere saygılarını sunanlar, sadece Sovyetler Birliği ile bağları
olan komünist parti liderleri ve üyeleri değildi. Trotskiy’nin büyük hayranı
olan bir tarihçi (Isaac Deutscher), teşekkürlerle dolu bir ölüm ilanı kaleme
aldı:
“Sovyetler Birliği’nin
çehresi otuz yıl sonra tümüyle değişmiştir. Stalinizmin tarihsel eylemlerinin
özü şudur: Stalinizm, karşısında toprağı tahta sabanlarla işleyen bir Rusya
buldu ve onu atom bombasının sahibi olan bir ülkeye dönüştürdü. Rusya’yı
dünyanın ikinci sanayi gücü konumuna yükseltti. Bu değişim, sadece maddi
ilerleme ve örgütlenme meselesi üzerinden gerçekleşmiş de değildi. Böylesi bir
sonuca, tüm ülkenin kapsamlı bir eğitimden geçirilmek üzere okula gönderildiği
büyük bir kültür devrimi olmaksızın ulaşılamazdı.”
Yazının
sonuç bölümünde yazar, “her ne kadar Çarlık Rusya’sının Asyatik ve despotik
mirası tarafından teşkil edilmiş ve biçimsiz kılınmış bir ülke olsa da, Stalin’in
SSCB’sinde sosyalizm idealinin kendi özünde varolan ve sağlam bir bütünlüğe sahip
olan bir ideal olduğunu” söylüyordu.
Bu
tarihsel değerlendirmede Trotskiy’nin Stalin’e yönelttiği sert suçlamalara yer
yoktu. Yeni toplumsal düzenin Avrupa’da ve Asya’da kendisine alan bulduğu, “ulusal
kabuğunu” kırdığı bir dönemde, Stalin’i dünya devrimi ideallerine ihanet eden
ve tek ülkede sosyalizmin teslimiyetçi teorisyeni olarak mahkûm etmenin artık ne
anlamı vardı ki?[5]
Trotskiy’nin
“tarihin bir şakası gibi, büyük dünya olaylarının içine itilmiş küçük bir
taşralı adam”[6] olarak görüp alay ettiği Stalin, 1950’de ünlü bir felsefecinin
(Alexandre Kojéve) gözünde, Hegel’de gördüğümüz “dünyanın ruhu” mertebesine
yükselmişti. Öyle ki bu ruh, zorbalıkla bilgeliği cem etmiş hâliyle, etkili
yöntemlere başvuran, bu sayede insanlığı birleştirip yönetebilen bir güçtü.[7]
Komünist
çevrelerin ya da komünizme meyyal solun dışında, tırmanan Soğuk Savaş ve Kore’de
devam eden sıcak savaşa rağmen, Stalin’in ölümü ardından Batı’da ona saygı
gösteren veya dengeli bir yaklaşım sergileyen ölüm ilânları yayımlandı. O
dönemde “hâlâ nispeten iyi huylu bir diktatör ve hatta bir devlet adamı” olarak
görülüyordu. Halkın “Joe Amca” dediği Stalin, onun bilincine, Hitler’e karşı
verilen savaşta zaferi getiren ve Avrupa’nın Nazi barbarlığından kurtarılmasına
katkıda bulunan, savaş döneminin büyük lideri olarak kazınmıştı.[8] Nazilere
karşı kurulan büyük ittifakın ve bileşenlerinin yol açtığı fikirlerin,
duyguların ve izlenimlerin henüz daha ortadan kaybolmadığı dönemde, Deutscher’in
1948’de anımsattığı biçimiyle, “yabancı devlet adamları ve generaller, Stalin’in
elindeki o devasa savaş gücünün teknik ayrıntılarına hâkim oluşu karşısında
epey etkilenmişlerdi.”[9]
“Etkilenen”
isimler arasında, zamanında Ekim Devrimi’nin bağrından çıkan ülkeye askeri
müdahale yapılması fikrine destek olmuş olan Winston Churchill de vardı;
Churchill, Stalin’le ilgili olarak defalarca şunu söylemişti: “Ben bu adamı
seviyorum.”[10]
Kasım
1943’teki Tahran Konferansı vesilesiyle, İngiliz devlet adamı, Sovyet
mevkidaşını “Büyük Stalin” diye anıp övmüştü: zira Stalin, Büyük Petro’nun kıymetli
bir varisiydi; o, işgalcilerin yenilmesi için gereken zemini oluşturmak
suretiyle ülkesini kurtarmıştı.[11]
Stalin,
1943-1946 yılları arasında Amerika’nın Moskova büyükelçiliğini yapan ve askeri
konularda Sovyet liderini her zaman olumlu bir şekilde resmeden Averell
Harriman’ı da bazı yönleriyle etkilemişti:
“Bana Roosevelt’ten daha
bilgili, Hitler’den daha gerçekçi biriymiş gibi geliyor, hatta kimi yönlerden savaş
sürecinin en etkili lideri.”[12]
1944
yılında duygusal ifadelere başvuran İtalyan başbakanı Alcide De Gasperi, “dahi
Jozef Stalin’in organize ettiği orduların tarihsel açıdan muazzam olan değerini”[13]
öve öve bitiremiyor, bu değerin gelecekte de muhafaza edileceğini söylüyordu. Bu
seçkin İtalyan siyasetçinin takdiri, sadece askeri alanla da sınırlı değildi:
“Hitler ve Mussolini’nin
insanlara ırkları yüzünden zulmettiklerini ve aşina olduğumuz o korkunç Yahudi
karşıtı yasayı icat ettiklerini ve 160 farklı ırktan oluşan Rusların Asya ve
Avrupa arasındaki mevcut farklılıkları aşarak nasıl kaynaşmaya çalıştıklarını
gördüğümde, bu girişimin, insan toplumunun birleşmesine yönelik bu çabanın, bu
gayretin ancak bir Hristiyan tarafından ortaya konulabileceğini, onun Katolikliğin
vurguladığı anlamda, alabildiğine evrenselci bir çaba olduğunu söylememe lütfen
izin verin.”[14]
Stalin’in
büyük aydınlar arasında sahip olduğu ve sahip olmaya devam ettiği prestij de aynı
ölçüde güçlüydü. İngiliz İşçi Partisi’nin önemli destekçilerinden olan Harold
J. Laski, 1945 sonbaharında Norberto Bobbio ile yaptığı bir konuşmada,
kendisini “Sovyetler Birliği’nin ve liderinin hayranı” olarak tarif ediyor, Stalin’i
“çok bilge” biri olarak tanımlıyordu.[15] Aynı yıl Hannah Arendt, Stalin
liderliğindeki ülkenin “ulusal çatışmalarla yüzleşmenin ve bunları çözmenin,
farklı halkları ulusal eşitlik temelinde örgütlemenin tamamen yeni ve başarılı
yolu”nu açarak öne çıktığını; bu hâliyle ülkenin bir tür model teşkil ettiğini,
onun “her siyasi ve ulusal hareketin dikkat etmesi gereken” bir örnek olduğunu
yazdı.[16]
Benedetto
Croce, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen önce ve hemen sonra yazdığı
yazılarda, Stalin’in, Nazi faşizmine karşı mücadeleye verdiği katkı sayesinde
sadece uluslararası düzeyde değil, aynı zamanda kendi ülkesinde de özgürlüğü
desteklemiş olmasının değerini kabul etmiş bir isimdi.[17] Gerçekten de SSCB’yi
yöneten kişi, “siyasi dehaya sahip bir adamdı.” Genel manada önemli ve olumlu
bir tarihsel rol oynamıştı; devrim öncesi Rusya’ya göre “Sovyetizm özgürlük
için bir ilerlemeydi”, tıpkı “feodal rejimle ilgili olarak” mutlak monarşinin
de “özgürlük için bir ilerleme olduğu ve ardından gelen daha büyük ilerlemelere
yol açtığı" gibi. Liberal felsefeci, Sovyetler Birliği’nin geleceği
konusunda bir dizi şüpheye sahipti, ancak aynı şüpheler, Stalin’in büyüklüğünün
daha da belirginleşmesini sağlıyordu: O, Lenin’in yerini almıştı, öyle ki bir
dehanın ardından bir başkası gelmişti, ancak “Takdir-i İlahi”, SSCB’de onun
yerine hangi isimleri getirecekti, asıl soru buydu.[18]
Büyük
İttifak’ın krizinin başlamasıyla birlikte Stalin’in Sovyetler Birliği ile
Hitler’in Almanya’sı arasında benzerlikler bulmaya başlayanlar, Thomas Mann
tarafından sert bir şekilde eleştirildi. Nazi devletine asıl damga vuran husus,
“şeytani bir nüfus azaltma programı” yürüten ve ondan önce, fethedilen
bölgelerin kültürünü ortadan kaldıran, kendini “üstün ırk” ilan eden “ırkçı
megalomani” idi. Hitler, Nietzsche’nin özdeyişine sadık kalmıştı: “Eğer bir kişi
kölelere sahip olmak istiyorsa, o köleleri efendi olmak için eğittiği sürece
aptalın tekidir.”
“Rus
sosyalizmi” tam ters yoldan ilerliyordu; eğitim ve kültürü kitlelere açıp alanlarını
genişletmek suretiyle Rus sosyalizmi “köleler”e değil, “düşünen insanlar”a
sahip olmak istediğini ortaya koymuş, o insanları “özgürlük yolu”na sokmuştu. Demek
ki iki rejim kıyaslanamazdı. Bu tür bir kıyaslama kabul dahi edilemezdi. Dolayısıyla,
iki ülkeyi kıyaslayanlar, mahkûm etmeye çalıştıkları faşist ideolojiyle suç
ortaklığı yapıyorlardı:
“Rus komünizmi ile Nazi
faşizmini, her ikisini de totaliter gören ahlâkî düzleme yerleştiren yaklaşım,
en iyi ihtimalle yüzeysel, en kötü ihtimalle faşizmdir. Bu kıyaslamada ısrar
eden herkes, pekâlâ demokrat olarak kabul edilebilir, ancak kalplerinin
derinliklerinde hâlihazırda bir faşist vardır ve doğal olarak tüm nefretlerini
komünizme saklarken, faşizmle yalnızca yüzeysel ve ikiyüzlü bir şekilde
mücadele etmektedir.”[19]
Soğuk
Savaş’ın patlak vermesinin ardından totalitarizm üzerine kitabını yayımlayan
Arendt, 1961’de Mann’ın tam da eleştirdiği şeyi yapacaktır. Oysa hemen hemen
aynı dönemde Kojéve, Stalin’i ilerici bir tarihsel dönüm noktasının kahramanı
olarak görmektedir. Başka bir deyişle, Batı’da bile totalitarizmin farklı
tezahürlerine karşı mücadele üzerine kurulu bu yeni anlayışı pek kimse kabul
etmemektedir.
Laski
1948’de, üç yıl önce ifade ettiği bakış açısını belli ölçüde derinleştirdi.
SSCB’yi tanımlamak için, 1931 gibi erken bir tarihte, ama aynı zamanda İkinci
Dünya Savaşı sırasında ve ölümüne kadar Sovyet ulusundan “yeni bir uygarlık”
olarak söz eden İngiliz İşçi Partisi'nin bir başka önde gelen ismi Beatrice
Webb tarafından kullanılan bir kategoriye tekrar başvurdu. Evet, Laski’nin de
teyit ettiği biçimiyle, uzun süredir sömürülen ve ezilen sınıfların toplumsal
olarak desteklenmesine yönelik o müthiş çabasıyla, artık üretim araçlarının
sahiplerinin gücünü temel almayan yeni toplumsal ilişkilerin fabrika ve
işyerlerine girmesiyle, Stalin liderliğindeki ülke, “yeni bir uygarlığın öncüsü”
olarak ortaya çıkmıştı.
Tabii
Webb de Laski de “barbar Rusya”nın ortaya çıkmakta olan “yeni uygarlık”
üzerinde hâlâ ağırlığı olduğunu açıktan ifade ediyordu. Artık bu “barbar Rusya”,
kendisini despotik yollardan ortaya koyuyordu. Ancak Laski’nin özel olarak
vurguladığı biçimiyle, Sovyetler Birliği konusunda doğru bir hükme varabilmek
için temel bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekiyordu: “Ülkenin liderleri, eli kanlı
bir zalime sahip olmaya alışkın bir ülkede iktidara geldiler” ve az çok kalıcı
bir “kuşatma durumu”nda, “potansiyel ya da devam eden bir savaş”ın damgasını
vurduğu gerçeklikte ülkeyi yönetmek zorunda kaldılar. Dahası, İngiltere ve ABD
de yoğun kriz durumlarında eski özgürlükleri şu veya bu biçimde kimi sert
yöntemlere başvurarak kısıtlamışlardı.[20]
Laski’nin
Stalin’e ve onun liderliğindeki ülkeye duyduğu hayranlığı aktarırken Bobbio,
çok sonra şunları yazacaktı: “Sovyetler’in Stalingrad savaşıyla belirleyici bir
katkıda bulunduğu, Hitler’e karşı kazanılan zaferden sonra [böyle bir açıklama]
beni hiç şaşırtmadı”. Gerçekte, İngiliz İşçi Partisi üyesi bir aydın için SSCB’ye
ve liderine sunulan teşekkür, askeri alanın çok ötesine geçiyordu. Öte yandan, ismini
daha önce andığımız Torinolu felsefeci Norberto Bobbio da farklı bir konuma
sahip değildi.
1954
yılında Bobbio, Sovyetler’in kıymetli yönlerini ele alan bir makale yazdı. Yazara
göre Sovyetler, “herkese oy hakkı ve seçimle belirlenen mevkiler türünden,
biçimsel demokrasiye ait bilindik demokrasi kurumlarını kurup, üretim
araçlarını kolektivize etmek gibi somut demokrasinin kurumlarını da bunlara
eklemek suretiyle, politik açıdan geri olan ülkelerde yurttaşın ilerleyeceği süreci
yeni bir aşamaya taşıdı.” Artık mesele, “yeni zafere ulaşmış olan devrimin makinesine
bir damla (liberal) yağ damlatmaktaydı.”[21] Gördüğünüz gibi, Stalin’in
ölümünün yasını tutmaya devam eden ülke hakkında formüle edilen yargı, hiçbir
şekilde olumsuz değildi.
1954
yılında, liberal sosyalizmin mirası Bobbio’da hâlâ canlıydı. İspanya’daki savaş
yıllarında özgürlük ve demokrasinin vazgeçilmez değerini güçlü bir şekilde
vurgulamasına rağmen, Carlo Rosselli, (“İngiliz hükümeti Franco’nun yanında ve
bu hâliyle Bilbao’yu aç bırakıyor” tespiti üzerinden) liberal ülkeleri, Nazi
faşizminin saldırısı altındaki İspanya Cumhuriyeti’ne yardım etmeye kararlı olan
Sovyetler Birliği ile kıyaslıyordu.[22] Bu, sadece bir uluslararası politika
meselesi de değildi. Carlo Rosselli, “faşizm, emperyalist savaşlar ve
kapitalist çöküş çağı”nın tanımladığı bir dünyada, olgun bir demokratik
sosyalizm hedefinden uzak olmasına rağmen, kapitalizmi geride bırakmış ve daha
iyi bir toplumun inşasına kendini adamış olanlar için “paha biçilmez deneyimler
denilen o sermayeyi” temsil eden bir ülke örneğini gündeme getiriyordu:
“Bugün Rusya’nın ortaya
koyduğu o muazzam deneyimin bize bıraktığı devasa malzemeden istifade
edebiliriz. Hepimiz, sosyalist devrimin ve üretimin sosyalist örgütlenmesinin
neyi temsil ettiğini artık biliyoruz”.[23]
Sonuç
olarak, bütün bir tarihsel dönem boyunca, komünist hareketin dışındaki
mahfillerde Stalin ve onun yönettiği ülke, sevgiyle tanımlı bir ilgiye, saygıya,
hatta kimi zaman hayranlığa mazhar oldu. Nazi Almanyası ile yapılan paktın
ciddi bir hayal kırıklığı yarattığı doğruydu, ancak Stalingrad, bu yaranın kısa
sürede kapanmasını sağlamıştı. Bu nedenle, 1953’te ve sonrasında, Stalin’e
duyulan saygı sosyalist kampı birleştirdi, komünist hareketi önceki
bölünmelerine rağmen, güçlendirdi. Liberal Batı da ona saygısını ifade etti. Oysa
aynı dönemde bu liberal Batı, Soğuk Savaş süreci içerisine girmişti.
Soğuk
Savaş’ı Fulton’da resmen başlatan konuşmasında Churchill’in şunları söylemesi
asla tesadüf değildi: “Cesur Rus halkına ve savaş arkadaşım Mareşal Stalin’e
büyük hayranlık ve saygı duyuyorum.”[24] Soğuk Savaş şiddetlendikçe söylemin de
giderek sertleştiğine hiç şüphe yok. Ancak 1952 yılında, Dışişleri Bakanlığı’nda
çalışmış büyük bir İngiliz tarihçi olan Arnold Toynbee, Sovyet liderini bir “dahi
olarak Büyük Petro” ile kıyaslayabiliyordu: Zira, “savaş pratiği, Stalin’in
teknolojik batılılaşma sürecini tıpkı Petro’nun başlattığı süreç gibi haklı
çıkarttı.” O; Nazilerin uğradığı yenilgiden sonra bile haklı görülmeye devam
etti: Hiroşima ve Nagazaki’den sonra Rusya, bir kez daha “sıçrayarak öne geçen
Batı’nın teknolojik seviyesini yakalamak için mecburen o açılan yola revan
olmak zorunda kaldı.”[25]
Çok
Yönlü Bir Kıyaslamalı Analiz İçin Ön Çalışma
Stalin’le
ilgili tasvirin, onun imajının hikâyesinde Soğuk Savaş’tan bile daha önemli bir
rol oynayan diğer bir tarihsel olay da 25 Şubat 1956’da Nikita Kruşçev’in SBKP’nin
Yirminci Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmadır. Churchill’in 5 Mart 1946 günü
yaptığı konuşmadan on yıl sonra sunulan ve Stalin’i kibirli, entelektüel
düzeyde vasat ya da tamamen gülünç olan, çılgın ve kana susamış bir diktatör olarak
resmeden rapor, otuz yıldan fazla bir süre boyunca neredeyse herkesi memnun etti.
Rapor,
SSCB’nin yeni lider kadrosunun kendilerini ülke içinde, sosyalist kampta ve
Moskova’yı merkez olarak gören uluslararası komünist harekette devrimci
meşruiyetin tek kaynağı olarak sunmalarına imkân sağladı. Eski inançlarından
güç alan ve Soğuk Savaş’ı yürütmek için yeni argümanlara sahip olan Batı’nın da
tatmin olmak (ya da heveslenmek) için kimi nedenleri vardı. ABD’de sovyetoloji,
Ekim Devrimi’nin anavatanına sempati duyduğundan şüphelenilen unsurları
erkenden ortadan kaldırarak, CIA gibi istihbarat kurumları ile askeri kurumları
merkez alarak gelişme eğilimindeydi.[26] Soğuk Savaş’ın yürütülmesi için önem
arz eden bu disiplin, bir biçimde askerileştirildi.
1949’da
Amerikan Tarih Derneği başkanı şunu söylüyordu: “Bizim kitabımıza uygun olmayan
görüş ve yaklaşımlara izim veremeyiz. Hedefler ve değerler konusunda çoğulcu
bir yaklaşım geliştirilmesine mani olmalıyız.” İster sıcak olsun isterse soğuk,
topyekûn savaş, herkesi silâh başına çağırdığı, herkesi parçası olmaya davet
ettiği için “geniş kapsamlı bir askere alım süreci başlatılmalı”ydı. Ayrıca askerlik,
sadece fizikçinin değil tarihçinin de yükümlülüğüydü.[27] Bu süreç, tabii ki
1956 yılında başlamamıştı, ama o tarihten sonra az çok askerileşen sovyetoloji,
komünist dünyanın sunduğu rahatlığın keyfini çıkartma imkânı buldu.
Kruşçev
raporu, komünizmden ziyade tek bir kişiyi hedef aldı ki zaten o yıllarda
Washington ve müttefikleri açısından da hedefin çok fazla genişletilmemesi
gerekiyordu. Bu anlamda rapor, onları ateşin çeperini genişletme ve tüm ülkeyi yaylım
ateşine tutma mecburiyetinden kurtarıyordu.
Türkiye
ve Yunanistan tarafından imzalanan 1953 tarihli “Balkan Paktı” ile Yugoslavya,
NATO’nun bir tür harici üyesi hâline geldi ve yaklaşık yirmi yıl sonra Çin de
Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ile fiili bir ittifak kurdu. Burada mesele, her
şeyden önce, giderek daha radikal bir “destalinizasyona” zorlanan süper gücü,
herhangi bir kimlik ve öz saygıdan mahrum bırakmak suretiyle, teslimiyete ve
nihai çözülme sürecine teslim olana dek tecrit etmekti.
Nihayet,
Moskova’dan gelen “ifşaatlar” sayesinde, önde gelen aydınlar, Stalin’in SSCB’sine
duydukları ilgi, sempati ve hatta hayranlığı kolayca unutabildiler. Trotskiy’yi
referans noktası olarak alan aydınlar, bu “ifşaatlar” sayesinde epey rahatladılar.
Uzun bir süre boyunca Sovyetler Birliği’nin düşmanlarının gözünde komünizmin
rezilliklerinin somut hâli olarak görülen Trotskiy, bilhassa “insanları yok
eden kişi”, hatta “Yahudi katili” olarak anılıyordu. 1933 gibi geç bir tarihte
bile Spengler, Trotskiy’nin “Bolşevik kitle katili” (Bolschewistischer
Massenmörder) olduğunu söylüyordu.[28] Ama SBKP’nin Yirminci Parti Kongresi
denilen o dönüm noktasından itibaren korku müzesine kapatılması gerekenler, artık
sadece Stalin ve en yakın işbirlikçileriydi. Troçkist çevreleri aşan, kapsamlı
bir etkiye sahip olan Kruşçev Raporu, bilhassa Hoca’nın [Marx’ın] teorisini ve
onun tarih üzerindeki somut etkisini yeniden düşünmek gibi acı verici bir
görevden muaf tutulduklarını düşünen kimi Marksist sol örgütlerin üyelerinin
yüreğine su serpti.
Kuşkusuz,
komünistler tarafından yönetilen ülkelerde Devlet ortadan kalkmak yerine, her
şeyi fazlasıyla kuşatıyor görünüyordu; ulusal kimlikler ortadan kalkmak bir
yana, sosyalist kampın bölünmesine ve nihayetinde sona ermesine yol açacak
çatışmalarda giderek daha önemli bir rol oynuyordu; ekonomik gelişmeyle
birlikte genişleme eğiliminde olan paranın ya da piyasanın çözüldüğüne dair
kimse bir işaret göremiyordu. Evet, tüm bunlar tartışma götürmez gerçeklerdi
ama o Stalin ve Stalinizm yok mu, her şey onun suçuydu! Böylelikle, Bolşevik
Devrimi’ne eşlik eden ya da kökeni Marx’a dayanan umut ve kesinlikleri
sorgulamak için hiçbir neden yoktu.
Birbirleriyle
çelişen konumlar üzerinden bu ideolojik-politik akımlar, Stalin’i keyfi
soyutlamalar temelinde tasvir ettiler. Solda, Stalin’i kendince tasvir edenler,
devamında Marx ve Engels’in fikirleri temelinde yapılmış bir devrimin ürettiği
ülkede herkesten daha fazla iktidar koltuğunda oturmuş bir insanı, Bolşevizm
tarihinden, daha da genelde, Marksizmin tarihinden silmeye çalıştılar.
Antikomünistlerse
hem Çarlık Rusyası’nın hem de Sovyet Rusya ile Stalin’in otuz yılının
oturtulduğu genel bağlam anlamında İkinci Otuz Yıl Savaşı’nın[29] tarihinin üzerini
örtmeye çalıştılar. Böylece farklı politik-ideolojik akımlar, Kruşçev Raporu’nu
Batı, Marksizm veya Bolşevizmi saf ve pirüpak göstermek için uydurulan
efsanelerini dayandırdıkları önemli bir zemin olarak görüp kullandılar.
Stalinizm, kendilerini kıyasladıkları, böylece ona karşı olanların karşı olma
hâlleriyle sonsuza dek ahlak ve düşünce düzleminde sahip oldukları
üstünlüklerini ulvi bir şeymiş gibi görme imkânı sunan korkunç bir şeydi.
Oldukça
farklı soyutlamaları temel alan bu okumalar, yöntemsel düzeyde birbirlerine
yakınlaşıyor. Terörü nesnel duruma çok fazla dikkat etmeden incelerken, onu, mutlak
gücünü ne pahasına olursa olsun yeniden ortaya koymaya kararlı olan tek bir
bireyin veya sınırlı bir liderlik sınıfının inisiyatifinin ürünü olarak takdim
ediyorlar. Bu önerme üzerinden Stalin ancak Hitler gibi bir siyasi figürle
kıyaslanabiliyor. Neticede Stalin’in SSCB’sini anlamak için kıyaslama yapılacak
tek ülke, doğalında Nazi Almanyası oluyor. Bu, aslında otuzların sonlarında
Trotskiy’nin dillendirdiği bir yaklaşım. “Totaliter diktatörlük” tabirini tekrar
tekrar kullanan Trotskiy, bu sınıf kapsamında ele aldığı Stalinist türle faşist
türü (bilhassa Hitlerci türü) öne çıkartıyor.[30] Onun bu yaklaşımını
sonrasında Soğuk Savaş yıllarında ve bugünün hâkim ideolojisinde herkes
benimsiyor.
Bu
noktada şu soruyu sormak gerekiyor: ilgili argüman ikna edici mi, yoksa bir
bütün olarak Rusya’nın tarihiyle İkinci Otuz Yıl Savaşı içinde yer alan Batı
ülkelerinin tarihini gözden kaçırmayan, çok yönlü bir kıyaslamayı öngören
araştırmayı yürütmek daha mı hayırlı? Evet, bu şekilde farklı özelliklere sahip
liderler ve ülkeler kıyaslanacaktır, ama şu soru üzerinde durulmalıdır: söz
konusu çeşitlilik, sadece ideolojilere dair bir değerlendirme dâhilinde mi ele
alınacak, yoksa nesnel durum, yani İkinci Otuz Yıl Savaşı’na katılmış ülkelerin
her birinin tarihi ve jeopolitik konumu da önemli bir rol oynayacak mı?
Stalin’i
tartıştığımızda, düşüncelerimiz hemen iktidarı kişiselleştirme eğilimi içine
giriyor, Troçkistlerin kullandığı tabirle, “toplama kampı evreni”ne[31]
odaklanıyor, kimi etnik grupların sınır dışı edilmesine bakıyor. Oysa şu
sorulmalı: bunlar, sadece Nazi Almanyası ve sadece Sovyetler ile ilgili olgular
ve uygulamalar mı, yoksa istisna hâlinin şiddeti nispetinde kısa ya da uzun
süre kendilerini farklı şekillerde ortaya koyan, liberalizm geleneği daha güçlü
ülkeler de dâhil başka ülkelerde de görülen meseleler mi?
Bu
noktada ideolojinin rolünü gözden kaçırmamak gerekiyor; peki ama Stalin’in bağlı
olduğu, atıfta bulunduğu ideolojiyi Hitler’e ilham veren ideolojiyle kıyaslamak
mümkün müdür yoksa bu sahada önyargılardan arınmış biçimde yürütülecek bir
kıyaslamalı analiz, hiç beklenmedik sonuçlar ortaya koyabilir mi?
“Saflık”
üzerinde duran teorisyenler ne derse desin. Politik bir hareket de politik bir rejim
de kendisine ilham kaynağı olarak aldığı ideallerin kusursuzluğu temel alınarak
yargılanamaz. Bu idealleri değerlendirirken yol açtıkları etkilerin tarihini
göz ardı edemeyiz. Peki ama bu yaklaşım, sadece Lenin veya Marx’tan başlamış
olan harekete mi yoksa bütün bir sahaya mı tatbik edilmeli?
Bu
sorular, Kruşçev’in nihayetinde önceden gizlenen bir hakikati gün ışığına taşıdığına
inanıp Stalin imajının zamanla değiştiğine hiçbir şekilde inanmayan kişilere
gayet yüzeysel, hatta yanlışa sevk edici gelebilir. Oysa 1956’yı nihayet bir
gerçeğin ifşa edildiği yıl olarak tanımlamak isteyen bir tarihçi, esasında
yöntem temelli anlayışının eksikli olduğunu ortaya koyuyor, Soğuk Savaş
döneminin sovyetoloji pratiğini teşvik etmezden önce destalinizasyon
kampanyasına ve kullandığı yöntemlere sebep olan çelişkileri ve çıkarları gözden
kaçırıyor olabilir. Ortada Stalin konusunda farklı tasvirler varsa ve bu
tasvirler birbirleriyle çelişiyorsa, bu durumda tarihçi, bu tasvirlerden birini
mutlak kabul etmemeli, tüm tasvirleri kendisine mesele edinebilmelidir.
Domenico Losurdo
[Kaynak:
Stalin: History and Critique of Black Legend, Iskra Books, Çeviri ve
Takdim: Salvatore Engel-Di Mauro ve Henry Kakamäki, 2023, s. 1-11.]
Dipnotlar:
[1] Medvedev R. A. (1977), Lo stalinismo. Origini storia conseguenze,
Mondadori, Milano. [Let History Judge: The Origins and Consequences of
Stalinism], s. 705; Zubkova E. (2003), Quando c’era Stalin. I russi dalla
guerra al disgelo, il Mulino, Bologna. [Russia After the War.], burada s.
19-20’deki fotoğraflar üzerinden bir aktarımda bulunuluyor.
[2]
Thurston R. W. (1996), Life and Terror in Stalin’s Russia 1934-1941, Yale
University Press, New Haven-London, s. xiii-xiv.
[3]
Fejtö F. (1971), Storia delle democrazie popolari dopo Stalin,
Vallecchi, Firenze. [A History of the People’s Democracies: Eastern Europe
Since Stalin.], s. 31.
[4]
Nirenstein F. (1997), “Israele, la congiura rossa”, La Stampa, 14 Temmuz.
[5]
Deutscher (1972), Necrologio di Stalin (“Manchester Guardian,” 6 Mart
1953), Id., Ironie della storia: Saggi sul comunismo contemporaneo, Longanesi,
Milano, s. 167-169.
[6]
Trotsky L. D. (1962), Stalin (1946), Garzanti, Milano, s. 170.
[7]
Kojève A.
(1954), Tyrannie et sagesse, L. Strauss, De la Tyrannie içinde, Gallimard,
Paris, s. 217-80.
[8]
Roberts G. (2006), Stalin’s Wars. From World War to Cold War, 1939-1953,
Yale University Press, New Haven-Londra. s. 3.
[9]
Deutscher (1969), Stalin. Una biografia politica (1948), Longanesi,
Milano. s. 522.
[10]
Robert, a.g.e., s. 273.
[11]
Fontaine A. (2005), La Guerra Fredda, Piemme, Casale Monferrato. s. 66.
Averell Harriman ve Elie Abel’ın kitabına atıfta bulunuluyor.
[12]
Thomas H. (1988), Armed Truce: The Beginnings of the Cold War 1945-46,
Sceptre, Londra, s. 78.
[13]
Not: Alcide De Gasperi (1881-1954): 1945-1953 arası dönemde birkaç kez
üst üste İtalya’da başbakanlık yaptı.
[14]
De Gasperi A. (1956), La democrazia cristiana e il momento politico (1944),
Id., Discorsi politici içinde, yayına hz.: T. Bozza, Cinque lune, Roma,
s. 15-16.
[15]
Bobbio N. (1997), Autobiografia, yayına hz.: A. Papuzzi, Laterza,
Roma-Bari. [A Political Life.] s. 89.
[16]
Arendt H. Ripensare il sionismo (1945), in Ebraismo e modernità
içinde, yayına hz.: G. Bettini, Unicopli, Milano. [Zionism Reconsidered, in The
Jewish Writings.], 1986, s. 99.
[17]
Not: Benedetto Croce (1866-1952) İtalyan idealist felsefeci, tarihçi ve
siyasetçi.
[18]
Croce (1993), Scritti e discorsi politici (1943-1947), yayına hz.: A.
Carella, Bibliopolis, Napoli. Cilt. 2, s. 33-34 ve 178.
[19]
Mann Th. (1986), Deutsche Hörer (24 Ekim 1942-14 Ocak 1945), Id., Essays
içinde, yayına hz.: H. Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., Cilt. 2, s. 271 ve
278-279; Mann [David McCoy] (1945), Id., Essays içinde, yayına hz.: H.
Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., Cilt. 2, 1986, s. 311-312.
[20]
Webb B. (1982-85), The Diary, yayına hz.: N. ve J. MacKenzie, The
Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge (ma). Cilt. 4, s. 242 ve
490 (günlükte 15 Mart 1931 ile 6 Aralık 1942 arası dönemi kapsayan bölüm), s. 39-42
ve sonrası.
[21]
Bobbio, a.g.e., s. 89; Bobbio (1977), Politica e cultura (1955),
Einaudi, Torino, s. 164 ve 280.
[22]
Roselli C. (1988), Scritti politici, yayına hz.: Z. Ciuffoletti e P.
Bagnoli, Guida, Napoli, s. 358, 362 ve 367.
[23]
A.g.e., s. 301, 304-306 ve 381.
[24]
Churchill W. His Complete Speeches: 1897-1963, Chelsea House, New York-Londra,
1974, s. 7290.
[25]
Toynbee A. (1992), Il mondo e l’Occidente, con una nota di L. Canfora, Sellerio,
Palermo. [Civilization on Trial: And The World and the West.], s. 18-20.
[26]
Gleason A. (1995), Totalitarianism: The Inner History of the Cold War, Oxford
University Press, New York-Oxford, s. 121.
[27]
Cohen S. F., Rethinking the Soviet Experience: Politics and History since
1917, Oxford University Press, New York-Oxford, 1986, s. 13.
[28]
Spengler O. (1933), Jahre der Entscheidung, C. H. Beck, Münih, s. 86, birinci
dipnot.
[29]
İkinci Otuz Yıl Savaşı, Losurdo’nun 1914-1945 arası dönemi tanımlarken
kullandığı bir ifadedir.
[30]
Trotsky, Schriften: Sowjetgesellschaft und stalinistische Diktatur, yayına
hz.: H. Dahmer vd., Rasch und Röhring, Hamburg, 1988, s. 1285.
[31] Not: Metin boyunca kullanılan bu terim, ilk olarak, önceleri Troçkist olan ama sonrasında antikomünistleşen David Rousset’nin 1946 tarihli çalışması L’Univers concentrationnaire’de kullanıldı. Son dönemde akademide bu terim “terör ve sistematik insanlıktan çıkartma faaliyetleri üzerine kurulu sistem” anlamında kullanılıyor (Silverman, M. (2022). Modernity and the Holocaust and the Concentrationary Universe, Edinburgh University Press, Edinburgh.) Rousset’nin ilk geliştirdiği fikirde Nazi toplama kampları ile Stalin döneminde SSCB’de kullanılan hapishaneler bir görülüyordu. Sonrasında kavram, moderniteyi tanımayan bürokratik ve teknokratik yapıların gündelik işleyişinin yol açtığı dehşeti ve zulmü ifade etmeye başladı. Bu güncel hâlinde kavram Rousset’nin ilk geliştirdiği kavram gibi kapitalizmin rolünü silikleştiriyor. Ayrıca, Losurdo’nun kitabın devam eden kısımlarında ortaya koyduğu biçimiyle, bu kavram bilerek ya da bilmeyerek, diğer tarihsel öncüleri ve günümüzde liberal demokratik devletlere bulunacak benzer örnekleri göz ardı ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder