Ön
Söz
Matematik dersi başta olmak üzere diğer derslerde öğrencilerin ders hakkındaki en önemli sorularından biri, “Bu ders/konu günlük yaşamda bizim ne işimize yarayacak?” sorusudur. Bu, teorinin pratiğe dökülmesi açısından çok önemli bir soru.
Edebiyatın yaşamda
nasıl bir yeri olduğu, edebi metinler üzerinden örneklendirilerek açıklanabilir.
Daha önceki yazılarda kullanılan örneklerden hareketle bir çerçeve
oluşturulabilir.
Feda-kârlık
ve Cüret: Bitmeyen Kavga’da partiye katılmak için görüşmeye
gelen genç, bir işçi çocuğudur. Birçok filozofu okuduğunu belirtir. Bu genç,
partiye katılır ve yanına verilen bir şef ile elma bahçelerindeki işçileri
bilinçlendirmeleri için görevlendirilirler. Elma bahçesine işçi olarak
giderler. Şef, sağlık bilgisine sahip olmadığı halde bir kadının doğumunda
ebelik yapar. Sigara içmediği halde işçilerle ateşin başında sohbet ederken
sigara kullanır. Genç ise çok fedakardır. Romanın sonunda haklarını arayan
işçilere ateş açılır ve genç katledilir. Şefin, gencin ölü bedeni başında
yaptığı konuşma çok önemlidir: “Bu arkadaş, kendisi için bir şey istemedi!”.
Roman boyunca gencin fedakarlığı şefin bile kariyerist duygularına dokunur ve
içten içe onu kıskanır. İşçi emekçi hareketlerine bağlı olanların, sınıfa
giderken üstenci bir öğretmen değil, bir işçi olarak aralarına katılıp sınıfı
içeriden bilinçlendirecek güveni, empatiyi ve desteği kazanmasının nasıl
gerçekleştirileceği konusunda Steinbeck yol gösterici bir kurguya imza atar.
Yaşamın
Anlamı ve Savrulma: Martin Eden romanında akademik hiçbir
eğitime sahip olmayan bir gemi işçisinin burjuva bir kadına âşık olduktan sonra
ona ulaşmak için Shakespeare başta olmak üzere birçok klasiği okuması ardından
yazar olma sürecine girmesi anlatılır. Ünlü bir yazar olan Martin, âşık olduğu
kadına ilgi göstermez. Yaşamına bir anlam yükleyemeyen, bir ideale
bağlanamayan, küçük hedefler gerçekleşince boşluğa düşen başkarakter, romanın
sonunda intihar eder. Kapitalist sömürü düzeninde metalara sahip olmanın
yaşamın anlamını vermeyeceğini vurgulaması ve yaşamın anlamının insan tekinin
biyografisiyle ve özel alanıyla sınırlı olmayacağını belirtmesi açısından kolay
kazanç peşine düşen kapitalist toplum düzeninde yaşayan günümüz insanının çıkmazını
açık hale getiren bir kurguyu oluşturur Jack London. Kapitalizmin insana hiçbir
insani değeri vermeyeceği de bir başka gerçek olarak romanın kurgusuna
yerleştirilir.
İnsanlık
Durumu’nda Çin İhtilali konu edilir. Hakkını arayan işçiler bir
trende yakılarak katledilirler. Romanda sınıfsız sömürüsüz bir düzene
ulaşmadaki kararlılık ve ideolojik sağlamlık Andre Malroux'nün kaleminden şu
cümleyle özetlenir: “Marksizm bir iradedir.” Bugün Afgan bir işçi kendi
yurdundan uzakta maden ocağı sahibi tarafından yakılarak katlediliyor.
Yurtlarda öğrenciler yanarak can veriyor.
Yurt
Bilinci: Sakindi Oranın Şafakları’nda Nazi işgali altındaki
Sovyet topraklarının savunuluşu konu edilir. Nazi birliğinin bir istasyona
ulaşması engellenmeye çalışılır. Tecrübeli bir Sovyet başçavuşunun komuta
edeceği, hiçbir savaş tecrübesi olmayan altı kadın asker görevlendirilir.
Kadınların yurt savunusu tüm çelişkiler ve zaaflarla betimlenir. Başçavuş,
kadınları eğitip disipline ederken çok zorlansa da savaşın savaşarak
öğrenileceğini kendisi de fark eder. Başçavuşun Almanlara bu kıyıda tek karış
toprak verilmesinin tüm Sovyet coğrafyasını ve anayurdu vermek olduğunu
düşünerek geri adım atmadan Almanların hedefine varmasını engellemesi ve roman
sonunda yaralı halde tek başına kaldığı zafere ulaşması, sınıf ve yurt
bilincine sahip olmanın en zor şartlarda bile insan zekâsının tüm kapasitesini
harekete geçirmesini göstermesi açısından çarpıcıdır.
Tarihin
Dışına İtilmek, Konformizm Tembellik: Oblomov, kentte yaşayan,
köyde toprakları olan feodal biridir. Köylülerin hasat zamanı gönderdikleri
paralarla geçinir. Tüm gününü evde geçiren uyuşuk bir feodaldir. Çarlık dönemi
üretim biçimini ve toprak ağalarının devrinin kapandığı, köylünün emeğini
sömüren feodal beylerin sonunun geldiği Gonçarov tarafından Oblomov karakteri
üzerinden verilir. Disiplinden kaçan günümüz insanının sömürülürken özel alana
çekilmesi bu romanla daha net anlaşılabilir.
Küçük
ve Büyük Aile: Ana romanında annesiyle yaşayan işçi bir
gencin sınıfsız sömürüsüz düzen kurma idealindeki işçi hareketiyle tanışınca
yaşadığı değişim anlatılır. Sıradan bir insan olarak geri geleneklerle yaşayan
bir insanın dönüşüm süreci ve bir işçiden disiplinli bir mücadeleci
çıkarılmasında ideolojik ve siyasi mücadelenin önemi kurgunun merkezinde yer
alır.
Bugün
postmodern hareketlerin aileye karşı aldığı karşı tavır dikkate alınırsa Gorki,
sınıf bilinciyle disipline olan bir işçinin annesi özelinde ailesini mücadeleye
katmasını gösterir. Aile, bu yönden bakıldığında işçi emekçi hareketlerinin
tohumlarının serpileceği en uygun yapıdır. Evlatlarının mücadelesine inanan
analar, sömürüsüz bir düzende yaşama yolunda mücadeleye katılan önemli
öznelerdir.
İnsan
Onuru, Mezar Hakkı, Kadının Özgürleşmesi: Antigone, kralın
yeğenidir ve kral olan amcasının oğluyla nişanlıdır. Kentin savunulmasında
kardeşinin yaptığı hatadan dolayı savaşın kazanılamadığı kral tarafından halka
açıklanır. Antigone’nin erkek kardeşinin cezası ise defnedilmeden toprak
üzerinde bırakılmasıdır. Ölü beden vahşi hayvanlar tarafından parçalanarak ceza
infaz edilecektir. Kim bu ölüyü gömmek isterse o da cezalandırılacaktır.
Antigone, yiğit bir kadındır. Kral amcasına ve nişanlısına rağmen kardeşini her
gece gidip gömer ve ceset tekrar çıkarılır. Defneden kişinin Antigone olduğu
açığa çıkarılınca o da ölümle cezalandırılır. 2500 yıl önce Sofokles, insan
olmanın onuru gereği defin ve mezar hakkının meşruiyetini Antigone üzerinden
savunur. Ne suç işlerse işlesin her insanın mezar hakkı vardır. İşlediği suça
rağmen ölüyü son yolculuğuna uğurlamak ve defnetmek meşrudur. Bunun yazılı bir
kanunu olmasına gerek yoktur. Geride kalanların ziyaret edeceği bir mezarın
olması, o kişinin yaşadığının kanıtıdır. Bu yüzden ölü bedene işkence yapmak,
ölünün o toprağı “hak etmediğini” düşünerek onu yerin altından çıkarmak, en
geri ve vahşi ahlakın tezahürüdür. Bugün Antigone gibi olunmadığında insan
onurunu da yitirmişiz demektir.
Yaşamın
anlamı ölümde gizlidir. Ölümden ve mezardan bağımsız bir yaşam yoktur. Mezar
yeri belli olmayan bir insan, hiç yaşamamış gibidir. Onu yaşatmak için ona bir
mezar yaptırıp toprağında ot bitirmemek, çiçeklerle donatmak, geride kalanların
onur ölçütüdür. İnsan, yalnızca yaşayanlara karşı değil, ölenlere karşı da
sorumluluk taşır.
Bugün
kadının özgürleşmesini beden teorileriyle açıklayan feminizme bir yanıt olarak
Antigone, özgürleşen kadının anıtı olarak tarihe geçmiştir. Sınıfsız sömürüsüz
bir düzeni kurmak için bu uğurda dövüşüp düşenlerin mezarlarında ot bitip
sahipsiz bırakıldığı anda yürütülen mücadelenin başarıya ulaşması mümkün
değildir. Kendi geleneğini ve ahlakını üretemeyen mücadele, sadece havanda su
dövmektir.
İlke
ve Ahlak, İki Çizgi: Doğrular adlı tiyatro metninde
Narodniklerin 1881-1882’de Çar’a karşı düzenledikleri suikast Albert Camus
tarafından kaleme alınır. Kaliayev adlı Narodnik, Çar’ın arabasında çocuklar
olduğu için suikastı aylar süren hazırlığa rağmen gerçekleştiremez. Çocukların
katledildiği bir savaşı haklı görmez fakat yoldaşı Stepan tarafından sert
şekilde eleştirilerek amaca giden her yolun mubah olduğu, çünkü zulme
uğramışlığın tek meşruiyet ölçütü olduğu tartışma konusu haline gelir.
Kaliayev, suikastı gerçekleştirir ve idam edilir. Bir mücadelenin ahlaktan ve
ilkeden bağımsız yürütülemeyeceği Kaliayev şahsında savunulur.
Stepan’ın
savunduğu çizgi, bugün Siyonizmin eylem biçimidir. Zulme uğramışlık gerekçesi
adı altında bitmeyen bir mağduriyet söylemiyle emperyalizmin ileri karakolu Siyonistler,
hiçbir ahlaki ilkeyi dikkate almayıp bugün 12 bin Filistinli çocuğu katletti. Doğrular’da
çatışan iki çizgi günümüz dünyasının iki çizgisi olarak halen tartışılmaya
açıktır.
Edebiyat
sosyolojisinin coğrafyası genişletildiğinde projeksiyon Anadolu’ya tutulabilir.
Türk edebiyatının hangi eserleri temas ettiği gerçeklik konusunda her dönem
okunma gücünü yakalamıştır?
Sömürü
ve Deprem: Reşat Nuri, Değirmen romanında 1914’te Sarıpınar adlı
kasabada yaşananlar özelinde ülkenin büyük resmini betimler, tümevarım
yöntemiyle romanını kurgular. Balkan Savaşları’yla gelen muhacirlerin yaşadığı
kasabada halk yoksuldur, fakat kasabanın çiftlik sahibi zenginlerin
konaklarında kaymakamın da içinde bulunduğu şatafatlı âlemler düzenlenir,
dansöz oynatılır, alkol alınır. Bir gece zelzele olduğu düşünülerek konaktan
kaçarken izdiham yaşanır ve kaymakam da yaralanır. İstanbul gazetelerine
kaymakamdan habersiz çekilen telgrafla kasabada zelzele olduğu bildirilince
olaylar gelişmeye başlar. Yıkılan bir ev yoktur ama kasabalının ve köylünün
zelzele olduğundan da haberi yoktur. Zelzele çoktan gerçekleşmiştir halk
sınıflarında. Kaymakam hasar tespiti için köyleri ve kenar mahalleleri
gezdiğinde, asıl zelzelenin yoksulluk olduğunun, zelzelenin çoktan gerçekleşmiş
bir sömürü ve geri bırakılma felâketi olduğunun farkına varır. Zelzele olduğu
kabul edilerek gönderilen yardımlardan nehrin öteki kıyısında yaşayan
muhacirler yararlanamazlar.
6
Şubat depremini hatırlayalım: O günlerde de mültecilerin durumu gündeme
getirilmedi, hatta o insanlar “yağmacı” duruma düşürülmüşlerdi. Günlerce yardım
gitmeyen kentlerde insanlar enkaz altından seslenerek günlerce yaşam mücadelesi
verdiler. Ceset kokularını alan kurtlar köylere indi. İnsanlar, dozerlerin
açtığı çukurlara toplu halde, kefensiz şekilde, battaniyelere sarılarak
gömüldü; kentleri ceset kokuları sardı. Deprem değil, sömürü düzeni
insanlarımızı katletti.
Geçtiğimiz
haftalarda Japonya’da 6 Şubat ile aynı şiddette depremler oldu ama 238 insan
öldü. Gerçekler gün gibi ortada, Serdari’nin yüzyıllar öncesinden seslendiği “Kefensiz
kalacak ölümüz bizim” dizesi 6 Şubat sürecinde yaşandı. İmar affıyla toplanan
paralar bir yanda, denetimsiz bırakılan binaların enkazlarının altında kalan
canlar diğer yanda. On binlerce insanı katleden tek neden sömürü düzenidir.
Düzen
Bekçiliği ve Faşizmin Motivasyonu: Bitmeyen Kavga’nın fedakâr
gencinin karşısında konumlanan karşı gücün işçisi ise Orhan Kemal’in Murtaza’sıdır.
Yoksul bir mahalle bekçisiyken bir fabrikatör tarafından işe alınır, işçilere
göz açtırmaz. Uzun çalışma saatlerinde kendi çocukları dâhil diğer işçilerin
uyuyup dinlenmesine izin vermez, sürekli onları denetler. Emre gözü kapalı
itaat eder. Hak arama mücadelesini düzeni bozma olarak algılar. Faşizmin düzen
bekçisi insan ve paramiliter güruh üretmesi Murtaza karakteri üzerinden
günümüze ışık tutar.
Faşizm,
sınıf çelişkisi olan yoksul insana kimlik kazandırarak onu paramiliter bir
güruhun parçası haline getirerek robota çevirir. Düşünmeden ve sorgulamadan
kutsal gerekçeler motivasyonuyla hareket eden faşist, düzenin yılmaz
bekçiliğini gönüllü şekilde icra eder. Faşizm, zorla yaptırmaz; rızayı
milliyet, beka ve din üstünlüğü motivasyonları üzerinden üretir. İnsan
davranışlarında yeniden üretilir. Sömürünün sürebilmesi için faşizm, zor
aygıtlarını kullanmadan evvel Murtazaları sokağa sürmesi gerekir.
Sömürü
Düzeninde Yaşlılık: Sabahattin Ali’nin Kafa Kâğıdı hikâyesinde
80 yaşlarındaki bir köylünün nüfus cüzdanını bulamayıp torununun cüzdanını
kullandığı için yol kullanım ücretini de vermediğinden hapse atılması
anlatılır. Ağa, köylünün toprağını yalancı şahitler tutarak ellerinden alır.
Kafa kâğıdı üzerinden bürokrasinin sömürü düzenine hizmet edişi tasvir edilir.
Sömürü düzeninde yaşlı insanların yeri ve değeri yoktur, çünkü üretim
faaliyetleri dışında kalır. Ölene kadar sisteme kendini sömürtecek insan tipi
makbuldür. Bugün emekliler çalışıyor. 80 yaşına yaklaşmış insanlar çıktıkları
çatıyı tamir edip para kazanmaya çalışırken kalp krizi geçirip canından
ediliyor. Aynı şekilde yaşlı ve emekçi insanlara haciz geliyor. Ağır
faturalardan belleri bükülüyor.
Aşk
ve İdeoloji: Değirmen adlı hikâyede Çingene bir
klarnetçinin kabilesiyle birlikte geldiği bir köyde değirmencinin kızına âşık
olması anlatılır. Değirmencinin kızının bir kolu yoktur. Klarnetçi de kendi
kabilesi dışından birine âşık olduğu için dışlanır. Bir gün köyde düzenlenen
şenlikte klarneti çalan genç insanları çok duygulandırır. Kimsenin beklemediği
bir anda bir kolunu değirmenin çarkına kendi iradesiyle kaptırır. Âşık olduğu
kızla eşit duruma gelmek için bir kolunu ve klarnet çalma yeteneğini feda
ederek aşkın feda ruhundan geçtiğini gösterir. Günümüz yoz ilişkileri
karşısında gencin fedakârlığı gerçek aşkın neleri göze alabileceğini gösterir.
İdeoloji de böyledir, aşktır. Yüzünü bile görmediğiniz kader ortaklığı
duyduğunuz işçi emekçi kardeşleriniz için mücadelede nelerden vazgeçersiniz.
Aksi durum konformizmdir. O yüzden aşksız ve kavgasız yaşam da dünya da
paramparçadır. Şeyh Galip’in dizeleriyle ifade edersek, mumdan gemilerle ateş
denizleri geçmektir aşk. Sınıflar mücadelesi de böyledir. Bedeli göze alınmayan
mücadele, reformizmdir.
Cüret,
Kararlılık, Bedel: Mantıku’t-Tayr mesnevisinde kuşlar
toplanarak bilge bir kuşa danışır. Şahları olan Simurg’u görmek için neler
yapması gerektiğini sorarlar. Uzun ve zorlu bir yolculuğun sonunda onu
görebileceklerini öğrenirler ve yola çıkarlar. Yol boyunca kuşların bir kısmı
telef olur, yarısı yoldan döner, geriye kalan 30 kuş, zorlu vadileri hasta ve
yorgun şekilde aşarak hedeflerine ulaşır. Karşılarına çıkan Simurg
kendileridir. Simurg da kuşlara bakınca kendini görür. Karşılaşma bir aynadır.
Kâmil olma sürecinde nice zorluklar aşılır, taşın içinden çıkan çiçek gibi
sabır taşları çatlatılır. 30 kuş, tüm bedelleri göze alarak bu yolculuğu
sürdürür. Kararlılık, cüret, bedel ödeme, bu anlatının köşe taşlarıdır. Zafer,
direnenindir. Her biri de yolda ustalaşır.
Ülkemizde
70’lerin sonunda zirveye yaklaşan sınıf mücadelesi ve sol çevreler, 12 Eylül
ile zorlu vadileri aşamayan kuşlar gibi geri döndüler. 30 kuş misali, bir avuç
insan, tüm zorlukları aşarak mücadelenin kesintisiz bir süreç, geri çekilmenin
de yenilmek olduğunu ağır bedeller ödeyerek gösterdiler. Geri dönenler de
reformizmin bile gerisine düşen hattaki aynada kendilerini gördüler. Baskı ve
sömürü varsa ona karşı mücadelenin kaçınılmaz olduğu diyalektik süreci
kavramadıkça mücadeleyi bir adım öteye taşımak mümkün değildir. Diyalektiğin ve
tarihin yasaları durmanın gerileme olduğunu, doğanın boşluk tanımadığını
bildirir. Edebi metinlere yansıyan yolculuk da aşk da diyalektik bir sürecin
gereği olarak ilerlemeyi esas alarak yeniden üretilir.
Uyuşturucu
ve Yozlaşma: Bereketli Topraklar Üzerinde, Çukurova’daki
ırgatların yaşamını anlatır. Ağanın çalıştırdığı ırgatlar uzun saatler emek
vererek aldıkları parayı fuhşa, uyuşturucu ve kumara harcarlar. Bunları
yapmayan ırgata ırgatbaşı tepki gösterip onu tuhaf bulur. Uyuşturucu verilen
ırgatlar, uzun saatler çalıştırılır. Toprak sahibi feodal ise kaplumbağalara
sadistçe ateş ederek, yoz bir sevgisiz sadizmin pratiğini üretir.
Bugün
burjuvazi ve egemenler, yoksul insanların yaşadığı mahallelere uyuşturucu,
kumar ve fuhşun yerleşmesine müsaade eder. Ancak bunlarla uyuşan işçi emekçi,
düzenle mücadele kapasitesini yitirerek birbirine düşman olur ve şiddeti
birbirine, yani sınıf içine yöneltir. Medya da bu uyuşturma biçimlerinin önemli
bir propaganda aracıdır.
Çocuk
İşçiliği: Orhan Kemal’den devam edersek. Harika Çocuk ve Elli
Kuruş öykülerinde çocuk işçiliği ve yoksulluk anlatılır. Ülkemizde her yıl
60-70 çocuk iş cinayetlerinde can veriyor, resmi sayılara göre 700 bin çocuk
işçi bulunuyor. MESEM ile çocuk işçiliği yasallaşıyor. Mülteci çocuklar
patronları tarafından işkence edilerek öldürülüyor. Filistin’de 12 bin çocuk
katledildi.
Ara Söz
Mitoloji,
sömürü düzenini ve onun ürettiği insan tipini, günümüz solunu ve ideolojiyi
çözümlemede anahtar anlatılara sahip bir alandır. Kendine âşık olarak varlığını
yitiren Narkisos, telefonunun ön kamerasına bağımlı insan prototipini yansıtır.
Düzen, kendiyle ilgilenen insanı üretir.
Truvalılar,
savaşta yurtlarını kahramanca savunurken düşmanlarının kendilerine barış
armağanı diye gönderdiği devasa tahta ata aldanarak onu şehir sularından içeri
taşırlar. Zafer sarhoşluğuna kapıldıkları gece, uyudukları sırada atın içinden
çıkan düşman askerleri şehrin kapısını açarak işgali gerçekleştirirler.
Emperyalizmden
fon alan basın ve STK’ler, emperyalizmle işbirliği geliştirerek ulusal mücadele
verdiğini iddia eden özgürlük hareketi, radikal demokratlar ve onların
müttefiki reformistler, bugün sınıfsız sömürüsüz düzen kurma yolunda bedelleri
göze alan sınıf hareketlerine ideolojik savaş açanlar Truva atının içine
gizlenenlerdir.
Mantıku’t-Tayr’da 30
kuş dışındakiler geri dönerken bugünkü reformistler geri dönmeyi yolculuğun
tamamlanması için durma eylemine çevirenlerdir.
İkarus
ve babası, kaldıkları zindandan kaçmak için kuşların bıraktığı tüyleri
balmumuyla birleştirip kanat yapıp uçarlar. Ege Denizi’nin üzerinden geçerken
babası İkarus’a bir uyarıda bulunur: Yükselip güneşe yaklaşırsan balmumumu
erir, alçalıp denize yaklaşırsan kanatların nemlenir ve birbirine yapışır, iki
şekilde de denize düşersin. İkarus, babasının bulunduğu yükseklikten daha
yukarı uçar, güneş balmumunu eritir ve İkarus denize çakılır. Düştüğü yerdeki
adalara İkeria adı verilir.
Bugün
Marks’ı aştığını düşünenler de İkarus gibi haddini bilmeden zıddına
dönüştükleri için denize çakıldılar. Düştükleri yere “radikal demokrasi” adı
verildi. Radikal demokrasi hareketi, Odyseus’ta geçen Sirenlerin tatlı
ezgilerine aldanıp gemilerini kayalıklara çarpanlardır. Onlar da
reformistlerdir.
Mitolojiden
öğreneceğimiz çok şey var, o da edebi bir anlatı ve halkların anonim ürünleri,
ortak zekâ ve deneyimin üretimi.
Son
Olmayan Söz
Sabahattin
Ali, Sırça Köşk’te sınıfsız sömürüsüz düzene nasıl ulaşacağımıza dair
fikirlerini siyasi bir masal tadında kurgular. O yüzden bu anlatının özetine,
sembollerine ve iletilerine değinmeden, onu okuyup uygulamayı kendimize ödev
olarak görüyoruz.
Beklenen
Son
Kırmızı
Pazartesi romanında bir kasabada işleneceğini halkın bildiği halde
engel olmadığı bir cinayet anlatılır. Her yıl 1 Ocak tarihinde yeni bir yıla
yeni bir sayfa açıldığı yanılgısına düşülerek yeni yılda beklentilerin
gerçekleşeceği hayali kurulur. Oysaki yaşanan takvimsel bir döngüdür. 2024’ün
40 günlük sürecinde madende işçiler can verdi, anomiye dönüşen sadist
cinayetler devam etti, üniversite öğrencileri intihar etti, sendikalı oldukları
için işçiler işten çıkarıldı, ev kiraları arttı, market giderleri yükseldi,
Filistin’de çocuklar katledildiyor. Ülkü ocakları ve tarikatlar okullara girdi.
Depremin üzerinden bir yıl geçti ama halk halen çadırlarda yaşıyor, teslim
edilmiş konut yok, depremden yargılananlar için açılan toplu davalar yok...
Avrupa
ülkelerinde çiftçiler haklarını aramak için harekete geçti. Yunanistan’da
öğrenciler ülkelerinde özel üniversite açılmaması için sokaklara döküldü.
Filistin halkı yurt savunusuna devam ediyor.
Ülkemizde
Özak işçileri, feodalizmin merkezinde direnmeye devam ediyor. Akbelen köylüleri,
vatan toprağını savundukları için yargılanıyor ama geri adım atmayacaklarını
dile getiriyor. Seydişehir’de hem maden işçileri hem de köylüler eylemler
düzenleyip haklarını arıyorlar. İhtiyacımız olan, tüm bu mücadelelerin anti
emperyalist bir düzlemde birleşmesi.
İşleneceği
bilinen cinayet, sömürü düzeninin pervasızca baskısını ve sömürüsünü
katmerleştirmesi. Bu döngüyü kırmak için sömürü düzenine karşı safları
sıklaştırdığımızda kurgu tersine evrilecek ve kendi tarihimizi yazacağız.
Sonuç
ve Ödev
Şiirden,
türkülerden, atasözlerinden, halk hikâyelerinden, masallardan örnekler
vermedik. Edebiyat sosyolojisinin geniş coğrafyasından bir yöre sunmaya
çalıştık. Şiir, bu coğrafyanın dinamik kıtası.
En
geri müfredattan bile ideolojik ileti çıkarmak mümkün. Diyalektiğe göre zıtlar
savaşım halindedir ve birlikteliğe sahiptir. En geri müfredatın edebi
metinlerine dair sorulara yeni bir soru ekleyebiliriz: Şair/yazar burada neyi
söylememiştir, eksik bırakmıştır? Bu soruya öğrencinin vereceği yanıt sınıf
bilincinin oluşmasında önemli bir adımdır. Örnek bir diyalog:
Öğretmen: 1980
sonrası dönemde edebi akımlar oluşsa da topluluklar oluşmamıştır, çünkü
istibdat döneminde Servet-i Fünûn sanatçılarının bireysel konulara yöneldiği
gibi 12 Eylül sonrasında toplum üzerinde kurulan baskıdan dolayı sanatçılar da
bireysel konulara yönelmişlerdir.
Öğrenci: İyi de
hocam, toplum üzerinde baskı varsa o zaman sanatçıların daha fazla toplumsal
konulara yönelmesi gerekmez miydi?
Cemal
Süreya: “Şiir, anayasaya aykırıdır.”
Bugün
sömürü düzeninin tüm çelişkileri, kodları, insan tipleri, değerler sistemi,
yozluğu ve buna karşı geliştirilen kültür, gelenek, mücadele, değerler, bedel,
fedakârlık, cüret, kararlılık, mücadeleci yeni insan edebi metinlerde mevcut.
Yapılacak tek şey, metni ideolojik okumaya tabi tutup metne doğru soruları
soracak ideolojik hattı geliştirmek. Sonra ne taht kalır ne şah.
Taht
ve şah konusu açılmışken Satranç adlı roman da uygulama ödevimizdir.
Burjuvazi ve egemenler ile işçi ve emekçi sınıflar arasında, satranç oyunu
kurallarınca, diyalektik bir mücadele verilir. Burjuvazi ve egemenlerin her
hamlesine zamanında yanıt verilip onların hamlesi önceden hesaplanmazsa yenilgi
kaçınılmazdır. Satrançta beyaz taşlar bize düştü. Şah, sınıfsız sömürüsüz düzen
idealimiz; vezir, ideolojimizi taşıyacak sınıf hareketimiz. Onların ayakta
kalıp sömürüyü mağlup edebilmesi için her birimizin halkın öğretmeni, doktoru,
avukatı, işçisi, mühendisi, emekçisi olmak gibi tarihsel zorunluluğumuz var. Bu
bilinçle hareket etmedikçe kara taşlar bizi bir bir sömürerek insanlık
tahtasından dışarı çıkaracak. Emeğimizin karşılığını ve hedeflediğimiz düzeni
ancak bu şekilde kazanabiliriz: Birlikte, daha ileri.
Edebiyat
sosyolojisinin coğrafyası biraz da botanik bilgisi gerektiriyor. Yanlış
bahçelerde doğru çiçek aranmaz. Bahar gelmiyorsa onu getirmek için kayayı delen
çiçek gibi inatçı olup gerekirse sınıf bilincinin tohumları kayalıklara
ekilecek ve muhakkak filiz verecek. Yeter ki biz kararlı olalım.
S. Adalı
10
Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder