OHAL
dönemi sonrası şube müdürlüğü başta olmak üzere müdür ve müdür yardımcısı
alımlarında görevlendirilen Türk Eğitim Sen’li öğretmenlerin sayısı artmaya
başladı. Bu artış, sadece bir kadro paylaşımı meselesinden öte, yeni bir eğitim
öğretim anlayışının tesis edilmesinin başlandığının deliliydi.
Süreç
içerisinde eğitim kurumlarında dinsel ve milliyetçi politikalara uygun
şekillenme ivme kazandı. Son Mayıs seçimlerinin ardından yeni eğitim öğretim
yılı Çedes ve Ülkü ocakları protokollerinin pratiğe geçmesiyle başladı. Çedes
ile okullara “manevi danışman” görevlendirilmesi önce pilot seçilen illerde
başlatıldı.
Akla
ilk gelen soru okullardaki pedagojik formasyona sahip din kültürü ve ahlak
bilgisi öğretmenlerinin neyi eksik bıraktığı yönündeydi. Soruyu biraz daha
genişletirsek, psikolojik danışman ve rehberlik servisi, sınıf rehber
öğretmenleri, meslek ve branş öğretmenleri neyi eksik bırakıyordu?
Sadece
sınıf rehber öğretmeni sınıfındaki öğrencilerin içinden geldiği toplumsal
şartları ve aile yapısını bilerek her çocuğa farklı rehberlik yöntemleri
uygular. Özel durumu olan, sınıfsal konumu farklı, aile yapısıyla ilgili çocuğu
etkileyen durumları meslektaşlarıyla paylaşarak çocuklara sunulacak eğitim ve
öğretim sürecinin en uygun hâle getirilmesine yardımcı olur. Gerektiğinde okul
rehberlik servisiyle ve aileyle iletişime geçer. Öğrenciler, güven duygusunu
bir öğretmende hissettiğinde ona sorunlarını açarak sorunun çözümündeki ilk
adımı gerçekleştirmiş olur.
Öğrenciler
çok iyi gözlemcilerdir, öğretmenini gözlemleyip ona neyini ne kadar anlatıp
paylaşacağını bilirler. Özetle, rehberlik etme konusunda çok iyi öğretmenlere
sahibiz. Özellikle sınıf bilincine sahip ve mesleki anlamda kendini geliştiren
öğretmen, öğrencinin sınıfsal durumunu iyi çözümleyerek ona nasıl yaklaşması
gerektiğini bilir. Kibir sahibi değildir, kendini eksik gördüğü noktalarda
uzman kabul ettiği meslektaşlarından ve rehberlik servisinden destek alır.
Okullarda görevlendirilecek manevi danışmanın hangi “manevi boşluğu doldurmak”
için faaliyet gösterdiği sorusunun yanıtı sınıfsal perspektifle çözümlenebilir.
Yazımızın sonunda buna değinmeden bu protokollere biraz daha değinmek
gerekecek.
İkinci
protokol ise Balıkesir başta olmak üzere ülkü ocaklarıyla imzalandı. Ülkü
ocakları, okullarda çorba dağıtıp ardından okul bahçesinde, sembolleri olan el
işaretini yaparak fotoğraf çektiriyor. Yarıyıl tatilinde 1970’te Ankara’da
öldürülen ülküdaşlarını “şehit” kabul ederek onun adını verdikleri bir
etkinlikle lise öğrencilerine konferanslar vererek “Türk gençliğini
bilinçlendirdiklerini” iddia ediyor. Son üç yılda İstanbul özelinde özellikle
liselerin duvarları ırkçı sloganlarla dolduruldu. Her şey adım adım geliyor,
taviz tavizi doğuruyor. Ardından bağlı oldukları partinin pankartları okul
duvarlarına aralıksız şekilde asıldı. İzmir’de bir okula Esat Oktay Yıldıran
adı verilince oluşan tepkilerin ardından okulun adının değiştirildiğini, bunun
da nedeninin toplum hafızasında olumsuz bir yere sahip olduğundan kaynaklı
olduğu belirtildi. Sosyal medya paylaşımlarında ülkücü hesaplar, eğitimin milli
olduğunu ve bu kararın doğru olmadığını belirtti. Bu, sadece bir nabız
yoklamaydı.
Kimdir,
nedir ülkü ocakları? Ülkemizde sınıflar mücadelesi belirli aralıklarla
kesintiye uğrasa da yeri geldiğinde zayıf düşse de bir şekilde varlığını
sürdürüyor, çünkü asıl çelişki hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Anadolu
tarihinde vergilerden ve adaletsizliklerden kaynaklı mücadeleler Kalender
Çelebiler, Baba İshaklar, Pir Sultanlar, Bedrettinler, Dadaloğulları ile
egemenler arasında mücadele boy vermiştir. Bu kollektif bilinç, Anadolu
insanının kodlarında süregelir. Aynı ruhla, egemenlere rağmen Anadolu’yu
işgalden kurtaran da yine yoksul halktır fakat yine yoksulluk ona dayatılmış, halk
topraksızlaştırılmış, emperyalizmle kurulan ilişkiler sonucunda sömürülmüştür,
hâlen daha sömürülmektedir.
1960
sürecinde üniversitelerde başlayan öğrenci hareketleri sınıfsal bir öze
sahiptir ve işçi köylü sınıfıyla bağların kurulması gecikmemiştir. Ülkü
ocaklarının tohumları da bu dinamizmi durdurma amacıyla ortaya çıkmıştır. Bir
yanda sınıfsız sömürüsüz bağımsız bir yurtta yaşama ideali için verilen
mücadele ivme kazanırken diğer yanda paramiliter güçlerin kamplarda aldığı
eğitimlerle pusular kurdurduğu, işçi-öğrenci-köylü katliamları ve yurt
baskınları yaptırdığı ülkü ocakları sahnededir. 12 Mart’a kadar güç
toplayamayan bu çevreler, 76 sonrasında solun toparlanma sürecinde sahneye daha
çetin bir şekilde çıksa da sınıfsız sömürüsüz düzen isteyen sınıf hareketlerini
durduramadığından 12 Eylül gelmiştir.
Maraş,
Çorum, Sivas, Bahçelievler, yurt baskınları, 16 Mart paramiliter çevrenin
katliamlarıdır. Cumhuriyet savcısı Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Bedrettin Cömert
ve gazeteciler kimler tarafından katledildi diye bir araştırma yapıldıktan
sonra geçtiğimiz aylarda Farah Abdullahların da Yılmaz Güney’e ne üzerinden
saldırdığı ve nereye mesaj verdiği daha net anlaşılabilir.
Ülkücü
hareket, vatan sevgisine sahip değildir. Akbelen’de vatan toprağını savunan
anaların yanında yoktur. Irmağına deresine öleceğini söyleyenler kendi
çocuklarına “bedelli” askerlik yaptırır. O derede emperyalistler HES kurup, o
Kaz Dağları’nda Kanadalı şirket altın madeni aramak için yurdu işgal ederken
ülkücü hareketten ses çıkmaz. Ülkücü hareket, Starbucks’a girip boykot
konuşması yapar ama İsrail’e gönderilen ticaret gemilerinin durdurulması için
bir limanda protesto düzenlemez. Mülteci düşmanlığı yapar ama ülkesine
emperyalistlerin gelip fabrika açarak kendi insanını ayda 300-400 dolara
sömürmesine müsaade eder. İsveç’te Kur’an yakılır, fakat İsveç’in emperyalist
askeri paktlara girmesi için mecliste onay verir. Onun secdegâhı limanlardır,
kıblesi de emperyalizmin filolarıdır. Manukyan’ın sokaklarının boyanıp
süslenerek emperyalist askerlerin orada misafir edilmesine ses çıkarmaz. Maraş
katliamına bakıp Gazze’nin doğmamış çocuklarını göremiyorsak ülkücü harekete
bakınca da siyonizmi göremeyiz.
Ülkücü
hareketin gençliğe vereceği yurtsever bir değer yoktur. Gençlik, gelecek
kaygısı bile taşımayacak aşamaya geçip bir boşlukta savruluyor. Uyuşturucu
çetelerinin hedef kitlesi durumunda. Ülkücülerin uyuşturucu çetelerine yönelik
bir eylemi yoktur fakat mahallesini uyuşturucu çetelerinden korumak için
katledilen gençlerin katilleri ülkü ocaklarıyla iltisaklı çıkıyor.
Eli
sınıf mücadelesi veren işçinin kanıyla boyalı olanların okullarda da yeri
olamaz. Gençliğin yurtsuz vatanseverliğe, sömürülü geleceğe, uyuşturucuyla
zehirlenmiş algıya ve bedene, nefretle doldurulmuş ırkçılığa, ülkesini
emperyalist pazara çevirecek politikaya ihtiyacı yok.
Yarının
teminatı olan gençliğin kendi potansiyelini geliştireceği, farklılıklarından
dolayı dışlanmayacağı, sağlam bir psikolojik dayanıklılıkla enternasyonal bir
yurtseverliğe sahip sınıf bilinciyle hareket edip insanca yaşayacağı sınıfsız
sömürüsüz bir düzene ihtiyacı var. Irkçıların tarikatçıların çorbasını dağıtan
kepçeyi tutan elin kimin eli olduğu görülmesin diye imzalanan bu protokoller
karşısında sessizliği bir duyarsızlaştırma politikası olarak belirleyen sollar
ve sendikalar, fiili meşru mücadelenin özünün ne olduğunu hatırlamak zorunda.
Önce
okul duvarlarıyla başladı, sonra etkinlikler düzenlenip kitap dağıtıldı, sonra
da çorba dağıtıldı. Kimin çanağından çorba içilmeyeceğini bir kez daha bilmemiz
gerekiyor. “Sendikalar bu saldırıyı durduramazsa” cümlesi hükmünü yitirmek
üzere, çünkü istenmeyen durum gerçekleşmiştir.
Ülkücü
hareket de tarikatlar da STK değildir. Trakya’da bir Eğitim-Sen şube
yönetiminin ülkücülerin okullarda çorba dağıtması üzerine “Protokol var mı?”
diye tepki göstermesi, yasal ile meşrunun ayrımını yapamayacak STK ve renklilik
anlayışının bizi getirdiği yeri gösteriyor. STK’cı sendikacılığın bizi
götüreceği yer, sömürü düzeninin en katmerli hâlidir.
Kapılarımızı
çarpılayanlar, tarım ve inşaat işçisine saldıranlar, emperyalist şirketleri
ülkemize çağıranlar, aydınlarımızı demokratlarımızı katledenlere, sömürünün
dostluğunu kendine tarihsel görev bilenlere karşı öğrencilerimizi/gençliğimizi
sınıfsız sömürüsüz bağımsız bir düzen kurma yolunda bedeli canıyla ödeyenler
adına hiçbir şekilde bu zihniyete teslim etmeyeceğiz. Ne onların dağıtacakları
kitaplara ne çorbalarına ne de etkinliklerine öğrencilerimizi muhtaç edeceğiz. “Ferman
başbuğunuzun” olabilir ama liseleri de hiçbir okulu da size teslim etmeyeceğiz.
“Okulda,
camide, kışlada siyasetin yeri yok” diyenlerin riyasıyla sendikaları ve solu
yurtsuzlaştırıp emperyalizmi dost bilen sözde “yurtseverlerin” peşine
takılanların arasına sıkıştırılmaya çalışılan gençliğe yol açmak, sınıf
mücadelesinin en meşru tarihsel görevi. Türk-İslam sentezinin uygulamaları adı
altında sınıfsız sömürüsüz bir düzenin kurulmasını geciktirmeye çalışanlarla
mücadele, sınıf siyasetinin, yurt bilincinin ve insan olmanın en temel
görevlerindendir ve meşrudur. “Ama, fakat, yasal, ne olacak ki, çok abarttınız,
sınıf siyaseti yürütenler ulusalcı” gibi algı manipülasyonunun da sendikaların
ve solun kodlarında olmadığı, bu kodların emperyalist akılla yerleştirildiği
bilinmediği sürece bu protokol faaliyetleri sürecek.
Çedes
ile İranlaşmaktan kaygı duyanlar, meselenin Afrikalılaşmak olduğunu anlamamakta
ısrar edenler. Tüm bu protokoller de aynı değirmene su taşıyor. Son olarak, “sınıf
mücadelesi yaşamın her alanındadır ve mücadele her yerdedir” diyerek Ahmed Arif’in
şiirini hatırlatıyoruz:
“Öyle
yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?” [Ahmed Arif]
S. Adalı
1 Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder