Pages

28 Şubat 2024

Siyasi Partiler ve Önümüzdeki St. Petersburg Seçimleri



Aşağıda Lenin tarafından 13-14 (26-27) Ocak 1907 tarihlerinde kaleme alınan “Sosyal Demokratlar ve Duma Seçimleri” adlı broşürün IV. bölümünün çevirisine yer veriliyor. Yazının genelinde olduğu gibi bilhassa şu paragrafta geçen “Kara-Yüzler”i AKP-MHP faşizmi; “Kadetler”i CHP olarak okumak mümkün: Kara-Yüzler tehlikesi, Kara-Yüzlerin aldıkları oyların ardında değil, tam da hükümetin şiddete başvurma ihtimalinin, seçmenlerin tutuklanması ihtimalinin, vb.nin ardında yatıyor. Bu tehlikeyi savmanın yolu Kadetlerin kuyruğuna takılmaktan değil, kitlelerde devrimci bilinci, devrimci kararlılığı geliştirmekten geçer. Oysa bu bilincin ve kararlılığın gelişmesini herkesten çok Kadetler engelliyor.” Yazının dipnotunda geçen “ya liberal burjuvazi ya devrimci proletarya”, bugün unutulmuş bir ayraç olarak hatırlatılmayı bekliyor.

* * *

Siyasi Partiler ve Önümüzdeki St. Petersburg Seçimleri


St. Petersburg’daki seçimlerden sonra olaylar şimdi nasıl görünüyor?

Seçimlerde üç ana listenin yarışacağı şimdiden belli oldu: Kara-Yüzler, Kadetler ve Sosyal-Demokratlar.

İlkini Oktobristler destekleyecek; ikincisini Menşevikler ve Halkçı Sosyalistler, üçüncüsünü ise muhtemelen Trudovikler ve Sosyalist-Devrimciler; ne yapacağına karar verememiş partilerin, henüz net bir cevabı olmayan partilerin de (kısmen Sosyal-Demokratlar içindeki bölünme sebebiyle) Kadetlerin yanında yer alması da büyük bir olasılık.

St. Petersburg’da bir Kara-Yüzler tehlikesinden söz edilebilir mi, ya da şöyle soralım, Kara Yüzlerin seçimleri kazanma tehlikesi var mı? Menşevikler ki onlar şimdilerde sosyalistlerden ayrılıp Kadetlerin kuyruğuna takılmış durumdalar, böyle bir tehlike mevcut diyorlar.

Bu, düpedüz bir yalandır.

Kadetlerin Reç’inde bile, son derece sakınımlı ve diplomatik, her ayrıntısında liberallerin çıkarlarını koruyan şu Reç’te bile Bay Vergezhsky imzalı bir makalede, Oktobristlerin, seçim gösterilerinde tümüyle geri planda kaldıklarını ve seçmenlerin Kadetlerle sosyalistler arasında bocaladıklarını okuyabiliyoruz.

Seçim gösterilerinden ve Lidval vakasının[1], Herzenstein[2] katillerinin yargılandığı davanın bıraktığı izlenimden, Kara-Yüzler zulmünün açığa çıkmasından, vb. edindiğimiz tüm bilgiler, Sağcı partilerin seçmenler arasında pek de sevilmediğidir.

Buna rağmen seçimlerde hala bir Kara-Yüzler tehlikesi olduğundan söz edenler hem kendilerini hem de işçi kitlelerini aldatıyorlar. Bir Kara-Yüzler tehlikesi var diye yaygara koparıp ağlamanın yalnızca bilgisiz seçmenlerin desteğini kazanmak için Kadetlerin bir girişimi olduğu ortada.

Kara-Yüzler tehlikesi, Kara-Yüzlerin aldıkları oyların ardında değil, tam da hükümetin şiddete başvurma ihtimalinin, seçmenlerin tutuklanması ihtimalinin, vb.nin ardında yatıyor. Bu tehlikeyi savmanın yolu Kadetlerin kuyruğuna takılmaktan değil, kitlelerde devrimci bilinci, devrimci kararlılığı geliştirmekten geçer. Oysa bu bilincin ve kararlılığın gelişmesini herkesten çok Kadetler engelliyor.

St. Petersburg’daki gerçekten önemli mücadele, Kadetlerle Sosyal-Demokratlar arasındadır. Trudovik partileri kendi güçsüzlüklerini en ılımlı ve yarı-Kadetçi “Halkçı Sosyalist Parti” ile hareket ederek ve nihayet bağımsız ve sağlam bir tavır gösteremeyerek kanıtlamışlardır zaten.

Şayet Menşevikler seçim arifesinde sosyalistlere ihanet ederlerse, Trudoviklerin ve Sosyalist-Devrimcilerin bizim söylemlerimize sahip çıkacakları tartışmasız olacak. Her yerde olduğu gibi St. Petersburg’da da engellenen seçmenler yoksul halktır; onlar da hiç şüphesiz Kadetleri değil, sosyalistleri ve Trudovikleri izleyecekler. St. Petersburg’daki seçimler böylece esas mücadelenin önemini ortaya koyuyor; bu mücadele daha önceden tüm Rusya’da Rus devriminin akıbetini ilgilendiren köklü sorunlar ortaya çıktığında da ortaya konmuştu.[3]

Menşeviklerin ihaneti seçim kampanyasında işimizi daha da zorlaştırıyor; ama tam da bu durum, bağımsız bir Sosyal-Demokrat kampanya yürütmenin önemini arttırıyor. Proletarya, küçük burjuvazinin kararsızlığı ile mücadele etmede sınıf bilincini ve kitle dayanışmasını arttırmaktan, politik gelişimin deneyimleri aracılığıyla onları eğitmekten başka bir araca sahip değil ve olamaz da.

Trudovikler kararsızlık yaşar ve Menşevikler de çeşitli pazarlıklara girişirken bizler de tüm enerjimizi bağımsız bir ajitasyon çalışmasına vermek zorundayız. Herkes biliyor ki Sosyal-Demokratlar her koşulda ve başarısızlığa düşmeksizin kendi listeleri ile çıkıyorlar. Tüm yoksul seçmenler biliyor ki yapacakları tercih Kadetlerle sosyalistlerden birini tercih etmektir.

Seçmenler bu tercih üzerinde kafa yormak durumundalar. Her durumda bu eylem tam da kitlelerin politik bilincini geliştirmeye yardımcı olacaktır ve bu da Kadetlerden X kişisinin ya da Y kişisinin sandalye kazanmasından çok daha önemlidir. Eğer kentli yoksul kitleler Kadetlerin sözlerine kanarlarsa, eğer bir kez daha Gurko ve Kutler ve de Milyukov’un “barışçı” ilerleme ve “barışçı” yasama gibi liberal laf ebeliklerinin ve liberal vaatlerinin şaşaasına kapılacak olurlarsa, olaylar onların hayallerini paramparça edecektir.

Devrimci Sosyal-Demokratlar kitlelere tüm gerçeği söylemeli ve kendi yollarından şaşmamalıdırlar. Proletaryanın verdiği mücadele sonucu Rus devriminde elde edilmiş gerçek kazanımların tutkunu olanlar, çalışan ve sömürülenlerin içgüdüsüne sahip olanlar proletarya partisinin izinden gideceklerdir. Bu partinin görüşlerindeki doğruluk, Rus devriminin gelişmesinin her yeni aşamasında kitleler için daha da ve daha da açık hale gelecektir.

V. I. Lenin
25 Ocak 1907
Çeviri: Marksist-Leninist Arşiv

[Kaynak: Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moskova, Cilt 11, ss. 431-455.]

Dipnotlar:
[1] Lidval Vakası: Büyük işadamı ve spekülatör B. Lidval ve İçişleri Bakanı V. I. Gurko vakası. Gurko’nun yardımıyla Lidval, Rusya’nın kıtlık çeken kırsal bölgelerine 1906 yılı Ekim-Aralık ayları arasında, 10,000,000 pud çavdar temin edeceğine dair hükümetle bir anlaşma yaptı. Lidval, Gurko’dan hükümet fonlarından avans mahiyetinde büyük miktarda ödeme aldı; ama 1906 Aralık ayı ortalarına gelindiğinde toplam tahıl miktarının onda birinden daha azı demiryollarına getirildi. Hükümet fonlarının zimmete geçirildiği ve kıtlık üzerinden spekülasyon yapıldığı herkesçe anlaşıldı ve bu olayı yargı önüne taşıması için hükümete baskı yapıldı. Ama olay hiçbir zaman yargıya intikal etmedi; olayın Gurko’ya maliyeti ise onun yerinden edilmesi oldu. Lidval vakası, çar hükümetinin halk karşıtı politikalarının açığa çıkmasını sağladı ve beraberinde Sağcı partilerin İkinci Devlet Duması seçimlerinde başarısızlığa uğramasını getirdi.

[2] Lenin burada, (18 (31) Temmuz 1906’da Finlandiya’da Kara-Yüzler ajanları tarafından öldürülen) Birinci Devlet Duması’nda bir Kadet temsilcisi olan M. Y. Herzenstein’ın katillerinin çar hükümeti tarafından yapılan gülünç yargılanmasına gönderme yapıyor. Gerçek böyle olduğu halde kamuoyunun genişçe bir kesimi cinayetin sorumlularının kimler olduğunu biliyordu; çar hükümeti katillerin ceza almasını engellemek için elinden geleni yaptı. Soruşturma kasten yavaş yürütüldü, duruşmalar pek çok kez ertelendi ve nihayet 3 (16) Nisan 1907’de dava düştü.

[3] Bununla ilgili ilginç bir olay da sonraki gün seçmenlerin Kolomna’da yaptıkları mitingdir. “Trudovik” Vodovozov (sırf, Kadetlerdense Trudoviklerden yararlanma amacıyla açıkça bir Trudovik olmuştur) sol partiler bloğu içerisinde Kadetlere altı sandalye yerine iki sandalye verilmesi yönünde bir çözüm önermiş ve önerisini sağlam kazığa bağlamıştır. Bu ne budalalık böyle! Bir kere sandalyeleri daha az düşecek şekilde dağıtmazdan evvel kazanmak gerekir Bay Vodovozov, Kadetlerin peşi sıra sürüklenmek değil! Ama böylesine “gürültücü bir lider” önderliğinde yapılan böylesi bir miting bile kitlelerin Kadetlerdense Sola meylettiklerini göstermektedir. Bizler, bu kitlelerin önüne alternatif olarak çıkmak zorunda bırakıldık: ya liberal burjuvazi ya devrimci proletarya. -Lenin

Tarihimizin Ustaları-3: Kanlıgeçit


Osmanlı’nın imzaladığı anlaşmalar sonucu güney bölgesini işgal eden Fransızlara karşı ilk kurşun, Hatay’ın Dörtyol ilçesinde atılır. 30 Ekim 1918’de Mondros imzalanır. 19 Aralık’ta ilk kurşunu atan, Ömer Hocaoğlu Mehmet Çavuş’tur.

Fransız yandaşı bir kişiyle çıkan kavga sonrası Fransız askerlerinin onun saklandığı köye geldiğinde taşlardan barikat kuran köy halkı, onunla birlikte düşmana 50 metreden ateş açar. Hem yurtlarını savunurlar hem de kardeşini koruyup düşmana teslim etmezler. Anadolu insanının, başlarında bir ordu olmadığı halde çeteler savaşına girmesi, onun yurtsever özelliğinin kanıtıdır. Bazen bir köprü bazen bir köy bazen bir insan, vatan bilincinin mekânına dönüşür.

Dörtyol halkının bu direnişi, Antep, Maraş ve Osmaniye’yi de etkiler. Eski adıyla Cebelibereket'te Rahime Hatun adlı dört çocuk anası bir kadın, Kanlıgeçit çetesine katılır, komutanlık yapar, at biner, atış yapar. Fransızların yerleştiği, bir işbirlikçiye ait konağa düzenlenen baskında şehit olur ama saldırı hedefine ulaşır.

Çetelere katılan başka bir kadın da Gördesli Makbule’dir. O da eşiyle birlikte çete harbindeki yerini alır.

Deli Dumrul anlatısında Azrail’e kafa tutan Dumrul pes edince, Azrail de onun için kendi canını feda edecek birini bulursa Dumrul’u affedeceğini söyler. Bunun üzerine en yakınlarına başvuran Dumrul’a anne babası dâhil kimse canını vermek istemez, bir kişi dışında: eşi. Sadece eşi, onun için canını vereceğini, o olmadan dünyanın da anlamsız olduğunu, yarım kalacağını söyler. Bunun üzerine anne babanın canını alan Azrail, aldığı ömrü Dumrul’a ve eşine verir. Eş olmanın can yoldaşlığı olması gerçeği düşünüldüğünde, Dumrul’un eşinin taşıdığı aile ve eş bilinci vatan savunmasında Gördesli Makbule’de hayat bulur.

Eşi efedir, kendisinin yeri de onun yanıdır. Anadolu’nun iç bölgelerine kadar giren düşman ordusunu düzenli ordu Ege’ye doğru püskürtürken bir darbe de geriden gelir: Gördesli Makbule ve eşinin çetesinden. Makbule de bu çarpışmalardan birinde şehit olur.

Çete savaşlarında ve öncesinde, Anadolu tarihinde kahramanlık gösteren kadınlar hep vardır. Bu damar, en zor dönemlerde ortaya çıkar. Rahime ve Makbule de hem kadın hem ana hem eştir. Onlar, vatan toprağını işgalcilerden korumak için bir emir beklemeden öne atılıp çocuklarını evde bırakabilmişlerdir. Onlar, o çocukların işgalci çizmesi altında ezilmemesi için mücadele ettiler.

Filistinli çocuklar kendilerine uzatılan mikrofona, mutlaka kazanacaklarını ve siyonizmi topraklarından kovacaklarını söylüyorlar. Erken büyüme olarak da kabul edilebilecek bu durum, hem çocukluğun sınıfsal olduğunu hem de kime güveneceklerini bildiklerini gösteriyor. Kız çocukları da böyle yetişiyor, Leyla Halidler hâlen yaşıyor.

Aynı şekilde, Nazilere karşı direnişte yer alan kadınlar da çocuklarını evlerinde bırakıp siperlere koşmuşlardı.

Ukrayna Savaşı başladığında basına servis edilen bir görüntü vardı. Bu görüntüden önce feministler ve çevreleri Ukrayna’dan kadınların ve LGBT’lerin savunmasız olduğunu iddia edip Ukrayna’da emperyalizmin yeni üslerinin kurulmasına sessizce onay veriyorlardı. Daha sonra LGBT’lerin neonazi taburlarında yer aldıkları, Almanya’da bir LGBT festivalinde “Babamız Bandera” şarkısını hep birlikte söyledikleri görüldü. Basına servis edilen görüntü şuydu: Ukraynalı kadınlar silah kuşanıyor, lojistik hazırlıyordu. Bu kez de ülkemizdeki aynı çevreler, Ukraynalı kadınların yurtlarını savunduğunun ve bu kahramanlıklarıyla tarihe geçeceklerinin propagandasını yaptı. Gerçek öyle değil, çünkü Ukraynalı kadınlar, yurtsever bilince sahip olsaydı ya da geçmişlerinin Sovyet olduğunu unutmasalardı, neonazilerin, fondaş STK’ların, Maydan Meydanı’nda konuşma yapan emperyalist yetkililerin, darbe yapanların, üsler kurmak isteyen emperyalistlerin ülkelerine girmelerine karşı direniş gösterirlerdi ama asıl sorun bizim içimizden sol görünüp Zizek gibi emperyalizmi savunanlar.

Onlar, hiçbir emir beklemeden yurdunu savunan Anadolu kadınlarından, fabrikalarda greve çıkan işçi ve anne kadınlardan, temizlik işine giden kadınlardan, bir bütün olarak işçi ve emekçi kadınlardan “utanıyorlar”. Bu yüzden feminizm burjuva ideolojisidir, küresel barış hareketine dâhil olup ezilen halkların direniş gücünü kırmak ve onların daha çok sömürülmelerine cevaz vermek için emperyalizmin yerel aygıtları görevini yerine getiriyorlar.

Tarlada, atölyede, ev işlerinde, fabrikada, iş yerlerinde ter döken kadınlarla 8 Mart etkinliği yapmazlar. Onların yeri Taksim’dir. Rengarenk boyanıp ellerindeki mor bayraklarla “patriyarka eleştirisi” adı altında erkek düşmanlığı yaparlar. Bu düşmanlık da erkek işçi ve emekçinin direnişine omuz vermeyerek pratiğe geçiyor. Filistin direnişçileri de fabrika işçileri de onlara göre “eril ve geridir”. Anadolu insanını anti-emperyalist mücadeleye katmak da “geridir”.

Anayurdunuz sosyal, kültürel, ekonomik olarak işgal altındaysa anti-emperyalist mücadele geri midir? Diliniz, emperyalizmin yaydığı kavramlarla dolup düşünce sistematiğiniz çarpıtıldıysa? İnsanınız artan döviz kurundan kaynaklı ilâç alamıyorsa? Emekçi sınıflara mensup insanların geleceğe dair güveni ve inancı kalmamışsa, bu yüzden, bugününü uyuşturucuyla zehirliyorsa? Soma’da, Ermenek’te Şırnak'ta, Van’da, Karadeniz’de işçiler ve halk afetlerde toplu şekilde can veriyorsa, madenlerde göçük altında kalıyorsa? Medyanın nefret dolu anti-sınıfsal diliyle insanınız kimlikler üzerinden birbiriyle çatışıyorsa? Her yanınız anti-emperyalist olmayıp şirketleşen tarikat kuşatması altındaysa? Fonlanan LGBT ve feminist çevreler, çocukların cinsiyet değiştirmesi için çabalıyorsa? Sınıf bilinci baskılansın ve yakınınız iş cinayetlerinde can verdiğinde hak aramasın diye Kars’ta bir okulda maket mezar başında çocuklara ölüm karşısında “sabırlı olma” eğitimi değer diye verilmeye çalışılıyorsa? “Torpille işe girmek hoş değil ama kazanç helaldir, faizli parayla da hac görevinizi yerinize getirebilirsiniz, işçi ölümü onun kaderidir” diye fetvalar veriliyorsa? Çocuklar iş cinayetlerinde can veriyorsa? Kadın işçiler temizliğe gittiği evin penceresinden düşüp ölüyorsa? Odun ve kömür alamadığından çocuklarını fön makinesiyle ısıtmaya çalıştıktan sonra bir ana diğer odaya geçip intihar ediyorsa? Kadınlara hayatta kalabilmenin bir yolunun da bedenini pazarlamak olduğunun propagandası yapılıyorsa? Vatan toprağınızı emperyalist şirketler, maden arama adı altında sömürmek için ağacınızı ve insanınızı sömürüyorsa? İthalatla gıda ürünleri karşılanan fakat tarım ülkesi olan bir coğrafyada köylüler ürünlerini döküyorsa? Hiçbir ülkenin kabul etmediği asbestli gemi ve geri dönüştürme imkânları bulunmadığı hâlde ülkenize çöp getiriliyorsa? İlerici diye yüceltilen Avrupa insanı “rahat” etsin diye emperyalizmin mağduru olup göç yollarına dizilen işçi ve emekçi halk sınıfları ülkenizde iş cinayetlerinde can veriyorsa? Özel üniversiteler her yanımızı sarmışsa? Öğrenciler asansörlerde can veriyor ve maddi imkânsızlıklar nedeniyle öğrenimlerini bırakıyorsa? Nüfusun önemli bir bölümünün kira ücreti, asgari ücrete ülke genelinde yaklaştıysa? Yaşını almış insanlar ve emekliler hâlen çalışıyorsa ve çatılarda çalışırken can veriyorsa? Analar, dağılmış pazar yerlerinden ve çöpten yiyecek topluyorsa? Tüm bu ve daha fazlası sorular yaşamda öylece duruyorsa, halen anti-emperyalist mücadele imkânsız mı, küresel barış hareketlerine dâhil olarak sessiz mi kalmalıyız?

Tayyar Rahimeler demek tarihimiz demektir, onların hatırası da vatan toprağı ve anti-emperyalizm bilincidir, o tarihe sırt dönmek, yurtsuzlaşmaktır. Kadın, yaşamı doğurur ve tepeden tırnağa emektir. Toprağa ilk yabani tohumları atıp tarımı başlatandır.

Bugün sınıfsız sömürüsüz düzen yolunda en özverili insan, yine kadındır. Ezilmiş, sömürülmüş ve baskı altına alınmıştır. Tüm bunların nedeni de emperyalizm ve sınıf çatışmasıdır. Onun emeğinin karşılığını alması ve eşitlik hakkını burjuvaziden kurtarmasının tek yolu, mücadeleye katılmasıdır. Kadının kurtuluşu da sınıfsız sömürüsüz düzenle mümkündür. Onun başaramayacağı bir şey yoktur.

Kadının kurtuluş ideolojisi, emperyalizmin eli olan feminizmden kurtarılmalıdır. Tarihimiz, sınıf ve yurt mücadelesi için bedeller ödeyen kadın kahramanlarla bir hazineye dönüşmüştür.

Sınıf mücadelesi, kapitalizmin tüketiciye dönüştürerek kendi bedenine odaklandırdığı kadına korunması ve yüceltilmesi gereken bedeninin, üzerinde emeğini ürettiği vatan toprağı olduğu bilinci verilmek suretiyle ivme kazanır. O kadın da Tayyar Rahimelerin, Akbelenli anaların mücadele azminde yaşıyor. Arkadaştan eşe ve yoldaşlığa kadar çevremizde ilişki kuracağımız kadın, sınıf mücadelesiyle kuşanan anti-emperyalist bilince sahip kadınlardır. Mücadele öznelerinin alanı bu yönde genişletildiğinde, idealimiz olan o düzen de yakın bir gelecekte hayat bulacaktır.

Kadınların mücadelesi erkeklerle omuz omuza yürüdüklerinde gelişir, erkeklerin de onların cesaretinden öğreneceği deneyimler var. Bunun yolu da mücadele içinde birlikte dönüşmektir. Bu yüzden aşk da ideolojik, güzellik plastiktir. Kapitalizm ise birinciyi ikinciye naklederek kadını metaya dönüştürüyor. Emperyalizmin sömürüsüne teslim edilecek kadın bedeni yoktur. O ve cinsiyeti fark etmeksizin tüm emekçi bedenler hakkında karar alma yetkisi bütünden/toplumdan yalıtılmış parçaya/bireye ait değildir. Parmağımız kanadığında onu tedavi ettiriyorsak, bunun nedeni parmağımızın vücudumuzun bir parçası olduğu gerçeğidir. O parmak da mücadelenin pratiğini üretir, doğru yere işaret ederse.

S. Adalı
26 Şubat 2024

27 Şubat 2024

Ekim Dersleri


İki yıl önce Moskova Sovyeti’nin genel kurul toplantısında konuşan Vladimir İlyiç, artık pratik çalışma yolunda ilerlediğimizi, sosyalizme yalnızca parlak renklerle tasvir edilecek bir ikona olarak bakmadığımızı söyledi. Devamında, “Doğru yola girmeliyiz. Her şeyi sınamak zorundayız. Kitleler ve tüm halk, yöntemlerimizi sınamalı ve şunu söylemeli: ‘Evet, bu düzen eskisinden daha iyi.’ […]” Bugün önümüze koyduğumuz işte görev budur.

Toplam nüfusa oranla küçük bir grup olan partimiz, bu görevi üstlendi. Bu küçük grup, her şeyi değiştireceğini taahhüt etti ve gerçekten de her şeyi değiştirdi. Bu değişimin bir ütopya, bir hayal değil, içinde yaşadığımız bir gerçeklik olduğu görüldü. Her şeyin değiştiğini kendi gözlerimizle gördük. Bu değişimi öyle bir şekilde yaptık ki proleterlerin ve köylülerin büyük çoğunluğu şunu söylemek durumunda kaldı: “Siz kendinizi övmeyin, biz sizi överiz. Öyle güzel sonuçlar elde ettiniz ki aklı başında hiçbir insan, eski düzene dönmeyi aklına bile getiremez.”

Parti, sürekli ve yorulmak nedir bilmeden çalışıyor. 1924’te yapılan partili olma çağrısı, bize emekçi kitlelerin KP’yi kendi partileri olarak gördüklerini gösterdi. Bu, önemli bir husus. Bu, gerçek ve kalıcı bir başarıdır ve ufak bir övgüyle geçiştirilecek bir konu değildir. Ülkede henüz çok az şey yapmış olmamıza rağmen, kitleler, bizi birçok konuda övme gereği duyuyorlar.

Partimiz, köylülüğe ve yalnızca tüm köylülüğe değil, aynı zamanda yoksul ve orta tabakaya da büyük önem veriyor. Parti, alt sovyet aygıtının iyileştirilmesi için çalışıyor; köylerde oluşturulmuş olan nüvelere yaptıkları işlerde yardımcı oluyor ve buralardan çok şey elde etmeyi umuyor. Parti, muazzam bir faaliyet alanını kapsayan, çok farklı türde ve çok sayıda çalışma yürütüyor, bu anlamda, tarihin Lenin’in işaret ettiği yolda ilerlemesine dönük çalışmalara rehberlik ediyor.

Parti, kendisini tüm ciddiyetiyle, pratik çalışmanın yürütülmesine adadı. Bizim koşullarımızda bu, son derece zor bir görevdir ve bu nedenle parti, her türden tartışmaya alabildiğine düşmandır. On Üçüncü Parti Konferansı, Yoldaş Trotskiy’nin son barikatla ilgili konuşmasını tam da bu sebeple tuhaf karşıladı. Yoldaş Trotskiy’nin “yazın alanında ortaya koyduğu son çabalar” tam da bu düşmanlık sebebiyle öfke uyandırdı.

Yoldaş Trotskiy’ye isnat edilen tüm o büyük günahları gerçekten işleyip işlemediğini bilmiyorum; aradaki ihtilafı abartan yaklaşımların kaçınılmaz olarak ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. Yoldaş Trotskiy’nin bu yaklaşımlar konusunda şikâyette bulunmaması gerekiyor. Kendisi dünyaya dün gelmiş biri değil, Ekim Dersleri çalışmasındaki dil ve üslupla yazılmış bir makalenin, o çalışmaya itiraz edenlerin yazılarında da benzer bir dil ve üslupla karşılanacağını o da biliyor olmalı. Gelgelelim, meselemiz bu değil. Meselemiz, Yoldaş Trotskiy’nin Ekim Dersleri’ni incelememizi istiyor olması ama kendisinin bu inceleme için gerekli doğru hattı bize sunmaması. Trotsky, Ekim Devrimi’nde şu veya bu kişinin oynadığı rolü, şu ya da bu eğilimin Merkez Komite’de oynadığı rolü vs. incelememizi öneriyor. Oysa bizim tam da bu konuları incelemememiz gerekiyor.

İncelememiz gereken ilk şey, Ekim ayındaki uluslararası durum ve o dönemde Rusya’daki sınıf güçleri ilişkileridir.

Yoldaş Trotskiy, bizi bunu incelemeye mi çağırıyor? Hayır. Oysa tarihsel anın derinlemesine bir analizi olmadan, gerçek güç ilişkileri hesaplanmadan, zafere ulaşılamazdı. Marksizmin devrimci diyalektiğinin belirli bir anın somut koşullarına uygulanması, bu anın yalnızca belirli bir ülke açısından değil, uluslararası ölçekte de doğru tahmin edilmesi, Leninizmin en önemli özelliğidir. Son on yılın uluslararası deneyimi, bu Leninist işlemin doğruluğunun en iyi kanıtıdır. Bütün ülkelerin komünist partilerine öğretmemiz gereken şey budur. Ayrıca, gençliğimiz de Ekim çalışmalarından bunu öğrenmelidir.

Fakat Yoldaş Trotskiy, bu meseleyi gözden kaçırıyor. Bulgaristan ya da Almanya’dan bahsederken, o anın doğru tahmin edilmesiyle pek ilgilenmiyor. Olaylara Yoldaş Trotskiy’nin gözüyle bakarsak, olayları yönlendirmek son derece basit görünüyor. Marksist analiz, Yoldaş Trotskiy’nin güçlü yönü hiçbir zaman olmadı.

Onun köylülüğün oynadığı rolü bu denli küçümsemesinin nedeni budur. Bu konuda zaten çok şey söylendi.

Partinin Ekim ayı süresince ortaya koyduğu faaliyetleri daha ayrıntılı incelememiz gerekiyor. Trotskiy, parti hakkında çok şey söylüyor ama ona göre parti, lider kadrodan, baştaki isimlerden ibaret bir şey. Oysa Ekim Devrimi’ni gerçekten incelemek isteyenler, partiyi Ekim’de varolduğu biçimiyle incelemelidirler. Parti, Merkez komitenin (“ana kadro”nun) partiden kopuk olmadığı, parti hiyerarşisi içerisinde en altta olan teşkilâtlardaki üyelerin merkez komite üyeleriyle her gün temas hâlinde olduğu, canlı bir organizmaydı.

Yoldaş Sverdlov ve Yoldaş Stalin, Petrograd’ın ve diğer şehirlerin her bir mahallesinde, ayrıca ordu içerisinde ne olup bittiğine eksiksiz bir biçimde vakıftı. Lenin, illegalde yaşıyor olmasına karşın, her şeye gayet hâkimdi. Örgütün canlı pratiği içerisinde gerçekleşen her şeyi bilen Lenin, mektuplar aracılığıyla bilgilendiriliyordu. Lenin, sadece dinlemeyi bilen biri değildi. O, aynı zamanda satır aralarını okumasını da bilirdi. Zafere, merkez komite ile kolektif örgüt arasındaki yakın temas sayesinde ulaşabildik.

Hiyerarşik olarak en tepede duran kesimin örgütle bağını yitirdiği bir partinin zafere ulaşması imkânsızdır. Tüm komünist partiler, kendilerine bu bilinci aşılamalı, kendilerini bu bilinç uyarınca örgütlemelidirler.

Partinin bu şekilde örgütlendiği, ana kadronun sadece alınan kararlara değil, kolektif örgütün iradesine de vakıf olduğu, o kolektif iradeyle uyum içerisinde çalıştığı durumda, ana kadronun yaşadığı tereddütler veya yaptığı hatalar, Yoldaş Trotskiy’nin önem atfettiği ölçüde büyük ve belirleyici bir öneme sahip olmayacaklardır. Tarih, partiyi tamamen yeni ve şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir acil durumla karşı karşıya bıraktığında, durumun herkes tarafından aynı şekilde değerlendirilmemesi doğaldır ve o vakit doğru ortak çizgiyi bulmak örgütün görevidir.

Lenin, partinin kolektif örgütlenmesine her zaman büyük önem verirdi. Kendisinin parti konferanslarıyla kurduğu ilişkiler bu değerlendirmesi uyarınca şekilleniyordu. Her parti konferansında, son parti konferansından beri üzerine düşündüğü her konuyu dile getirirdi. Kendisini esas olarak parti konferansına ve bir bütün olarak örgüte karşı sorumlu tutuyordu. Brest Barışı gibi konularda görüş ayrılıklarının yaşanması durumunda, parti konferansına işaret ediyordu.

Trotskiy, tek parça hâlinde inşa edilmiş olan partinin bir bütün olarak oynadığı rolü tanımıyor. Onun için parti, ana kadroyla eşanlamlı bir şey. Bir örnek vermek gerekirse: Ekim Dersleri çalışmasında “Komünist partinin Bolşevikleştirilmesi ne anlama geliyor?” diye soruyor. Cevabında, partilerin eğitilmesi ve partilerin kendi Ekim’leri gündeme geldiği vakit doğru yoldan sapmasınlar diye parti liderlerinin buna göre seçilmesi gerektiği üzerinde duruyor.

Oysa bu, tümüyle “idari olan”a vurgu yapan ve alabildiğine yüzeysel olan bir bakış açısıdır. Evet, liderlerin kişilikleri son derece önemli bir husustur. Evet, ana kadromuza üyelerimiz arasında en yetenekli, en iyi, en sağlam karakterli olanların seçilmesi gereklidir: ancak bu, sadece onların kişisel becerileriyle değil, aynı zamanda tepedeki ana kadronun tüm örgütle sıkı bir bağ içerisinde olup olmadığıyla ilgili bir meseledir.

Ekim’de elde ettiğimiz zaferimizi mümkün kılan bir faktör de kitlelerin rolünün ve öneminin doğru hesaplanmış olmasıdır. Lenin’in devrimde ve sosyalizmin gelişmesinde kitlelerin oynadığı rolle ilgili olarak yazdıklarının tamamını okursanız, Lenin’in kitlelerin oynadığı role dair değerlendirmelerinin Leninizmin temel taşlarından biri olduğunu göreceksiniz. Lenin’e göre kitleler, asla bir araç değil, belirleyici faktördür. Parti milyonlara önderlik edecekse, bu milyonlarla yakın temas hâlinde olmalı, kitlelerin yaşamını, acılarını, özlemlerini kavrayabilmelidir.

Bela Kun’un aktardığına göre, kendisi Lenin’e Almanya’ya karşı devrimci bir savaş yürütmek gerektiğini söyleyince Lenin şu cevabı veriyor: “Senin boşboğaz biri olmadığını biliyorum; yarın cepheye bir yolculuğa çık ve askerlerin devrimci bir savaşa hazır olup olmadıklarını kendi gözlerine gör.” Bela Kun o yolculuğa çıkıyor ve Lenin’in doğru söylediğini bizzat görüyor.

Trotskiy’nin Ekim Dersleri çalışmasında Ekim Devrimi’nin bu yönünü incelemeye bizi sevk edecek herhangi bir ifadeye rastlamıyoruz. Bilâkis. Yoldaş Trotskiy, Almanya’da yaşanan olaylarla ilgili değerlendirmelerini dile getirirken, kitlelerin pasifliğini hafife alıyor.

Syrkin adında biri, John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabıyla ilgili olarak aptalca bir yorumda bulunmuştu. Birçok kişi, John Reed’in kitabını gençlere okutmamamız gerektiği görüşünde. Kitabın yanlışlıklar ve efsaneler içerdiğini söyleyen bu kişiler, partinin tarihinin Reed’den öğrenilemeyeceğini iddia ediyorlar. Peki ama Lenin, bu kitabı neden bu kadar hararetle tavsiye etti? Çünkü John Reed’in kitabında ana mesele parti tarihini öğretmek değil.

John Reed’in kitabı bize, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren askerlerin ve işçi kitlelerinin psikolojisiyle duygusal yönelimlerine, burjuvazinin ve onun hizmetkârlarının beceriksizliğine dair kusursuz ve sanatsal içeriğe sahip bir tasvir sunuyor. John Reed, en genç komünistin bile devrimin ruhunu düzinelerce protokol ve kararı okumaktan çok daha hızlı kavramasını sağlıyor.

Gençlerimizin sadece parti tarihini bilmesi yetmez, onların Ekim Devrimi’nin nabzını tutması da aynı ölçüde önemli bir mesele. Gençlerimiz, dar anlamıyla partinin içinde bulunduğu koşullardan gayrı bir şey bilmiyorlarsa, savaşın ve devrimin ne olduğunu bilince çıkartmıyorlarsa, nasıl komünist olabilirler?

Yoldaş Trotskiy, Ekim Devrimi incelemesi denilen meseleye yanlış bir açıyla yaklaşıyor. Muazzam bir önemi haiz çok sayıda olgu ve devrimin gerçekliği ile ilgili yanlış değerlendirme, bir adım sonra Ekim Devrimi’yle ilgili yanlış değerlendirmeye sebep oluyor. Gerçeklik yanlış değerlendirildiğinde yanlış kararlar alınıyor, yanlış eylemler içine giriliyor. Bu, herkesin idrak edebileceği bir gerçeklik. Yapılmış olan geri alınamaz.

Ekim Dersleri çalışması artık yayımlandığına göre onun basında ve parti teşkilâtında her yönüyle tartışılması gerekiyor. Bu tartışma, partinin tüm üyelerinin erişimine açık olacak, üyelerin o tartışmanın parçası olmasına imkân verecek şekilde yürütülmeli.

Partimizin üye sayısı bugün itibarıyla epey arttı. Geniş işçi kitleleri partiye katılıyor ve bu işçiler, Yoldaş Trotskiy’nin gündeme getirdiği sorunlar konusunda yeterince aydınlanmış değiller. Leninist çizgi uğruna kararlılıkla mücadele eden yaşlı bir Bolşevik için tamamen açık olan şeyler, genç Parti üyesi için net değil.

Bir Leninist, her şeyden önce, şunu söylememeyi öğrenmeli: “Bu meselenin tartışılması bizim öğrenim sürecimize zarar veriyor.” Bilâkis, bu meselenin tartışılması, Leninizmi daha da derinden kavramamızı sağlayacaktır.

Yoldaş Trotskiy, devrime doğru uzanan ve onun gerçekleşmesinde önemli olan yıllar boyunca sahip olduğu yetenekleri sovyet iktidarı için verilen mücadeleye teksif etmiş bir isim. O, zor ve sorumluluk isteyen konumu dâhilinde üstlendiği tüm görevleri yiğitçe ifa etmiştir. Devrimin zaferinin güvence altına alınması konusunda eşi benzeri olmayan bir enerjiyle çalışmış, harikalar yaratmıştır. Parti, bu gerçeği unutmayacaktır.

Ne var ki Ekim Devrimi’yle elde edilmiş başarılar, henüz tam anlamıyla sonuca ulaşmış değil. Bu başarıların tam anlamıyla sonuç verebilmesi için kararlılıkla çalışmaya devam etmeliyiz. Bu noktada, asıl tehlikeli ve felâkete yol açacak olan şey, Leninizmin tarihsel düzlemde sınanmış olan yolundan sapmaktır. Trotskiy gibi bir yoldaş, bilinçsiz de olsa, Leninizmin revizyona tabi tutulmasını öngören o yoldan yürüyorsa, o vakit parti bir açıklama yapmak zorundadır.

Nadejda K. Krupskaya
Mayıs 1925
Kaynak

Aaron Bushnell


Pazar günü genç bir Amerikalı adam, üzerindeki kamuflajıyla, İsrail’in Washington’daki büyükelçiliğinin kapısına doğru yürüdü. Canlı yayın açtıktan sonra kendisini takdim etti.

“İsmim Aaron Bushnell. ABD Hava Kuvvetleri’nin aktif görevde bulunan bir üyesiyim ve ben, artık yaşanan soykırıma suç ortaklığı yapmak istemiyorum. Protesto eylemlerinin uç bir biçimini gerçekleştirmek üzereyim. Sömürgecileri elinde Filistin’deki insanların tecrübe ettikleriyle kıyaslandığında, bu eylem hiç de aşırı bir eylem değil. Egemen sınıfımızın olağanlaşmasını kararlaştırdığı şey, bu işte.”

O dehşet verici kayıtta, yirmi beş yaşındaki Bushnell’in elçilik binasının kapısına durduğunu, sonra telefonu yere koyduğunu, üzerine yanıcı bir sıvı döküp kendisini ateşe verdiğini görüyoruz.

Son söz olarak şunu söylüyor: “Filistin’e Özgürlük”.

Bushnell yere düşünce, yaşanan trajediyi izleyen polis memurları ekranda görünüyorlar. Büyükelçilik güvenliği, Bushnell’in yanan bedenine silâh doğrulturken elinde yangın söndürme tüpü bulunan bir memurun güvenliğe “Silâh lazım değil. Bana yangın söndürücü lazım” diye bağırdığı duyuluyor.

Yere devrilen Bushnell, yoğun ve korkunç bir acıyla “Filistin’e Özgürlük” diye bağırıyor. Aldığı yaralar sebebiyle, kısa bir süre sonra götürüldüğü hastanede ölüyor.

ABD askeri olan Bushnell, hükümetinin suç ortaklığı ettiği, Gazze’de yaşanan katliamı protesto etmek için canına kıydı. Dört yıldır ABD Hava Kuvvetleri’nde asker olarak görev yapıyordu. LinkedIn profilinde kendisinin uçuş konusunda temel eğitim aldığını öğreniyoruz. Dostları ve sevdikleri, onu “girdiği her ortama neşe saçan biri” olarak tarif ediyor. İnternetteki bir yazıda, onun “şaşırtıcı biçimde kibar, nazik ve merhametli bir kişi” olduğu söyleniyor (Bushnell’in sosyal medya hesabındaki profil resmi, hâlen daha Filistin bayrağı.)

Bushnell’in ölümü, Joe Biden yönetiminin İsrail’i tepeden tırnağa silâhlandırmaya devam ettiği, önüne milyar dolarları döktüğü, bir yandan da onun Gazze’de işlediği savaş suçlarını diplomatik düzeyde gizlediği, BM’de ateşkes yönünde alınan bir dizi kararı veto ettiği koşullarda gerçekleşti. ABD, UNRWA’ye [Filistinlileri Birleşmiş Milletler Yakındoğu’daki Filistinli Mülteciler İçin Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na] para akışını durdurmak suretiyle Filistinlileri açlığa mahkûm ederek, İsrail’in işlediği savaş suçlarına bir de kendi suçunu ekliyor. Para akışını durdurma hamlesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde adalet arayan Filistin halkını tümden cezalandırmanın bir yolu, ama aynı ABD, İsrail’i soykırım yapılacağına ve etnik temizlik yöntemine başvurulacağına dair korkularla boğuşan sivil halkı hedef almasına rağmen, Refah’ı işgal etmesi durumunda ceza almayacağı konusunda İsrail’e vaatte bulunuyor. (ABD, geçen hafta UCM’deki İsrail işgaliyle ilgili oturumda İsrail’i savunan az sayıda ülkeden birisiydi.)

Bushnell’in kendisini yaktığı günlerde Gazze’deki ölü sayısı otuz bini geçti. Bunların neredeyse yarısı çocuk. Bu süreçte iki milyon Filistinli yerinden yurdundan oldu. Nüfusun yarısı açlıktan ölmenin eşiğinde, zira İsrail, kuşatma altındaki Gazze’yi yiyecek, su ve ilâçtan mahrum kılmayı, böylelikle, binlerce Filistinliyi ağır ağır ve acı çekerek gerçekleşen bir ölüme mahkûm etmeyi sürdürüyor.

Bushnell, Gazze soykırımını protesto etmek için kendisini ateşe veren ilk Amerikalı değil. Geçen Aralık ayı içerisinde bir eylemci, Georgia eyaletinin Atlanta kentinde bulunan İsrail Konsolosluğu’nun dışında kendisini yaktı. Polis, olayı “politik protesto eylemlerinin uç bir biçimi” olarak tarif etmişti. Protesto eyleminin gerçekleştiği yerde bir Filistin bayrağı bulunmuştu.

Kendini yakma eylemi, bir yandan bizi savaşın yol atığı zulme ve dehşete karşı uyarmayı bir yandan da insanları şoke edip harekete geçirmeyi amaçlayan radikal bir protesto eylemi. Bu eylem biçiminin ABD’deki savaş karşıtı eylem geleneği dâhilinde derin kökleri mevcut. 1970 yılında George Winne Jr. İsimli genç bir Kaliforniyalı adam, San Diego kentinde Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için kendisini ateşe verdi. Yerde yatarken annesinden Başkan Richard Nixon’a eyleminin gerekçesini yazmasını istedi. Anne mektubunda şunları söylüyordu:

“Oğlum George Jr. 10 Mayıs günü Kaliforniya Üniversitesi’nin San Diego Kampüsü’nde kendisini ateşe verdi. Ölmeden önce bize, insanların dikkatini dünyanın ve bu ülkenin içinde bulunduğu berbat hâle çekmek için bu en etkili yöntemi seçtiğini söyledi.”

1991 yılının başlarında Massachusetts eyaletinin Amherst kentinde geçmişte barış eylemlerine katılmış olan Gregory Levey ismindeki bir öğretmen, birinci Irak Savaşı’nı protesto etmek için kendisini yaktı. Üç gün sonra Virginia eyaletinin Springdfield şehrinde Raymond Moules de aynı eylemi gerçekleştirdi.

Bu taktiğe başka ülkelerde de başvuruldu. 1963’te Budist rahip Thich Quang Duc, Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için Saygon şehrinde kendisini ateşe verdi. Tunus’ta sokakta işportacılık yapan Muhammed Buazizi, 2010 yılında Sidi Buzid kentinde kendisini yaktı, böylece Arap Baharı’nın fitilini ateşlemiş oldu.

Kendini yakmak, sağlam bir ruh hâline sahip kimsenin kolay kolay başvurmayı tercih edemeyeceği bir taktik. Ümitsizlikten ve seçimle işbaşına gelmiş yöneticilere mektup yazıp çağrıda bulunmaktan sivil itaatsizliğe, oradan protesto eylemi gerçekleştirmeye dek hiçbir taktiğin Ekim ayından beri Gazze’de gördüğümüz zulme son veremeyeceği hissinden kaynaklanan bir eylem biçimi bu.

Bushnell’in eylemi uç bir eylemdi, buna karşın, birçoğumuz, ondaki ümitsizlikle, öfkeyle ve ıstırapla ilişki kurmayı bildik. Çünkü hepimiz, onun gibi, sosyal medya platformlarında yaşanan etnik temizliği bilfiil izledik, Demokrat Partili olanlar da dâhil az sayıda seçilmiş ismin bir araya gelip bu korkunç şiddete son verilmesi talebinde bulunduklarına tanıklık ettik.

Bushnell öldü ama Gazze yaşasın. O, özgür Filistin için öldü. Bu eylemiyle, Birçok Amerikalının İsrail işgaline, ırk ayrımcılığına, Gazze kuşatmasına ve onlarca yıldır Filistin halkına uygulanan zulme karşı olduğu gerçeğini anımsattı. Bushnell’in ölümü, bir eylem çağrısı olarak iş görebilmeli. Bu eylem, bir daha hiçbir insan, böylesine dehşet verici bir protesto eyleminde canına kıymak zorunda kalmasın diye, Amerikan halkının parası ve yetkililerinin onayı ile Gazze’de uygulanan zulmün durdurulması için her şeyin yapılmasına dönük bir rica olarak görülmeli.

Aaron, ölümünden kısa süre önce internette şu mesajı yayınlamıştı:

“[…] ‘Kölelik döneminde, Jim Crow yasalarının hüküm sürdüğü Güney’de veya ırk ayrımcılığı koşullarında yaşıyor olsaydım ne yapardım? Ülkem soykırım yapıyor olsaydı, ben ne yapardım?’ sorusunu sormak, birçoğumuzun hoşuna gider. Oysa bu sorunun cevabı şu: ‘Evet o soykırım yapıyorsun. Hem de şuan yapıyorsun.’ […]”

Sırac Assi
26 Şubat 2024
Kaynak

26 Şubat 2024

Tarihimizin Ustaları-2: Uzunoluk Hamamı

1919'da İngilizler Maraş’ı sekiz ay boyunca işgal eder, onlar çekilince Fransızlar Maraş’a girer. 31 Ekim’de tarihi Uzunoluk Hamamı’ndan çıkan kadınların yüzlerindeki peçeleri işgalciler zorla açtırmaya çalışır. Çakmakçı Sait, silahsız olduğu halde müdahale eder ama onu katlederler. Arbedeyi duyan bir Maraşlı gelir ve işgalcilere ateş açar. İşgalcilerden biri ölünce diğerleri kaçar. Bu kişi Sütçü İmam’dır.

Camide gönüllü şekilde imamlık yaptığından ve caminin yanındaki dükkânda süt sattığından dolayı ona Sütçü İmam denir.

İşgalcileri püskürttükten sonra gizlenmek için olay yerinden uzaklaşır. Onu her yerde arayan işgalciler, onun kardeşini işkenceyle katleder. İmam artık direnişe katılmıştır.

Bu ilk kurşundan bir ay sonra bir camide başka bir imam, bayrağı asılmayan bir ülkede Cuma namazının kılınmayacağını camiye gelenlere söyleyince, halk Maraş Kalesi’ni basar ve tekrar bayrak asar. Maraş direnişinde 4 bin şehit verilirken düşman 6 bin kayıp verir.

Çakmakçı Sait’ten, dönemin imamlarından ve onun kardeşinden öğreneceğimiz deneyimler vardır. Yurt bilincini taşıyan her insan vatan toprağını namusu olarak görür. O vatan toprağı üzerinde yaşayanlar da kardeştir. Bu değere sahip bir halk, kardeşini korur, çünkü o halkın her evladı vatan toprağının bir parçasıdır.

Çakmakçı Sait, kendi halkının kadınlarını kız kardeşi/bacısı olarak gördüğünden onlara uzanan eli kırmak için silahlı işgalci birliğinin karşısına dikilir. Aynı Fransızlar günümüzden 7-8 yıl önce, ülkesine gelen kapalı giyinen Müslüman kadınları “Burası Fransa, laik bir ülke, burada bu giyimle gezemezsiniz!” diyerek dükkânlarına almadı. Beden politikası yapan feministler bu duruma tepki göstermedi. Çakmakçı Sait, peçeleri açılmaya çalışılan kadınları korumaya çalışırken katledildi. Vatan, bazen bir peçedir. O peçe açılıp yabancı bir el değdiğinde teslimiyet ve esaret kaçınılmazdır.

Elmalı Köprüsü, Mehmet Sait için vatandı; Maraşlı kadınların yüzlerindeki peçe de Çakmakçı Sait için vatandı ve korunması gereken namustu.

Sütçü İmam için de Çakmakçı Sait’e ateş açılması karşısında saldırıya geçmek namustu, o da onu korudu.

Emperyalizm, bugün zor aşamasından rıza aşamasına geçti. Fiziki işgale gerek kalmadan işbirlikçi burjuvaziyle hareket ederek bir ülkeyi sömürüyor. Bu bağlamda, Umberto Eco’nun, 21. yüzyıl insanının yanılgısı faşizmin Nazi üniformasıyla geleceğini sanması yönündeki tespiti, emperyalizm algısı için de geçerlidir.

Ülkemizde sol, faşizm ve emperyalizmi geçmişin kurgularıyla ve pratikleriyle ele alıyor. Zihinlerde gerçekleştirilmeye çalışılan bu manipülasyonun tek nedeni, bedel ödemeden mücadele etmek çünkü her iki olguyla da mücadele etmenin gereklerini bildiğinden her iki olguyu da yokmuş gibi sayıyor. Emperyalizmi sadece yabancı sermayenin fabrikası ve ordusu, faşizmi de sadece toplu işkencelerden ve tutuklamalardan ibaret görüyor. Parti büroları ve yayınları açık kaldığı sürece her iki olgunun da henüz tam anlamıyla gerçekleşmediğini halk sınıflarına propaganda ediyor.

Sol, peşine takıldığı feministlerin ve fon alan LGBT’lerin kavramlarıyla konuşuyor: seks işçiliği, lubunya, cinsel özgürlük, ihtilalin coğrafyası olarak beden, patriyarka, cinsel “emek”. Sömürünün yoğunlaştığı ve bağımsızlığını yitiren ülkelerde kadın bedeninin cinsel ve ticari bir metaya hızla dönüştüğünü kabul etmeyip bu ticareti gerçekleştirme kararının kadına ait olduğunu, çünkü beden üzerindeki inisiyatifin beden sahibine ait olduğunu iddia ediyor ve sınıfların zihnine bu yoz, anti sınıfsal söylemi aşılamaya çabalıyor. Çakmakçı Sait gibi hareket etmiyor, müdahale edilen kadın bedeninin vatanın namusu olduğuna inanmıyor.

Bugün cinselliğin pazarlanacağı toplumsal ve sınıfsal şartları hazırlayan emperyalizmdir. Bu çarpıklığın felsefesinin üretilip meşru görülmesini de liberal sollarla ve fonladığı aydınlarla yapıyor. O yüzden, Filistinli kadınları değil, Ukraynalı kadınları görüyor. Ülkemizdeki mücadeleci kadınları da “gerici” olarak algılayıp kitlelerin bilinçlerine yansıtıyor.

Bugün cinselliğin pazarlanması, genelevlerin dışına taşırılarak ticaret alanı genişletiliyor. Onlyfans uygulamasının versiyonu olan Odtüfans ile ODTÜ mezunu iki genç kadın yüksek lisans eğitim ücretlerini karşılamak için para karşılığı bedenini internet ortamında teşhir ediyor. Bu teşhiri de “patriyarka” ile mücadele adı altında meşrulaştırmaya çalışan bir terminoloji kullanıyor. Bu yoz pratiğe hiçbir feminist çevre ve eğitim sendikaları tepki göstermiyor, gösterenleri de sessiz kalarak “geri” kabul ediyor.

Aynı Onlyfans platformunda emperyalist orduların kadın askerleri silah tutarak müstehcen fotoğraflarını yayınlıyor. Bunu da Ukrayna'nın Neonazi taburlarındaki savaşçı ve askerlere moral olsun diye yaptıklarını söylüyorlar.

+90 adlı YouTube kanalı da ülkemizdeki “trans”, “eskort” ve “jigolo” diye adlandırdıkları kişilere ulaşarak belgesel çekiyor. “Seks işçisi olmak” belgeselinde konuşan bir kadın; üniversite mezunu olduğunu, kendi mesleğini yapsa bedenini pazarladığı kadar para kazanamayacağını, internet platformları aracılığıyla “müşteri” bulduğunu ve istediği kişiyi kendisinin seçtiğini, dahası, kendisinin feminist ve politik bir insan olduğunu, yaptığı ticaretin feminist hareket içinde kabul gördüğünü savunuyor. Emperyalizm açık şekilde, insanımıza kendini pazarlamayı öneriyor. İnternet dizi platformları konsamatrisler ve pavyonlarla ilgili belgeseller çekiyor.

Emperyalist ülke askerleri ülkemize “ziyarete” geldiğinde vergi rekortmeni genelev patroniçesi Manukyan da kadınları kiraladığı evlerin sokaklarını badanalayarak onları “misafir” etmek istemişti. Sol da emperyalist ülkelerin büyükelçiliklerini peşine takıldığı LGBT ve radikal demokratlarla Dolmabahçe’den İstiklal’e çıkarıp yayınlarında öpüşen iki kadının fotoğrafını paylaşıp “Onur(!) yürüyüşü Ramazan yasağını deldi!” diye haber yapıyor. Aynı sol çevre, her yıl 6 Mayıs’ta Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye koşuyor. Biri evlerde, diğeri İstiklal’de emperyalistleri “misafir” ediyor.

Bugün solun peşine takılıp kızılına mor oje çektiği 8 Mart’ı birlikte kutladığı feminist hareket, bedenin pazarlanmasına onay veriyor. Feministler, birbirini “kız kardeş” olarak görüyor. Onlar için burjuva kadın da işçi kadın da kız kardeştir, tek “düşman” varsa patriyarkanın mimarı olan erkektir.

Kız kardeşinin kendini pazarlamasına onay veren bir kardeşlik hukuku yoktur. IŞİD saldırılarının sonucunda en çok zorluk ve mağduriyet gören kesim olan Ezidi kadınlar için harekete geçiyorlar -ki geçilmesi meşru- fakat Filistinli kadınlar için sesleri çıkmıyor. Çakmakçı Sait de Sütçü İmam da onlar için “eril”.

Günümüz mütedeyyin ve muhafazakâr kesimin de Sütçü İmam’lardan öğreneceği ilkeler var. Öncelikle vatan sevgisi imandandır. Öyle olmasa, Maraş’taki diğer imam Cuma namazını kıldırmakta beis görmezdi. Bugün Siyonist askerlere gönderilen malzeme ticaretine kadar tüm ticari ilişkilerin kesilmesini talep etmeleri gerekiyor. Aynı şekilde, ülkemizdeki işçi ölümlerinin, doğanın ve insanın sömürülmesinin tek nedeni olan emperyalizme ram olan burjuvazi, siyasi çevreler, tarikatlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekiyor. Vatan sevgisinin imandan olduğu bir kez daha hatırlanmalı. Filistin halkı her şeye rağmen kazanacağına inanç duyuyor çünkü Hakkın da doğrudan yana olduğuna inanıyor. Bu inanç, savaşma kararlılığı için motivasyon kaynağı.

Aksa Tufanı bunun en güzel örneği. “Ama Hamas var” diyenlerin unuttuğu gerçek şu: Hamas ile diğer Filistinli sol yapılar, vatanlarının bağımsızlığı için omuz omuza çarpışıyorlar. Bizde bu birlikteliği engelleyen çevreler ise kimlik siyasetine sürüklenen soldur.

Bizim insanımızda bağımsızlık ruhu hep vardır. O anti-emperyalist bilincin açığa çıkarılması ideolojik mücadeleden geçiyor. Halk sınıflarının ırkçı ve tarikatçı çevrelerin ideolojik manipülasyonuna terk edilmesi birleşmemizi engelliyor. Bu değirmene suyu taşıyan öznelerden biri, soldur. Kadın olarak orta sınıfı, ilericilik olarak yaşam biçimciliğini gördükleri için halk sınıflarıyla bütünleşemiyor. Anadolu’da düzenli ordu kurulmadan evvel, ilk kurşunları atanlar da bugün o “geri" gördükleri halk sınıflarıdır. Otoriteye ve egemenlere bağlı bir halktır ama son noktaya gelindiğinde kendi göbeğini kesmeyi de bilir. Tarihin her döneminde, güvendikleri egemenlerden umudu kestiklerinde vatanını korumak için bir adım öne çıkmışlardır. O yüzden bugün Filistin’in yeri sorulduğunda yanlış yanıt veriyor diye “aşağı” görülüp küçümsenen halk sınıfları, atlas uzmanı beyaz sola rağmen Filistin’in haklı davasına inanıyor. Sol, Filistin’in yerini bilir ama destek vermez; halk harita bilgisine sahip değildir ama Filistin’in yeri olarak gönlünü görür.

Anti-emperyalizme iman, süt kadar temizdir, meşru bir mücadeledir. Anti-emperyalist hat oluşturulup bağımsızlık şiarı kitlelerin zihinlerine işlendiği an, Sütçü İmam’lar da Mehmet Sait’ler de Çakmakçı Sait’ler de efeler de hatta bir sonraki yazının konusu olan kahraman Anadolu kadını da ortaya çıkacaktır.

12 Şubat’ta düşman işgalinden 4 bin şehit vererek kurtulan Maraş halkı, 6 Şubat depreminde binlerce insanını göçük altında can verdi. Bunun temel nedeni, emperyalizmdir. İmara peşkeş çekilen illerden sadece biridir Maraş. Bu bilinç uyanmasın diye Maraş, tarikatçı ve ırkçı çevrelerin kuşatması altındadır. Bu kuşatmanın tohumları Maraş katliamında atılmıştır. Tüm bu sapmaların zihinlerden sökülüp atılmasının yolu, sınıfsız sömürüsüz düzen yolunda emperyalizme karşı mücadele edecek halk sınıflarının oluşturulmasıdır. İnanç alanına müdahale etmeden, o inancın yurt sevgisiyle aynı mücadelede buluşturulması en acil görevdir ve kimlik siyaseti solun saflarından uzaklaştırılmak zorundadır. Bugün fabrikalarda ve köylerde emek ve yurt mücadelesi veren kadınların da başörtüsü taktığı gerçeği unutulmamalıdır. Emek en yüce değerdir, vatansız emek de yoktur.

S. Adalı
25 Şubat 2024

25 Şubat 2024

Burjuva İşçi Partisi ve Lenin

Teoride sol, İngiliz İşçi Partisi ile ilgili konumunu meşrulaştırma çabası dâhilinde, Lenin’e, özellikle onun Komünist Parti ile İşçi Partisi’nin ilişkilerini ele aldığı 1920 tarihli konuşmasına atıfta bulunuyor. Lenin, o konuşmada şunları söylüyor:

“İşçi Partisi’nin büyük bir kısmının işçilerden oluştuğu tespiti tabii ki doğru, fakat buradan, işçilerden oluşan her işçi partisinin aynı zamanda politik anlamda da işçi partisi olduğu sonucuna ulaşamayız. Bir işçi partisinin gerçek anlamda işçi partisi olup olmadığını anlamak için o partiye kimlerin öncülük ettiğine, partinin faaliyetlerinin ve politik taktiklerinin içeriğini kimlerin belirlediğine bakmamız gerekir. O faaliyetlerin ve politik taktiklerin içeriği, bir işçi partisinin politik düzeyde gerçek anlamda bir proleter parti olup olmadığını belirler. Bu açıdan baktığımızda ki yegâne doğru bakış açısı budur, İngiliz İşçi Partisi, politik anlamda bir işçi partisi değil, tüm yönleriyle bir burjuva partisidir, çünkü, parti, işçilerden oluşuyor olmasına rağmen, ona gericiler, üstelik en gerici kesimler öncülük etmektedir.”[1]

Lenin’in konuşmasına hem Cliff ve Gluckstein’in[2] Marxism and Trade Union Struggle [“Marksizm ve Sendika Mücadelesi”] hem de Mark Harrison’ın Permanent Revolution [“Sürekli Devrim”] çalışmasında atıfta bulunuluyor. İki çalışma da Lenin’in 1918 sonrasında İngiliz İşçi Partisi gibi sosyal demokrat partileri, işçi sınıfı tabanı olan ama kapitalizm yanlısı liderlerce yönetilen “kapitalist işçi partileri” olarak gördüğü sonucuna ulaşıyor.

Lenin, sosyal demokrat partilerin, özelde İngiliz İşçi Partisi’nin “kapitalist işçi partileri” olduğunu söylemiyor. Sosyal demokrasinin işçi kitlelerinden kopuk olduğuna vurgu yapıyor. Bu noktada, Lenin, temelde Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında görüldüğü üzere, bu partilerin kendi burjuvazilerinin safına geçmesi üzerinde duruyor.

Lenin, işçi partileriyle ilgili konumunu esasen 1916’da netleştiriyor. Bu konumunu Emperyalizm ve Sosyalizm İçindeki Ayrışma isimli kısa broşüründe dile döküyor. Burada Marx ve Engels’in yazılarını temel alan Lenin, emperyalizmin ortaya çıkışını ve emperyalistler arası kavgayı değerlendiren analizini kaleme alıyor.

Bu noktada Lenin, Engels’in Marx’a 1881’de yazdığı mektuba atıfta bulunuyor. Engels, orada “İngiliz sendikalarının en berbat örneklerinin kapitalistlerin satın aldıkları, en iyi hâliyle, onlardan maaş alan insanlarca yönetildiğini” söylüyor. Engels, 1889 tarihli bir başka mektubunda da Sorge’ye atıfta bulunarak, “işçilerin tepeden tırnağa burjuvaziye saygı duyduğunu, bunun en rahatsız edici gelişme olarak görülmesi gerektiğini” söylüyor. Ardından, Mart 1891’de Engels, ehil işçilere ait sendikaları “zengin, dolayısıyla korkak” olarak nitelendiriyor. Altı ay sonra, 1891’de düzenlenen ve sekiz saatlik iş günüyle ilgili bir önceki yıl aldığı kararı iptal eden Sendikalar Kongresi konusunda şunları söylüyor:

“Başını tekstil işçilerinin çektiği eski sendikalar ve işçileri örgütlemiş olan gerici partinin tamamı, tüm gücünü kullanarak, 1890’da sekiz saatlik iş günü konusunda alınmış olan kararı iptal ettirdi. Sendikalar, böylece belalarını buldu. […] Bugün burjuva gazeteleri, burjuva işçi partisinin yaşadığı yenilgiden bahsediyor.” (s. 144)

Lenin, Engels’in kasten ve bilerek kullandığı bu “burjuva işçi partisi” ifadesini alıyor ve o günden sonra kullanmaya başlıyor. Kendi içinde çelişkili ve anlamsız olan “kapitalist işçi partisi” ifadesini terk ediyor. Lenin’e göre, İngiltere’nin sanayi sahasında sahip olduğu tekel yanında, sonrasında sömürgeler sahasındaki tekeli de itirazlarla ve meydan okumalarla yüzleşince her bir “Büyük Gücün nispeten küçük bir katman olan ‘işçi aristokrasisi’ni rüşvetle satın alabilmesi için gerekli koşullar doğuyor.”

Engels’in kapsamlı bir içeriğe sahip olan “burjuva işçi partisi”, eskiden sadece tek ülkede kurulma imkânına sahipti, çünkü o ülke, sanayi alanında tekeldi ve bu konumun ekmeğini uzun süredir yiyordu. Ancak şimdi “burjuva işçi partisi”, tüm emperyalist ülkeler için kaçınılmaz ve olağan bir şey. (s. 146)

Ezilen kitlelerle oportünistleri karşı karşıya getiren Lenin, devamında şunları söylüyor:

“Bugünden sonra işçi hareketinin tarihi kaçınılmaz biçimde, iki eğilim arasındaki mücadelenin tarihi olarak gelişecektir. Çünkü birinci eğilim, yani oportünizm, asla tesadüfi değildir ve ekonomi ‘üzerine kuruludur.’ Burjuvazi, tüm ülkelerde sosyal şovenistlerin öncülük ettikleri ‘burjuva işçi partilerini’ çoktan kurmuş, beslemiş, onların güvenliğini sağlamıştır. […] Burada önemli olan, işçi aristokrasisi denilen katmanın iktisadi düzlemde burjuvazinin yanına kaçış sürecinin olgunlaşması ve tamama ermiş olmasıdır.” (s. 146-7)

Bu ayrışma yaşanmıştır ve bu sürecin çarklarının geri döndürülmesi mümkün değildir:

“Sosyal şovenist veya (aynı anlama gelmek üzere) oportünist eğilim, ne ortadan kaybolur ne de devrimci proletarya saflarına ‘geri döner’ […]” (s. 148)

Buradan Lenin, şu sonuca ulaşır:

“Engels, eski sendikaların, imtiyazlığı azınlığın ‘burjuva işçi partisi’ ile ‘büyük kitle’, o büyük çoğunluk arasında ayrım yapar. Engels, ‘burjuvaziye saygı duymak’ denilen kire bulaşmamış o büyük kitleye seslenir. Marksist taktiğin özü de budur!” (s. 149)

Devamında da meramını yalın ve ikna edici bir dille aktarır:

“Politik bir olgu olarak ‘burjuva işçi partileri’, gelişmiş kapitalist ülkelerde çoktan kuruldu bile. […] Bu partilere karşı her yönden acımasız bir mücadele yürütülmediği sürece emperyalizmle mücadeleden, Marksizmden veya sosyalist işçi hareketinden bahsetmenin bir faydası yoktur.” (s. 148)

İşçi sınıfı içi ayrışmanın varlığını görmenin gerekli olduğunu ısrarla dile getiren Lenin, 1920’de yazdığı kimi notlarda, “proletarya”yı ayrışmamış, yekpare bir bütün olarak görenleri eleştirir, bunların yeni ve maddi olanı, somutu süpürüp attıklarını, ama bir yandan da en genel manada “proletarya”dan dem vurmayı sürdürdüklerini söyler:

“Genel manada, yani soyut düzlemde değil, yirminci yüzyılda, o yaşanan emperyalist savaştan sonra proletarya, üst katmandan nihayet kopmuştur. Diyalektiğe karşı eklektisizmi savunanlar, soyutlama araçlarının iğvasına kapılanlar, somuttan uzak durmayı tercih etmişlerdir.” (s. 207)

Esasında burada Lenin, en genel manada proletaryadan (veya işçi sınıfından) bahsedenlerin boş bir soyutlama yöntemine başvurduklarını, zira bu terimin işçi sınıfının saflarında emperyalizmin yol açtığı ayrışmanın varlığını örtbas ettiğini söylemektedir. Ne var ki sol, Lenin’in bu sözüne hiç kulak asmamıştır.

“Kapitalist işçi partisi” ifadesi, bir açıdan İşçi Partisi’nin dün ya da bugün işçi sınıfının politik partisi olduğunu söyleyenlere verilmiş taviz gibidir. Tam da bu sebeple, Cliff ve Gluckstein, 1928 tarihli kongresinde “İşçi Partisi’nin ülkenin üçüncü kapitalist partisi hâline geldi” diyen Büyük Britanya Komünist Partisi’nin “aşırı sol deliliğinden” bahsediyor. Oysa BBKP’nin tespiti doğru, zira İşçi Partisi o gün ülkenin üçüncü kapitalist partisiydi ve hep öyle kaldı. Partinin tespiti, 1929 genel seçiminden önce yayımlanan Sınıfa Karşı Sınıf başlıklı broşüründe geliştirildi. Orada şunlar söyleniyordu:

“1929’daki durum, genel grevin yaşandığı ve İşçi Partisi hükümetinin iş başında olduğu 1924 yılından tümüyle farklıdır. Savaşı takip eden yıllarda İşçi Partisi, işçi sınıfı karşıtı liderlerine rağmen, Rusya’yla savaşılması durumunda genel greve çıkma tehdidinde bulunan, Versay Anlaşması’nı tanımayan işçilerin baskıları neticesinde, muhafazakârlara ve liberallere karşı harekete geçmek zorunda kaldı. […] İşçi Partisi, aynı zamanda disiplin üzre hareket eden, kadroları sıkı bir biçimde birbirine bağlı olan bir parti hiç olmadı. O, içeriden geliştirilecek eleştiriler için araçlar sunan bir federasyondan başka bir şey değildi.”

1924’teki İşçi Partisi hükümeti, partiyi işçi sınıfının nüfuzundan kurtardı. Geriye farklı unsurlardan oluşan bir yapı kaldı. Broşürün sonuç bölümünde dile getirildiği biçimiyle, partinin lider kadrosu:

“sendikaların yularını muhafazakârların ve liberallerin eline teslim etti. Bunu (1926 genel grevi sürecinde işçilerle patronlar arasında işbirliği tesis etmek için çalışan Liberal Parti vekili Alfred Mond’a atfen -çn.) Mondizm bayrağı altında yaptı. Böylece İşçi Partisi’ni farklı yapıları içeren bir teşkilât olmaktan çıkartıp ‘İmparatorluk ve Mondizm’ bayrağı altında yürüyen, kapitalist bir programı olan tek bir partiye dönüştürdü.”[4]

BBKP, bu dönemde ne tür yanlışlar yapmış olursa olsun, 1929 genel seçimi döneminde İşçi Partisi’ni tanımlarken yaptığı tespitler yerindeydi. Parti, esasında Lenin’in de onay verdiği, Luxemburg’un Alman sosyal demokrasisi için kullandığı tespiti dile getirmekteydi. “Parti, o berbat kokusu ayyuka çıkmış cesetten başka bir şey değil.”

Robert Clough

[Kaynak: Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 243-247.]

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, British Labour and British Imperialism, Lawrence and Wishart, 1969, s. 267. Yazıdaki tüm sayfa numaraları bu kitaba atıfta bulunuyor.

[2] Tony Cliff ve Donny Gluckstein, Marxism and Trade Union Struggle: The General Strike of 1926, 1986, s. 1-2.

[3] Mark Harrison, Permanent Revolution, Güz 1991, s. 6.

[4] Aktaran: N Branson ve B Moore, Labour-Communist Relations 1920-51, Birinci Bölüm, Our History Pamphlet, 1990, s. 50.

[5] Aktaran: V. I. Lenin, The Proletarian Revolution and the Renegade Kautsky, CW Cilt 28, Progress Publishers, 1965, s. 241.