Bastırılmış Muhafazakâr Düşüncenin
Geri Dönüşü Olarak Postmodern Akıl
Felsefe
tarihinde mutlak anlamda mağlubiyet veya galibiyet söz konusu olsaydı, şu an
pek çok karşıt görüş olmazdı, çünkü galip, mağlupların meşruiyetini yok ederek hükümranlığını
ilân ederdi ve tek doğru olurdu. Belki böylesi bir hükümranlık, doğa bilimleri
denilen alanda bir dereceye kadar mümkündür, ama sosyal bilimler denilen alana
dair o kadar kesin konuşmayız.
Althusser,
felsefi görüşlerin mutlak anlamda mağlup edilerek yok edilemeyeceğini belirtir.
“Felsefede, bilim
alanındaki olağan anlamıyla ‘hata’ olmaz… Hasım hiçbir zaman tamamen yenilmez…
Felsefe tarihi dediğimiz bu tikel ‘tarihin’ kendine özgü yanı, çok uzun süreli
ve şiddetli bir mücadele sonunda eskisini alt eden ve egemenliği altına alan yeni
bir felsefenin, eskisini tamamen yok etmemesi olarak tanımlanabilir.” (Althusser,
2006: 91-92)
Fransız
Devrimi sonrası pek çok muhafazakâr -ya da Alâeddin Şenel’in dediği gibi- sağcı
düşünür, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan düşüncelere sonsuz eleştiri
yöneltmişlerdir. Edmund Burke, Arthur Schopenhauer, Herbert Spencer, Friedrich
Nietzsche, Henri Bergson, Ortega Y. Gasset ilk akla gelenler (Şenel, 1968).
İsimlere dikkat edilirse görülür ki bu isimler, pek çok yaklaşıma referans
gösterilmek üzere yirminci yüzyılın sonlarında yeniden popüler hâle
gelmişlerdir. Ortak noktaları, öyle ya da böyle, Marksizm’e karşı olmalarıdır.
Postmodern düşüncede sahip oldukları konum da ayrıca belirtmeye değer.
Türkiye
düşünce alanında ilginç durumlar laboratuvarı. Nietzsche’yi seven ama sol
düşünceye aidiyet hissettiğini ifade eden insanların varlığı, bu tür bir
eklektizme yönelik bir eleştirinin hayatiyetini doğrulamaktadır. Kültürel
olarak sağda konumlanmış bir sol düşüncenin tarlasından çok muhalif fikirlerin
yeşermesi beklenmekte, ama ürünün tohumda saklı olduğu unutulmaktadır. Bu
durumun sebepleri arasında Türk yönetici elitinin kafasındaki ekonomik ve
siyasi modelin sol düşünce tarafından yanlış yorumlanması olduğu kadar, Yalçın
Küçük’ün ifade ettiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu siyasi elitlerinin
halkçılık programı ile sosyalistleri solculuklarından, tasavvuf programı ile de
sağcıları muhafazakârlıklarından alıkoyarak hem solcuları hem de sağcıları
sözsüz bırakması vardır.
Kemalist
Devrim aslında bir restorasyon çabası olarak görülebilir. Yani en devrimci
göründüğü zamanda bile köycüleşme hamlesi, entelektüel olarak devlete sadık
kapıkulu aydın yetiştirmesi ve Türk muhafazakâr düşüncesiyle birleşip Tanzimat
kötülemesi yapmasıyla belki de zaten bir restorasyon olarak ortaya çıktığını
tesciller. Hiçbir zaman daha ileri gitmek istemez, çünkü ilerisi sosyal olarak
karışık görünür. (Küçük, 1988). Pozitivist düşünceyi kılavuz edinerek toplum
mühendisliği dolayımıyla yeni bir millet yaratmaya çalışır, ama yaratmak
istediği toplum modelinin altyapısal gerekliliklerinden sürekli tedirginlik
duyar ve İnsel’in deyimiyle ‘düzen ve kalkınma’ (İnsel, 1996) kıskacında
salınır durur.
Burada
şunu belirtmeliyim ki devletin bütün tarihsel zaaflarına rağmen ben, kavram
olarak cumhuriyeti ve laiklik düşüncesini kötüleyerek ve icracı ile icra
edileni özdeş tutarak, olanı kötülerken olması gerekeni hiçleştirerek daha iyi
yaşam olanağını yakalayabileceğimize inanmadığım için sırtımda devasa
ağırlıkları, suçları taşıyıp kan ter içinde sonsuzluk çukuruna atmadan,
bananeci bir tavırla, tarihe kişiler ve hınç üzerinden bakan yaklaşımlarla bu
yüzyılda artık özgürleşilebileceğine inanmıyorum. Hele ki tekelci düzen, her
ayrılığı büyük kışkırtmalara sebep olarak sunarken ve masum insanların
acılarını sözde destekleyerek o anki konjonktürde çıkarlarını realize ederken,
tiksiniyorum tekellerin kanallarındaki anmalardan ve insanı zerre sevmeyen
patronların kâr hırsının masum insanları düşürebileceği içler acısı hâlden ve
kardeşlik ve sevgi hayalinin aldığı yaralardan.
Kimse,
bir devletin hatalarından kendisini arındıramaz. Mübadeleden kazançlı çıkan
Türkler de, Tehcirden Türklerle birlikte kârlı çıkan Kürtler de, kimse kenara
çekilip suçu üzerinden atamaz. Bir suç varsa hepimizin. Çözecek irade de
tahakküm sisteminin işlemesinden kâr sağlayanlar değil, bu sistemin
değişmesinden hayat bulacak olanlardır. Yani hayata emek merceğiyle bakanların
bir meselesidir bu. Aksi hâlde kıyamete kadar çözülemez. Çözümü imkânsızdır ya
da pozitivizmin nesnelliği kadar nettir.
Pozitivist
düşünce, özne-nesne ayrımını varsayarak öznenin, karşısındaki nesneyi tarafsız
bir gözle inceleyebileceğini iddia eder. Modern bir düşünce tarzı olarak
parçadan çok bütün ile ilgilenir. Son zamanlarda kimlik siyasetinde ifadesini
bulan azınlıklarla ilgilenmez ve homojen bir toplumu varsayar.
Soğuk
Savaş’ın bitişi kimine göre tarihin sonuydu, kimine göre medeniyetler arası
çatışmanın başlangıcıydı. Kimine göre ise herhangi bir kesinliği öngörmeyen ve
sonsuza uzanan bir biriciklikler analizinin geçerliliğinin tescillenmesiydi.
Evrensel
doğru fikrine sırtını dönen postmodern düşünüşün sırtını yasladığı anlayış
şöyle ortaya konabilir: Modernite, bütün evrensellik iddialarına karşın, özgül
bir toplumun ürünüydü. Kendisini genel geçer bir doğruluğun tescillenmesi
olarak ortaya koyması ve kendi dışındaki özgüllüklere geri yaftası vurması bu
yüzyılda artık kabul göremezdi. Her kendiliğe eşit derecede bir haklılık
atfedilmeliydi.
Mutlak
doğruyu reddedişi ve metinlerin hiyerarşik dokunduğunu ifade etmesiyle
postmodern düşünüş, elbette ki Fransız Devrimi ile ortaya çıkan kurumlara ve
ideolojilere de mutlak doğrular olarak bakamazdı. Her şeyin sorgulanabilir
doğası, bağlam bağımlılığı, nötr olmasının imkânsızlığı, postmodern düşünürlere
her kendiliğe bir tür meşruiyet tanımanın zorunluluğunu hissettirir. Modern
akla tahakkümcü, aynılaştırıcı ve dışlayıcı dedikten sonra zaten aksi olamazdı.
Modern’e göre her değişik olan, bir sapmaydı. Postmodern’e göre ise her X bir
şeydir. X dedim, çünkü “değişik olan” ya da “farklı olan” diyemezdim.
Kavramların oluşum sürecinde iş başında olduğu söylenen tahakküm ve hiyerarşi
X’e normatif olarak herhangi bir özellik atfetmemi engeller, çünkü postmodern,
hemen sorar: Neye göre farklı? Neye göre sapma? Sapmanın olabilmesi için
sapmayanın olması gerek, ama izafi varoluşların bir toplamı olarak görülen
tarih öyle kolayca bir şeye sapma dememizi engeller.
Devatak,
Derrida’ya referansla, şunları söyler:
“Kavramsal zıtlıklar hiçbir
zaman basitçe nötr değildir; aksine, kaçınılmaz olarak hiyerarşiktir. Zıtlığı
oluşturan iki kavramdan birisi, diğeri üzerinde hâkim kılınmıştır.
Ayrıcalıklandırılmış bu kavram, güya diğerinin sahip olmadığı (mesela, anarşiye
karşıt olarak egemenlik) varlığa, uygunluğa, tamlığa ve saflığa işaret eder.
Yapısöküm, her iki kavram kaçınılmaz olarak birbirine bağlı olduğu için,
böylesi zıtlıkların savunulamaz olduğunu göstermeye çalışır.” (Devatak, 2005:
168)
Tarafsızlığın
imkânsızlığı denilince modern akıl; pozitivist ve teknokrat gibi sıfatlarla
anılır hâle gelir. Özgürleşim için bir kapı açılmış gibi durur, ama maalesef
aslında olan şudur: kendisini evrensel kılanın da bir tür özgüllük olduğunun
ortaya çıkartılması ile daha özgürlükçü bir düşünce tarzına yol açmak
mümkünken, yeni tür bir entelektüel kuraklık, inançsızlık ve köleleşme durumu
ortaya çıkar. Bu durumu şöyle anlatabiliriz: Her çağ, son çağ olduğunu
tescillemek ister. Aksi hâlde yok olabilme ihtimalinin her an gerçekleşmesine
yeşil ışık yakmış olur. Tescillenmiş son ve paradoksal olarak sonsuz rejim
olduğunu ifade ederken, bunu yalnızca kendisi dillendirmek istemez.
Başkalarının da bu türküyü dillendirmesini ister. İşte bu anlamda modern çağ
kendisini insanlığın en yüce varisi olarak gören burjuvazinin hükümranlığının
kabulüdür. Fakat modern çağ bir bıçak sırtıdır: bir tarafı sosyalizme diğer
tarafı faşizme[1] evrilir.
Güçler
dengesinin yöneten lehine istikrarlı olduğu zamanlarda sosyal demokrasi benzeri
bir denge durumu var olur. Dengenin bozulduğu anlar faşizmin ilânı ile
taçlandırılır. Faşizm - Batı’da - sosyalizmin en yaklaştığı an gelmiştir; diğer
türlüsü olamazdı. Faşizmi doğuran koşullar, sosyalizmi önceleyen koşullardı.
Sosyalist mücadelenin olmasını sağlayacak devrimci irade karşı iradeyi de
doğurmuştu ve bezginliğe kapıldığı ana kadar sinmiş olan bu karşı güç
umutsuzluk anında hemen hortladı.
Fransız
Devrimi sonrası yaşanan iç savaşlar, Paris Komünü gibi pek çok toplumsal olay
sonucunda Sovyet Devrimi gerçekleşti. Yeni bir çağ başlamıştı aslında; çünkü
daha önce gerçekleşememiş bir düşüncenin bir devlet toprağı üzerinde bayrağı
dalgalanıyordu. Marx ve Engels kaynaklı ve Lenin ile ya kırılma noktasına
vararak yeni bir senteze ulaşan ya da aslında evriminin doğal seyrini izleyen
bir dünya tasavvurunun (Marksizm) kendisini gerçekleştirmesiydi Sovyet Devrimi.
Yeni bir insanlık vaat ediyordu.
Kapitalist
mantığın çok sevdiği dinsel söylemlerle bezeyip de insanlığa dayattığı insan
doğasının kötücül ve şeytani yanlarına dair nutukları Poppercı anlamda
yanlışlanmış mıydı acaba? Gerek Dünya Savaşları gerek askeri savunma anlayışı,
gerek nüfuz bölgeleri mücadeleleri, gerek psikolojik savaş sonrasında
bürokratikleşme sonucu, ne dersek diyelim, Sovyetler Birliği, Özgür Dünya’nın
yaptığı propaganda sonucu dış dünyada pek de iyi bir itibara sahip değildi.
Katı bir yönetime sahip olduğu, insanlara değer vermediği, koskoca yazar
Pasternak’ın bile kendisine yapılan baskılar sonucu dünyanın en muhteşem ve
yüce ödülü Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaktan vazgeçmesi, Sovyetler’in insan
düşmanı bir idare olduğundan başka hangi anlama işaret edebilirdi ki? Sovyetler
şeytandı, Birleşik Devletler ise Tanrı’nın sevgili meleği. ‘Apaçık kader’ (manifest
destiny) denilen dinsel bir söylemle Amerika kıtasında soykırım yapmayı
bile meşru kılan bir anlayıştı söz konusu olan. Postmodern düşünürlerin çok
sevdiği modernliğin düalist mantığı yine iş başındaydı. Bir Şeytan varsa, bir
de iyi bir Melek olmalıydı. İyilik müjdeleyen bir melek! İşte bu iyi melek
Birleşik Devletler oldu.
Lenin’in
II. Enternasyonal kadrolarıyla giriştiği polemiklerde de görüleceği gibi
Batı’da solcu bir düşüş yaşandı. Poulantzas’ın ayrıntılı bir tahliline
giriştiği, evreleştirerek belirginleştirmeye çalıştığı faşizm, İtalya’da ve
Nazizm Almanya’da yavaş yavaş iktidara talip oldular (Poulantzas, 1980). Hitler
ve Mussolini’nin iktidarlarının kurumsallaşma süreçleri ve nihayet II. Dünya
Savaşı Batı’da büyük bir dönüşümü başlattı. Yenik sol, daha sonra yeni sol
olarak kendisini omurgalaştırmaya çalıştı. Aslında olan, Leninist anlamda bir
revizyonizmdi. Artık “tarihe bakarak dersler çıkarmak yerine nasıl değişik
hipotezler üretiriz de akademik camiada nefes alabiliriz” endişeleri
belirleyici oldu. Frankfurt Okulu düşünürlerinin görüşleri revizyonizme gerekçe
gösterildi. Onlar da aslında bunun için pek çok gerekçe sağladılar. Artık eski
dünya yoktu! Yeni bir dünya ve yeni bir toplum vardı! Ya da Fromm’un dediği
gibi yeni bir insan yeni bir toplum olmalıydı! (Fromm, 1981) Fakat hangi
ekonomik düzende?
Söz
konusu düşünürler, Almanya’da faşizmi iliklerine kadar duyumsamış entelektüel
insanlardı; ama faşizmle doğrudan münasebetleri onlarda onarılması zor yaralar
açmıştı. Marx’tan daha çok Hegelci Marx’ı seviyor gibiydiler. Bunun sonucunda
betimleyici bir üslupla kaleme aldıkları eserleri modern dünyanın aklına ya da
akılsızlığına dair iç açıcı önermeler sunsa da yanlış anlamalara, karamsarlığa
ve çaresizliğe sebebiyet verebilirlerdi ki verdiler de. Bu konuda onları
suçlamak belki büyük haksızlık olur; ama eleştirmek kaçınılmaz. Çünkü özne-yapı
ilişkisinde ister istemez ya da kasıtlı olarak yapıyı önsel anlamda belirleyici
gördükleri için, ilk okuyuşta insanı ‘Zaten bu büyük insanlar bile böyle
dediğine göre, devrim falan imkânsız. Önemli olan insan olmak.’ şeklinde
fikirlere sürükleyebilecek eserlere imza atmaları ister istemez eleştiriyi hak
eder.
Frankfurt
Okulu eleştirisi, düşünürlerinin iyi niyetli olmaları fakat zamanın ruhuna
uygun eserler yaratmış olmalarından dolayı bugünden bir bakışla
değerlendirildiğinde biraz teslimiyetçi olarak algılanabildikleri, fakat özünde
çok eleştirel insanlar oldukları şeklinde bir görüş üzerine temellendirilemez.
Eleştiri acımasız, ama bir o kadar da şefkatli olmalıdır.
“Eleştirinin, zincirden
düşsel çiçekler derlemiş olması, insanın o zinciri düş gücü ya da avuntu
olmaksızın taşıması için değil, zinciri silkip atarak yaşayan çiçeği seçmesi
içindir” (Fromm, 1981).[2]
Frankfurt
Okulu düşünürleri ise yanlarında hep zincirle dolaşmaktan zevk duyuyor gibiler.
Yani özgürleşmekten bahsedince hemen kendilerini bağladıkları zinciri
göstererek, bunun imkânsız olduğunu, çağın değiştiğini iddia ediyorlar. Aslında
onların yaptıkları, Marks’ı durağanlaştırmak ve ondaki dinamizmi yok saymaktır.
Tom
Bottomore, Frankfurt Okulu düşünürlerinin Tarih alanına fazla ilgi
göstermediklerini, bu yüzden tarihdışı bir anlayışa sahip olduklarını,
yaşadıkları çağı betimleyici bir üslupla tanımlamalarından dolayı anlık
fenomenlerin analizine gömüldüklerini, anlık teşhisçi olduklarını, kültür
endüstrisi hakkındaki çalışmaları dolayısıyla üst yapı analistleri olduklarını
dillendirirken galiba haklı. (Bottomore, 2003: ss. 71-72.)
Minima
Moralia (Adorno, 2002) psikolojist eleştirel teşhisçi bir kitap.
Kitabı okuyunca ilk olarak Adorno kadar şey bilmediğiniz için
hayıflanıyorsunuz. İkinci olarak, kitabın tespitlerine rağmen içinizde “başka
bir yol da olabilir” fikri uyandığı an Adorno’nun karamsarlığı üzerinize
çöküyor ve bir süre teslimiyet bayrağını çekip geziyorsunuz. Bu arada bir süre
hafıza kaybı yaşadığınız için daha iyi bir dünyaya dair inancınız
neo-liberalizme övgüler düzen televizyon programlarının sisleri ardına
itiliyor. Aslında programlar neo-liberalizme övgü düzmüyor, onun içeriğini dışa
vuruyor. Neyse ki sonra silkinip kendinize geliyorsunuz.
Peki
neden insan, karamsarlığa kapılınca çoğunlukla statükocu söylemlere kulaklarını
daha fazla açar? Korkunca eğer kendi başınaysa, varlığını devlet büyüklerinin
azarlayıcı konuşmalarının hedef tahtasına oturtup ezilerek kişiliğine çeki
düzen vermeye çalışır neo-liberal dünyanın yeni insanı. Yalnız ve bundan dolayı
güvenlik endişeleriyle vesveseli bir hâle giren yeni insan, sistemin
hücumlarından kendini kurtaramaz, ama bir şekilde hayata tutunmaya çalışır.
Reklâmlar, diziler, popüler filmler ve günlük hayata dair programlar insanlara
nasıl yaşamaları gerektiği yönünde sürekli telkinlerde bulunur. Bu telkinlerden
dolayı varlığını bu sunulanların dışında oluşturmaya çalışan insan tipi,
etkisiz ve marjinal kılınır. Tekelci kapitalist düzen, insanlığın üzerine
geçirmeye çalıştığı deli gömleğini görünmez kılmak için kendi reklâmlarındaki
içeriğin normal olan olduğu yönünde bir yanılsama yaratır. Bu yanılsamanın
içerisine bir kere hapsolan insan, tüketim, okuma, yeme gibi bütün alışkanlık
ve zorunluluklarını bu yanılsama içerisinde sunulan kodlara uydurmaya çalışarak
hayatı tüketmeye varlığını adayarak devam eder yaşama(ma)ya.
Horkheimer’ın
Akıl Tutulması adlı yapıtı, bireyin toplum tarafından massedildiğini ve
öldürüldüğünü söyler. Fromm kadar bile iyimser olmayan, faşizmin ekonomik
analizinden ziyade, icrası sırasında icraatçıları bu hareketlere neyin sevk
etmiş olabileceğini araştıran Horkheimer, faşist insanı ele alarak faşizmin
görüngülerinin, davranış kodlarının tanımlanmasıyla meşgul olur.
Modern
toplum eleştirisini ortaya koyan yazarlar, ortaya çıkanın zaten çıkmak zorunda
olduğu yönünde yapısal önermeler ile öyle olmasaydı daha iyi olurdu, başka
türde de olabilirdi türünden iradi yaklaşımlar arasında salınıp durmaktadırlar.
Sonuçta kötülük ya da kötücülük betimlenmeleri gereken fenomenler olarak
analizin nesnesi konumuna yerleşirler. Kötülüğü betimleyenin de kötücülleşmesi
pahasına işleyen bir süreçtir aslında bu. Yeni bir tür ortaya çıkar:
Kötü-cül-lüğü betimleyici kötücüllük. Belki de postmodern analizin meşruiyet
zemini bahsi geçen değerli düşünürlerin -onlar isteseler de istemeseler de-
fikirleri olmaktadır.
Faşizmi
Hitler ve Mussolini’nin suretinde cisimleştiren kapitalist üretim tarzı, onun
bir anomali olduğunu iddia edip de faşizmi totaliter ilân ettiği Sovyet
sisteminin yanına konumlandırarak Özgür Batı’yı faşizmin ifadesi olduğu
çelişkilerden azade kılar görünür. Yani faşizm gibi tarihsel kökleri belli olan
ve büyük tekelci sermayenin konjonktürel ihtiyaçlarına cevap veren faşizm, “totaliter”
denilerek var olduğu topraklardan ötelere atılır ve Sovyetizm denilen sistem
ile özdeş kılındıktan sonra demokratik siyaset zemini sanki faşizmden ayrı bir
türmüşçesine sunulur ve kavramların arasındaki sebep-sonuç ilişkisi tersine
çevrilerek, faşizmin burjuva demokrasisinin yoğunlaştığı bir hâl olduğu
gözlerden uzak tutularak, esas olanın demokrasiyi yaşatmak olduğu telkin edilir,
ama demokrasiyi yaşatmak istemeyen emek güçleri değildir hiçbir zaman, çünkü
tarih, demokrasiyi kitlelerin doğal ihtiyaçlarının karşılanması hâline
evrimleştirdikçe göreli güçler dengesinin belirli bir zaman ve uzamında
güçlerin konfigürasyonu olarak demokrasi bazı ellerce ricat ettirilince faşizm
sahneye çıkar. Sonra yenilir ve sanki doğal seyir bir daha işlemeye başlar.
Yaratılmak istenen yanılsama budur.
İşte
postmodern tartışma burada önem kazanır. Faşizm ve sosyalizm -ikisi de modern
olgulardır- toplumu toptan dönüştürmenin ideolojisi olarak kabul edilir ve
entelektüel olarak bu şekilde çevrelenirken bu durumdan esas kazançlı çıkan,
belirli bir dönem faşizm olarak icraatlarını uygulayan kapitalist dünya görüşü
olmaktadır.
Postmodern
görüş de özellikle soğuk savaşın bitişinden ve Sovyetlerin yıkılışından sonra
bütün farklılıklara cevaz vermeye çabalarken biraz önce belirtildiği gibi
toplumu toptan dönüştürmeye niyetli total ideolojilerle aynı safta yer almamak
ve analizini de onlar gibi bütüncül bir felsefeyle yapmak istemediğinden,
mikroskobik siyaset diyebileceğimiz bir tür yeni siyaset doğar. Bu bağlamda
kadın, erkek, engelli, Arap, Alevi, Sunni, Kürt, Alman gibi insanların aslında
kimlikleri değil, Cangızbay’ın (2000) nelikleri dediği özellikler siyasetin
dili hâline gelirler. Bu süreçte emek; cinsiyeti, ırkı veya mezhebi
kapsayabilecek genel geçer bir kimliksel kategori değilmişçesine, kimlik
denilen nelikler arasına sokularak ve üzerinden sosyal üniforması çıkarılıp
sanki doğal bir türün özelliğiymişçesine üzerine bir renk tutturularak genel
bir kategori olan emek, özel alt birimlerin dengi olarak sunulabilmektedir.
Emek
cephesi, pek çok kimliğe bölünebilirken, sermayenin birikimi ve dünyanın
gittikçe sermaye lehine büyük bir köy olma durumu düşünmeye değer bir durum
olsa da görülmek istenmez sanki. Sermayenin de yekpare olmadığı, dünyaya bakış
bakımından laik-muhafazakâr diye bölünmesi söz konusu olsa da sermaye
çevrelerinin aldığı pek çok karar, onların sermaye cephesi olarak -yani genel
bir kategori olarak- tek ses olabildiklerini onaylar.
Postmodern
teorilerle iç içe gelişerek yolunu bulma çalışan aktörsüz sol siyaset, kendi
içindeki herkesin kimliğini temsil ve herkese kimliğini teslim ederek yol
alacağını iddia eder. Ama insanın doğuştan gelen özellikleri ile belli bir tarz
siyaset yapılamayacağını önemsemez, çünkü postmodern düşüncede esas olan, bir
şeyin olması ve yapılması değil, bir şeylerin kabul görmesidir. Kimliksel
onanmışlık tarihsel eylemden önemli hâle gelir.
Kimliğin
temsilini ve teslimi zorunlu kılan durum ise sermayenin tarihsel tercihleri ile
şekillenmesine katkıda bulunduğu politik atmosferdir. Tarihin belirli bir
evresinde sermaye gücünü arttırmak için insanları katletmiştir, zorunlu göçlere
sevk etmiştir, vergiler koymuştur. Türkiye örneğinden yola çıkarsak, Kürt
katli, Ermeni Tehciri, Varlık Vergisi denilen olaylar, sermayenin güç toplama
zorunluluğundan ayrı tutulabilir mi?
Bazı
kimliklerin kendilerini ifade etmelerini sağlayan, mağdurların politik
mevzilenmesi olduğu kadar sermaye içi çatışmalardır da. Mağdurun ya da maktulün
yakınlarının uğranılan haksızlığa dair itirazları tarihin belirli bir evresinde
karşılık bulamayabilir. Ama gün gelip de sermayenin yeni amaçları için yeni
aktörleri çatışmaya itmesi söz konusu olursa, bir dönem bastırılan ve yok
sayılanın konuşmasına daha kolayca izin verilebilir. En azından meşruiyet
zemini vardır artık mağdurun.
Meşruiyet
zemininin olduğu yerde çoğu zaman sermaye de artmıştır. Bir zamanlar
bastırılanın artık konuştuğu meşru zemin varlığını, yaratılan yeni gayri meşru
alanlara borçludur. Artan sermayenin varlığını bir yerlerdeki sermayenin
azalmasına borçlu olduğu gibi. Bir yerde rahat konuşan kimlikler ya da nelikler
varsa kesinlikle başka bir yerde konuşamayan kimlikler ya da nelikler vardır.
Sermayenin tarihsel tercihine kurban gitmiş bir nelik, kendisini ifade
olanağını ancak başka bir nelik sermayenin tercihi sonucu acı çekerse kazanır.
Burada bastırılan ırk, mezhep, neliklerin mücadelelerini küçümsemek akıldan
bile geçemez, ama özgür bir dünyada nefes almanın imkânsız olduğu her saniye
içinde mücadele yürüten grup kendi özel mücadelesini genel eşitlikçi dünya
barışı için yalnızca bir vasıta saymazsa, kendi kendisini inkâr etmiş olur ve
sürekli bir çatışmayı da meşru kılar. Özel genel ile birlikte vardır. Hep özel
olarak kalmak mantıksal olarak saçmadır.
Sermaye,
bir dönem Yahudileri kurban ilân etmiş, başka bir zaman zencileri aşağılık
mahluklar addetmiştir. Her olayın yaşandığı dönemdeki sermayenin birikiminin
niceliğini de takip etmek yararlı olacaktır. Irkçılık, yok sayma ve hakir
görmenin hastalıklı insanlarca gerçekleştirilmiş olmaları gerçeği onları söz
konusu insanların kafalarına estiği için yarattıklarını ifade etmez. Bir şey
kendisine ihtiyaç yoksa üretilmez. Hastalıklı ideolojiler, hastalıklı
bireylerin, içsel gereklilikleri net birtakım sistemler için uydurdukları
gerçekliklerdir, ama adına ideoloji üretilen sistemlerin işleyişinde herhangi
bir teknik aksaklık hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Söz konusu sermaye
düzeni ise her zaman ne istediğini düşmanlarından daha çok bilmiştir. Kurucu
felsefesini hiçbir zaman teslim etmemiştir yabancı ellere ve bir kere bile
sorulamamıştır. Girdiği yeni kılıklar, özündeki değişikliklerin değil,
taktiksel tercihlerin ifadesidir. Kendi arasındaki çatışmalar da aile arası
çatışmalar olmuştur ve babanın öfkesi sonucu yeni taksimatlarla yatışmıştır
çoğu zaman.
Postmodern
akıl, modernden başka tür bir kurucu felsefe oluşturup düşünce dünyasını başka
tür bir hiyerarşik yapıya dönüştürmeye dair ürperti ve kaygı duyar. Kurucu
felsefenin imkânsızlığın kabulü ile dünya politikasına yön verme uğraşından
vazgeçilmesi ve bir tür yeni entelektüel kaderciliğin vaaz edilmesidir aslında
söz konusu olan.
Cangızbay’ın
muhteşem bir şekilde belirttiği gibi “beşer-altı (ırk, cinsiyet) ve/veya
bireysel katma beşerîlik payı sıfır düzeyinde bulunan (etnik, mezhepsel köken,
aşiretsel mensubiyet) özellikler ya da beşer üstü’nden çizilmişlik iddiasındaki
yollar (tarikatlar, mistik cemaatler) çerçevesinde toplaşma eğilimlerinin büyük
bir hızla güçleniyor olmasının, kesinlikle bir tesadüf ya da kaotik tezahürler
olmadığı” (Cangızbay, 2000) önemli bir gerçekliktir.
Sınıf
yerine ikame edilmeye çalışılan beşer-altı ve beşer-üstü unsurlarla postmodern
siyasetin flörtleşmesini basit bir tesadüfi olgu olarak görmemek ve dünya
politikasının insanların doğuştan getirdiği özellikleri üzerinden
sürdürülmesine rıza göstermek, aslında Erdem Nezan’ın Robert Esposito’dan
aktardığı ‘ölüm politikası’na (thanatopolitics) ‘yaşam politikası’
(Nezan, 2015: 33) karşısında daha meşru bir yer addetmek demektir. Kimlikler,
barışları kadar savaşları da kabul edilmesi gereken olgular hâline gelirler ki
sürekli savaşın yeni taşıyıcıları olarak kullanılmaya en müsait araçlar
konumuna yerleşirler.
Sermayenin
ihtiyacı doğrultusunda ortaya çıkan faşizmin ana unsurlarından birisi de
ırkçılıksa bunda çok da şaşılacak bir şey yok. Bugün insanların pek çoğu ‘şu
Hitler kötü adamdı ama keşke Yahudilerin hepsini öldürseydi’ diyorsa, faşizmin
esas sebebi olan tekelci kapitalizm büyük bir başarı sağlamış demektir. Çünkü
kendisi en geride kalıp görünmez olur, önündeki faşizm sislenir, ama meydanda
ve gözlerimizin en yakınında çıplak hâlde bir ırkçılık kalır, ama çoğu insanın
düşünmek istemediği şey şudur ki Almanya’da Nazizmin Antisemitizmi
körüklemesinin sebebi, “sınıf farklılıkları ve sınıf eşitsizlikleri gerçeğinden
doğan sınıf kavgasını… önleme, frenleme, gözlerden uzaklaştırmak için, ulusun
kötü şartlarının sebebi olarak içte ve dışta birer yapıntı düşman icat etme ve
bunlara karşı yaratılan nefretle, sınıfları birleştirme taktiğinin bir parçası
edilişidir” (Şenel, 1968: 198).
Buradan
kapitalizme yaraşır vahşi sonuç ise şudur ki kapitalizm için hiçbir çiçek güzel
olduğu için güzel olamaz. Yararı ve sağlayabileceği yarar ölçüsünde güzeldir. Yahudi
kıyımı, kapitalizm için çok faydalı olmuştur. Birinci olarak, faşizmin ekonomik
temelini anlama ve anlatma gayretlerini baştan engellemiştir. Sırf ırkçılık
adına işlendiği öne sürülen en vahşi cinayetler, Nazizmin varoluş amacı hâline
getirilerek, tarihsel anlamda Nazizmin neyin temsilcisi olduğu gerçeğinin
tartışılmasının önüne geçmiştir. İkinci olarak, ırkçılıkla özdeş kılınan
faşizmin ekonomik yönü yok edilip de faşizmin totaliterliği ile Sovyet
sosyalizmi yan yana konulunca burjuva demokrasisi en sağlıklı işleyişe sahip
olan düzen olarak ortaya çıkmıştır. Yani ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmiş
bir insanlık söz konusudur.
Şimdilerde
de Ortadoğu coğrafyasında sergilenen ölüm politikaları medya tarafından bolca
sunulmakta ve bu sefer ölüm gösterilerek koma hâlinde yaşamak en büyük
maharetmişçesine sunulmaktadır. Yine sistemin özündeki hastalıklar gözlerden
gizlenmekte ve anomali olarak dışa atılarak, esasında sağlıklı işlediği
varsayılan sistem doğal seyrine kavuşturulabilirmişçesine bir düşünce
yaratılmaktadır. Yani postmodern aklın sevemeyeceği ve oluşması imkânsız olan
bir sapma, bugünkü kapitalist tekeller hükümdarlığınca bir sapma ya da anomali
olarak kitlelere sunulur ve sanki bu olanlar, kapitalizmin yirmi birinci
yüzyıldaki hâliyle hiç ilişkili değillermişçesine lanetlenir ve yalanlar
söylenmeye devam edilir. Bugün x vardır yok edilmesi gereken. Yarın y
olacaktır. Öbür gün z. Yani örtük biçimde her daim bir sorunun olacağı, ama
dünya politikasının ya da o çok beylik lafla, “uluslararası toplum”un bunlara
geçit vermeyeceği vaaz edilir. Ama sürekli savaş politikası, bugünkü dünya
politikasının diğer adıdır. Kurtarılacak bir yer, ezilen kimlik ya da yıkılması
gereken despotik devlet ya da manyak bir diktatör hep var olacaktır.
Özer Çiftçi
İştirakî Sayı 7-8
s. 245-252
Dipnotlar:
[1] İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm ve İspanya’da falanjizm adlarıyla
ortaya çıkan yalnızca ‘bir siyasi iktidar biçimlenmesiydi’ (Özek, 1970: 13).
Rejimin değişmesi söz konusu değildi. ‘Bonapartist ya da faşist burjuva
rejimler, devlet tipinde değil devlet biçiminde değişiklik yaratırlar.’ (Çağlı,
2000: 46)
[2] Fromm, kitabına epigraf olarak Marx’ın bu ve başka
bir cümlesini ve alt tarafına da Freud’un iki cümlesini koyarak başlamayı uygun
görmüş.
Kaynakça:
Adorno, T. W. (2002), Minima Moralia, İstanbul: Metis Yayınları, (Çev.
Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan).
Althusser,
L. (2006), Felsefe Ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi,
İstanbul: İthaki Yayınları, (Çev. Alp Tümertekin).
Bottomore,
T. (2003) The Frankfurt School and Its Critics, Routledge.
Cangızbay,
K. (2000) Komprador Rejimin Anatomisi, Ankara: Özgür Üniversite
Kitaplığı.
Çağlı,
E. (2000) Bonapartizmden Faşizme: Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir
Tahlili, İstanbul: Tarih Bilinci Yayınları.
Devatak,
R. (2005), “Postmodernism”, Yayına Hz.: Burchill, Linklater, Devetak, Donnelly,
Paterson, Reus-Smit ve True, Theories of International Relations, 3. Basım, New
York: Palgrave Macmillan: ss. 161-187.
Fromm,
E. (1981), Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, İstanbul: Say, (Çev. Necla
Arat).
Horkheimer,
M. (2008), Akıl Tutulması, İstanbul: Metis Yayınları, (Çev. Orhan Koçak).
İnsel,
A. (1996), Düzen Ve Kalkınma Kıskacında Türkiye: Kalkınma Sürecinde Devletin
Rolü, İstanbul: Ayrıntı, (Çev. Ayşegül Sönmezay).
Küçük,
Y. (1988), Aydın Üzerine Tezler – 5, Ankara: Tekin Yayınevi.
Nezan,
E. (2015), “İki Vahşet Arasındaki Yarılma: Savaş Pornografisine Karşı Direnişin
Estetiği”, Kampflatz, Cilt 3, Sayı 8.
Özek,
Ç. (1970), Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi, İstanbul: Ant Yayınları.
Poulantzas,
N. (1980) Faşizm ve Diktatörlük, İstanbul: Belge Yayınları, (Çev. Ahmet
İnsel).
Şenel, A. (1968), Sağcı Düşüncenin Kritik Tarihi, Ankara: Doğan Yayınevi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder