“bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır
[…]
nedensiz bir çocuk ağlaması bile
çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır”
[Edip Cansever]
1968 kuşağı, toplumsal anlamda atılım yaptığında tüm samimiyetiyle ve fedakarlığıyla halka ve sınıfa umut verdi. Öncesindeki Kavel direnişi, 68 kuşağının halkla bütünleşme süreciyle birlikte 15-16 Haziran büyük işçi hareketini ortaya çıkardı. 71 kopuşuyla birlikte sömürüsüz bir düzen ve bağımsız bir ülkede yaşama hedefi netleşti. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist mücadele hedefe ulaşma yolunda ideolojik hattın temeliydi. Kolay bir yol değildi ve öyle de olmadı. Sözde ve yazıda savunulan bu duruşun hayatın içinde de gösterilmesi inanç, bedel ödeme, kararlılık, özveri, güven verme, saygı, mütevazılık, sürekli yenilenme, yoldaşlık ilişkilerinin geliştirilmesi, her yaştan yoksul sınıflarla ve farklı kesimlerle bütünleşme gerektiriyordu.
Mücadele deneyimi
olmayan bu kuşağın, en önemli gücünü kararlılık ve haklı olmanın meşruiyeti
oluşturdu. Dalga dalga yayılan ve ivme kazanan sınıfsal ve toplumsal dinamik
karşısında paniğe kapılan burjuvazi ve egemenler, 12 Mart darbesi yeterli
olmayınca sahaya emperyalizmle işbirliği yapan faşist paramiliter çeteleri
sürdüler. Her ne kadar tartışmalı yönü olsa da -kimi sol çevreler için bu
eleştiriler geçerli de olsa- 74 affı sonrası tekrar toparlanan sol çevreler
faşist çetelerin dağıtılmasında, tersane ve fabrika grevlerinin örülmesinde,
özgür üniversite mücadelesinin verilmesinde yaşamlarıyla bayraklaşarak sınıflar
mücadelesi tarihindeki yerlerini insan güzeli yoldaşlarıyla aldılar. Maraş,
Çorum, öğrenci, işçi, köylü, emekçi katliamlarına rağmen faşist güruhla
mücadele devam ederken kazanımlı grevler, sendikaların kurulması, boykotlar,
halkla daha güçlü bağlar geliştirilmesi, Fatsa özelinde sömürüsüz düzene
geçişin denenmesi de tarihe köşe taşları olmuştur. Tüm bu sürecin ardından
dalgakıran olarak 12 Eylül gelir. Getirmek istediği düzeni hemen yerleştirmese
de takvimler 12 Eylül’de kalmıştır. Herkesin takvimi farklı işliyor.
“12
Eylül toplumun üzerinden silindir gibi geçti, ülkenin karanlığı doğdu, bir
kuşağın hayalleri yıkıldı!” söylemine sığınanlar, aslında 12 Eylül’ü bir güne
indirgeyenler, yenilgiyi o gün kabul etmiş olanlardır. Nicel açıdan en kitlesel
çevreler birbirine mahalle yasağı koyarken darbeye bir gün direnemedikleri için
bu söylemi geliştirdiler. Darbeye direnen, ona karşı çıkan, nicelliği değil de
kararlılığı ve verdiği sözü unutmayan, duvara yazdığı yazının bedelinin de ne
olduğunu bilenler, sömürüsüz bir düzene inananlar, halka da sınıfa da sırt
çevirmeyip hem zindanlarda hem sokaklarda halk ve sınıf üzerinde kurulmaya
çalışılan baskıyı kırmanın yollarını aradılar.
Tarihin
tekerinin geriye gitmeyeceğini bilerek, nostaljiye sığınmıyoruz. 2000
sonrasında daha da netleşen tablo, solun tahrifatının netleşmesi oldu. Ne
onları var eden ideolojiye ne o ideolojiyi yaşatmak için tarihte anıtlaşan
yoldaşlarına ne kendilerine destek veren halka ve sınıfa ne de devamcısı
olmaları gereken tarihe, geleneğe, değerlere sahip çıkabildiler.
Mücadele
azim, kararlılık, cüret, bedel ödeme, kendini yenileme istiyordu fakat bu zorlu
süreç, 12 Eylül gününde olduğu gibi teslimiyete ya da kavgasız bir yenilgiye
feda edildi. Kimi bar ve meyhane açtı, kimi sendikalarda bürokrasi kurdu, kimi
vekil pazarlıklarına girişti, kimi yayınevi kurup lobi oluşturarak
kitap-dergi-gazete çıkardı ya da ödül dağıttı. Sorunun kaynaklarından biri,
inanç yitimiydi. O yüzden bu çevreler 12 Eylül günü yenilmediler, asıl yenilgi
darbe mahkemelerinde başladı. En kitlesel olanlar, sola trafik kurmaya
çalışanlar/rota belirlemek isteyenler, henüz bir mücadele çevresi olmadıklarını
mahkemelerde ilân ettiler. Bu çevrelerin içinde yetişip kararlılıkla duranlar
da oldu tarihte bayraklaşanlar da.
Bugün
yoksul halk kesimleri umut ve güven krizi yaşıyor. İnsan tükenme noktasına
gelirken aileden arkadaşlığa ve halka kadar hiçbir bütünlük neredeyse kalmadı.
Nasıl ki tek insan, temel güven ihtiyacı karşılandıktan sonra aidiyet duyuyorsa
halk da sınıf da aynı süreçten geçer. Bireyci anarşizme sığınıp bir emekçiyi
yaşadığı haksızlıktan dolayı ses çıkarmadığı için eleştirmek, sömürüsüz düzenin
kurulmasına en baştan set çekmektir, umutsuzluğu aşılamak ve tarihin yasalarını
kavrayamamaktır. Asıl mesele, insan tekinin hikâyesine değil, insan teklerinin bir
hikâyeyi yaşadığına odaklanarak kitlelerin bu bilince erişmesi üzerine
mücadeleyi kurmaktır. 43 yıl inişleri çıkışlarıyla her yılın 12 Eylül’de takılı
kalmasına tanıklık edildi. Sınıf mücadelesinin 13 Eylül’e taşınamadığı
koşullarda kaybeden “insan, halk ve sınıf oldu.
Sadece
68’den beri mücadelenin içinde olan, 78’den beri geri çekilen/devam eden
insanların aileleri de dâhil olmak üzere emek mücadelesiyle bir şekilde
tanışmış, etkilenmiş, ona umut bağlamış, bir süre yer almış, uzaktan-yakından
destek vermiş, sempati duymuş milyonlarca insan var. Bir araya gelemememizin
asıl nedeni, özellikle 90 sonrası dâhil olmak üzere, hiçbir siyasi çevre
dışarıda kalmayacak şekilde bir bütün olarak solun yaptığı hatalardır.
Ezilen
ve sömürülen insanlar olarak aranan güven duygusu karşılanmadığında ya düzene
gidiliyor ya da düzen ve kurtuluş ideolojisi arasında geliniyor. Sonuç da
u/mutsuzluk, değersizlik, inanç yitimi oluyor. İnsan, insana kurt oluyor.
Mücadeleye katılacak bu kadar çok insan, geçmiş deneyimler, bedeller, yaratılan
değerler, hatasıyla doğrusuyla onurlu bir tarih varken, bugün sistemin çarkları
tarafından öğütülmemek için kendi başımıza ya da kendi küçük çevremizde insan
kalmaya çalışmak her ne kadar insan olarak başarıysa da bize verilen en büyük
ceza.
Tüm
mücadele kapasitemizin sınıfsız-sömürüsüz bir düzen karşısında iştirak
oluşturulamayacak şekilde atıl bırakılması, zor da olsa bedel de gerektirse,
kurtuluşumuzun artık bir ütopya olarak algılanması. Ütopyalar, deneyimlenmediği
için ütopyadır. Oysaki Sovyet, Çin, Küba, Paris Komünü, Vietnam direnişinin
gösterdiği gibi sınıfsız-sömürüsüz bir düzen eksikleriyle de olsa deneyimlendi.
Faşizmin, ülkemizde geriletildiği dönemler de oldu, Berlin’e işçi-köylü
bayrağının çekildiği de oldu.
90
sonrası süreçte tüm bu deneyimler, “totaliter” diye kitlelerin zihnine
işlenerek bireysel özgürlükten ödün verilmemesi gerektiği, insanın “özünde kötü
ve bencil” olduğu, kimse için mücadele edilmemesi gerektiği telkin edildi.
Sonuç, bugün yaşanan sömürü ve bunalım.
İşçi
sınıfının yolunu kendi yolu belleyenlerin tarihini devam ettirdiğinin
propagandasını yapan eğitim sendikaları üyeleri bile bireysel özgürlüğü ve
birey olmayı en yüce ideoloji olarak pratiğe döktü. Alkolsüz yapılamayan sohbet
ve etkinlikler, yoldaşlık ilişkilerinin bulanıklaştırılıp flörte evrilmesi,
eleştiriyi küfür saymak ya da sessizlikle yanıt vermek, kariyerizm, dayanışma
kültürünün ticarileşmesi, üstenci bürokratik dilin ilişkilere sirayet etmesi ve
daha birçok çarpıklık mücadele kapasitesi olan insanları, işçileri, emekçileri
umutsuzlaştırdı. Düzenden aldığı kültürü yaşatıp mücadele verdiğini sanan sol
çevreler yeni bir düzen kuramazlar.
Ülkemizin
sınıflar mücadelesi tarihinde yaratılan değerleri, üretilen türküleri,
duvarlara yazılan sloganları bedel ödeme kararlılığı ortaya çıkardı. “Yeni
insan” idealinin hayata geçmesi müziğinden edebiyatına, resmine, karikatürüne,
sinemasına-tiyatrosuna; afişinden sloganına, kullanılan dile, verilen sözü
tutmaya kadar zorlu bir süreç istiyor. İnsan tekinden, kendisini dönüştürmesi
ve ideal düzene ulaşılması yolunda adımlar atması beklenemez. İnsanı bir bütün
olarak ideoloji şekillendirir. İdeolojiyi de davranış biçimi ve yaşam kültürü
oluşturmak yaşatır. Tek tek insanların bunu yapacak gücü yoktur, olsa da bu
dönüşüm “Herkes kendi kapısının önünü temizlese şehir tertemiz olur”
safsatasından beklenen eylemsellikle aynı noktada buluşur.
Mütevazılığı,
yaşamın anlamını, yurt ve insan sevgisini, değerleri, bilinci, davranış
biçimini, ahlakı ve erdemi, sahiplenmeyi, disiplini ve özdisiplini, verilen
sözü tutmayı, güvenirliği, sevgiyi, samimiyeti, cüretkarlığı, insan
kullanmamayı ve üstenci olmamayı ancak sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisi
verir, çünkü yaşamın anlamı bireysel değil, kollektiftir, aşkındır. Bu
kollektifi sağlayıp insanı kozasından çıkarıp yaşama katabilecek İdeolojiyi de
ancak sınıf partisi/hareketi verir, insan teklerini dönüştürüp birleştirerek
düzene karşı mücadelede elleri birleştirecek yapı da odur.
Burjuvazi,
ideolojilerin bir din olduğunu ve disiplinden uzak durmak gerektiğini söylüyor.
Dinler insana bir yaşam biçimi verir, evet, ideoloji de insana yaşam biçimi ve
değer verir. Din, bir cennet vaadinde bulunur ve bunun için nefsin terbiye
edilmesini salık verir, fakat kurtuluş ideolojisi cennetin ellerimizde ve bu
dünyada olduğunu önerir. Öyle olmasaydı, Sovyet deneyimi yaşanmazdı.
Din,
kurtuluşun genel olarak bireyin kendi kendini eğitmesinden geçtiğini telkin
eder, çünkü ona göre din yaratıcı ile insan arasındadır, ideolojiyse kurtuluşun
birleşmekten geçtiğini, cennetin ezilen ve sömürülen insan topluluklarıyla
burjuvazi ve egemenler arasında verilecek mücadeleyle bu dünyada kazanılacağını
savunur.
“Yeni
insan”ı yaratacak olan, bu nedenlerden ve gereklerden dolayı sınıf hareketi ve
mücadelesidir. Aksi takdirde düzenin yarattığı insan; ideolojiyi baskıcı,
sömürüsüz bir düzeni totaliter, insan kardeşini rakip, insan olmayı ütopya,
yoldaşlığı arkadaşlık, bencilliği insan olmanın gerekliliği olarak görür. Bu
bağlamda dinlerin erdem öğretileri ve inanç sahibi insanlar dışlanmadan
emekçilerin birliğine katılmalıdır.
Yaşamımızı
kurtuluş ideolojisine göre şekillendirirken düşünce ve davranış tutarlılığı
aynı hikâyenin içinde yer aldığımız insanlara örnek olur. İyi örneğin yayılması
kötü örneğin yayılma hızına göre daha yavaştır ve zorludur. İyi örnekler
yayılırken bilinç ve davranış şekillendireceği için kalıplaşmış davranış,
söylem, bilinç ve alışkanlıkların duvarıyla karşılaşır. Duvarı yıkılan insan,
yeni duruma uyum sağlamaya çalışırken değiştirilmesi gereken alışkanlıklarını
geride bırakmakta zorlanır. Bu sürecin en zor yanı, sistemin tüm aygıtlarıyla
insanın zihnine yaptığı işgaldir. Bu yüzden emperyalist işgal önce zihinlerde
başlatılarak sisteme tepki vermeyen bireyler üretilir. Özgürlük, yaşam biçimi,
kimlik, yüce bireylik, “kaliteli yaşam” pratikleri/tüketimleri, kendini en
değerli hissetme düzen tarafından aşılanır. Başka bir dünyanın mümkün olmadığı,
teslimiyetin özgürlük olduğu, kalabalığa karşı gelmemenin gerekliliği
bilinçlere yerleştirilir.
Burjuva
düzeninin emekçileri dizginlemek adına koyduğu toplumsal ve bürokratik
kurallara uyulması için rıza üretilmeye çalışılır. İzlenen filmlerde, yazılan
edebi metinlerde, dinlenen şarkılarda insan doğasının bencil, vahşi, ilkel
olduğu propagandası yapılır. O yüzden bu kurallar bürokrasisi devam etmelidir.
Bir yönüyle “geçerlidir”(!) çünkü burjuva hukuku devre dışı kaldığında insanın
o “vahşileştirilen” doğası ortaya çıkar, o doğa oluşsun diye insanın insan olma
gereği olarak özünde bulunan eşit, özgür ve insanca yaşama hakkı her alanda
bastırılmıştır. Bastırılmışlığın sonucu, hukuk olmadığında, şiddet ve
uyumsuzluk olarak belirir, fakat bu doğa kapitalizmin eseridir.
O
vahşi kabul edilen ilkel toplulukların töre ve normları bile bu düzenden daha
insanca ve demokratiktir. Düzenin yarattığı insan, yetki verildiğinde herkesi
ezmeye çalışır; “ilkel” doğasına cevaz verildiğinde pedofili ve şiddet ortaya
çıkar. O yüzden bu düzenin insanları kırılgandır, çünkü portakal ağacından muz
vermesini bekler. Düzenin insan tipiyle kurulan arkadaşlık, dostluk, ilişkiler
bir yanılsamadan ibarettir; tüm insan dışı değerlerle ve alışkanlıklarla
ilişkiler kurulur, sonucu da hayal kırıklığıdır. Gözden kaçırılan da insan
olmanın bu olmadığıdır. Böylece kimsenin vakti yoktur, durup incelikleri
düşünmeye.
En
başta kendimizi dönüştürüp tevazuyu, kararlılığı, cüreti, değerleri yaşatmayı
ve bunun yolunun da bedel ödemekten geçtiğinin bilincine varmamız gerekiyor.
Tek başımıza bunu yapmamız mümkün değil, tek insanın cesareti ve erdemleriyle
sömürü düzeni sonlanmaz, yeni insan idealine ulaşılmaz. Böyle bir sınıf
mücadelesi hareketi yok diye de “tek insanın” cesareti, kararlılığı ve onurlu
duruşu da “gereksizdir” ya da “Don Kişotluktur” demek de haksızlık olur.
Bazen
tarihin tekerini insan tekinin yıktığı ilk domino taşı da devirebilir. Bugün bu
onurlu insan “tekleri” sınıf mücadelesi vermesi gereken hareket, çevre ve
sendikaların tarihsel görevini yapıyor, bu da düştüğümüz durumun vahametini
gösteriyor. Okulların duvarları faşist yazılarla doldurulurken, harcında 78
kuşağının teri ve canı bulunan mahalleler dini kullanan şeriatçı yapıların
yuvasına dönüşürken, aynı mahallelerde uyuşturucu çeteleri hem yoksul halk
çocuklarını zehirleyip hem de kendi aralarında yaşanan çatışmada işten dönen
gençlerin canını alırken, solun ve sendikaların bu sessizliği umutsuzluğu daha
da perçinliyor. Bu, tali bir sorumluluk değil, aksine sol olmanın en onurlu
görevlerindendir bu çarpıklıkların karşısında durmak.
Ne
Kayseri’deki seyyar satıcının ne Tokatköy’de evlerinin çatılarına çıkarak
yurtlarını yuvalarını koruyan mahalle halkının ne işi ve onuru için direnen
emekçilerin ne barınma hakkı için parklarda yatan öğrencilerin gösterdiği
kararlılığı ve cüreti sol gösterebiliyor. Ayrı ayrı emekçi ve ezilen direniş
dinamikleri ivme kazanırken kendiliğindenciliğe teslim olan sol, o geri ve
bilinçsiz kabul ettiği halkın yanında küçük burjuva kalıyor ve direnişleri
birleştiremiyor. Kendiliğinden hareket eden halk ve sınıflar bile soldan
ileride duruyor.
Ne
olursa olsun onurlu bir yaşam için bu düzenin insanı olmamak gerekiyor.
Netfliks dizileri izlemek, yoga kurslarına gitmek, şiir dinletilerine katılmak,
tiyatro izlemek, sinemaya gitmek, barlarda bira içmek, kahve zinciri
mağazalarda kahve tüketmek, saatlerce sosyal medyada vakit geçirmek,
trekkinglere katılmak, mahremiyeti hiçe sayıp her bilgimizi ve konumumuzu
paylaşmak, Batılı yaşam ritüellerini yaşamak/yaşatmak, dijital oyunlar oynamak,
kredilerle araçlar alıp son ses müzikle hızla abartı egzozla gezmek,
tepkilerimizi sosyal medyadan vermek, okuma gruplarına katılmak, kursları takip
etmek. Farklı kültürlere diş bilemek, “nefret et!” denilenden nefret etmek, acı
modası pratiklerine katılmak, ırkçı faşist söylemleri ve sembolleri değer kabul
etmek, burçlardan ve doğal taşlardan olumlu enerji ummak, fallarla geleceğimizi
öğrenmeye çalışmak (aslında sömürüleceğimizi), insan doğasının kötü olduğunu
telkin eden kitaplara ve dizilere yönelip ilk darbede bu telkinler haklıymış
demek... Güzel! Hiçbiri de yaşamın anlamı olmadığı gibi an’a tutsak edilmiş
kopya yaşam biçimleri, sonu da umutsuzluk, yalnızlık, depresyon...
Mücadele
etmek, düzen içinde savrulmaktan ve çürümekten her şekilde üstündür. Umut,
değer, bilinç aşılar; insanlaşma yolunda adım attırır, hedef belirler. Amaca
bağlanmayan bir yaşam, dağılmaya mahkûmdur.
Sola
ve yeni insana en çok da bugün ihtiyacımız var. “Nostaljiye sığınmıyoruz”
demiştik, aradığımız ve özlediğimiz en önemli değerlerden biri, bu tarihin
yapıcısı olmak için aramızdan ayrılanların tevazusu, saygın kişilikleri.
Geçmişin mücadelesine ve kitleselliğine özlem değil bu. Bugün en kitlesel olan
hareket ve çevreler bile ideolojik bunalım yaşadığından sürekli yenilgi yaşıyor,
tarihe yön veremiyor, haklı olmayı tek başına yeterli görüyor ama haklı olmanın
mücadele etmenin ilk nedeni olduğunu unutuyor.
Neler
Yapılabilir, Nereden Başlanabilir?
Sofokles’in
oyununda kardeşinin ölü bedenini kral olan amcasına karşı çıkarak gömüp bir
mezarı olmasını isteyen Antigone'nin trajedisi konu edinir. Antigone’nin
kardeşi aynı zamanda kralın yeğenidir, fakat vatana ihanetle suçlanarak yurt
toprağına gömülmesi yasaklanır, cesedini vahşi hayvanların parçalaması ceza
olarak belirlenir. Gömmek isteyen de cezalandırılacaktır. 2500 yıl öncesinin
metninde kardeşlik hukuku, insan olmanın onuru, mezar hakkı tüm bedeller göze
alınarak savunulur. O yüzden mezarlarınızın olmadığı yer yurdunuz değildir.
Mücadele
tarihini yaratan, kurtuluşa ve sınıfsız sömürüsüz düzeni tek geçerli düzen
olarak görüp bedenen aramızda bulunmayan insanların yattığı vatan toprağı,
onların devamcısı olan sollar tarafından kimsesizler mezarlığına dönüştürüldü.
Bu çarpıklığın nedeni ne burjuvazi ne de egemenler. Antigone olmayı göze
alamayan hareketler ve çevreler.
Kendi
ailesini sahiplenmeyenler başka aileleri de kurtarma iddiasında bulunursa sınıf
tarafından samimiyetsiz bulunur. Günün en acil ihtiyaçlarından biri, nereden ve
nasıl geldiğimizi hatırlayıp kendi takvimimizi yaşamak. Samimiyet ve güvenin
olmadığı yere sınıf da halk da gelmez. Aidiyet ve güven ihtiyacı değerlere
sahip çıkılarak yaşatılmazsa, ki yaşatılmıyor maalesef, kitleler de “Başkası
için değmez!” söylemine teslim olur. O yüzden vatan toprağı tam olarak
orasıdır.
Takvimi
olmayan bir mücadele gündeliğe mahkûm olur. Sendikalı bir öğretmen, bağlı
olduğu sendikanın tam kapanmayı savunduğu bir dönemde kendi okulunun
laboratuvarında dezenfektan üretirken yaşamını yitirdiği hâlde; emekli bir
öğretmen deresine, suyuna, doğasına sahip çıkmak için fiili meşru demokratik
mücadele verirken orantısız güç karşısında yaşamını yitirdiği hâlde; sınıfta
öğrencilerinin yanında azarlandığı için bunun yükü altında onurunun ezildiği
için yaşamından edildiği hâlde bu insanların bağlı olduğu sendika, bastırdığı
takvime bile bu öğretmenlerin adlarını ve fotoğraflarını koymuyorsa, onların
adını yaşatmak için mücadele vermiyorsa, o zaman sınıf bilinci olmayan
kitlelerde de “Kim için, ne için mücadele?” sorusu bir savunma biçimi olarak
yaşam felsefesine dönüşür.
Aldığı
grev kararından dolayı işinden, emeğinden, öğrencilerinden yoksun bırakılan
eğitimciler, kararı alan sendika genel merkezinin yaşanan sonuç karşısındaki
tepkisizliğine rağmen her gün aynı alanda yerlerde sürüklenmeyi göze alıyorsa o
zaman sınıfta güven kaybı yaşanır. Solların etkili olduğu mahallelerde duvarlar
ve iş yerlerinin duvarları faşist propagandaya teslim edilip çetelere
bırakılırsa o zaman halkta ve sınıfta güven kaybı yaşanır, bedel ödemek göze
alınmaz. Mahalleye ve sınıfa baskı uygulanırsa aldığınız ilk darbede halk ve
sınıf sizden uzak durur.
Kadın,
erkek, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni vb. kimliklerimiz fark etmeksizin bu
vatan bizim, emek bizim, gün bizim, tarih bizim, gelecek bizim. O yüzden
sömürüyle karşı emeğimizi, emperyalizme karşı vatanımızı birlikte savunmak
zorundayız. Ayrıştıkça geriliyoruz, geriledikçe dağılıyoruz, dağıldıkça yitip
gidiyoruz, milyonlarca insan olarak hiç yaşamamışız gibi. Ne dünyayı
şekillendiren emeğimiz ne de üzerinde yaşadığımız toprak, ne bir avuç egemenin
ne de emeğimizi sömüren burjuvazinin. Bu yüzden emek ve üzerinde emek verilen
vatan toprağı en yüce değerlerdir. O toprağın tarihini yaratanlar onlar değil;
Yunus’lar, Pir Sultan’lar, İshak’lar, Karacaoğlan’lar, Dadaloğulları, Kurtuluş
Savaşı veren yoksul halk, 71 ve 78'in mücadelecileri ve onların yolundan
sapmayanlar, greve giden işçiler ve emekçilerdir. Kendi tarihimizi ve
takvimimizi bilmek zorundayız.
İdeolojiden
ve politika yapmaktan kaçmamız isteniyorsa asıl ideoloji ve politika her dakika
sömürülmemiz ve insanlığımızı kaybetmemiz, birbirimize ve kendimize düşman
olmamız için işliyor demektir. İdeolojinin ve politikanın dışında canlı ve
cansız hiçbir varlık kalamaz. Bütün yaşamımızı o belirliyor. Karşı politika
olarak sınıf mücadelesini savunmakla sorumluyuz. En başta kendimiz için.
Uyuşturucuyla mücadele etmeyi sol olmak değil, gericilik diye kabul edersek bu
çürüme gelip bizim ailemizi bulur. Emeği için direneni sahiplenmezsek bir
sonraki güvencesizliğin ve haksızlığın bizi bulması için taviz verir, alan
açarız.
İnsana,
birbirimize, sınıf mücadelesine güvenmek zorundayız. İnsan doğasını kirleten
sömürüye karşı, tüm yanlış ve hata yapan sollara rağmen sınıf hareketini ve
dinamizmini yadsıyıp kendi köşemiz sandığımız temeli çürük zemine çekilemeyiz.
Yaşanan
biten anları değil, sürece ve yaşama yayılan mücadeleye bağlandığımızda
değersizlik, depresyon, çürüme bertaraf edilir. Günceli değil, kendi
gündemimizi sürekli dayattığımızda tarihi biz yazabiliriz. Sömürü düzeninin
devam etmesi için bize sunulan medyayı ve zihin işgal eden sözde kültürü
reddettiğimizde birbirimizi görebiliriz.
Arkadaşlığı,
dostluğu ve en başta aileyi savunmadığımızda değersizlik kıskacında yaşamımız
sıkışıp kalır. Kırılmayı, hayal kırıklığına uğramayı göze alıp insanın
dönüşebileceğine inandığımızda kendi kültürümüzü üretebiliriz.
Burjuvazinin
müziğini dinleyip bireyci metinlerini okumak yerine insana dair tüm değerleri
ve duyguları diyalektik bir bakışla üreten kendi müziğimiz dinleyip bizi biz
yapan şairleri ve yazarları okuyarak işgal edilen zihin coğrafyamızdan
emperyalizme ilk darbeyi vurup tekrar insana ve halka güvenebiliriz.
Tüm
kırılmalar, güven kayıpları, başarısızlıklar, hatalar ve yanlışlara rağmen
sömürü düzeniyle mücadele etmek mi daha zor ve insanca yoksa en başta kendimize
ve insana güvenmeyip bir ömür sömürülüp yozlaştırılmak mı? Bu soruya
vereceğimiz yanıt nasıl bir yaşam istediğimizi belirler. Bu yanıt davranışlarla
pratiğe dökülüp hayat sürdürüldüğünde, anlam da kendiliğinden gelecektir.
İlkini yapmak daha zorsa o zaman aileden, arkadaşlıktan, dostluktan,
ilişkilerden, komşuluktan, birlikte olmanın neleri başaracağından umudu kesmek
gerekir ki böyle yapıldığında gidilecek yer bir uçurumun kıyısıdır.
Hiç
yaşamamışız gibi bu yaşamdan çekilip gitmeden önce nasıl ki bizi yaşarken kimse
görmedi yalnızdık diyorsak çekip gittiğimizde de mezarımızda bir tane çiçek
olmayacak ve gerçekten hiç yaşamamışız gibi unutulacağız. Yaşarken kimlerle
ilişki kurup hangi değerleri yaşatıyorsak yaşamımızı yitirdiğimizde de ya
kimsesizliğe mahkûm ettiğimiz bir yerde kalacağız ya da yaşadığımıza tanıklık
edenler bizi yalnız bırakmayacaklar.
İnsana,
sınıfa ve halka güvendiğimiz için bizim yanıtımız şudur: “Mücadele, tek geçer
yoldur; iştirakimizi genişletmek zorundayız”. Mücadele ettiğini iddia edenlerin
yaydığı umut kırıcı söylemlerini kabul etmiyoruz. İnsan olmakta ısrar ediyoruz
her şeye rağmen, çünkü insan da sınıf da halk da değişmedi, Sol değişti.
S. Adalı
10 Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder