András Kovács
Ekim 1969
Aşağıdaki metin, Georges Lukács’ın Macar televizyonuna
verdiği söyleşinin dökümünü içeriyor. András Kovács hazırlık sürecini yürüttü,
ayrıca söyleşiyi gerçekleştirdi. Söyleşide Lukács, gençliğinden ve Lenin’in
devrimci bir eylemci olarak tecrübe ettiği gelişim süreci üzerindeki etkisinden
bahsediyor. Amacının, Lenin’in tarihsel gerçekliğin zenginliğini ve
karmaşıklığını kavrayış tarzındaki anlamı geleceğe aktarmak olduğunu söylüyor.
Söyleşi, Ekim 1969’da kaydedildi. Aşağıda, esas olarak Lukács’ın Lenin’in düşüncesi
ve eylemiyle ilişkisinin ele alındığı birinci bölümüne yer veriliyor.
* * *
Lenin’le bir kez temas kurma imkânı bulabildim, o da
Macar Komünist Partisi’nin delegesi olarak katıldığım Komintern’in üçüncü
kongresi vesilesiyle oldu. Orada, beni Lenin’e partinin delegesi olarak takdim
etmişlerdi. Bu arada, 1921 yılının Lenin’in Komintern içerisinde gelişen sekter
akımlara karşı mücadele yürüttüğü bir yıl olduğu akıldan çıkartılmamalı. Ben, o
dönem sekter bir hizbin parçasıydım. Aslında ona hizip değil de grup demek daha
doğru olur. Bu sebeple, genelde sekterlere nasıl davranıyorsa bana da öyle
davrandı. Beni soğuk bir şekilde karşıladı. Ama Lenin, İtalya’daki büyük parti
içerisinde faal olan sekterliğin temsilcisi olan Bordiga veya Alman Komünist
Partisi’ni temsil eden Fischer-Maslow grubu kadar soğuk davranmadı bana.
Lenin’in o dönemde yasadışı olan Macar partisinin bir yetkilisini pek
önemsemediğini söyleyebiliriz.
Bir seferinde de Viyana’da çıkan Kommunismus [“Komünizm”]
dergisinde komünistlerin meclise girmeleri fikrine karşı çıkmam üzerine Lenin,
esasında doğrudan Béla Kun’u hedef alan makalesinde, benim konuyla ilgili
olarak oldukça radikal, ama aynı ölçüde anti-Marksist bir yazı yazdığımdan
bahsetmişti. Lenin’in bu görüşünden çok şey öğrendim.
Aşağı yukarı aynı dönemde Lenin, parlamentarizm
meselesini ele aldığı ve onun dünya tarihi açısından bakıldığında geçiş
aşamasına ait bir olgu olduğunu söylediği Sol Komünizm: Bir Çocukluk
Hastalığı kitabını yayımladı. Burada Lenin, tarihsel gelişim sürecinde
ülkenin geri kalmışlığının parlamentarizm taktiğinin göz ardı edilmesini mümkün
kıldığını söylüyor değildi. Lenin’in beni küçümseyen ifadeler içeren yazısı
hafızamdan silinip gitti, ama oradan edindiğim o büyük dersi hiç unutmadım.
Bu hikâyenin yanında, bir keresinde Lenin’le
tanıştırıldım, kongreye verilen arada bir araya gelip biraz hoşbeş etmiştik.
Neticede bu kongreye yüzlerce kişi katılmıştı, Lenin,
ancak yirmi otuzuyla ilgilenme imkânı bulabilmişti. Bu sebeple, az sayıda
kişiyle, elinden geldiğince azami düzeyde nezaketle ilişki kurabilmişti. Benim
Lenin’le kurduğum temaslar bunlarla sınırlı. Ama daha önemlisi şuydu: bir
delege olarak Lenin’i gözlemlemek için epey vaktim olmuştu.
Küçük ama önemli bir hikâyeyi de aktarayım bu
fırsatla. O dönemde kongre yürütme komitesi bugünkü kadar önemli bir yapı
değildi. Ortada ne bir protokol ne de komite üyeleri için tahsis edilmiş bir
podyum vardı. Bir üniversite veya lisenin amfisinde kurulu küçük bir sahne
vardı, hepsi o kadar. Bir masanın başına oturmuş dört beş kişi, hep birlikte
kongrenin yürütme komitesini meydana getiriyorlardı.
Lenin içeri girdiğinde komite üyeleri ayağa kalkıp
kendisine masada yer açtılar. Ardından Lenin “rahatsız olmayın” der gibi eliyle
bir hareket yaptı. Platforma çıkan merdivene oturdu, cebinden defterini
çıkarttı, raportörlerin sunumlarına dair notlar almaya başladı. Toplantının
sonuna dek yerinden kalkmadı. Sonrasında tanık olduğum kişiler ve toplantılar
üzerinden düşünüldüğünde, bu tavrın Lenin’e has olağanüstü bir tavır olduğunu
söyleyebilirim.
Lenin’in adını ilkin ne vakit işittiniz?
Çok geç işittim aslında. Zira ben, Macar Sovyet
Cumhuriyeti’nden öne işçi hareketi içerisinde değildim, ama o dönemde Sosyal
Demokrat Parti üyesi de olmamıştım. Sonra, Aralık 1918’de Komünist Partisi’ne
girmeye karar verdim. O, benim üyesi olduğum ilk partiydi.
O zaman siz partinin kurucu üyelerindensiniz?
Hayır, hayır, değilim. Ben, partinin kurulduğu
toplantıdan dört hafta sonra partiye katıldım. Her şey şu şekilde gelişti:
sosyalist olmama rağmen, doğalında Fransız ve İngiliz ideologlarına en geniş
manada vakıftım. Kautsky’yi, Mehring’i ve şu Fransız’ı, Sorel’i okumuştum.
Sorel’e dikkatimi çeken kişi ise Ervin Szabó idi. Buna karşılık, Rus işçi
hareketi hakkında hiçbir şey bilmiyordum, en fazla Plehanov’un bir iki
çalışmasını okumuştum.
Lenin’in adı, 1917 devriminde oynadığı role dair bir
şeyler okuduktan sonra anlamlı gelmeye başladı. Onun gerçek önemine ise ancak
Viyana’da göçmen olarak bulunduğum sırada vakıf olabildim.
1918’de Rusya’dan dönen askerlerimizin Lenin’i
yakından tanıma fırsatı bulmuş olmaları çok önemliydi. İlk başta güzel bir
dostluğumun olduğu, kendisini gayet iyi yetiştirmiş bir isim olan Béla Kun bana
özel sohbetlerimizde önem verdiği ideologdan bahsederken, Lenin’den çok
Buharin’in adını anardı. Sonra Viyana’da yaptığım çalışmalar sırasında gördüm
ki işçi hareketinin rehberi ve yönlendiricisi olarak Lenin çok önemli bir
isimdi.
Sizi ve çağdaşlarınızı Lenin’in en çok hangi davranışı
etkilemişti?
Lenin, tümüyle yeni tipte bir devrimciydi. Dönüşüm
süreci boyunca işçi hareketi içerisindeki birçok insan sağdan sola geçti ve
beraberinde burjuva toplumuna önceden uyum sağlarken, gelişmiş olan tüm o sağcı
özelliklerini de harekete taşıdı. Ben, bu tür insanlarla zerre ilgilenmiyordum.
Beni ilgimi asıl, fikren yakın gördüğüm, Robespierre çevresindeki Jakobenizm
dâhilinde Fransız Devrimi sürecinde gelişmiş olan sofu devrimci tipi çekiyordu.
Bu devrimci tipini örnekleyen bir isim de “biz komünistler zaten ölü olan
insanlarız” diyen, Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’nin yıkılması sonrası Münih’te
idam edilen Eugen Leviné’di.
Macaristan’da bile bu tür bir devrimciliğin
temsilcileri mevcuttur. Burada şimdi hepsinin adını sıralamayayım, ama birinin
adını anayım: bu türden bir sofu devrimciliğin temsilcilerinden olan Ottó
Corvin.
Lenin ise tümüyle yeni tipte bir devrimciydi. Tüm
kalbiyle devrime bağlı olan Lenin, sadece devrimle yaşıyordu, ama onda sözünü
ettiğim sofuluk yoktu. Tüm çelişkileri nasıl kabul edeceğini bilen, görenin “bu
adam hayattan nasıl keyif alınacağını iyi biliyor” diyeceği türden biriydi.
Lenin, sofuluktan, o sofulara has çilecilikten en ufak bir iz bile taşımadan,
ama sanki bir sofuymuş gibi, tüm eylemlerini nesnelci bir yaklaşımla
gerçekleştiren bir isimdi. Bu sebeple, onun davranışlarındaki özel yanları gözlemledikten
sonra Lenin hakkında bir fikre kavuşabildim. Sonra anladım ki dipte derinde bu
adam, sosyalist devrimci denilen o büyük insan türüne aitti. Bu tür, elbette,
ideolojik sorunlarla derinden ilişkiliydi, oysa eski işçi hareketinde yaşam ve
ideoloji arasında soyut bir ayrım hüküm sürüyordu.
Bir yandan sosyal demokrasi, Marksizmi bir tür
sosyolojiye dönüştürdü, ekonomik yaşamın ondan türeyen sınıflar üzerindeki
önceliğini ileri sürdü ve sınıflarda içinden çıkılmaz, tamamen nesnel ve
sosyolojik olarak genel bir gerçeklik gördü. Lenin, her iki hipotezi de
birlikte reddetti. Marx’tan başlayarak, ilk kez devrimin öznel faktörünü ciddi
olarak ele alan Lenin’di.
Lenin’in tanımı iyi biliniyor: buna göre devrimci
durum, egemen sınıfların artık eski tarzda yönetememesi, ezilen sınıfların ise
artık eski tarzda yaşamaya istekli olmaması gerçeğiyle karakterize edilir.
Lenin’in ardılları, “artık istekli olmamak” ifadesini belli bir farkla ele
aldılar ve ekonomik gelişmenin ezilenleri neredeyse otomatik olarak
devrimcilere dönüştürdüğü şeklinde yorumladılar. Lenin, bu sorunun fazlasıyla
diyalektik olduğunun, başka bir deyişle, birçok olası yönü olan bir toplumsal
eğilim olduğunun farkındaydı.
Lenin’in bu tutumunu çok önemli bir örnekle
açıklayayım. 7 Kasım 1917 devrimini kuşatan tartışmaların ortasında Zinovyev,
diğer şeylerin yanı sıra, gerçek bir devrimci durum olmadığını, çünkü ezilen
kitleler içerisinde gerici akımların çok güçlü olduğunu, hatta bazılarının Kara
Yüzler’e, yani Rus aşırı sağına bağlı olduğunu yazdı. Lenin, her zamanki keskin
görüsüyle, Zinovyev'in bu görüşünü reddetti.
Lenin’e göre, büyük bir toplumsal kriz ortaya
çıktığında, yani insanlar, artık aynı şekilde yaşamaya istekli olmadıklarında,
bu “isteksizlik”, hem devrimci hem de gerici bir şekilde ortaya çıkabilir,
hatta ortaya çıkmaktan geri duramaz. Dahası, Zinovyev’e karşı çıkarak, ona
tepki geliştirip öznel faktörü gündemine alan kitleler yoksa ortalıkta,
devrimci durumun mümkün olamayacağını söyledi. Ona göre partinin görevi, tam da
bu gibi durumlarda öznel faktörün imkânlarını ortaya çıkarmaktı.
Lenin’in, “bireylerin kapitalist egoizmden sosyalist
toplumsallaşmaya geçişinin devrimin koşulu olduğu”nu söyleyen anarşist
kavrayışı tümüyle yanlış görmesi, asla tesadüf değildi. Lenin, her daim
sosyalist devrimin kapitalizmin ürettiği ve kapitalizm tarafından çeşitli
şekillerde zarar görmüş insanlarla yapılması gerektiğini söylüyordu. Başka bir
deyişle, Lenin, çeşitli bireysel eylemleri toplumsal gerekliliklerle uyumlu
hâle getiren bir tür gerçekçiliğe sahipti. Lenin, bu gerçek uyumlaştırmadan
yola çıkarak, devrimin görevlerini her zamankinden daha somut hâle getirmeye
çalıştı, öyle ki, somut durumun somut tahlilinin zorunlu olduğuna dair tanımı
temel kabul eden Lenin, bu somut tahlilin aynı zamanda bireylerin analizini de
içermesi gerektiğini söylüyordu.
Burada da mesele tekil bireylerle ilgili, dolayısıyla…
Burada Lenin’in dönemi ile ardılları arasındaki açık
fark ortaya çıkıyor, zira bu fark, ölümünden sonra daha da belirginleşti ve
nihayet 1936-38 yıllarının o sözde “büyük davaları”nda kendisini ele verdi.
Haleflerinin pratiğine göre, merkez komitenin çizgisine karşı olan herkes,
gençken şiddete en fazla bulaşmış, gericiliğe ait birer unsurmuş gibi takdim
edilebilirdi.
Bu şekilde, tüm ömrü boyunca gerici olan kişilikler
imal edildi. Lenin ise bu yaklaşıma taban tabana zıt bir yaklaşım
içerisindeydi. Ona göre, yargının nesnelliği, kişisel beğenilerden tümüyle
azadeydi. Örneğin, kişisel olarak Buharin’i çok beğenir, partideki gayet meşru
yollardan elde ettiği desteğe vurgu yapardı. Ama vasiyeti olarak adlandırılan
yazıda, Buharin’in hiçbir vakit gerçek bir Marksist olmadığını söylüyordu.
Başka bir yerde, Gorki ile yaptığı bir konuşmada,
Trotskiy’nin 1917’deki ve iç savaş sırasındaki muazzam meziyetlerini vurguladı
ve partinin Trotskiy’nin yetenekleri ve eylemleriyle gurur duymasının meşru
olduğunu söyledi; ancak (Gorki’nin ifadesiyle, “biraz da kendini beğenmiş bir
üslupla”) sözlerine, bu hususlara rağmen olumsuz olguların burada da karşımıza
çıktığına dair tespitini ekledi. Lenin’in Trotksiy’e dair değerlendirmesi şu
şekildeydi: “Trotskiy bizimle yürüyor, ama aslında bizim bir parçamız değil.
Trotskiy’de onun Lassalle’a benzemesine neden olan kimi berbat özellikler
mevcut.”
Bu iki örnek bize, Lenin’in, kendisiyle doğrudan
işbirliği içerisinde olan yakın çevresinden insanlara adil yaklaştığını, o
insanların onların erdemlerini ve hatalarını somut olarak kavrayabildiğini,
onları olduğu gibi ele aldığını, kendisinin yoğun bir biçimde yaşadığı sevgi ve
nefret duygusunun politik eylemlerine etki etmesine hiçbir şekilde izin
vermediğini ortaya koyuyor.
Lenin, yoğun ilişki içinde olduğu her insana karşı
metodolojik olarak karmaşık bir davranış tarzına sahipti (elbette en fazla yüz
ya da iki yüz kişi için geçerliydi bu tespit, zira onun Sovyetler Birliği’ndeki
her yurttaşla veya komünist hareketin her bir üyesiyle kişisel temas kurması
düşünülemezdi). O, aynı zamanda ilişkideki çelişkiyi de görüyordu. Örneğin
Lenin, bir iç savaşta, ekstrem durumlarda her zaman adalet ve hukuka göre
davranmanın imkânsız olduğunu açıkça tespit eden bir isimdi.
Bir keresinde, ona has keskin dille, bir meyhanedeki
kavgadan şikâyet eden Gorki’ye şöyle dedi: “Bir kavgaya sebep olmak için hangi
tokadın gerekli, hangi tokadın gereksiz olduğunu kim söyleyebilir?” Ancak
devamında şunu söyledi: “Karşı-devrimle mücadele eden örgütün başındaki ismin,
Jerjinski’nin gerçeklere ve adalete karşı çok duyarlı olması çok önemli bir
husus.” Başka bir ifadeyle, Lenin, her sorunun kendisini her daim karmaşık bir
biçimde, diyalektik ilişki içerisinde olan birden fazla tarafı içeren bir
bağlam dâhilinde ortaya koyduğunu söylüyordu. Bu tespit, hem büyük bir siyasi
karar alırken hem de bireylere dair bir yargıya varırken geçerli olan bir
tespittir.
Lenin’le Gorki arasında ne tür bir ilişki vardı?
Burada da aynı şeyi söylemek mümkün. Mektuplarından da
anlaşılacağı üzere Lenin, Gorki’nin yeteneklerine çok değer veriyordu; ama
yazar yanlış bir yola girdiği vakit Lenin’in Gorki’yi sert bir dille eleştirip
ona suçlamalar yönelttiğine de tanık oluyoruz. Burada da gördüğümüz üzere,
Lenin, hatalardan tümüyle azade bireyler bulunduğunu, tersten, bireylerin
hatanın cisimleşmiş hâli olduğunu söyleyen görüşten uzak bir isim.
Lenin, Sol-Komünizm kitabında hatalardan
bahsederken, hatasız insanların var olmadığını çok açık bir şekilde ortaya
koydu. Lenin, zeki bir insanın, temel hatalar yapmayan ve yaptıklarını mümkün
olan en kısa sürede düzelten kişi olduğunu söyler. Burada şunu da görebiliriz
ki, Lenin somut durumun somut tahlilini talep ettiğinde, her zaman bu tahlile
önemli kişilerle kurulan insani ve politik temasları da dâhil etmiştir.
Lenin’in Martov’la ilişkisi hayli ilginç. İkisi de
birbirine hasım…
Aralarındaki ilişki gerçekten çok ilginç, çünkü
ortada, her ikisinin illegal hareket içerisinde yer aldığı sürekli
tartıştıkları yüzyılın başında başlamış bir ilişki mevcut. Her şeye rağmen
Lenin Martov’u çok seviyordu ve aralarındaki onca farklılığa rağmen, onu iyi ve
dürüst biri olarak görüyordu. Lenin, Brest-Litovsk barışından ve iç savaştan
sonra sınıf mücadeleleri daha keskin hâle geldiğinde bu düşüncelerini ona
açıkça dile getirdi. Martov’a karşı harekete geçmek yerine, onun Sovyetler
Birliği’nden ayrılmasını ve faaliyetlerine yurtdışında devam etmesini sağlamak
için elinden gelen her şeyi yaptı.
Lenin, Martov’u Rus işçi hareketinden uzaklaştırmak
istedi, ancak onu fiziksel olarak ortadan kaldırmak istemedi. Bu tutum,
önümüzdeki yıllarda geliştirilen tutumlardan açıkça farklı.
Bence bu tavır Lenin’deki gerçekliğin bir parçası.
Onun da dediği gibi: “Düşmanın kendi ülkesinde şehit olmasındansa oradan başka
bir ülkeye göç etmesi daha hayırlıdır.”
Bunu diyen de Lenin. Nasıl ifade edeyim… Bu yaklaşım,
ondaki çilecilik karşıtı gerçekçilikten neşet ediyor. Daha önce de belirttiğim
gibi, Lenin iç savaşta masum insanların da öldüğü fikrini reddetmiyordu.
Bununla birlikte, devrimin çıkarlarıyla uyumlu olduğunda, bu sonuçları en aza
indirmeye çalıştı ve en ufak bir olasılık olduğunda, insanlara karşı sert
yöntem ve araçlar kullanmadı.
Bence Lenin’in Gorki’yle ilişkisi, insani bir bakış
açısıyla çıkarılabilecekler bir yana, bir politikacı ile bir yazar arasındaki
ilişki ve bunun da ötesinde, siyaset ve edebiyat arasındaki ilişki olarak da
ilginçtir.
Bu kesinlikle doğru. İlginçtir, bu anlamda Heine’yi
çok seven ve ona değer veren Marx ile aralarında belirli bir benzerlik söz
konusudur, üstelik Marx, Heine’nin olumsuz ahlaki davranışlarının farkında
olmasına rağmen onu sever. Gorki’yi haklı olarak yaşayan en büyük Rus yazarı
olarak gören Lenin için de durum aynıydı. Her şeyden önce Lenin, Gorki’yi
kişisel olarak seviyordu. Bununla birlikte, Lenin’in beğendiği tek yazarın
Gorki olmadığı söylenmelidir. Gerçekten de iç savaş döneminde yazılmış notlara
bakarsanız, Lenin, aleni karşı-devrimci olan bir yazarın yeteneğinden alaycı
bir üslupla da olsa bahseder. Affedersiniz ama önemli bir yazar olmadığı için
adı aklıma gelmiyor. Ama şunu da ekleyeyim ki bu, çok daha önemli bir husus,
zira Krupskaya, 1905’te yazdığı ve daha sonra Stalin döneminde “edebiyat nasıl
yapılır”ın mihenk taşı hâline gelen makalesinde [Lenin’in “Parti Örgütü ve
Parti Yazını” başlıklı 13 Kasım 1905 tarihli makalesi] Lenin’in orada ortaya
koyduğu görüşlerin edebiyata uygulanabilir olduğunu hiç düşünmediğini söylerken
oldukça haklıydı: Bu yazıdaki tespitler, yalnızca basının ve parti yayınlarının
yasadışılıktan çıktıktan sonra almak zorunda kaldıkları yeni yön için
geçerliydi.
Lenin, parti basınının belirli bir çizgiye sahip
olması gerektiğini ve belirli bir çizgi boyunca siyasi bir makale yazılması
gerektiğini söylerken tabii ki haklıydı. Ancak bunun edebiyatla kesinlikle
hiçbir ilgisi yok. Lenin, hiçbir zaman edebiyatın sosyalizmin resmi organı
olması gerektiğini düşünmedi. Bu, iki gerekçeyle açıklanabilir. Bir yandan
Lenin, gerçek edebiyat olarak görmediği sözde resmi edebiyata hiç saygı
duymuyordu; öte yandan Lenin, “edebi devrim” denilen şeye şiddetle karşı çıktı.
Lenin’in Mayakovski'ye bile belli bir kuşkuyla
yaklaştığı herkesin malumudur. Bir keresinde bir Komsomol toplantısında
konuşurken, kendisinin gerçek bir şair olarak gördüğü Puşkin’de kaldığını
söylemişti. Ama burada derdi, edebiyat için gerekli olan özgürlüğü ona
tanımamak değildi (elbette bu özgürlük, Lenin’in edebiyat alanında olsun ya da
olmasın, açıktan mücadele ettiği karşı-devrimci propaganda için önerilmediği
sürece bir sorun yoktu). O, aslında bir yandan da 1919 civarı Kassak ve grubu
etrafında gelişen Proletkült akımını ağır bir dille eleştirmekteydi. Ayrıca,
İtalyan Fütürizminin bir parçası olan, devrimci edebiyatın radikal bir şekilde
yeni olması ve eski edebiyat eserlerini müzeye ya da yıkıma mahkûm etmesi
gerektiği eğilimini de reddediyordu.
Proletkült konusunda Lenin, Marksizmin gücünün tam da
kendisini insanlığın bin yıllık gelişiminde ortaya koyan her hakiki değeri
kendisinin kılma başarısında yattığını söylüyordu. Bunu söylerken, sadece
Marx’ın çizgisini izliyordu: Marx’ın Homeros’tan “insanın çocukluğunun” en
büyük şairi olarak bahsettiğini biliyoruz.
Lenin’in Tolstoy ile olan ilişkisini analiz edersek,
Plehanov’un ve Tolstoy’a karşı binlerce eleştirisi olan diğer isimlerin aksine,
Lenin’in Tolstoy’daki somut olan şeyi, derin demokrasi anlayışını idrak etmeyi
bildiğini görüyoruz. Burada Lenin’in Gorki’ye yazdığı bir pasajdan alıntı
yapmak isterim: bu metinde, diğer şeylerin yanı sıra, Tolstoy’un doğumundan
önce Rus edebiyatında gerçekten köylü olan tek bir ismin bile kendisine yer
bulamadığını söylüyor.
Burada sadece sanata ve edebiyata mı hoşgörü
gösteriliyor, yoksa basın gibi siyasetle sürekli temas hâlinde olan ideolojik
eylem de mi bu kapsamda ele alınıyor?
Lenin’de iki bakış açısı var ve bu iki bakış açısı da
gerçek bir diyalektiğin somut ifadesi. Örneğin Lenin, doğa bilimlerinin her bir
sonucunu her daim kabul ediyor, ama bir yandan da Marksizmi doğa bilimlerinin
mirasçısı olarak görüp, onları bizatihi Marksizmin düzeltebileceği fikrini
reddediyor. Öte yandan Lenin, bilimin önemli bir ideolojik faktör olduğunun da
bilincinde. Bu sebeple, modern doğa bilimleri içerisinde yeniden görünür olan
idealizmle mücadele ediyor, ama o, bu mücadeleyi doğa bilimlerinin geçerli
iddialarını ortadan kaldırmadan veriyor.
Materyalizm ve Ampriyokritizm eserini yazdığı dönemde modern fizik alanında yapılan
ve Lenin’e göre (atomun formülü örneğinde görüldüğü üzere) doğru olması
durumunda tümüyle kabul edilmesi gereken yeni keşiflere tanıklık ediliyor.
Burada asıl önemli olansa Marksist felsefenin iddia ettiği gibi atomun insan
bilincinden bağımsız olarak varolan bir şey mi olduğu yoksa insan bilincinin
ürünü mü olduğu sorusuna cevap verilmesi. Artık doğa bilimlerinde bir hipotez
olarak uzun zamandır dillendirilmeyen, doğa bilimlerinin belirli bir yöneliminden
kaynaklanan veya felsefi bir gelişimin ürünü olan, “atomun insan bilincinin
ürünü olduğu” iddiasını Lenin, Materyalizm ve Ampriyokritisizm’de
idealist bir anlayış olarak görüp redde tabi tutuyor. Lenin, bu itirazını
sonrasında da dillendiriyor. Ama burada Lenin, doğa bilimlerindeki keşifleri
Marksizm adına yönettiği zehabına hiçbir zaman kapılmıyor.
Tüm bu meselelerin sosyal bilimlerle de bir alakası
var mı?
Kanaatimce sosyal bilimlerle bir alakası yok. Marx,
sosyal bilimler alanında, bir daha yinelenemeyecek bir devrim yaptı. Benzer
devrimlerin doğa bilimleri alanında da meydana geldiği unutulmamalı. Bu noktada
akla Kopernik, Kepler ve Galile dönemleri gelmeli. Esasında şu tür ifadelerin
doğa bilimleriyle alakalı olduğu görülmeli: “Dünya güneş etrafında mı dönüyor
yoksa güneş mi dünyanın sorusunun cevabı benim gerçeği nasıl gördüğüme bağlı.”
Galile burada hiç şüphe yok ki dünyanın güneş etrafında döndüğünü teyit
etmekteydi.
Lenin, Marksizmi bu türden, bilim düzleminde ciddiye
alınmak istiyorsak, dikkate almaktan kaçınamayacağımız bir tür keşif olarak
görürken haklıydı. Tam da bu sebeple, gayet doğal gerekçelerle, Lenin,
Böhm-Bawerk gibi antimarksist iktisat teorisyenlerinin sosyalist bir
üniversitede ders veremeyeceğini söyledi. Ama bu itiraz, en geniş manada
toplumun kültürüyle ilgili bir mesele.
Lenin, Marksist olmayan felsefecilerin, yazarların ve
edebiyatçıların muteber kişiler olmadığını düşünüyordu. Burada Lenin’de bir kez
daha doğru olanla olmayanın somut diyalektiği çıkıyor karşımıza. Bu diyalektiğe
göre, bir profesörün bir üniversitede kürsü sahibi olup olamayacağını
belirlememize imkân sunacak herhangi bir genel kuraldan söz edilemez.
Doğru söylüyorsunuz. Ama ben, ideolojik
araştırmalarda, ayrıca sosyal bilimler alanındaki araştırmalarda sonrasında
yanlış çıkacak varsayımlar dillendirme imkânına sahip olunması gerektiğine
inanıyorum.
Lenin, Marksizmi her surette geçerli olan bir dogmalar
toplamı değil, toplumsal gelişimle yakından bağlantılı gelişen ilk doğru toplum
teorisi olarak gördü. Bu yaklaşıma göre, gelişim varsa gerileme de vardı. Marx,
Engels ve Lenin, tüm gelişim süreçlerinde bu ikili karaktere dikkat kesildi.
Lenin, sadece teorinin doğruluğunun ideolojik mücadelede teyit edilmesi
talebinde bulundu. Ama burada şu hususu belirtmekte fayda var: Lenin’in
meselenin iki yönüne bakıyor olması, iki hipotez dile döküyor olması, her iki
hipotezin de aynı ölçüde doğru veya yanlış olduğu anlamına gelmiyor.
Lenin, meseleyi geniş bir düzlemde tartıştı, ona göre,
verili bir somut meselede sadece tek bir hakikat olabilirdi. Bu anlamda,
reformistlerin bugün de savundukları çoğulculuk hipotezi saçmalık. Bu yaklaşım,
tümüyle farklı iki şeyle ilgili kafa karışıklıklarının bir yansıması. Bir
araştırma ve tartışma yirmi yıl sürebilir. Bu, iki ya da üç ayrı hakikat olduğu
anlamına gelmez. Hakikat tektir.
“O hâlde hakikate tek bir yoldan gidilebilir”
denilebilir mi?
Hakikate uzanan yol ne tektir ne de kişiye özel.
Lenin, önem arz eden bir meseleyle yüzleştiğinde, Marx’ın tanık olmadığı yeni
bir durumla karşı karşıya olduğunu gördü. Marx’ın kapitalizmden sosyalizme
geçiş sürecini oldukça titiz bir anlama çabası dâhilinde idrak ettiği gerçeğini
aklından çıkartmadı ve onun sosyalizme geçişin öncelikle en gelişmiş ülkelerde
gerçekleşeceğine dair tespitini dikkate aldı. Ama bu noktada Lenin kendi
anlayışını geliştirip sundu. Sosyalizm, azgelişmiş bir ülkede inşa edildi. Lenin,
sosyalizmden yana tercihte bulundu. Kendi yorumum dâhilinde şunu
söyleyebilirim: Lenin, kararını verili tarihsel durumun dayattığı zorunluluk
uyarınca verdi.
Benim buradaki kastım şu: 1917 yılında Rusya’da iki
büyük kitlesel devrimci hareket vardı. Birinde halk kitleleri emperyalist
savaşa tepkilerini ortaya koyuyor, diğerinde ise köylülerin yıllardır dile
döktükleri, büyük arazilerin paylaşılması ve kendi tarlalarını işleme talebi
karşılık buluyordu. Bu iki durumu teorik düzlemde analiz ettiğimizde, kelimenin
en dar anlamıyla bu iki talebin de sosyalist olmadığını görürüz. Barışı burjuva
bir devlet bile sağlayabilir. Ayrıca, toprak reformunu yapıp arazileri köylülere
bizatihi dağıtabilir.
Ancak o dönemde sadece burjuva partileri değil,
Sosyalist Devrimci Partisi gibi halk partileri ile Menşevikler gibi işçi
partileri de emperyalist savaşa son verecek olan barışa karşı çıkıyor, toprağın
yeniden dağıtılmasına her türden araçla itiraz ediyorlardı. Lenin’se o dönemde
yüz milyonlarca insanın arzularını sadece sosyalist devrimin yerine
getirebileceğine inanıyordu. Bu sebeple, azgelişmiş bir ülke olarak Rusya’da
Lenin Ekim Devrimi’ni yaparken soyut taktikler değil, 1917’de Rusya’da varolan
somut durumun somut tahlili temelinde hareket etti.
Lenin’in kişiler ve kişilerin arzuları arasındaki
farklılıklar konusunda sabırla hareket eden biri olduğu hep söylenir. Her ne
kadar devrim kavramıyla çelişiyormuş gibi görünse de devrimci tavır konusunda
sabrın önemli bir unsur olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu da diyalektikle alakalı bir mesele. Lenin’de
sabırla sabırsızlığın diyalektik birliği söz konusu. Somut durumun somut
tahlili uyarınca aldığı yönü bu diyalektik birliğe borçlu.
Bu özelliğini iki örnekle ortaya koymak mümkün. 1905
sonrası Lenin, devrimin yenildiğini, karşı-devrim döneminin başladığını gördü.
Seçim meselesini ve Bogdanof-Lunaçarski hizbiyle yaşadığı çatışmayı böylesi bir
gerçeklikte ele aldı. Ufak meselelerin yanında 1917’de yaşanan olaylar da bu
bağlamda değerlendirildi.
1917 yazı boyunca ayakta olan Petrograd işçileri büyük
bir gösteri tertiplemek isteyince Lenin bu eyleme karşı çıktı, zira o mevcut
güçler dengesi dâhilinde proletarya ile, kendisini destekleyen toplumsal
katmanlarla birlikte, burjuvazi arasında felâketle sonuçlanacağını düşünüyordu.
Bu eylem Lenin’in iradesi hilafına yapıldı, iç savaşa evrildi, neticede
proletarya mağlup oldu. Lenin, illegale geçmek zorunda kaldı. Ama Kornilof
darbesinin yenilgiye uğraması ardından, devrimci ayaklanmanın yoğunluğu sıra
dışı bir düzeye ulaştı.
Bu olguyu Lenin iki şekilde dile döktü. Yanlış
hatırlamıyorsam, Eylül ayında kaleme aldığı bir yazıda sovyetlerde faal olan ve
orada çoğunluğu teşkil eden Sosyalist Devrimciler ile Menşeviklere iktidarı
alma çağrısı yaptı. Bu partiler sosyalist reformları yaparken, Komünist Parti
de hükümete sadakatle bağlı bir muhalefet partisi olarak hareket edecekti.
Ancak birkaç gün sonra yazdığı bir başka makalede Lenin, bu durumun sadece
birkaç gün sürdüğünü ve artık sona erdiğini söyledi.
Sonra Ekim ayına gelindi. Temmuz’daki işçi eylemlerine
karşı çıkan Lenin, aynı şiddette ve aynı sabırsızlıkla, iktidarın derhal
alınmasını istedi. Kamenef ve Zinovyef gibi kendisine en yakın yoldaşları bu
görüşünü paylaşmıyor diye onlarla ilişkisini kesti. Bu anlamda Lenin Temmuz’da
sabırlı biriyken Ekim’de değildi. O, devrimin nesnel ve öznel faktörlerini
dikkate alarak hareket ediyordu. Burada gene aynı mesele çıkıyor karşımıza: her
daim kararları alan, somut durumun somut tahlilidir.
Bu sabırsızlık bahsinde Lájos Nagy konusunda ne
denebilir.
1934’te Moskova’da düzenlenen yazarlar kongresine
Lájos Nagy de katıldı. O dönemde kendisiyle aram iyiydi. Yanıma geldi ve bana
Hitler’in iktidarının ne kadar süreceğini sordu. Kendisine kâhin olmadığımı,
bir tahminde bulunmam gerekirse on ilâ on beş yıl süreceğini söyledim. Bunun
üzerine Nagy öfkelendi. Yumruğunu masaya vurup bağıra çağıra kendisinin farklı
bir görüşte olduğunu, devrimin uzun zaman önce başladığını, kendisinin benim
kadar iyi bir komünist olmadığını söyledi. Bu da bir tür sabırsızlıktı.
Bu sabırsızlık meselesi konusunda bir başka örnek
verelim. Moskova’daki büyük eylemler kötü bir örgütlenme zeminine sahipti.
Örneğin bir fabrikadaki işçilere veya bir kuruma Kızıl Meydan’daki yürüyüşün
öğleden sonra saat birde olduğu söyleniyor, ama toplanma saati ise sabah saat
altı olarak belirleniyordu. Bu duruma ben de bir eylemde tanık olmuştum.
1919’da Rusya’ya göç etmiş olan bir kadınla birlikte yürürken karşımıza Kremlin
kuleleri çıktı. Kadın heyecanlanarak, “sabahın altısında buluşmaya değdi doğrusu,
yoksa bunları göremezdik!” dedi. Ona Lájos Nagy’ye verdiğim cevabı verdim:
“Sendeki bu sabır Lenin’de olsaydı, Bolşevikler Kremlin’e yerleşemezlerdi.”
Bu hikâyenin sabırla sabırsızlığın birbirini dışlayan,
birbirine karşıt iki metafizik olgu olmadığını ortaya koyup koymadıklarını
bilmiyorum. Ben, sadece Lenin’in somut durumun somut tahlili üzerinden bir
kişinin hem sabırlı hem de sabırsız olabileceğini söylüyorum.
Son yıllarda tümüyle farklı olaylarla ilişkili olarak
nasıl bir devrimci davranış ortaya konulabileceği sorusuyla fazlasıyla
karşılaşıyoruz. Yani Batı’daki öğrenci hareketi de sosyalist ülkelerdeki
öğrenci hareketleri de bu soruyu soruyor. Devrimci güçlerin iktidarda olduğu,
dolayısıyla, farklı görevlerle yüzleşilen bir ülkede nasıl devrimci olunabilir?
Kendisini elli yılı aşkın bir süre boyunca devrimci kabul etmiş biri olarak bu
konuda neler söyleyebilirsiniz?
Öğrenci hareketlerine bakalım. Bu hareketleri büyük
bir beğeniyle inceliyor, gözlemliyorum, zira bugünkü durumla 1945’teki durumu
kıyasladığımda 1945’te kapitalizmin yönlendirdiği Amerikan yaşam tarzının
ideolojik düzeyde bile tümüyle hâkim olduğunu görüyorum. Bugün en azından
belirli bir toplumsal katman, bilinçli olmasa da, hareket etmeye başladı. Bu
anlamda, onun doğru araçları kullanıp kullanmadığının bir önemi yok.
Çelişkili bir şey söylememe izin verin lütfen: modern
kapitalizm ilkel birikimin ardından doğduğunda, işçiler makinelerin kendi
değerlerini aşağıya çektiğini sezgisel düzeyde gördüler. Luddculuk, yani
makinelerin yıkımını öngören hareketin kökeninde bu his vardı. Makinelerin
tahrip edilmesi doğru bir taktik olarak görülemez. Ama bunun zorunlu bir adım
olduğuna hiç şüphe yok. Bu adımın ardından işçiler sendikalarda örgütlenmeye
başladılar. Bugün öğrenciler, devrimci eylemin modelleri değil, dünya tarihinde
belirli bir hareketin başlatıcısı konumunda. Bu olan bitenin ardında
öğrencilerin de ifade ettiği biçimiyle, “birilerinin yönlendirdiği profesyonel
aptallar olmama”ya dair irade var. Bu gerçeği öğrenciler ister görsünler
isterse görmesinler, onlar, tam da bu sebeple başka bir yol arayışı içindeler.
O yolu henüz bulabilmiş değiller, anlaşılan o ki, kitleleri yönlendiren
kapitalizme karşı geniş halk katmanları isyan edene dek de bulamayacaklar.
Amerika’da açığa çıkan oldukça ilkel pratikler ve
savaş karşıtı hareketler, bu isyanın başladığına dair ilk işaretlerdi. Siyah
meselesi ve onunla ilgili tartışma da ilk örnekleri sundu. Bu anlamda,
kapitalizme karşı devrimci başkaldırının ilk aşamasındayız. Her ne kadar
tarihte olaylar tekrar etmese de on sekizinci yüzyıl sonu, on dokuzuncu yüzyıl
başı arası dönemde açığa çıkan işçi hareketine bakmalıyız. O dönemde Marksizm
henüz dile dökülmemişti, ama o dönem yaşanmasıydı, Marksizm asla doğmazdı.
Bugünkü duruma dönecek olursak, sosyalizm, bence büyük
ve yepyeni bir sorunla karşı karşıya. Lenin, o dönemde giderek imkânsızlaşmış
olan yeni gelişim sürecinin son büyük siması idi. İşçi hareketinin başında,
Marx, Engels ve Lenin gibi büyük isimler, Lenin denilen, tek büyük ideolog ve
tek büyük politik lider şahsında birleşti. Bu üç isim birlikte yaşamaya
başladı. Aynı durum, Lenin’in yerine geçen Stalin için de geçerli. Kanaatimce,
nesnel tarihsel değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, Stalin’in devrime inanmış
bir devrimci olduğunu görürüz. Stalin, büyük yeteneklere sahip oldukça zeki bir
insandı, sıra dışı bir taktisyendi, ama bir yandan da ideolojik hassasiyetten
yoksundu.
Burada bahsini edemeyeceğim bir dizi makalede, Marx ve
Lenin döneminde tüm dünyada hareketin sağlam zeminde tanımlanmış bir ideolojik
anlayışa sahip olduğunu, farklı ülkelerde işçi hareketlerinin stratejilerini bu
anlayış üzerinden geliştirdiklerini, taktiksel kararların bu çerçevede
alındığını söylüyorum. Stalinist dönemde ise parti lideri aynı zamanda partinin
uzman ideologudur, bildiğimiz kadarıyla o, her konuda ehildir. 1948’de Macar
İşçi Partisi ismini alan Macar Komünist Partisi’nin Stalinist genel sekreteri
Mátyás Rakosi [gerçek ismi Mátyás Rosenfeld] ile Çek Komünist Partisi genel
sekreteri ve Çekoslovakya cumhurbaşkanı Novotni bu şekilde
ortaya çıktı.
İşçi hareketinin yeni bir Marx’a, yeni bir Engels’e
veya yeni bir Lenin’e kavuşma şanslarının çok az olduğunu görmek gerek. Asıl
üzerinde durulan mesele, ideolojik eğitimle partinin politik düzlemde
başvuracağı taktikler arasındaki ilişki olmalı. Kanaatimce bu soruna çözüm
bulunabilmiş değil.
Sizce bugün eyleme geçmek isteyenler ne tür imkân ve
ihtimallerle yüzleşecekler?
Bugün eyleme geçmek isteyen birinin çok büyük imkân ve
ihtimallerle yüzleşme şansı yok. Bugün bir şeyler yapmamıza imkân veren bir
dönemden geçmiyoruz. Kendilerini ideolojik araştırmalara adayan, bu
araştırmalar üzerinden nüfuz sahibi olan, teorik ve ideolojik çalışmalara
eğilimli insanlar hiçbir engelle karşılaşmıyor, bu anlamda, sapma tehlikesi ve
yaşanacak güçlükler hiçbir şekilde akıldan çıkartılmamalı. Bu bağlamda, Batı’da
kapitalizmin yönlendirdiği toplumun ne kapitalist ne sosyalist olan bir döneme
girdiği düşüncesinden uzak durulmalı. Ortada sadece analize tabi tutulması
gereken bir olgu var.
Diğer yandan şu önemli mesele üzerinde durulmalı:
birçok konuda Stalin Lenin’in mirasçısı değil, onun karşıtı. Bu gerçek, net bir
biçimde görülmeli. Lenin’i efsanevi bir sima değil, gerçek bir insan olarak
görmemin sebebi bu. Bugün bu, politik açıdan oldukça önemli bir mesele.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder