Eğitim-Sen’in 12. Olağan Genel Kurulu, geçtiğimiz
hafta Ankara’da, kente uzak ve ulaşımı zor olan bir otelde gerçekleştirildi.
İlk iki gün kürsü konuşmaları, çalışma raporları, önergeler ve tartışmalara,
son gün ise yönetim oluşturma seçimlerine ayrıldı. Geçtiğimiz genel kurulun
aksine birkaç gazete dışında kongreyi değerlendiren yazılar yazılmadı,
tartışmalar yürütülmedi. Bu kongreyi genel hatlarıyla tartışmaya açmadan önce
eğitim emekçilerinin yaşadığı ve acil çözüm bekleyen sorunlara odaklanabiliriz.
En başta temel insan hakkı olan barınma ihtiyacı
karşılanamıyor, büyükşehirler özelinde ülke genelinde barınma krizi yaşanıyor.
Ev sahibi olmak imkânsız hâle geldi. Bankalar kredi verse bile aylık ödemeleri
neredeyse bir maaşa denk düşüyor. Kiralar büyükşehirlerde 12 bin liradan
başlıyor. Oda kiralama, son 2 yıldır en çok verilen ilanlar arasında. 3-4 bin
liraya kiralanan evler, zam zamanı ev sahipleri tarafından 15-20 bine kadar
çıkarılarak pazarlık konusu yapılıyor. Evden çıkmak zorunda kaldığınızda bütçenizi
zorlayabileceğiniz bir ev bulmak neredeyse zor bir aşamada. Öğretmenler, hiç
tanımadığı insanların evinde oda kiralıyor.
Kira konusunda artık kiracı kendi kiracısını da
bularak tarımdaki yeni bir aracı sistemi oluşuyor. Her ilde sendikanın bir
avukatı bulunuyor. İstanbul’da ise her yakaya bir avukat bakıyor, toplam 9 şube
var. Kamudan ihraçlardan kaynaklı olarak binde beş olan sendika kesintisi,
üyelerin fedakarlığı ve talebi sonucunda binde sekize çıkarılarak dayanışma
gösterildi. Bugün yapılması gereken şu olabilir: Büyükşehirlerde ev
sahibi-kiracı sorunlarıyla ilgilenecek avukatlarla sendikanın sözleşme yapması.
Geçici bir komisyon oluşturularak gerekirse kesinti/aidat yasal olarak en üst
sınır olan binde ona çıkarılabilir.
Son 2 yıldır barınma krizi gündemde olduğu halde bunun
sendikal değil de bireysel bir sorun olarak algılanması, en başta üyenin
sendikadan olan umudunu keserek güven ilişkisini zedeler. Böyle bir adım
atıldığında kamu emekçileri özelinde sendika güç kazanıp hem üye sayısını
artırır hem de mevcut üyenin sendikal durumunu aktif hâle getirir. Barınma, her
çalışanın özlük hakkıdır.
Evrensel’de yer
alan bir yazıda son kongre değerlendirmesi yapılırken kadın
sekreterliğinin/meclislerinin ayrı bir bütçesi olduğu iddia ediliyor. Bu iddia
doğruysa barınma sorununun hukuki boyutunun aşılması için de geçici süreyle
ayrı bir bütçe oluşturulabilir. Bu iddiayı doğrulayabilecek bir veri de
sendikanın akademik dergisi dışında tek dergisinin Kadın dergisi olduğu
ve bu meclise ait afişlerin basılıp bültenlerin çıkarıldığıdır.
Bütçe konusunda bir başka çelişki de iş yeri
temsilcisi eğitimlerinin Yalova’da lüks bir otelde 2 gün kalınarak
verildiğidir. Kamudan ihraçlar döneminde üyeler aidatın artırılmasını talep
etti fakat bugün aynı üye sokakta kalma riskiyle karşı karşıya. Bu gerçeğin
sendika genel merkezi tarafından görülüp gerekli adımların atılması acildir.
Üye, sorunlarını çözmeyen bir sendikaya sadece kâğıt üzerinde bağlı kalır.
Ayrıca barınma sorunu parkta yatan öğrencilerin sorunu olarak görülmeyip emekçi
sınıfların yararına sendikal çözümler geliştirilseydi bugün bu noktaya
ulaşmazdık.
2019 verilerine göre merkezi nüfus sistemine kayıtlı
40 milyon civarı konut var. İki kişiye bir konut düşen ülkede evsiz olmak
yurtsuzluğu perçinler. Son 5 yılın verileri mevcut değil. Onlarca dairesi olup
kira zengini olanların ülkesinde yaşıyoruz. İnsanların bu anomaliyi
kabullenmesi daha vahim bir durum. Bu hak, gündem ve talep meselesi değil, ilke
ve program meselesidir.
Öğretmenlerin karşılaştığı sorunlardan diğeri de gıda
ve temel ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. Bugüne kadar zincir marketlerin
önünde düzenlenen bir basın açıklaması ve işçi sendikalarıyla ortak yürütülen
boykot eylemliliği bulunmamaktadır. “Asıl sorunun kaynağı ekonomi, marketler
değil” demek de burjuvazinin serbest piyasadan aldığı gücü meşrulaştırmaktır.
Aynı şekilde İGDAŞ verilerine göre her yıl, bir önceki yıla göre doğal gaz
kullanımı hane başına metreküp cinsinden düşüşe geçmiştir. İnsanlar battaniye
altında kış geçirmekte, kiracı olan eğitimciler kendi aralarında yaptıkları
sohbette kombiyi açmaya cesaret edemediğini dile getirmektedir ama enerji
şirketlerinde çalışan işçiler greve gittiği hâlde kamu sendikaları onların
direnişinin yanında yer almamıştır. Enerji şirketlerine yönelik de boykot ve
şirket önünde oturma eylemi, basın açıklaması düzenlenmemiştir.
İşçi sınıfıyla bütünleşmemenin ve onu geri plana
atmaya çalışmanın tezahürü de bu yıl içinde KESK’in paylaşımlarında kamu
emekçilerinin maaşlarıyla asgari ücretin kıyaslanarak aristokrat elit bir tavır
sergilemek olmuştur.
Son bir haftada farklı kentlerde öğretmenlere yönelik
fiziksel saldırılar gerçekleşmiştir. Bir okul müdürü görev yaptığı okulda
intihar etti. Bu durumun bir bütün olarak öğrenci, öğretmen ve velileri
psikolojik yönden tahrip edeceği muhakkaktır. Bu sıradan bir intihar olarak
kabul edilmeyip nedenlerinin ortaya çıkarılması için dosyanın takipçisi
olunmalıdır. Söz konusu emekçi, bir okulun eğitim yöneticisi. Görevi başında
bir öğretmenin öğrencilerinin karşısında şiddete uğraması kabul edilemezdir.
Ekonomik yarılmanın sonucu şiddet, bir uyumsuzluk ve
yer yön değiştirme mekanizması olarak her yanımızı sarmış durumdayken, anti
depresan kullanımı kutu bazında satışta her geçen yıl artarken bir eğitim
sendikasının TTB ile ortak geliştirdiği çalışmasının olmaması düşündürücü. Ruh
sağlığı bozulmuş bir halka öğretmenlik yapmanın zorluğuna yönelik çözümler
geliştirilmelidir. Aksi takdirde sonuç, şiddet sarmalı olarak dönmektedir.
Tam gün eğitim yapan okullarda öğle arası verildiği
hâlde öğretmenlerin yemek ihtiyacı karşılanmamaktadır fakat il ve ilçe milli
eğitim müdürlüklerinde 3-4 çeşit tabldot yemek çalışanlara düşük ücretlerle
verilmektedir.
İkili eğitimin sona erdirileceğine yönelik söylemler
seçim öncesinde gündemdeydi fakat yaz-kış saati uygulanmadığından, öğretmenler
ve öğrenciler sabah karanlığında okula gidip akşam karanlığında okuldan
çıkıyor. Olması gereken sınıf mevcudu 20 iken 40 öğrenciyi aşan sınıflarda
öğrenim görülüyor.
Öğretmenlerin mesleki ihtiyacı olan internet,
telekomünikasyon firmaları tarafından tam ücret tarifelendiriliyor. Aylık 300
lira olan tarifeler yılda 3.600 liraya tekabül ediyor fakat eğitim öğretime
hazırlık ödeneği bu maliyetin yarısı kadar. Bu konuda herhangi bir mücadele
verilmiyor. Aynı şekilde, banka promosyonları güncellenmediği gibi, basın
açıklamasından öteye giden bir eylemlilik programı bulunmuyor. 3 yıl boyunca
7-8 bin lira bandında promosyon ücreti ödendi, buna karşılık, sadece
kapanma/salgın döneminde bankalar yüzde sekiz yüz kâr etti.
Öğretmenler odası; başöğretmen, uzman, sözleşmeli,
aday, ücretli öğretmenler şeklinde oluşturularak eşit işe eşit ücret ilkesi
hiçe sayıldı. 600 binin üzerinde başöğretmen ve uzman öğretmen, aynı mesleği
yapan öğretmenden 4 bin liraya yakın fazla ücret alıyor. Vergi diliminin adil
düzenlenmemesinden dolayı daha fazla ek ders aldıkça daha çok vergi kesiliyor.
O yüzden ayda 100 saat ek ders alanla 75-80 saat ek ders alan öğretmen aynı
ücreti alıyor. Öğretmenler ek işlerine yöneliyor fakat bir öğretmenin öğretmenlikten
başka işi olamaz, olmamalı. Tüm mücadele bu ilke üzerine düzenlenmeli.
Çocuğu olan öğretmenlerin kreş hakkı savunulmadığından
öğretmenlerin maaşları bakım hizmetlerinden kaynaklı azalıyor. Her ilçedeki
yakın okulların, okul öncesi kurumlarında buna yönelik sınıflar
oluşturulabilir. Ders programlarının düzenlenmesi sürecinde birçok öğretmen bu
durumdan etkileniyor.
Okul duvarları siyasi partilerin propaganda alanına
dönüştü. Bu konuda birkaç göstermelik açıklama dışında sendika genel merkezinin
ve şubelerinin attığı bir adım mevcut değil. Öğrenciler ve öğretmenler gerek
mülteci karşıtı gerek pedagojik olmayan yazı ve afişlerin önünden geçerek okula
giriyor. Taviz tavizi doğuruyor, faşist ve gerici zihniyete karşı atılmayan her
adım daha büyük bir saldırıyla karşılık görülüyor.
Balıkesir’de ülkü ocaklarıyla milli eğitim müdürlüğü
arasında protokol imzalanıyor. Her anti pedagojik açılım adım adım geliyor.
Asıl soru şu: Bu protokol gereği ülkü ocakları bir okula gelip seminer ve
etkinlik yapmak istediğinde öğretmen dersinden öğrenci vermek istemediğinde ne
olacak? Sendikanın diline pelesenk olup sözde kalan “fiili meşru mücadele”
kavramı nasıl bir karara bağlanarak öğretmenlere meşruiyet, umut, güven,
cesaret ve bilinç aşılayarak onları karşı duruşa geçirecektir? Yoksa başvurusu
“özgür iradeye” bağlanan ÖMK gibi öğretmenin ya da bireyin iradesine mi
bırakılacak atılması gereken adımlar? Neyle karşı karşıyayız, nasıl bir
kuşatmayla sarılıyoruz? Şubelerin iradesini kendine bağlayarak demokratik
merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğe bağlayan sendika genel merkezi ve
KESK bu saldırı karşısında nasıl bir yanıt verecek? Bu soruların somut
adımların neler olduğunu içerecek şekilde yanıtlanması bugün için acildir.
Düzene uygun kafaların yetiştirilmesinde “fiili meşru mücadele” nasıl işleyecektir?
MESEM adı altında halktan toplanan vergilerle özel
sektörde çocuk emeği sömürülüyor. Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da staj yapan bir
meslek lisesi öğrencisi klima takarken düşerek yaşamını yitirdi. Çocuk
işçiliğine karşı çıkış sadece sosyal medyada kalıyor. Herhangi bir meslek
lisesi önünde basın açıklaması yapılmıyor. Bu öğrenci, sendikanın gündemi bile
olmuyor. Aynı şekilde, Filistin’de 10 bin çocuk katledilirken sendikanın sesi
yükselmiyor fakat bölge illerinde eğitim aksadığı için çocukların eğitim hakkını
savunmak adına sendika genel merkezi 29 Aralık grevine çıkıyor ve ihraç edilen
üyesinin direnişine bile sahip çıkmıyor. İsrail, Gazze’de eğitim kurumlarını
vuruyor. Çocuklar katlediliyor. Çocuğa kimliksel aidiyet ve siyasi kaygılar
üzerinden bakılıyor. Bu tavır, bir eğitim sendikasına yakışmaz.
Sendika, bir sivil toplum kuruluşu gibi hareket
ediyor. AB tandanslı ITUC ETUC ile hareket ederek mültecilik konulu panel
düzenliyor fakat bu panel serisinde kendi üyesine bile söz hakkı vermiyor.
Sendikanın hazırladığı takvimden afişine ve kadın dergisine kadar tüm görseller
ve yazılar-sloganlar postmodern ve liberal söylemin ürünü. Ne Halil Serkan Öz
ne Metin Lokumcu ne Ramazan Şahin ne atanma mücadelesi veren Şafak Bay ne de
ihraçlar karşı direniş gösterdiğinden günlerce yerlerde sürüklenen üyelerin fotoğrafları
takvimde yerini alıyor, bu isimler emek tarihinin dışına itilmek isteniyor.
Sınıf temelli olmayan demokrasi mücadelesi veriliyor.
Kapitalist toplum düzeninde adaletten özgürlüğe, ilişkilere, demokrasiye,
cinsiyetler ve kimlikler arası eşitsizliğe kadar her şey sınıfsaldır. O
sebeple, sınıfsal perspektife bağlı olarak ele alınmadan yürütülen mücadeleler
sendikal açıdan boşa kürek çekmektir, aynı zamanda sendikayı geriye çeker.
Tarihin yasasında durma yoktur, ya ileri gidilir ya
geri. Bütün tarih sınıflar tarihidir. Üretilen her söylem, mücadele, yaşam
biçimi, zevkler, sloganlar, sanatsal üretimler ya burjuva ideolojisine ya da
emekçi sınıfın mücadelesine hitap eder. Sendika şubelerinde verilen jara yoga,
sirtaki, beden atölyelerinin sınıf mücadelesine katkısı yoktur. Talep, ilkenin
yerine geçirildiğinde gerileme kaçınılmazdır.
“Öğretmenlerin yolu işçi sınıfının yoludur” diyen
TÖBDER geleneğinin devamcısı olduğunu iddia etmek işçi sınıfının mücadelesine
ve ideolojisine katılmaktan geçer ama gelinen nokta yabancılaşmadır. Bu
yabancılaşma, en başta tarih yapıcı öznenin işçi ve emekçi olduğunu kabul
etmeyip onun yerine kimliği ve otonom bireyi konumlandırarak gerçekleşmiştir.
Hardt, Negri, Laclau, Mouffe, Foucault’nun görüşleri
11. dönemin Eğitim-Sen başkanının veda konuşmasına kadar yansıyor: “İktidarın
olduğu her yerde direniş de vardır.” Bu söz ideolojik bir söylemdir ve burada
kastedilen iktidar herhangi bir iktidar değildir. Bu durumda proletaryanın
iktidarı olduğunda da bu direniş bireyde tezahür edecek midir? Yaşam, yüce
bireyin kimlik bunalımlarına ve yaşam biçimine göre mi düzenlenecektir? Bu
söylem açıkça işçi sınıfının iktidarına, ideolojisine ve tarih yapıcı özne olma
gerçeğine karşı çıkmakla eş değerdir.
Sendikaya hâkim olan ideolojik hat da bu söylemden
geçtiği için her gün daha da geriye gidiyoruz. Sömürü düzeninde bireylerin
direniş toplamlarıyla birleşik otonom tipi mücadele burjuvaziyi ve egemenleri
güçlendirir.
12. genel kurulun ardından Evrensel’de bir yazı
yayımlanıyor. İlgili yazıda emekçilerin sorunlarının acil çözüm beklediği
savunuluyor. Doğru. Fakat bir karşı çıkış var ki o da aslında şikâyet edilen
aksaklığı daha da derinleştiriyor. Tüzük konusunun acil gündem olmadığı iddia
ediliyor. Acil gündem olan sorunları genel hatlarıyla belirttik fakat bu
sorunların çözümlenmesi de KESK ve Eğitim-Sen’in tüzük kongresine gitmesinden
geçiyor. Şubeleri atıl duruma getirip merkezileştiren, kadın meclislerine ayrı
yetkiler sağlayıp denetim dışı bırakan, 4 üyenin 1 delege seçtiği tek listeli
seçimler, meclis sistemi, basın açıklaması ve sosyal medya mücadelesine dönmüş
sendikacılık anlayışı, emek mücadelesinden kimlikler mücadelesine kayan hat vb.
birçok sorunun kaynağı tüzüğün değiştirilmesinden geçiyor, çünkü sendikanın
sorunları yapısaldır.
Tüzük konusunda hafıza tazelemek gerekirse yakın
dönemde yaşanan bir çarpıklığı hatırlatmakta fayda var. İhraçlar sürecinde
direnen, açlık grevi yapan, yerlerde sürüklenen üyeler sendikadan ihraç
edilince üyelerin önemli kısmı tarafından tepki verildi. Bu tepkiler karşısında
açıklama yapma gereği duyan sendika yönetimi, sendikanın bir tüzüğü ve hukuku
olduğunda ısrar etti. Güzel, olmalı da. Fakat konu eş başkanlığı tartışmaya
açmak değil, en baştan belirtelim ki bu tartışma farklı bir yazının konusu. Tüzükte
geçmediği halde bölge illerinde şubelerin eş başkanlık uygulamasını fiilen
uygulaması karşısında nasıl bir sendikal hukuk işliyor? Yine tüzüğe aykırı
denilerek sendikanın “itibarını” zedelediği iddia edilen şube yönetimine yedek
listeyi yönetime geçirip kayyum atanıyorsa bu tüzük sadece ittifaktan olmayan
anlayışlar için mi geçerli?
İhraçları durdurmak için Kızılay’da yerlerde
sürüklenen KESK ve bağlı sendika yöneticilerini göremedik. Direnenler üzerinde
en fazla destek, açığa alınma ve ihraçların ilk sırada olduğu bölge illerinden
gelecekken, ki umut olmuştu, direnişi sahiplenmemek siyasi bir kaygının
ürünüdür. Amaç, üyeyi pasifize edip KESK ve bağlı sendikalarda kurulan sınıfsız
demokrasi hattını devam ettirmekti.
Yine Evrensel’de yayımlanan yazıya dönecek
olursak, madem şubeler yönetime aday bulmadığından kurul tarihlerini erteliyor,
bunun nedeni yine tüzüktür, çünkü üyeye genel oy hakkı tanınmıyor. Aynı
şekilde, ilgili yazı, geldiği sendikal çevrenin görüşlerini esas alıyor.
Öyleyse yönetimde yer aldığınız bir şubede örnek sendikal hattı ve mücadeleyi
neden geliştirmediniz de merkezileşen yapıyla mücadele etmeyi şubeyi ve üyeleri
güçlendirerek geliştirmediniz? Eş başkanlığa karşı çıkıyorsanız neden başka bir
iş kolunda eş başkanlığını kabul ediyorsunuz? 3 yıl önce genel kurulu ikinci
gün terk ettiniz. İlk gün üyelerin ihraç edilmesine el kaldırdınız. 3 yılda ne
değişti de tekrar yönetime girdiniz?
11. genel kurulda kongreyi ilk günden terk edenler ise
dönemin sendika genel başkanı ve onun bağlı olduğu sendikal anlayış. Birgün’de
çıkan bir yazıda kendilerine eş başkanlık teklif edildiğini -Eğitim-Sen genel
merkezde uygulanmadığı hâlde- ve bunu kabul etmediklerini; laik ve bilimsel
eğitimi savundukları için sendika yönetimini şekillendiren oyun kurucu sendikal
anlayışla ters düştüklerinden, 11. döneme dair anlaşmaya varamadıklarını, kendi
anlayışlarının hâkim olduğu 60 civarı şube bulunduğunu savundular. Aynı sorular
bu çevreye de yöneltilebilir. 3 yıl boyunca bu 60 şube küskünleri oynadı. Genel
başkan, kendisi döneminde 23 bin istifa olduğu hâlde hesap vermeden kongreyi
terk etti. 3 yılda ne değişti, bahsettiğiniz hâkim anlayışla hangi konularda
mutabık oldunuz? Laik ve bilimsel eğitimi savunma ve kimlik siyasetinden uzak
durmada size güvence verildi mi? “12. genel başkan yine sizden seçildi”
diyemiyoruz çünkü hâkim bir anlayış oyun kuruyor ve tek listeyle seçime
giriyorsanız bu sürecin adı seçilme değil, atanmadır. Son 5 döneme bakıldığında
bir dönem başkanlık almanın bir dönem kongreden çekilmenin sendikal bir
geleneğe dönüştüğü görülebilir. Yine 11. genel kurulu terk ettiğinizde
bahsettiğiniz hâkim anlayıştan bir delege Yeni Yaşam’a verdiği bir
röportajda sizi sendikayı yüzüstü bırakmakla, hesap vermemekle, dahası
“faşizmle anlaşmakla” suçladı. Şimdi ne değişti?
3 yıl önce kongreyi terk edenler gazetelerde yazılar
yayımlarken, bugün başkanlıkta anlaşma sağlanınca hangi özeleştirilerin
verildiğine ve hangi konu ve ilkelerde anlaşma sağlandığına yönelik kalem
oynatma gereği bile duymuyor. Üye iradesi bir kez daha askıya alınıyor. Aynı
şekilde, siz de eş başkanlığa karşı çıkıyorsunuz ama aynı dönemde KESK’teki eş
başkan sizin sendikal çevrenizden biriydi.
12. genel kurula dair yazılarda öğrendiğimiz kadarıyla
sendikadan ihraç edilenler konusunda herhangi bir adım atılmıyor. Yine her
genel kurulda olduğu gibi tüzük kurultayının toplanacağı söyleniyor ama şimdiye
kadarki deneyimden yola çıkıldığında böyle bir kurultayın toplanmayacağı
açıktır, çünkü buna dair bir tarih olmadığı gibi gerçekleşse de 13. dönemi
bulacağı görünüyor ki günün acil sorunları yine çözülmeden kalacak.
Bugüne kadar ülke solu içinde yapılan önemli
tespitlerden biri hâlen sınıf partisinin oluşturulamaması ve bunun
eksikliğidir. Bu yoksunluk, bugün sendikaların bu duruma gelmelerinin önemli
nedeni. Sendika ile sivil toplum kuruluşu özdeşleştirilmek isteniyor. Bir
siyasi parti, işçi sınıfını ve emek mücadelesini reddedebilir ama bir sendika
böyle bir şey yaparsa sendika olma vasfını yitirir ve üye de sendikaya
yabancılaşır. Sendikaların varlık nedeni emek-sermaye çelişkisi üzerine
kuruludur. Bu yönüyle sendikalar birer sınıf hareketidir ve sınıfsız sömürüsüz
bir düzenin kurulmasında volan kayışıdır; siyasi, ideolojik ve ekonomik
mücadeleyi birbirinden ayrıştırmadan yürütmek gibi tarihsel bir görevi ve
zorunluluğu vardır. KESK ve Eğitim Sen’i daraltan düzlemin ne olduğu da burada
aranmalıdır. Kitleyi ve sınıfı şekillendirmek yerine kitle talep ediyor diye
ona benzemek ve özdeşleşmek sendikal tükenişi beraberinde getirir, geriye
kimliklerin ve yaşam biçimlerinin savunulması kalır.
Tartışılması gereken bir diğer nokta da delege sayısı
çok az olan grupların icazetle yönetime girip varoluşunu buradan sürdürmesidir.
En çok emek veren değil, en uygun şekle giren yönetimde yer alıyor. Bu da
ideolojik bulanıklığı ortaya çıkarıyor. Sendikanın genel gidişini olumsuz
görenlerin yapması gereken tek görev pratikte kendi sendikal anlayışlarını iş
yeri ve şube bazında harekete geçirerek örnek sendikal hattı ortaya koymaktır,
yoksa gerisi retoriktir.
Sendikanın bir diğer çözmesi gereken sorun da emekli
üyelerin deneyimlerinden yararlanmamaktır. Emekli üyelerin yönetimlerde ve
komisyonlarda yer alacağı bir tüzük değişikliğine gidilmesi şarttır. Emek
mücadelesinden de emekli etmek olsa olsa sınıf mücadelesini zayıflatır, çünkü
sınıf çelişkisi daha da perçinlenir. Aynı zamanda emekli üyeler iş yeri
ziyareti ve sendikal deneyim konusunda birikime sahiptir. Sendikanın tarihi de
onlardır.
Sonuç
Bugün yapılması gereken, iş yerlerinden başlayarak kendi emek gündemimizi
harekete geçirip şubeleri ve genel merkezi asıl görevlerini yapmaya
çağırmaktır. İnsanca bir düzende yaşamadığımız gibi sendikalarımızın da bu
düzene uygun hâle getirilmesi emekçileri daha da yalnızlaştırıyor. İş yerleri
kendi içinde toplantılar düzenleyip taleplerini şubelere ileterek, özlük ve
sınıfsal haklar konusunda atölyeler düzenlenmesi için temsilciler aracılığıyla
şubeyle iletişim kurarak, şube toplantılarına katılıp söylem oluşturarak ve ses
yükselterek bu sorunları aşmada birincil görevi yerine getirecektir.
Sendika, üyenin kendisidir ve onu görmezden gelerek
varlığını sürdüremez. Aksi durumda KESK ve Eğitim-Sen emek mücadelesi tarihinde
nostalji olarak kalacaktır. Son söz olarak ekonomik mücadelenin ücret
mücadelesi olduğunu savunmak aç olduğu için intihar eden emekçinin yaşadığı
çıkmazı anlamamaktır. Ekonomik altyapı, yaşamın bütün alanlarını etkiler.
Üyenin sendikal mücadeleye katılım göstermemesi, insan yapısının değiştiğinden
değil, sendika yönetimlerinin şubeye üyenin gelmeyeceği bir çalışma içinde olmasındandır,
çünkü üye şubelere geldiği an emekçilerin sorunları gündeme gelecektir. O zaman
da sınıf siyasetinin gereklerini yerine getirmek zorunda kalınacaktır. Öyleyse
sınıftan kaçışın yolu bu manipülasyondan geçmektedir.
Diğer bir manipülasyon da parti gibi hareket eden
sendikanın geliştirdiği “güvenlik harcamaları, askeri harcamalar olmasa sömürü
de olmaz” söylemidir. Böyle bir sorun olmasa da burjuvazi tarihten
silinmeyecektir. 4+4+4 sisteminin çözüm sürecinde yasallaştığı da dikkatlerden
kaçırılmaya çalışılmaktadır. Son sözü her zaman olduğu gibi emekçiler
söyleyecek.
S. Adalı
1 Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder