“Yirminci yüzyılda
tanık olduğumuz din temelli çatışma pratikleri ve bağnazlık, niteliksel açıdan
farklı. Bu hareketler, daha çok hepimizin aşina olduğu yerlicilik olgusuna
benziyorlar. Dünyanın birçok yerinde sağlam köklere sahip bir kültürün yerinden
söküldüğü, bu gelişmenin toplumun belirli bir kısmını tehdit ettiği her duruma
halk, giderek artan ve kontrolden çıkan bir kuvvetle geleneksel hayat tarzına
sahip çıkarak cevap veriyor. Bu sahip çıkma pratiği, bir biçimde tarihsel
gerçekle zayıf bir bağ kuruyor.”
[Barrington
Moore, Jr., Social Origins of Dictatorship and Democracy[1]]
“Tüm ölü nesillerin
geleneği, yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker. Bilhassa devrimci kriz
dönemlerinde bu insanlar, kendilerini ve eşyayı devrimcileştirme işine girişip
hiç varolmayan bir şeyler yarattıkları vakit büyük bir kaygıyla, geçmişin
ruhlarını çağırıp onları kendileri için kullanırlar, dünya tarihinde oluşan
yeni sahneyi ödünç aldıkları dil ve eski kılıf altında takdim etmek amacıyla, o
geçmişe ait ruhların isimlerine, şiarlarına ve kostümlerine sahip çıkarlar.”
[Karl
Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte[2]]
İslam
tarihi 1979’da dinî isyanlara sahne oldu. İran’da Pehlevi hanedanlığı yıkıldı,
İslam cumhuriyeti kuruldu; Mehdi adına hareket eden ve Suudilere karşı olan
muhalifler, Mekke’deki büyük camiyi ele geçirdiler; Mısır cumhurbaşkanı Enver
Sedat öldürüldü, ülkede devlet, müslüman militanları ezdi, köktenci örgütler
hicret ettiler; Nijerya’nın Kano kentinde bin yıllık isyan, kan banyosuyla
neticelendi; emperyalist, batıcı, Hristiyan haçlı seferine karşı İslam’ı ve
Türklüğün biricikliğini savunduğunu söyleyen bir Türk, papayı öldürmeye kalktı.
Tüm bu eylemlerin odağında İslam dünyasındaki acı verici toplumsal huzursuzluklar
vardı. Kano ve Mekke’dekiler hariç tüm bu isyanların ortak özelliği, onların
hep birlikte eski, ama bir yandan da farklı ve önemli bir yolu takip etmiş olmalarıydı.
Bu farklılık, sınıfsal temelleriyle ve gelenekçileştiren, ama aslında gelenek
dışı olan ideolojileriyle ilgiliydi.
Ortadoğulu
aydınlar, köktenci İslam’ı genelde sınıfsal açıdan ele almıyorlar. Bu ihmalin
politik sebepleri var. Müslüman aydınlar, politika sahnesinde kendilerini halk
tabanları ile tanımlamak istiyorlar. Bu hâlleriyle politikaya yön veremiyorlar,
daha çok onun tarafından kısıtlanıyorlar.
Otuzlarda
Müslüman aydınlar ve siyasetçiler (Atatürk, Rıza Şah, Taha Hüseyin, Ahmed
Kasravi, Sadık Hidayet) İslam’ı Müslüman dünyayı geriye götüren güç olarak
görüyorlardı. Yetmişlerde bu tür bir fikri kamuoyu önünde açıktan hiçbir
siyasetçi savunamadı. İlgili yaklaşımı çok az aydın dillendirebildi. Bu kısmen,
otuzlarda çocuksu liberalizm akımlarının, ellilerde ve altmışlarda Üçüncü Dünya
sosyalizmlerinin yenilgisi, kısmen de köylülerin kentlerde birikip giderek
politikleşen alt-proleter unsurlara ve küçük burjuvaziye dönüşmesinin bir
sonucuydu.
Hristiyan
Arap milliyetçileri, sınıfsal dinamikleri daha az inkâr ederlerken, İslam’ın
dini içeriğini daha fazla redde tabi tuttular, bunun yerine, İslam’ı son bin
yıllık süreç içerisinde Ortadoğu’da oluşmuş kültürel bir ürün ve medeniyete ait
bir miras olarak değerlendirdiler.
Dolayısıyla,
elimizde İslam’ın siyasetine dair tartışmalardaki eksiklik ve önemli bir sorun
olarak Şarkiyatçıların İslam’ı yanlış takdim eden değerlendirmeleri kaldı. En
önemlisi de Ortadoğuluların İslam’ı politik koşullar neticesinde yanlış takdim
etmiş olmalarıydı.
Ama
gene de Ortadoğulu aydınların İslam’ı takdim ediş biçimleri kendi açılarından
önemli birer katkı. Bu aydınlar, özel bir dizi bakış açısını dile getiriyorlar
(bu anlamda, gelenekçi aydınlarla Batılı aydınlar arasında önemli
farklılıkların bulunduğunu belirtmek lazım). Ortadoğulu aydınlar bir yandan da
moderniteye ve Batı’ya yönelik itirazın dilindeki değişimlere gene değişmekte
olan cevaplar geliştirdiler. Bu cevaplar nesillerdeki değişimin birer
sonucuydu. Onlar, İslam’ın ve ahlakın uygulanabilir politikaların inşasında
sahip oldukları rol üzerine kafa yormak için bir dizi önemli metin kaleme
aldılar.
Bu
sebeple biz, öncelikle son iki yüz yıl boyunca İslamî hareketleri
değerlendirerek başlayacağız. Bu noktada Ortadoğulu aydınların sundukları
geleneksel değerlendirmeleri ele alacağız, oradan da bugünün köktencilerinin
kendilerini tanımladıkları geleneği ve dili anlamaya çalışacağız. Ardından da
yeni köktencilikler alanına dair sosyolojik değerlendirmelere ve bu köktencilik
biçimlerinin bugünde nasıl inşa edildikleriyle ilgili kültürel
değerlendirmelere bakacağız.
Bu
yeni köktencilik biçimleri esasen onları savunanların ve hakir görenlerin
düşündüklerinden farklı olarak, geleneksel değiller, geçmişe değil bugüne
odaklanıyorlar, tahayyülleri geçmişe değil bugüne ait, ayrıca değdikleri şeyi
gelenekçileştiriyorlar.[3]
Babalar-Oğullar,
Doğu-Batı
İslam
ve siyasetle ilgili geleneksel değerlendirme, Batı’nın yol açtığı güçlüklere
nesillerin farklı tepkiler geliştirdiğini kabul ediyor.[4] Ama bir yandan da
İslamî söyleme ağırlık verme konusunda ikircikli bir tutum içine giriyor, bu
anlamda, ilgili söylem konusunda şu tür değerlendirmelerde bulunuyor:
(1)
Kitlelerin yeniden eğitimden geçirilmesini gerekli kılan, çürümüş bir kültürel
miras (“İslam müceddidler eliyle yenilenmeli”;
(2)
Antiemperyalist milliyetçilik için bir araç (taassup boyutu var, ama ahlaki
açıdan sebat ve azmi de savunuyor);
(3)
Sınıfsal çatışmanın dili (bu dil Batı’nın eğittiği, seküler elitlere, tağuta,
İran devriminde kullanılan ifadeyle, materyalizmin “putperestlerine”, Ali
Şeriati’nin kullanmayı sevdiği ifadeyle “kuru cansız din”i öğreten dar kafalı
muhafazakâr mollalara karşı kullanılabilir.)
(4)
Elitlerin dış politikada kullandıkları tuhaf bir araç, aynı zamanda içeride
kendilerini meşrulaştırmak için simgelere başvurmalarını sağlayan bir yöntem;
(5)
Her daim tetikte olunması gereken akıl dışı bir güç.[5]
Aydınlar,
nesiller arası değişimi ilerici görürler. On sekizinci yüzyıldan kök alan[6] ve
on dokuzuncu yüzyılda başlayan püriten dini reformizm (veya modern öncesi
köktencilik) dört konu başlığına odaklanıyordu:
(1)
İslam’ın ona yüzlerce yıl içerisinde eklenmiş batıl inanç olarak görülecek
fikirlerden arındırılması;
(2)
Cihadın dilde serbest bir biçimde (yeni sorunlara dini cevaplar vermek için
geliştirilen disiplinli bir muhakeme süreci anlamında) kullanılması;
(3)
Toplumsal-ahlaki meselelerin eskatolojik-metafizik meselelerden önemli
görülmesi;
(4)
Karşılığını Arabistan’da Vehhabilerde, Libya’da Senusilerde, Nijerya’da
Fulanilerde, Sudan’da Mehdi’de ve Şii İranı ile Irak’taki Usuli müçtehitlerinin
elde ettiği zaferde bulan politik militanlık.
On
dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında modernist reformizm
sahneye çıktı ve İslam’ın modern bilimsel teknolojiyle ve demokratik anayasal
hükümetle uyumlu olduğunu söyledi. Altına imza attığı en önemli deneyleri
Türkiye, İran ve Mısır’da gerçekleştirdiği anayasal reformlardı.[7]
Celâleddin
Efgani (1838-1897) eğitim reformu, anayasa, (mezhepsel farklılıkları aşan)
İslam birliği ve kitlelerin halkçı bir İslamî dil üzerinden emperyalizme karşı
seferber edilmesi üzerinde durdu. Muhammad Abduh (1849-1905) da Müslümanlar
arası dayanışmanın ve İslam’ın Batı’dan öğrenilecek bilgilerle yenilenmesi
gerektiğine vurgu yaptı. Her ne kadar Abduh, müşfik bir despotun on, belki
yirmi yıl gerekli olduğunu düşünse de sekülerizme karşı duvar örmeyi umut eden
modernistlere eski İslamî terimlerin demokratik tefsirlerini temin etti. İslam
ümmetinin hayrına olan reform anlamında maslahat, faydacılık; şura, parlamenter
demokrasi; icma (bilgili kişiler arası konsensüs) amme efkârı hâline geldi.[8]
Eleştirel
yazın hareketinin gelişmesi modernist reform sürecini destekledi: Arap
dünyasında gelişen nahdatü’l edebiyye (edebi diriliş); “aydın” (rüşenfikr)
İranlıların ürettiği modern şiir ve nesir tarzları; kentli elitlerden köyden
gelmiş aydınlara geçen Türk toplumuna ait meseleleri ele alan kısa hikâyeler,
romanlar ve şiirler.[9]
Otuzlarda
yaşayanlar seküler, Batılı, anayasacı inancın zirvede olduğu bir döneme
tanıklık ettiler. Taha Hüseyin, Tevfik Hâkim, Nakib Mahfuz, Ahmed Kasravi ve
Sadık Hidayet, bunun yanında, Mustafa Kemal Atatürk ve Reza Şah İslam’ın ülkeyi
gerileten bir güç olduğunu açıktan dile getirdiler. Yirmilerde ve otuzlarda
Atatürk’ün yaptığı reformlar, hem sekülerleşme süreci hem de Müslümanları kendi
dinlerini ele alırken gelenek yerine aklı kullanmaya sevk eden girişimler
bağlamında, önemli birer model hâline geldiler. İmam ve vaizleri eğiten okullar
gibi kimi dini meseleler, devletin kontrolüne tabi kılındı; eskinin medreseleri
kapatıldı, hilafet kaldırıldı, tekke ve zaviyeler kapatıldı; tarikatlar
yasaklandı, fes ve peçe yasaklandı, dini kıyafetlerin giyilmesi sadece camilerle
sınırlı tutuldu; “Devletin dini İslam’dır” ibaresi anayasadan çıkartıldı;
Avrupa’nın medeni kanunu, ticaret kanunu ve ceza kanunu kabul edildi;
çokeşlilik yürürlükten kaldırıldı, kadınlara hakları verildi; Latin alfabesi
Arap alfabesinin yerini aldı; ezanın ve dini vaazların Arapça değil, Türkçe
yapılması şartı getirildi. Atatürk’ün diktatörlüğü, Muhammed Abduh’un sözünü
ettiği müşfik despot olarak görüldü. O, neticede toplumu demokrasiye hazırlamak
için kullanılacak geçici bir aygıttı. 1945’te çok partili siyasete geçildi.
Ama
öte yandan, otuzlarda sömürgecilik karşıtı hareket de gelişti. Bu hareket, bir
yanıyla, giderek büyüyen kentli alt sınıfların yanlış yönelimlerine ve
modernist reformcuların hatalarına karşı geliştirilmiş muhafazakâr (yeni köktenci)
İslamî bir tepkiydi. Japonya’nın 1905’te Rusya’ya karşı kazandığı zafer, Nazi
Almanyası’na karşı yürütülen İkinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Rusya’nın
sömürgecilik karşıtı hareketlere sunduğu destek, Batı Avrupa’nın da onun
toplumsal veya politik biçimlerinin de yenilmez ya da kaçınılmaz olmadığının
ispatıydı. Yeni köktenciliğin liderleri, ulemanın değil, meslekten din adamı
olmayan insanların arasından çıkıyordu. Yeni köktencilik, bu süreçte
“yabancılaşma”yı, yoksulluğu, adaletsizliği ve ahlaksızlığı ortadan kaldıracak
fikirleri ararken yüzünü geleneğe çevirdi.[10]
İslam,
hem Fransızlar hem de milliyetçiler için bilhassa Fransa’nın elindeki Kuzey
Afrika’da, milliyetçiliği tanımlayan ana özellik hâline geldi. Fransızların
toprağı sömürgecilere teslim etmek, ayrıca yerele ait önemli bir finans
kurumunu yok etmek amacıyla vakıfları kapatmaya yönelik girişimlerine İslam
adına karşı konuldu. Böylelikle yerli halkı şeriata değil de (1930’da Fas’taki
Berberiler veya Tunus’taki yurttaşlara vatandaşlık verilmesi örneğinde
görüldüğü üzere) Fransız hukukuna tabi kılmak suretiyle devreye sokulan
böl-yönet politikasının yoluna da taş konulmuş oldu.
Mısır’da,
Türklerin hilafeti ilga etmesi sonrası onu yeniden tesis etmeyi ümit eden
krallık, sekülerlere karşı dini yapıyla, Vefd partisiyle ve İngilizlerle
ittifak kurdu. Böylelikle savunma hâlindeki dini yapı, hayati bir imkâna
kavuştu. 1928’de Hasan Benna, Müslüman Kardeşler örgütünü kurdu. Örgüt, farklı
sınıfların meydana getirdiği, aydınları, meslek sahiplerini, yoksul köylüleri
ve kentlerde mücadele eden işçileri, küçük burjuvaları bir araya getirdi.
1952’de Kral Faruk’un tahtından olduğu günlerde İhvan 1,5 milyon üyeye sahip
bir örgüt hâline gelmişti ve artık Vefd’den sonra en büyük ikinci partiydi.
Jöntürklerin
anayasa reformları karşısında hayal kırıklığına uğrayan Arap milliyetçiliği
canlandı. 1908’de teşkil edilen yeni mecliste 10 milyon (Suriyeli ve Iraklı)
Arap sadece 60 koltuğa sahipken 7 milyon Türk’ün 150 koltuğu vardı. Senato’da
ise Araplar, 40 koltuğun üçünü ellerinde bulunduruyorlardı. Aktivist
Hristiyanların milliyetçi Arap liderler arasına katılması üzerinden İslam, Arap
dünyasının dini mirasından çok kültürel bir mirası olarak tarif edildi. İslam,
Siyonizm karşıtı propagandada Hindistan ve Endonezya gibi uzak diyarlardan
destek almak için kullanıldı.
Ellilerde
oluşan toplumsal basınç Mısır, Irak ve Suriye’deki hükümetlerin devrilmesine
neden oldu. İran’daki hükümet, bu basınç sebebiyle yıkılmadı ama sarsıldı.
Ortaya, hükümetleri toplumsal refahtan ve ekonomik yeniden yapılanmadan sorumlu
tutan bir ideoloji çıktı. Böylece ciddiyet arz eden demokrasi dışı kitle
siyaseti ve sosyalist fikirlerden ilham almış ikinci bir düşünsel nahda
(diriliş) süreci gündeme geldi. Bu gelişmeyle birlikte dünya ekonomisindeki
eşitsiz ticari ilişkilerin gelişmeye mani olduğuna dair algı güçlendi, başlarda
sahip olunan, eğitim, demokrasi ve ekonomik modernleşmeyle Ortadoğu’nun
Avrupa’yı yakalayabileceğine dair liberal umutların gücü kırıldı.
Hamid
İnayet’e göre, Nasır’ın İslam’ı ve Arap sosyalizmi meşruiyet üretmek ve belirli
bir gaye ortaya koymak için kullanmasında kimi çelişkiler mevcuttu.[11] 1952’de
eski krallığın müttefikleri olarak muteber hâle gelmiş ve bu itibarlarını bu
ittifak sayesinde muhafaza edeceğini bilen Ezher şeyhleri, İhvan’a karşı İslamî
desteğe ihtiyaç duyan yeni rejime yakınlaştılar. Suriyeli yazar Mustafa
Sıbayi’nin İslamî Sosyalizm (iştirakiyatü’l İslam) fikrinden istifade
eden rejim, İslam ve sosyalizm arasında herhangi bir çatışma bulunmadığını
söylüyordu. İslam’ın mülkiyeti kutsallaştırdığı anlayışına itiraz etmek
amacıyla suyun, otlağın, ateşin ve tuzun, yani hayatın temel ihtiyaçlarının
ortak mülkiyete ait olduğuna dair Hadis’e işaret edildi. Mülkiyet hakkının
kolektif çıkarlara tabi olduğu ortaya konuldu. Mülkiyet, ancak üretken olduğu
sürece korunmalı, vergiler, servetteki eşitsizliği giderecek şekilde yeniden
dağıtılmalıydı. Mülkün belirli ellerde toplaşmasına yönelik itiraz dâhilinde
Hz. Ömer’in fethedenlerin fethedilen toprakları vergilendirdiğine, onları mülkü
kılmadığına işaret edildi. Toplumsal sorumlulukla ilgili kurallar, fedakârlık
ve akılsız olanların kimi şeylerden mahrum bırakılması (Kur’an 4:5) gibi
hususlar, geneli ilgilendiren meseleler olarak ele alındı. Milliyetçilikle
İslamî evrenselcilik arasındaki çelişki, Arap milliyetçiliğini nihai İslam
birliğine doğru atılmış ilk adım olarak görmek suretiyle aşıldı. Nasır, açıktan
ideolojiye yönelik pragmatik ve “teori karşıtı önyargılı tutum” takınılması
çağrısında bulunuyor, Doğu sosyalizmine, Batı sosyal demokrasisine veya
Yugoslav revizyonizmine fazla yakınlaşılmaması gerektiği üzerinde duruyordu.
Nasır’daki
simgeler üzerinden tesis edilmiş eklektisizmi İhvan ve diğer yapılar İslam için
tehlikeli gördüler. “Milli Eylem Bildirgesi”nde Nasır, İslam’ın adını iki kez
anıyor, onu tarihsel miras ve uluslararası bağ olarak gördüğüne dair ifadelere
yer veriyordu. “Bildirge Üzerine Rapor”da ise İslam devlet dini hâline
getiriliyor, okullarda öğretileceğine dair vaatte bulunuluyor, dini özgürlükler
güvence altına alınıyordu.
Ezher,
modern bir müfredatla reforma tabi tutuldu ve yenilendi. Okuldaki hocaların
hükümet politikalarını destekleyen makaleler yazmaları istendi. Ama hükümet, bu
talebi karşısında direnişle yüzleşti. İslami Araştırmalar Derneği’nin birinci
kongresinde (1964), şeyhler devletin ekonomi üzerindeki kontrolüne destek sunan
makaleler yazdılar, ama özel mülkiyetin kutsallığına vurgu yapan bir karar
aldılar. Müslüman Kardeşler örgütünün lideri Seyyid Kutub, İslam ile
sosyalizmin harmanlanmasına, kutsalla insanın ürettiği bir şeyin
karıştırılmasına karşı çıktı. Ona göre insanın yaptığı her şey cahiliye
dönemine aitti.
İslam’ın
meşruiyetin tesisinde oynayacağı rol ile ilgili mücadele, neredeyse tüm
Ortadoğu ülkelerinde yaşandı. Suriye’de Baasçılar, anayasada İslam’a atıfta
bulunmak zorunda kaldılar. Hafız Esad, 1970’te kontrolü ele geçirdikten sonra
halkla birlikte namaz kıldı. Libya’da 1969’da Müslüman (aynı zamanda Senusiyye
tarikatının lideri) olan Kral İdris’i deviren Albay Muammer Kaddafi, kendisinin
eski kraldan daha Müslüman olduğunu göstermek zorunda kaldı, bu sebeple, şeriatı
yeniden tesis etme vaadinde bulundu. Eskinin fıkhını yürürlüğe koymak yerine
Kaddafi, şeriat kurallarının mahkemelerde birer kanun olarak uygulanmasını,
aynı zamanda İtalya ve Fransa’dan alınmış devlet kanunlarının yürürlükte
kalmasını önerdi. 1972’de Kur’an’ın öngördüğü hadd cezaları uygulanmaya
başlandı, böylelikle “hükümet bu türden ağır cezaları uygulayabiliyorsa,
şeriatın daha az tartışmalı olan kısımlarını uygular” algısını güçlendirdi.[12]
1978’de
Kaddafi, Hadis ve Sünnet’in çeliştiğini, tahrif edildiğini, dolayısıyla içtihat
veya kanun hazırlamak için kullanılamayacağını söyleyerek, ulemanın elindeki
otoriteyi zayıflattı. Kur’an’ın hukukun yegâne kaynağı olduğunu söyleyen
Kaddafi, O’nun esas müfessirinin kendisi olduğunu iddia etti. Hatta bir yerde
Peygamber Sünneti’ni takip etmenin şirkten farksız olduğunu söyledi.
Kur’an’daki “şura” ifadesini halk komiteleri olarak tefsir etti ve bu komiteler,
1977 yılında cemahiriyenin temel birimleri hâline geldiler. Kaddafi, özel
kişilerin elindeki mülke ve servete el koymanın gerekçesini Tevbe suresinin
dokuzuncu ayetinde buldu. Ayet, altın ve gümüş biriktirilmesini
eleştirmekteydi. Müslüman erkeklere dört eş sahibi olma imkânı veren Nisa
suresi üçüncü ayeti ise yetim kadınların koruma altına alınması üzerinden
yorumladı. Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ta aktardığı biçimiyle, Kur’an
tefsiri için özel bir uzmanlığa ihtiyaç yoktu ve Kitap, kişiye ahlaki konularda
yön vermekteydi, toplumsal meselelerde O, kılavuz olarak görülmemeliydi. Kaddafi’ye
göre ekonomik veya politik meseleleri ele alan Kur’an ayetleri ise yedinci
yüzyılla alakalıydı, dolayısıyla sadece tarihin konusu olabilirdi. Özetle
Kaddafi, yürüttüğü kampanya dâhilinde şeriata yönelik başvurunun alanını
daralttı. 1978’de ulemaya yaptığı uyarıda muhalefetin yeşil değil, “kızıl”
kitap üreteceğini söyledi.
Pakistan’da
devletin kurulduğu günden beri verilen uzun soluklu mücadele çok katmanlı bir
yapıya sahipti. Muhafazakâr gelenekçilerle modernistler arasında dokuz yıl
süren mücadelenin neticesinde 1956 anayasası kabul edildi. Tartışılan konu,
Batı’nın hukuki usullerinin ve kanunlarının faydalı olup olamayacağı idi. Bunun
yanında, Müslüman olmayanların hükümette ne tür makamlara geleceği, İslami
İşler Danışma Kurulu ile İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün manası da
tartışıldı. 1953’te Pencap’ta Ahmediyye tarikatının Müslüman sayılıp
sayılmayacağı tartışması üzerinden isyanlar baş gösterdi. Pakistan’ın İslam
cumhuriyeti olduğunu söyleyen anayasaya İslam’a aykırı hiçbir kanunun
çıkartılamayacağına dair bir madde eklendi ve kutsal egemenlik Allah’a teslim
edildi.
Ulemanın
etkisini kırmak için çalışmış, modernist siyasetçi Eyüp Han döneminde (1958-69)
yeni bir mücadeleye tanık olundu. 1962 Anayasası’na ilk başta “İslam
Cumhuriyeti” ibaresi ve kutsal egemenlik ifadesi alınmadı, ama sonrasında
bunlar anayasaya eklendiler. Asıl tartışma, 1961 tarihli Müslüman Aile
Kanunları ve başında Dr. Fazlurrahman’ın bulunduğu İslamî Araştırmalar
Enstitüsü konusunda yaşandı.
Sonrasında
iktidara, sosyalizmin küfür olduğunu söyleyen ve 113 âlimden alınmış olan
fetvaya rağmen, “gıda, kıyafet ve barınma” sloganını dillendiren, İslamî
sosyalizm bayrağını eline alan Zülfikar Ali Butto (1971-1977) geldi. Bangladeş’in
Pakistan’dan ayrılmak için verdiği mücadelede petrol zengini Arap dünyasından
gelen yardımların öneminin arttığını[13], Müslüman muhalif partiler arasındaki
işbirliğinin güçlendiğini gören Butto, İslamî simgelere başvurmaya başladı. İktidarını
konsolide etmek adına solcu müttefiklerine sırtını döndü ve toprak ağalarının
sırtını kaşımaya başladı. 1977’deki seçimlerde Butto’ya muhalif dokuz partinin
meydana getirdiği koalisyon, Pakistan Ulusal İttifakı (PNA) İslam düzeninin
kurulması isteğini dile getirdi, seçimden yenilgiyle çıkınca Butto’ya cihada
başlanılması çağrısında bulundu. Butto, bunun üzerine seçim sürecinde
sloganlarında geçen “sosyalizm” sözcüğünü çıkarttı, onun yerine “musavat-i Muhammed”
(Muhammed’in eşitliği) ifadesini kullandı. Seçim sonrası, içki ve kumarın
yasaklanması ve Pazar yerine Cuma’nın tatil günü yapılması gibi bir dizi
reformu yürürlüğe koydu. 1975’te Butto, mecliste Ahmediyye tarikatı üyelerinin
Müslüman olmadıklarını söylemek zorunda kaldı. Pakistan Ulusal İttifakı’nın
1977 sonrası yürüttüğü ajitasyon faaliyetleri nihayetinde sıkıyönetime ve
Ziya-ül Hak darbesine giden yolu açtı.
Pakistan
Ulusal İttifakı’nın “İslamî Nizam” sloganını benimseyen Ziya-ül Hak, İslamî
İdeoloji Konseyi’nin canlandırılması üzerinden bu düzeni tesis etmeye çalıştı.
Bu politika dâhilinde istifçilik, vurgunculuk yapan, içki içen, gösteri yapan,
yasak konuları halk içerisinde konuşanlara kırbaç cezası verilmesi, hırsızın
elinin kesilmesi, dört eyaletin yüksek mahkemesine şeriata göre karar verecek
hakim kürsüsünün konulması (sonrasında anayasa mahkemesindeki şeriat hakimi
sayısı bire düşürüldü), İslamî düzenden geri dönülmesine mani olacak seçim
reformlarının yapılması, İslamî vergilendirme sistemi için Suudi Arabistan ve
Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait finans kuruluşlarıyla planlar hazırlanması[14],
sanayinin millileştirilmesinin önüne geçecek anayasal güvencelerin
oluşturulması (işçilerin protestoları sonrası 1979’da bazı işkollarında
özelleştirme önerileri geri çekildi), İngilizcenin okullarda eğitim dili
olmaktan çıkartılması, radyo ve televizyonda kullanılmasına izin verilmemesi,
ayrıca sosyal politikalarda ulemanın görüşlerinin alınması ile ilgili kararlar
alındı. Kendisi de dindar bir isim olan Ziya-ül Hak, rejimini meşru kılmak için
yüzünü İslamî formüle çevirdi ve bu formül üzerinden iktidarı almasını
sağlayacak mekanizmayı temin etti. Ülkeyi İslamîleştirme çabalarına muhtelif
İslam yanlısı partisi destek sundu.
Bunlar
içerisinde en önemlisi, 1941 yılında merhum Seyyid Ebu’l A’la Mevdudi’nin
kurduğu Cemaat-i İslami’ydi. Mevdudi’nin aklında başında tek adamın (emirin)
olduğu, ama bir şuranın yardımda bulunduğu, hükümetle alakalı görevlerin İslam
toplumuna sadık isimlere verildiği bir İslamî hükümet fikri vardı. Ona göre,
hükümetin yapısı dâhilinde denge ve fren görevi gören partiler gereksizdi. Gayrimüslimlerin
güvenliği güvence altına alındı, ama bir yandan da siyasetin üretildiği mevki
ve makamlardan da uzaklaştırıldılar. Bu türden fikirler, temsili demokrasinin
meşruluğuna itiraz edebilmek için gerekli gerekçeyi sundular.
1978’de
yürürlüğe giren ve yurttaşlara yargıda işlemlerin kısmen veya bütünüyle İslamî olmayan
usullerle yapılmasını söyleme imkânı sunan şeriat mahkemeleri ile ilgili kararlar
uyarınca emekli Anayasa Mahkemesi üyesi Bediüzzaman Kaykes, Lahor Yüksek
Mahkemesi’ndeki şeriat mahkemesini dava etti ve İslam’ın bir emire ve şuraya
ihtiyaç duyduğunu, bunun ikisinin de temsilcisinin bulunmadığını söyledi. Dava talebi
reddedildi.[15]
İktidara
ve hükümete ait özel yapılar için belirli bir meşruiyet zemini oluşturmaya
yönelik bu türden çabalar[16] dış işlerinde İslam birliği fikri üzerine kurulu
dayanışma pratiklerinin önünü açtı.
Nehemia
Levtzion, son yüz yıl içerisinde İslam birliği pratiklerini, bilhassa İslam konferanslarının
düzenlendiği son on yılın pratiklerini yakından incelemiş olan bir isim.[17] Onun
da aktardığı biçimiyle, Türklerin hilafeti kaldırmasından iki yıl sonra, 1926
yılında Abdulaziz ibn Suud, kendisini halife ilân etmiş olan Mekke emiri Şerif
Hüseyin’i kovdu. Sonrasında iki İslam birliği konferansı düzenlendi. Kahire’de düzenlene
konferansta Kral Fuad kendisini halife ilân edemedi. Mekke’de düzenlenende ise Suud,
her yıl düzenlenen hac heyeti başkanı olmayı başardı. 1931’de, Hindistan hilafet
hareketinin lideri Muhammed Ali’nin Kudüs’e defnedilmesi ardından bu şehirde
Muhammed Ali’nin kardeşi ve varisi Şevket Ali ve Kudüs Müftüsü Hacı Emin
Hüseyni tarafından üçüncü İslam birliği konferansı toplandı. Kıskançlıklar ve
çatışmalar sebebiyle hilafet meselesi gündemden düştü. İbrani Üniversitesi’ne
karşı gelecek bir başka Müslüman üniversitesini Kudüs’te açamamanın ardında da
aynı kıskançlıklar ve çatışmalar vardı.
İslam
konferansları, bölgedeki çatışmalar ve devletlerin çıkarları, bunun yanında, şu
veya bu devletin hegemonya tesis etmek amacıyla İslam birliği çalışmalarını
yürütmesi sebebiyle akamete uğradı. Yeni bağımsız olan Pakistan, Endonezya’nın
bağımsız olduğu günü tatil ilân etti, Filistinlilerin davasına destek sundu,
Ama bu türden desteklere Nehru’nun “seküler, sosyalist ve milliyetçi” Hindistan’ından
yana olduğunu söyleyen Ahmet Şükrani ve Nasır karşı çıktı. 1949’da Pakistan
Dünya Müslüman Kongresi’ne, 1949, 1950 ve 1954’te ise üç İslam Ekonomisi Konferansı’na
destek sundu. Hükümet, içeride muhalefetin itirazlarıyla yüzleşti. Ulema,
devletin kongresine karşılık kendi Müslüman Halklar Kongresi’ni düzenledi. Diğer
bir itiraz da Araplardan geldi. Mısır, Pakistan’ın bu gayretlerinin Arap
Birliği’ne karşı ortaya konduğunu düşündü. Araplar, 1950’de Tahran’da yapılan
toplantıyı İran İsrail’i tanıdığı için boykot ettiler.
Mısır,
Kral Suud’un kurduğu İslam Kongresi’nden kısa bir süre sonra, İslam dünyasında
hegemonya tesis etmek için çalışma yürütmeye başladı. 1954’te Nasır, kongreyi Bağdat
Paktı’na karşı destekledi. 1957’de Suudiler kongreden çekildiler. Nasır, bir
dizi İslam konferansına destek sundu ve İslam’ı devrimci ve antiemperyalist bir
Üçüncü Dünya dini olarak resmetmek için uğraştı. Nasır, İslam’ı hem Irak’taki
ateist komünistlerin hem de Suudi Arabistan ile Yemen’deki gerici İslamî
akımların karşısına çıkarttı. Ezher’in yeniden organize edildiği, Enver Sedat’ın
(1960’ta İslamî İşler Yüksek Konseyi adını alan) İslam Kongresi’nin genel
sekreterliğini üstlendiği dönemde, Afrika ve Asya’ya hocalar ve tebliğciler
gönderildi. Ezher’de okuyan yabancı öğrencilere burs imkânları sunuldu.
Öte
yandan 1961’de Suudiler, Mekke’de konferans düzenlediler. Neticede bilhassa
Müslüman öğrenci derneklerine, genelde tüm uluslararası Müslüman örgütlerine
teşvikler sunacak bir Dünya Müslüman Birliği kuruldu. 1964’te tahta oturan Kral
Faysal, İslam zirvesi çağrısı yaptı. Ilımlıların hâkim olduğu konferans, Aksa
yangını sonrası 1969’da Rabat’ta düzenlendi. Faysal, İslam dünyasının lideri
olduğunu herkesin onayladığını düşündü. Suriye ve Irak gibi radikal Arap devletleri
konferansa katılmadılar ve onu gerici bir faaliyet olarak gördüklerini
söylediler.
Takip
eden birkaç yıl boyunca her yıl dışişleri bakanlarının katıldığı toplantılara
giderek daha fazla ülke temsilci gönderdi. 1972’de katılan ülke sayısı otuzu
buldu.
Nasır,
1970’te vefat etti. Hafız Esad, aynı yıl Salah Cedid’in yerine geçti. Mısır ve
Suriye ılımlı bir çizgiye çekildi.
1973’te
konferans, Fas’ın, İran’ın ve Ürdün’ün katılmaması sebebiyle, Bingazi kentinde
düzenlendi. Zira Kaddafi, bu üç ülkedeki krallıkların yıkılması çağrısı yapmıştı.
Buna karşın, 1973’teki Arap-İsrail savaşının yarattığı coşku sebebiyle, Lahor’da
1974’te düzenlenen konferans, otuz yedi ülke katıldı. İsrail’le arasında mevcut
olan bağlarından dolayı Türkiye ve İran’ın konferansa katılmasına izin
verilmedi. Bunun dışında, ülkeler arasındaki tüm ihtilafların üzeri örtüldü. Konferans,
dayanışmanın zirvesiydi. Sonrasında konferanslar, içeriği zaman zaman değişen
koalisyonların farklı düzeylerde sergiledikleri dayanışma ilişkileriyle İslam davasına
destek sundukları bir forum hâline geldi. 1976’da Türkiye Kıbrıs’a yönelik
işgali için forumdan destek bulsa da aynı Müslüman ülkeler, aynı yıl içerisinde
Kolombo’da düzenlenen bağlantısızlar konferansında Türkiye’ye destek
sunmadılar.
Yukarıdaki
tablo, buraya kadar yapılan değerlendirmeyi beş nesil üzerinden özetliyor. Her bir
nesil, sonraki nesillerin kabul ettikleri kimi katkılar yapıyorlar, ama her
biri, aynı zamanda faaliyetlerine zarar veren bazı kusurlara sahipler. Bu diyalektik
seyri değerlendirirken İbrahim Ebu Liğad’ın ilerici hareketlerin de
olabileceğine dair tespitine katılmak gerekiyor: her bir nesil, kendince
sorunlarla yüzleşiyor, bunları kendince çözüme kavuşturuyor ve başka sorunlarla
boğuşmak zorunda kalıyor. On dokuzuncu yüzyılda insanlar, İslam’ın Batı’nın
bilimi ve teknolojisiyle uyumlu olup olmadığını tartışıyorlar. Yirminci yüzyılın
ortalarında bu meseleyi kimse tartışmıyor. Bunun yerine, modern bir siyasetin
nasıl örgütleneceği, toplumsal süreçlerin nasıl düzene sokulacağı sorusu yakıcı
soru hâline geliyor. Savaş öncesinde aydınlarda ve üst sınıflarda görülen
iyimser liberal inanç, yerini kötümser olan sosyalist değerlendirmeye
bırakıyor. Bu görüşü giderek daha fazla benimseyen alt orta sınıf, disiplinli
çalışmaların gerekli olduğunu düşünüyor.[18] İslamî toplumsal ahlak üzerine
kurulu dili benimseyenler, demokratik sosyalistten ziyade devlet kapitalisti
olan askeri diktatörlüklere evrilen sosyalizm pratiğine itiraz ediyorlar. Ebu
Liğad’ın da tespit ettiği biçimiyle, “hareketin yeni liderleri, aydınları ve
siyasetçileri, Batı değil, kendi yurttaşlarıyla diyaloga giriyorlar.”[19] 1979-1981’de
elli üç Amerikalının on dört ay boyunca rehin tutulduğu İran’daki elçilik baskını,
bu tespiti doğruluyor. Görünüşte antiemperyalist mücadele bağlamında önemli bir
işlev görmesine rağmen, rehinelerin serbest bırakılması ile ilgili olarak yürütülen
müzakereler, esasen daha çok mollalarla din adamları sınıfına mensup olmayan
Müslümanlar arasındaki iç çelişkiler, genelde burjuva politikası ile sosyalist
politika arasında yaşanan çatışma üzerinden cereyan ediyor. Esasında modernist
Müslüman gençliğin mollalarla, tüccarlarla, seküler orta sınıfla ittifak
kurarak gerçekleştirdiği bir devrim olan İran devrimi, modern bir devlet olarak
İran’ın yurttaşlarına danışmadan, otokratik yöntemlerle yönetilmemesi ile
ilgili taleplerini dillendirirken, Şiiliğin dilini kullanıyor. Ebu Liğad’ın
üzerinde durduğu ana konulardan biri de İslamî söylem ile terminolojide yüz yıl
boyunca görülen sürekliliklerin toplumsal evrimin hiç yaşanmadığı şeklinde
okunmasının yanlış olduğu. Bu evrim ise sosyolojik olarak analiz edilmeli. Bu analiz
üzerinden, en azından kısa vadede, işe yarar politikaların inşasına dair
kötümser ve şüpheci olmayan, ama bir yandan da dikkatle ele alınması gereken
çıkarımlara ulaşılmalı.
Michael M. J. Fischer
[Kaynak:
Daedalus, Cilt 111, Sayı 1, “Religion” (Kış 1982), s. 101-110.]
Dipnotlar:
[1] Barrington Moore, Jr., Social Origins of Dictatorship and Democracy
(Boston: Beacon Press, 1967). s. 384.
[2]
Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte (New York:
International Publishers) s. 15.
[3]
Ben özellikle bu makalenin ilk versiyonu ile ilgili olarak dile getirdikleri
faydalı yorumlardan dolayı Mehdi Abidi, Stephen Graubard, Leonard Helfgott,
David Martin ve Krister Stendahl’a, Daedalus’un Mayıs 1981 tarihli konferansının
katılımcılarına, New Hampshire Üniversitesi’nde ve Binghamton’da New York
Devlet Üniversitesi’nce düzenlenen konferansların katılımcılarına, Massachusetts
Belmont’ta Arap Çalışmaları Enstitüsü’nün düzenlenen konferansın
katılımcılarına ve Houston’da Rothko Şapeli’nin düzenlediği konferansın
katılımcılarına teşekkür ederim.
[4]
Örneğin bkz.: Ibrahim Abu-Lughod, “Retreat from the Secular Path? Islamic
Dilemmas of Arab Politics”, The Review of Politics 28 (4) (1966): s. 447-76;
Fazlur Rahman, "Islam," ve Muhsin Mahdi, "Islamic Theology and
Philosophy," The Encyclopedia Britannica, 1980; Hamid Enayat, "Islam
and Socialism in Egypt," Middle East Studies 4(2): 141-71; Abdullah
Laroui, The Crisis of the Arab Intellectual (Berkeley: University of
California Press, 1976); Kalim Bahadur, The J ama'at-i Islam of Pakistan (New
Delhi: Chetana Publishers, 1977); Adnan Mohammad Abu-Ghazaleh, Arab Cultural
Nationalism in Palestine during the British Mandate (Beyrut: Institute for
Palestine Studies, 1973).
[5]
Fazlurrahman, skolastisizme yönelik saldırılarında köktencilerin slogancılığa
evrildiklerini, temel tarihsel bilgiyi ve değerlendirmeyle alakalı becerileri
çöpe attıklarını, bunun yanında, arkaik bir fıkıhçılığa ve ibadetçiliğe savrulduklarını,
sosyopolitik meselelerle meşgul olmadıklarını söylüyor. "Islam: Legacy and
Contemporary Challenge," Islam in the Contemporary World içinde, Yayına
Hz.: C. K. Pullapilly (Notre Dame, Indiana: Cross Roads Books, 1980).
[6]
Hindistan’daki önemli isimler şunlar: (a) Şah Veliyullah (1703-1762), hem Nadir
Şah’ın Moğollara yenildiği hem de Marata yayılmacılığına tanık olunduğu dönemin
ardından Nakşibendi tarikatı çerisinde politik faaliyet yürütmüş bir isimdir.
Veliyullah saf İslam’a dönüş çağrısı yaptı, ortaçağdaki eklentilerden,
bidatlardan arınmanın şart olduğunu söyledi, içtihadı yeniden kullanmak suretiyle
dört mezhebe yönelik sıkı bağlılıktan kurtulmak gerektiği üzerinde durdu; (b) Bengalli
Şeriatullah (1781-1840); ve (c) Rac Berelili Seyyid Ahmed (1786-1831), aziz
tutulan isimlere karşı çıktı, Hinduizmden geçen bidatları eleştirdi,
putperestliğe itiraz etti, İslam devleti kurulması çağrısı yaptı. Arabistan’daki
en önemli isim tabii Muhammed ibn Abdulvahab (1703-92), Tevhidi Hareket’i Suud
sarayına bağladı, yirminci yüzyılda Suudi Arabistan’ın kurulması için gerekli
zemini hazırladı. Şii İranı’nda ve Irak’ta Ağa Muhammed-Bekir Bihbahani
(1705-1803) Safevi Devleti’nin çöküşü sonrası siyasetten uzak duran ulemayı harekete
geçirdi. En militan öğrencisi, zengin bir isim olan Seyyid Muhammed Bekir Şafti
idi. Şafti, 1801-1842 arası dönemde İsfahan’da yaşadı. Burada daha önce devlet
yetkililerinin ceza kestiği şehirde dini emirlere göre idam cezaları verdi.
[7]
1876 Osmanlı anayasası, 1908 Jöntürk devrimi ve 1921-1923’te Atatürk’ün kurduğu
cumhuriyet, 1905-1911’deki İran anayasa devrimi ve 1922-1952 arası dönemde
hüküm süren Mısır’daki meşrutiyet rejimi.
[8]
Enver Abdulmalik, Abduh’un takipçileri arasında ta başından beri bir ayrım
olduğu üzerinde duruyor: Raşit Rıza’nın çıkarttığı Menar dergisi etrafında
toplaşmış selefiler (köktenciler) sağda duruyor. Bir de Muhammed Halid’in ve
Abdurrezak Kardeşler’in başını çektiği modernist hizipten söz etmek gerekiyor. Bunların
solunda ise seküler liberaller (Ahmet Lütfi Seyyid, Vefd partisinin kurucusu Saad
Zağlul), sosyalistler ve yirmilerle birlikte az sayıdaki Marksist duruyor.
(Bkz.: 5. Bölüm, "The Crisis of the Intellectuals," Egypt:
Military Society [New York: Random House, 1968; ilk Fransızca baskısı,
1962].) Arap dünyasındaki diğer önemli isimler arasında yöneticilerin iyi
eğitilmiş halk kesimlerinin denetimine tabi olması gerektiğini, Arapların Mekke’ye
manevi anlamı olan bir halife atamaları gerektiğini, gelgelelim siyasetin
seküler alanda icra edilmesinin şart olduğunu söyleyen Abdurrahman Kavakibi’yi
(1849-1902) ve Avrupa’daki parlamento modelini savunan seküler isim Mustafa
Kamil’i (1874 1908) anmak gerekiyor. Hindistan’daki önemli isim, Oxford’daki
modeli esas alan Muhammedi İngiliz-Doğu Koleji’ni 1875’te Aligar’da kuran
Seyyid Ahmed Han (1817-1898). Bu okul Pakistan fikrinin geliştiği yer hâline
geliyor. İran’da Şeyh Murteza Ensari, 1880’lerde ve 1890’larda Muhammed Bekir
Şafti’deki köktenci militanlığa karşı çıkıyor. Anayasa devriminin gerçekleştiği
dönemde mollaların anayasacı hizip ve muhafazakâr hizip diye ikiye bölündüğüne şahit
olunuyor.
[9]
Carole Rothburn, The Village in the Turkish Novel and Short Story 1920-55
(Leiden: Mouton, 1972); Yayına Hz.: Issa Boullata, Critical Perspective on
Modern Arabic Literature (Washington, D.C: Three Continents Press, 1980); Yayına
Hz.: Micheal Hillman, Major Voices in Contemporary Persian Literature (Cilt
20, Doğu ve Batı Edebiyatı, 1976); Rudolph Gelpke, Die Iranische
Prosaliteratur im 20. Jahrhundert (Wiesbaden: Otto Harrasowitz, 1962); H.
Kamshad, Modern Persian Prose Literature (New York: Cambridge University
Press, 1966); ve Jan Rypka, History of Iranian Literature (Dordrecht: D.
Reidel, 1968). Tek tek kimi yazarlar önemli çalışmalar kaleme alsalar da
bunların sayılarının az olduğunu görmek gerekiyor: Yayına Hz.: Michael Hillman,
Hedayat's The Blind Owl Forty Years After (Austin: University of Texas
Center for Middle Eastern Studies, Monograph Sayı. 4, 1978); Mattiyahu Peled, Religion
My Own: A Study of the Literary Works of Najib Mahfuz, Doktora Tezi, UCLA,
1971; Nahman Bar-Nissim, An Approach to Tawfiq al-Hakim, the Dramatist, Doktora
Tezi, University of Pennsylvania, 1970; ve Mohammad-Reza Ghanoonparvar, Sadeq
Chubak's "The Patient Stone," Doktora Tezi, University of Texas,
Austin, 1979.
[10]
“Yabancılaşma” terimi Ortadoğulu ve Batılı akademisyenlerin önemli gördüğü bir
terim hâline geldi. Bilhassa Durkhaymcı sosyolojinin ve Sartırcı felsefenin
yükselişiyle birlikte bu önem daha da arttı. İlki için Türkiye’den Ziya Gökalp’i,
ikincisi içinse Cezayir’den Fanon’u ve İran’dan Ali Şeriati’yi örnek
verebiliriz.
[11]
Enayat, "Islam and Socialism in Egypt," ref. 4.
[12]
1972’de hadd cezaları uygulanmaya başlandı. Hırsızlık durumunda el kesme, haydutluk
durumunda el ve ayak kesme, bekar kadınla zina için kırbaç, evli ve dul
kadınlarla zina için recm cezası verildi. Bu usuller, daha da sertleştirildi
(zina için dört erkek şahit şartı kaldırıldı). Cezalar anesteziyle ve tıbbi
gözetim altında uygulanmaya başlandı. Delil ve cezanın zorunlu olarak gözden geçirilmesi
gibi uygulamalar sonradan gündeme geldi. Bu cezaların kaç kez uygulandığı
bilinmiyor. 1974’te alkol tüketimi ve iffeti karalayıcı suçlama konusunda
cezalar getirildi. 1972’de sadaka ve zekat hükümet gözetimine tabi tutuldu,
faiz sadece gerçek kişiler arasındaki ilişkilerde yasaklandı, piyango ve
yarışlar yasaklandı. Bkz.: Ann E. Mayer, "Reinstituting Islamic Law in
Libya," The Politics of Law in the Middle East içinde; Yayına Hz.: Daisey
Dwyer, Proceedings of a Conference at Columbia University, Mayıs 1980
(forthcoming); "Islamic Law and Islamic Revival in Libya," Islam
in the Contemporary World içinde.
[13]
Butto döneminde de Ziya-ül Hak döneminde de Pakistan ekonomisi dış yardımlara
muhtaçtı. Yurtdışına çalışan Pakistanlı işçilerden gelen paralar ülkenin döviz
birikiminin neredeyse yarısını meydana getiriyordu. Bkz.: William L. Richter,
"The Political Dynamics of Islamic Resurgence in Pakistan," Asian
Survey 19(6) (Haziran 1979): s. 547-57; ayrıca bkz.: John Esposito,
"Pakistan: Quest for Islamic Identity," Islam and Development
içinde, Yayına Hz.: Esposito (Syracuse, N.Y.: Syracuse University Press, 1980);
Mumtaz Ahmad, "Islamic Revival in Pakistan," Islam in the
Contemporary World içinde.
[14]
İlkin, Temmuz 1980’de gösteri yapan 30.000 kadar Şii silâhlı insanın yaptığı gösterilerin
ardından Şiiler ve başka kesimlere de vergi muafiyetleri getirildi. Ramazan
boyunca (Temmuz-Ağustos 1980) Ziya-ül Hak yoksullara oluşturulan yeni fondan
ilk paraları dağıttı. Meblağ küçüktü. Bunun üzerine sistem bir kez daha
sorgulanmaya başlandı. Şiiler Ziya-ül Hak’ın ülkeyi İslamîleştirme çabalarına
destek sunmadılar. Bu sürecin, Ahmediyye tarikatının başına gelenlerde
görüldüğü üzere, kendi aleyhlerine döneceğinden korktular. Bkz.: Ahmad,
"Islamic Revival in Pakistan."
[15]
1977’te Ziya-ül Hak, “Müslümanların tek peygamberi, tek kitabı ve tek tanrısı
olduğuna göre tek bir kişi tarafından yönetilmeli” dedi.
[16]
Yapısal açıdan farklı olsa da benzer süreçlere Sudan ve Suudi Arabistan’da da
tanık olundu. Sudan’da politik sahne başını Mehdi ailesinin çektiği Ensar ve
Hatmiyye gibi yeni kurulmuş tarikatların nüfuzu altındaydı. 1958’de siyaset
sahnesini yeniden yapılandırmak amacıyla bir askeri darbe yapıldı. Bu askeri
hükümet komünistlerin ve Hartum Üniversitesi’nden öğrencilerin gerçekleştirdiği
sivil bir devrimle 1964 yılında devrildi. Kısa bir süre sonra Ensar ve Hatmiyye
tarikatları arasındaki kavga yeniden patlak verdi. Cumhurbaşkanı Cafer Muhammed
Numeri ve 1965’teki Hür Subaylar darbesi mezhepçiliği ortadan kaldırmak ve 1964’te
hazırlanmış sosyalist programı yürürlüğe koymak için uğraştı. 1970 yılında binlerce
Ensar üyesi hükümet güçlerince katledildi. 1976’da Libya’nın desteğini arkasına
alan Ensar, başarısız bir darbe girişimine imza attı. 1977’te ulusal uzlaşmanın
sağlandığı duyuruldu. 1978’deki seçimlerde meclisteki koltukların önemli bir
kısmını Ensar, Hatmiye ve İhvan’ın eline geçti. İhvan üyesi Dr. Hasan Turabi kanunları
şeriata uygun hâle getirecek komisyonun başına getirildi. Turabi, altmışlı
yılların başında Sudan için İslamî bir anayasanın yazılma sürecine katkıda
bulundu. Bugün Turabi, kanunların ve idarenin aşamalı olarak İslamîleştirilmesi
üzerinde duran bir yaklaşım üzerinde çalışma yürütüyor. Bkz.: Gabriel Warburg,
"Islam in Sudanese Politics," The Jerusalem Quarterly 13 (Güz
1979).
Suudi
Arabistan’da mücadele daha kapalı yollardan ilerledi. Vehhabiliğin rolü değişti.
Devleti güçlendiren bir alet olmaktan çıktı, devlet politikasını frenleyen
muhafazakâr bir unsur hâline geldi. Saflaştırıcı bir güç olarak Vehhabilik yoğun
bir direnişle karşılandı. Vehhabilik, zamanla onu kontrolü yitirmeden ülkeyi
modernize etme konusunda faydalı olan ideolojik bir araç olarak gören kraliyet
elinde ılımlı bir çizgiye çekildi. Otuzlarda telefon ve radyo iletişiminin
yasaklanmasıyla petrol aramalarında ciddi bir kesintiyle yüzleşildi. Bu dönemde
İbn Suud ulemayı canlı Kur’an okuma imkânı sunan bu türden cihazların İslam’ın
yayılmasına katkıda bulunduğunu söyleyerek ikna etti. 1965’te televizyonla tanışan
ülkede yayın saatlerinin önemli bir kısmı benzer gerekçelerle dini programlara
tahsis edildi. Vaiz Tantavi bu dönemde ılımlı bir İslam yorumunu dile getiren
isimlerdendi. En önemlisi de kadınların eğitimi ve yurtdışında teknik eğitim
gibi konularda önemli adımların atılmasıydı. Bu tür adımlar geleneksel yaşam
tarzlarını ortadan kaldırdı. İbn Abdulvahhab ailesini ifade eden Şeyh ailesi
zamanla hükümetten uzaklaştı, yerini Batı’da eğitim görmüş teknokratlar aldı.
Bkz.: William Rugh, "Emergence of a New Middle Class in Saudi
Arabia", Middle East Journal 27(1): s. 7-20; Soraya Altorki, Religion
and Social Organization of Elite Families in Urban Saudi Arabia, Doktora
Tezi, University of California, Berkeley, 1974. Körfez bölgesinde yüzleşilen
benzer meselelerle ilgili bir inceleme için bkz.: M. Fischer, "Competing
Ideologies and Social Structures in the Persian Gulf," The Persian Gulf
States içinde, Yayına Hz.: A. Cottrell (Baltimore: Johns Hopkins University
Press, 1980).
[17]
“International Islamic Solidarity and Its Limitations”, Jerusalem Papers on
Peace Problems, 1979, Sayı. 29, s. 65.
[18]
Mısır’da bu ideolojiler arasındaki sınıfsal bağlarla ilgili bir açıklama için
bkz.: Abdel-Malek, "The Crisis of the Intellectuals."
[19]
Abu-Lughod, "Retreat from the Secular Path?"