Hangi
tarihi okuduğumuz, bu okumadan çıkacak sonuçları da doğrudan belirler. Şu
meşhur tarihin “kazananların yazdığı” bir hikâye olduğu sözü, bu anlamda ne
kadar da doğrudur.
İddiamızı
güçlendirelim; Hâkim sınıfların hâkimiyetlerine gerekçe bulmalarına yarayan
en önemli ideolojik araç, tarihyazımıdır. Bu araç, hâkim sınıfın meşruiyetini
yaşadığı dönem için tartışılmaz kılarken, ayrıca kuşaklar arasında ortaya
çıkabilecek küçük boşlukları da, metni yeniden ve yeniden yorumlayarak giderir.
Tek tek olaylar arasındaki kopukluklar, hatta tenakuzlar “süreklilik” vurgusu
üzerinden onarılır ve yeniden üretilir.
“Resmî
cumhuriyet tarihi”nin “Osmanlı” tasavvuru ile AKP iktidarının “Osmanlı”sı
arasındaki uzlaşmaz çelişkiye rağmen, ideolojik sürekliliğin ana temalar
üzerinden devam ettirilebildiği koşullarda vatan, millet, bayrak, devlet
motifleri üzerinden tarih süreklilik içinde kurgulanır, ortadaki apaçık
tutarsızlık, hâkim sınıflar lehine bu şekilde çözüme kavuşturulur.
Öte
yandan bir “İslam tarihi” meydana getirme çabasının kendisi ise tartışmayı çok
daha müşkül bir alana taşımaktadır. Aslında İslam tarihçiliğinde tarihin, ya
“ümem ve’l müluk” şeklinde bir “devletler tarihi” ya “tabakat” başlığı altında
neseb ve silsile derlemeleri ya da şehir monografileri ve seyahatnameler
şeklinde yazılmış olması bile, aslında ilk dönem için çok ciddi ve önemli
kaynak teşkil eder. Ancak İslam tarihinin her şeyden önce bir “siyasal
mücadeleler tarihi” olmasına karşın, bu birincil kaynakların “siyasal”ın
kendisini; iktidar(lar)a başkaldıranların yol açtığı “fitne”ler şeklinde bir
kurgu üzerinden değerlendirmeleri, mezkûr malzemenin yeniden gözden
geçirilmesini zorunlu kılıyor.
Bu
noktada İslam’ın siyasal tarihini yazmaya dönük çabaların karşı karşıya geldiği
birkaç temel sorun olduğunu söyleyebiliriz. İslam tarihinin kendi içinde
anlamlı ve izah edici “süreçler”le kavranabilmesini sağlayacak teorik
araçlardan yararlanılamaması, bunların içinde belki de en öncelikli olanıdır.
Tarihi; sosyal, siyasal, ekonomik “süreçler”le birlikte değerlendirmekten
ziyade “tarihdışı”na taşmış, tarihin akışının tepesinde asılı duran bir “ebedî
tarih” üzerinden kavramaya çalışan ve bunu daha da indirgeyerek “iktidarların”
tarihine sıkıştıran bir tarih nosyonu, tüm verimli tartışma başlıklarının önünü
kapatmaktadır.
Yapılan
her türlü ekonomik ve ya sınıfsal tahlili “Marksist” olmakla yaftalayıp imtina
eden, herhangi bir ilmî disiplinin başına “İslamî” sıfatını koyduğunda
“otantik” ve “biricik” olanı yakalayacağını, böyle bir disiplinler üstü zemin
olduğunu zanneden, bilinen tarih metotlarının ötesinde bir “İslamî tarih
metodolojisi” olduğunu vehmeden, hâkim “İslam tarihi” anlayışı, aslında yeni bir
şey söyleyemediği gibi, büyük oranda İbn Haldun’un dahi gerisine düşmekte,
Platoncu tarih anlayışının dışında bir şey ortaya koyamamaktadır.
Bununla
bağlantılı bir ikinci sorun; ilk yüzyıl içinde yaşanan siyasal krizin aşılması
için oluşturulmuş kavramsal çerçevenin ısrarla muhafaza edilmeye
çalışılmasıdır. Bu dönemde tarif edilen; “Asr-ı Saadet”, “sahabe”, “fitne” gibi
bir dizi kavram, İslam’ın siyasal tarihini yazmayı neredeyse imkânsızlaştıran
bir işlev görmüştür.
Resul’ün
(s.a) yaşayan örnekliğinin yüceltilmesi anlamında itiraz edilemeyecek “Asr-ı
Saadet” kavramı, ilk dönem Müslüman toplumunun mükemmel insanlardan oluştuğunu,
mümkün olan en mükemmel toplum olduğunu ima etmeye, hatta zamanla dikte etmeye
başladığı andan itibaren, tarihin nesnesinin “kelam”a dönüşerek siyasal
boyutundan süratle uzaklaşılmaya ve vak’anın anlaşılması bir yana, işin içinden
çıkılamaz hâle gelmesine ve bu son derece önemli sürecin bir seri kelam
(efdaliyet meselesi, kebairin hükmü v.s.) tartışması hâline gelmesine yol
açmıştır. Zira, Asr-ı Saadet’in bir “Müslüman ütopyası” olarak tarif edilmesi,
Resul’ün vefatı ile başlayan ve yüzlerce yıl sürecek siyasal karmaşa ve
şiddetin izah edilmesini imkânsız kılmaktadır. Bu imkânsızlığı tevil sadedinde
üretilen “fiten” edebiyatı, “fırka-i Naciye” literatürü ve tarafların
karşılıklı hadis üretme çabaları, bir sonraki adımda sorunu çözmek yerine
gizlemek, siyasal faaliyeti bir “fitne” aracı olduğu için ümmetin elinden alıp,
iktidarda olana -ki hâkim Sünni paradigmada nasıl iktidar olduğu önemli
değildir- vermeyi esas alan bir anlayışa evrilmiştir. Oysa meseleye İslam
ontolojisinin kaziye-i muhkemesi olan; insanın mükemmel olmadığı ve zaten bir
melek olmasının değil, “muttaki” olmasının beklendiği bir gerçeklik zemininden
yaklaşıldığında karşımıza çıkacak şey; fitne olarak tarif edilen şeyin aslında
inananlar için “ibret”ten, “insanlar arasında çevrilen günler”den, “geçmişin
kıssaları”ndan ibaret olduğu ve bizzat Kur’an’ın referans çerçevesine tekabül
ettiğidir.
Beni
Saide gölgeliğinde ortaya çıkan fiilî durumun bir “inhiraf”tan ziyade,
yüzleşilmesi gereken bir “yeni durum” olarak okunması, sonrasında ortaya çıkan
zincirleme olaylara yaklaşımda da yeni bir perspektif geliştirilebilmesine
imkân sağlayacaktır. Bu yaklaşım, şüphesiz “tarihi okuma sorunumuz”u tek başına
gidermez. Zira bu serinkanlı tespiti yapabilmenin önümüze açacağı imkânlara
rağmen, “siyasal” olanın bizatihi “iktidar sorunu” etrafında dönmesi,
dolayısıyla “iktidarın meşruiyeti” tartışmasını da zorunlu kılar. İşte tam da
bu nokta, Müslüman’a tarihin hangi tarafında durması gerektiğine ilişkin
siyasal, daha doğrusu ahlakî bir sorumluluk yükler.
Fitne
tartışmalarının toz dumanına karışan tarihî vak’ayı bilinçli bir çabayla
eşelemeye başladığımız, iktidarın kullanımı ve meşruiyetine ilişkin sorular
sormaya başladığımız andan itibaren, hâkim sınıfların karşısında silikleşmiş,
haklarındaki bilgilere genellikle yine hâkim sınıflarca üretilmiş, çoğu defa
iftira ve karalamalarla dolu “reddiyeler” üzerinden ulaşabildiğimiz, yepyeni
bir tarihsel katmanla; “halkların tarihi”yle buluşabilme imkânını elde
edebiliriz.
İktidar
yapılarının İslam öncesinden getirdikleriyle, İslam’dan ürettikleri ideolojik
cephenin karşısında ortaya çıkan itirazların, bu itirazların yine İslam
referansları üzerinden muhalif bir dil oluşturma çabalarıyla örgütlü yapılara
dönüşmeye başlamaları süreci, sorgulayan gözler tarafından kolayca
farkedilebilir.
Önceleri
“Tevhid ve Adalet” ya da “Kur’an ve Resul’ün Sünnet’ine dönüş” gibi kapsayıcı
sancaklar altında başlayan kıyam hareketleri, zamanla daha doktriner, köşeli
siyasi mezhepler ve ekoller hâline dönüştüler. Muktedirlerin İslam tarihinde
“zındıklar ve mülhidler” üst başlığı atında sunulan bu muhalif yapıların, tarih
boyunca nasıl bir direnç ve ısrarla varlıklarını sürdürdükleri, bazen
biçimlerini değiştirerek, bazen “legal” yapıların içine sızarak, bazense pervasızca
isyan ederek, çoğu zaman bozguna uğrayarak, ama her zaman iktidarların
karşısında dikilerek ve İslam’ı; halklar için, ezilenler için yorumlayarak
varoldular.
İlk
dönemin Hüseynî kıyamından, Mutezile’nin entelektüel çıkışına, İsmailî
isyanlardan, Baba İshaklara, Şeyh Bedreddin’den, Anadolu’nun Melamî/Bayramî
dervişlerine, “Fedaiyan”dan, “Mücahidan”a, Filistin’e, Kürdistan’a, Gezi
İsyanı’na kadar binlerce farklı ton ve üslupla, ama hep aynı adalet arayışı
peşinde devam eden bir dip dalgası, bizleri tefekkür ve tezekkür etmeye
çağırıyor.
Kadrican Mendi
İştirakî Dergisi Sayı 9
s. 53-55.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder