Pages

19 Aralık 2023

Bir Direniş Mekânı Olarak Hapishane ve 19 Aralık


Çağdaş tarihin farklı hâl ve şartları içinde hapishane tersine çevrilmişti. Çünkü baskı ya da disiplin mekânı olarak (hapishane) belirli bir anda direniş mekânına ya da dışarıdaki militan bir eylemin dayanağı hâline dönüşmüştü.”[1]

[Artières, Lascoumes ve Salle, 2004]


Bu yazıda dünya ve ülkemiz özelinde devrimci tutsakları ve genel olarak devrimci hareketleri devrimciliğinden soyutlamak için yaratılan tecrit koşullarının üretimi, devrimcilerin hapishane ve tecrit koşullarına karşı geliştirdiği direnişleri, bu direnişte yaşanan başarı ve yenilgileri, başarı ve yenilgilerin nedenleri ve 1980’den 2000’e uzanan bir dönemde Türkiye Devrimci Hareketinin “dışarısıyla” bağıntılı ya da karşılıklı bir etkileyen çerçevede geliştirdiği hapishane direnişleri, devlet saldırıları ve bunların sonucu ele alınacaktır.

Tecrit Koşullarının Ortaya Çıkışı: Kuzey İrlanda Direnişi ve IRA

Tecrit koşulları, tarihte ilk olarak tutsakları yalnız bırakarak ve düşünme yoluyla ıslah etme uygulaması olarak 19. yüzyılda ABD’de ortaya çıkmış ama bu uygulama, bir dönüşüm yerine akıl sağlığını yitiren insanlar yarattığı için kısa sürede kaldırılmıştır. Tecrit koşulları bir politika olarak ilkin 1960’lardan itibaren Britanya’da uygulamaya konmaya başlamıştır. 1965’ten itibaren kurulan Özel Güvenlik Birimleri’nde (ÖGB) mahkûmlar, yoğun bir tecrit içinde küçük gruplar hâlinde tutulmaya başlandılar.

“ÖGB”ler topyekûn tecrit birimlerinden ziyade, ilave güvenlik önlemleri olmadan, emniyetli bir şekilde kapatılamayacak kadar büyük bir güvenlik riski olduğu hükmüne varılan mahpusları bulunduran küçük gruplara karşılık gelmekteydi.”[2]

“ÖGB’lerde mahkûmlar, doğal ışık görmeyen küçük hücrelerde tutulur, kütüphane, spor salonu, kilise, eğitim gibi haklarına ulaşımına izin verilmezdi. “İdman avluları, mahpusların hiçbir zaman gökyüzüne tam olarak bakamayacakları biçimde, metal ızgaralarla kaplıydı.”[3]

Kuruluşunda bu hücrelerin “yüksek kaçma riski bulunan” mahkûmları tutmak için oluşturulduğu söylense de kısa sürede IRA’lı mahkûmlar, bu hücrelerin içinde tutulmaya başlanırlar. 1970’lerin başından itibaren Kuzey İrlanda direnişinin ivme kazanmasıyla birlikte Britanya, Kuzey İrlanda’da kitlesel tutuklamalar yapmaya, tutukladığı direnişçileriyse hücrelere hapsetmeye başladı. Britanya’nın tecrit politikasına karşıysa IRA’lı direnişçiler 1972’de açlık grevine gitti. Açlık grevinin kazanımla sonuçlanmasıyla birlikte “özel kategori” statüsünü kazanan IRA’lı mahkûmlar tecrit yerine koğuş tipi barakalarda beraber yaşayıp, kendi eğitim ve çalışma etkinlikleriyle, hapishaneden kaçma girişimlerini düzenleyecekleri bir ortak alan elde ettiler.

Dört yıl süren bu görece özerk yapıdan sonra 1976’da Britanya tekrar hücre uygulamasını devreye sokar. IRA’lı mahkûmların “özel kategori” statüsünü kaldıran Britanya, mahkûmların kıyafetlerini soyup, onları adi suçlu kategorisine indirgeyerek tek tip kıyafet dayatması yapar. Bunu kabul etmeyen ve direnişe geçen IRA’lıların eylemine karşılık devlet mahkûmların giyim malzemelerine, kitaplarına, kalemlerine ve radyolarına el koyar. Çıplak kalan mahkûmlarsa battaniyelerini üstüne kuşanarak hücrelerde yaşamaya başlar. Yoğun bir şekilde daimi tecrit altında bulunan mahkûmlar, sadece Pazar günleri kiliseye gitmek ya da aileleri veya arkadaşlarıyla aylık görüşmeye gitmek için hücrelerinden dışarı çıkabilirler.

Bu baskı ortamı içinde direniş, zayıflamak yerine gitgide daha da sertleşir ve yeni yöntemler geliştirmeye başlar. Önce görüşlerde içeriye kaçak bir şekilde tütün, kalem, üzerine yazı yazabilmek için sigara kâğıtları ve okuma gereçleri (pirinç kâğıdı üzerine küçük yazılar) sokulur. Ardından hapishane üzerindeki denetimini yitirdiğini düşünen hapishane idaresinin sert saldırılarına ve aramalarına karşı hapishane ve bedenlerini savaş alanına çevirirler. Koğuşlardaki yatak, masa, dolap ve kişisel eşyalara el koyan idareye karşı mahkûmlar idrarlarını hücre kapılarının altından boşaltırlar, dışkılarını ise pencerelerden dışarıya atarlar. Ayrıca İrlanda dilini öğrenerek, hapishane idaresinin ve gardiyanların onları anlayamayacağı bir şekilde serbestçe konuşurlar.

Diğer yandan, içeriye kaçak şekilde sokulan sigara kâğıtları veya tuvalet kâğıtlarının üzerine yazılan ve gizlice yollanan mektuplarla direniş tüm dünyaya anlatılmaya, mücadelenin propagandası oluşturulmaya çalışır.

Saldırılarını yoğunlaştıran Britanya’ya karşı gerek dışarıda silâhlı mücadele alanında geri adım atmayan, gerekse içeride direnmeye devam eden IRA, hapishanelerde mücadelesini bir üst aşamaya taşır. 1980’den itibaren mahkûmlar, Bobby Sands’in öncülüğünde açlık grevlerine başlar. Açlık grevlerinin sonucunda Bobby Sands’le birlikte toplam 10 IRA’lı yaşamını yitirir ama direniş zaferle sonuçlanır. Mahkûmlar, fiili olarak siyasi statülerini tekrar kazanırlar, diğer yandan hapishane mutlak tecrit yerine mahkûmların tekrar görece özerkliğe sahip olduğu, kolektif bir mekân hâline dönüştürülür.

Türkiye Hapishaneleri: 12 Eylül ve Sonrası

1960 ve 1970’ler de Türkiye’de inşa edilen hapishanelerin mimari özelliği kalabalık koğuşlara insanları yığma ve denetim şeklindeydi. Koğuş, mimari yapısı gereği, denetim ve gözetimin sınırlanma imkânlarını içinde barındırıyordu. Devrimci mahkûmlar, 1980’lerin sonları ve 90’ların başından itibaren, gerek dışarıdaki toplumsal hareketliliğin artması, gerekse içerideki direnişin yarattığı kazanımlarla bu mimari yapıyı kendi avantajlarına çevirerek hapishanelerde idarenin kontrolünün sınırlandığı, özerk mekânın üretileceği, mahkûmların kendi gündelik hayatlarını belirleyeceği, eğitim gibi çalışmalar yürütebilecekleri bir direniş mekânı yaratırlar.

1980 darbesinden sonra dışarıdaki baskı ortamıyla birlikte içeride de devrimciliği yok etmek için yoğun bir baskı, işkence ve tecrit durumu yaratılır. Mahpusların hayatlarını her yönüyle kuşatmaya çalışan iktidar, mahpusların gündelik hayat edimlerini ve faaliyetlerini düzenlemeye çalışarak onların hayatlarını denetim ve kontrol altına almaya çalışır. Bu sayede birey benliği ve kendini tanımlayan kişilikten soyutlanmaya çalışılarak kişiliği ve iradesi yok edilmeye çalışılır. Tüm bu politikayla hedeflenen mahkûmun hayatını kontrol etmenin ötesinde kişinin kendi otokontrol ya da frenleme mekanizmalarını geliştirmesini sağlayarak sindirme ve teslimiyeti içselleştirmek, mahkûmu devrimciliğinden bir noktada içsel bir şekilde soyutlanmasıdır.

Ancak iktidar, hiçbir zaman mutlaklaşamadığı gibi direniş de her zaman iktidarın varlığı içinde çatlakları ve yeniden kurulumu barındıran bir olgu olarak var olmuştur. 12 Eylül sonrası hapishane koşullarında da direniş faşist diktaya karşı devrimcilerin seçtiği bir mücadele yöntemi olmuştur. İktidarın birey ve beden üzerindeki tahakkümünün kurulumunun en doğrudan yöntemlerinden biri işkencedir. İşkenceyle iktidar bedenin iradesine artık bireyin sahip olamadığını göstererek, bireyin iradesini kırmak ve bütünselliğini yok etmek ister. Yok edilmek istenen devrimci failin yerine var edilmek istenen iktidara tabi bir bireydir.

12 Eylül faşizmi de işkence üzerinden kendine tabi bireyler yaratmaya çalışmıştır. Devrimcilerse tabiyeti değil devrimciliği korumayı seçerek iktidara karşı direnişe geçmiştir. 12 Eylül faşizminin işkencelerine karşı mahpusların direniş yöntemlerinden biri işkence sırasında bağırmayarak iradeyi teslim etmemedir. Bu sayede iktidar işkencenin bedende yarattığı sınır üzerinden kontrolü ele geçireceğini düşündüğü bir evrenin tam tersiyle, bedeni ve kişiliği üzerindeki iradesini ölümü de göze alarak koruyan bir topluluk karşısında çaresizliğe tanık olmuştur.

12 Eylül faşizminin devrimciliği kontrol altına alma yöntemlerinden biri de tek tip elbise dayatmasıdır. Tek tip elbise dayatması, işkencenin aksine daha az sert ama daha içsel bir kontrol mekanizmasıdır. Tek tip elbise dayatmasıyla devlet giyilecek kıyafete bile kendi karar verdiği bir mekânın içinde olunduğunu göstermeye çalışarak, bireyin iradesinin yok edildiğini tanıtlamaya çalışır. Bu dayatmayla amaçlanan, devrimci mahkûmları bir nesneye ve kontrolleri altındaki bir araca indirgeyerek, onları biçimlendirmeye çalışmaktır. Devrimciler de iktidarın bu tahakküm diretmesini reddetmeyi seçmiş, sadece tek tip kıyafete değil, zorla tıraş edilmelerine karşı sakal bırakmayı seçerek direnerek de iktidarın bedenleri ve kişilikleri üzerinde otoritesini kabul etmemişlerdir.

12 Eylül ve sonrasındaki dönemde iktidara karşı en etkili direniş yöntemlerinden biri de açlık grevleri ve ölüm oruçları olmuştur. İktidarın beden üzerinde tahakkümünü dayatmaya çalıştığı bir gerçeklikte bedenin kendisi bir savaş alanına çevrilerek, bedenin kontrolü devrimciler tarafından tekrar ele geçirilmiş, açlık grevi/ölüm orucuyla birlikte iktidar beden üzerindeki denetimini ve kontrolünü yitirmiştir. Açlık grevi/ölüm orucu, bireyin “yaşatılarak” kontrol altına alınmaya ve dönüştürülmeye çalışıldığı bir durumda devrimcinin gerekirse ölümü de seçerek iktidar için denetimle yaşatılacak bir bedeni yok etme ve varlığıyla, seçim hakkını koruyarak bir yaşam oluşturma mücadelesi olmuştur.

Bu iradenin yansıması olarak 12 Eylül’den sonra gerek Kürdistan’da gerekse Türkiye’nin batısında mahkûmlar, tek tip elbise dayatmasına, işkenceye, yargısız infazlara karşı ve siyasi statülerinin tanınması için açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla direnişe geçmiş, bu direnişlerin sonucunda çok sayıda şehit verilse de devrimciler, tek tip elbise dayatması başta olmak üzere, tüm tahakküm unsurlarını aşama aşama ortadan kaldırmaya ve 1980’lerin son dönemlerine doğru tecridi de aşarak hapishanelerde özerk mekânlarını inşa etmeye başlamışlardır.

Özerk Mekân Olarak Hapishane ve
Tecridin Britanya’dan Aktarımına Karşı Direniş

1990’lara girilirken Türkiye’de devrimci hareket, dünyadaki gelişimlerin tersine, yeniden bir yükselme evresine girmişti. Kürdistan’da hapishanelerde ölüm oruçları ve kendini yakmalarla içeride başlayan direniş, gerillanın eylemlere başlamasıyla kısa sürede dışarıya da yayılmış, yıllardır ulusal ve sınıfsal olarak ezilen Kürt halkı örgütlenmeye, devlete karşı savaşmaya başlamıştı. Batıdaysa hapishanelerde faşizmin yönetme tekelinin kırılmasıyla birlikte devrimciler, içerisini bir direniş alanına çevirmiş, hapishaneler devrimciler için eğitim, örgütlenme, bilinç ve irade gelişimi alanlarına çevrilmiş, bu süreçte devrimci önderlerin firarları da gerçekleşmeye başlamıştır. Komün sisteminin egemen olduğu, mahkûmların siyasi statüsünün kabul edildiği ve örgütsel aidiyetlerine göre yerleştirildiği, gardiyanların devrimcilerden izin almadan koğuşları gezemediği bir durumdur yaşanan.

“Mekânın dışsal denetimi idarenindi, dış güvenlik askerin elindeydi. Ama içeriye girdiğinizde koğuşlar arası geçiş, kapılar falan her şey bizim denetimimizdeydi. Yani mesela ‘şu koğuşa geçemezsin’ diyemiyordu idare. Ya da ‘sen o koğuşta kalıyordun, niye o koğuşa gittin?’ diyemiyordu.”[4] (O dönem içeride olan devrimci bir mahkûmla yapılan görüşmeden)

“Bütün kapılarda, kapının hemen ardında bir masa olur. Böyle masada oturan, bütün kapılarının bir sorumlusu vardır. Günlük nöbetçilerden birisi oturur, sürekli kapıyı gözetleyen biri vardır. Gardiyan istediği gibi içeri giremez yani. Gardiyan gelir mesela sabah akşam sayım için, gardiyanın yanında senin o gün nöbetçilerinden biri ya da koğuş sorumluları vardır. Gardiyanla beraber o da gezer, sayar, sonra gardiyanla beraber kapıya doğru gider, gardiyan çıkar. Gardiyan tek başına koğuşun içinde dolaşamaz.”[5]

İçeride yükselen mücadele dışarısıyla da bir bütünsellik taşımış, gerek açlık grevleri dışarıda örgütlenen toplumsal eylemlerle güçlü bir etki yaratmış gerekse de silâhlı gerilla eylemleri, şehir ve kırlarda özellikle şehirlerde tekrar etkin bir şekilde var olmaya başlamıştır. Güç dengesinin bu değişen durumu içinde devlet dışarıdaki devrimcilere kaçırmalar, yargısız infazlar gibi yöntemlerle yoğun bir şekilde saldırmış ama bu saldırılar, devrimci harekette bir kırılmaya değil yükselmeye yol açmıştır. MİT şefinden ABD üslerine yapılan eylemlere, Sabancı’ya kadar uzanan eylemlerle silâh toplumsal muhalefetin önünü açmış, 1996 1 Mayıs’ı ve Gazi ayaklanmasında somutlandığı şekilde, kitleler yeniden militan bir şekilde sokağa çıkmaya başlamıştır. Dışarıdaki bu “karışık” ortamın sonucu olarak devrimciler ise 2000’e kadar olan süreçte içeride görece özerk bir mekân yaratmışlardır.

Dışarısı ve içerisinin değişen güç dengesinin ve hapishanelerin mimari yapısının elverişsizliğini yaşayan devlet, hapishanelerdeki devrimci özerk mekânı yok etmek için Britanya’nın IRA’lı mahkûmları hapsettiği tecrit tipi hapishaneyi kopyalamaya çalışmış, bu noktada emperyalizm de TC’ye desteğini esirgememiştir.

F tiplerinin “yasal” zemini 1991’de çıkan bir terörle mücadele kanununa dayanır. Bu kanuna göre solcu, Kürt ya da İslamcı militanların cezaları “inşa edilecek, tek kişilik ya da üç kişilik odalardan oluşan özel infaz kurumlarında infaz edilir. Bu kurumlarda açık görüş yaptırılmaz. Hükümlerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmesine engel olunur.” Tecridin açık bir biçimde dayanağı olan bu yasa, ilk olarak 1995’te tecride uygun olan bir mimari tasarımla inşa edilen Ümraniye Hapishanesi’nde gerçekleştirilmeye çalışılır. Devrimcilerin bunu kabul etmeyeceğini bilen devletse katliama girişir. 4 Ocak 1996’da askerler, devrimcilere kask, kalkan ve beysbol sopalarıyla saldırır. 4 devrimci hayatını kaybeder. Ama devlet yine de içeride istediği gibi bir düzen kuramaz. Mahkûmlar bir araya gelip örgütlenerek, direnişi büyüterek kısa sürede mekân kontrolünü ellerinde tutmayı başarırlar.

Diğer bir denemeyse, yüzün üzerinde mahkûmun zorla taşındığı, yine yeni tip bir hapishane olan Eskişehir Özel Tip Mapushanesi’nde yaşanır. 1996’da hücrelerde kalan mahkûmlar tecridi kabul etmeyerek direnişe geçerler. Birçok örgütün ortaklaşmasıyla ölüm orucu direnişi başlatılır. 12 tutsağın hayatını kaybettiği bu direnişin ardından 69. gün sonunda Eskişehir Özel Tip Mapushanesi kapatılır.

Eskişehir Özel Tip’in kapatılmasının ardından devletin davetiyle Türkiye’ye gelen Avrupa İşkencenin ve İnsanlık dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi (İÖK) TC’ye devrimci tutsakların hücre tipi hapislere nakledilmesi konusunda destek ve tavsiye verir. O dönem hazırlanan bir İÖK raporu şöyledir:

“Yüksek kapasiteli koğuşlar, çeşitli nedenlerden dolayı tutukluları barındırmada yeterli bir araç değildir. […] bilhassa Türkiye’deki gibi dışarıdan doğrudan gözetim imkânı bulunmayan koğuşlarda sindirme ve şiddet riski oldukça yüksektir. Bu tür yatakhane düzenlemeleri, terörist ya da terör dışı nitelikli suç teşkil edilen örgütlerin bağlılığının muhafaza edilmesine yardımcı olabilir.” [Committee for the Prevention of Torture]

“İÖK’deki başuzman, Britanya mahpushanelerinde IRA’ya karşı uygulanan politikaların emektarlarından Gordon Lakes’tir.”[6]

“İÖK'nin Eskişehir raporu, mahpusların açlık grevine gitmesinin ardındaki asıl sebebin ‘terörist örgütleri pekiştirmek ve geliştirmek’ amacıyla koğuş sistemini sömürme arzusu olduğunu saptar.”[7]

Yine İÖK, Eskişehir Özel Tip Mapushanesi’nin tabutluklar olduğu yönündeki iddiaların meşru dayanağı olmadığını da savunur. Görüldüğü gibi İÖK’nin dolayısıyla emperyalizmin F tiplerinin inşası ve devrimci tutsakların tecrit edilmesi konusunda tam desteğini alan TC devrimci tutsaklara saldırılarına devam eder. 19 Aralık’a gelen süreçte Diyarbakır, Buca, Ümraniye, Ulucanlar’da katliama girişerek sonrasında olacakların işaretini verir.

İnşa edilen F tipi hapishanelere karşı devrimci tutsaklar, önceki yıllarda olduğu gibi direnişe geçer. 20 Ekim 2000 günü DHKP-C, TKP (ML) ve TKİP tutsakları açlık grevine başlanıldığını ilân eder. Ardından kısa sürede birçok örgüt de direnişe katılır.

Önceki yıllarda gerek dışarıda toplumsal hareketliliğin etkisi gerekse de içerideki yapının zorlanılsa da dönüştürülme zorluğunun etkisiyle geri adım atan devlet, bu sefer toplumsal hareketliliğin 2000’e gelindiğinde zayıflaması, diğer yandan emperyalizmden aldığı tam destekle katliam yapma hazırlığına soyunur. 19 Aralık’a giden süreçte İÖK, 7 Aralık’ta yayınladığı bildiriyle, devletin olası saldırısına destek zeminini hazırlar:

“Delegasyonun ayrıca tamamlanmak üzere olan Sincan’daki yeni F tipi mahpushane inşaat alanını ziyaret etme imkânı olmuştur. Yaşama birimlerinin fiziki ortamı iyi tutukluluk koşulları sağlamaya yönelik sahici bir deneme sunar.” [Committee for the Prevention of Torture]

Emperyalizmden bu açık desteği alan TC, 19 Aralık 2000 günü devrimci tutsaklara karşı “Hayata Dönüş” adıyla tarihe geçen, özünde bir katliamdan ötesi olmayan bir saldırı gerçekleştirir. 28 tutsak katledilir, birçok devrimci de ağır şekilde yaralanır. Saldırının etkisi sadece o gün yaşanılan tahribatla sınırlı kalmaz, devrimci hareketin üzerinde uzun yıllar etki bırakacak bir tahribat yaratır.

Sonuç Yerine

Hapishaneler, Foucault’un deyimiyle, “iktidarın hayal edilebilecek en ölçüsüz tezahürü, iktidarın en aşırı boyutuyla çırılçıplak ortaya çıkabileceği ve kendini ahlakî olarak aklayabileceği tek yerdir” ve Goffmann’ın total kurum tanımından hareketle hapishanelerin amacı “kapatılanın kimliğini yok etmek” ve bir “yeniden kimliklendirme” faaliyeti gerçekleştirmektir. 19 Aralık’ta bu bağlamda iktidarın tahakküm altına alamadığı devrimcileri, katliam ve tecrit üzerinden yeniden kimliklendirme yani devrimciliği yok etme ve ehlileştirme çabasıydı. Devlet, 19 Aralık’la şiddet pratiğini elinde bulunduran devrimcileri yok etmek, devrimciliği yıkıcılığından soyutlayarak düzenin bir bileşeni hâline getirmek için saldırmıştı. Ancak devrimcilik uzlaşmazlığıyla tanımlanır. Tam da bu noktada iktidarın kendini bedeninde üretmesine karşı bedenini savaş alanına çevirerek direnen devrimcilik, iktidarın ıslah etme ve ehlileştirme çabalarını boşa çıkarır.

Ölüm oruçları, 2000 sonrasında önceki yılların kazanımlarını geri getiremese ve hapishaneyi görece denetim dışı bir özerk mekâna dönüştüremese de (ortak havalandırmaya çıkmayla sınırlı oldu kazanım) devrimciliğin ehlileştirilemeyeceğinin mesajını verdi. Büyük bir bedelle verilen bu mesaj, dönemin koşullarında devrimciler için büyük bir yıkımı ya da tahribatı içinde barındırsa da uzun erimde devrimciliğin uzlaşmazlık, yıkıcılık ve şiddet pratiği üzerine kurulu olduğu gerçeğini korumayı sağladı. Devrimcilik, devletin çizdiği sınırla uyum içinde olanların değil, düşmanla arasına kalın bir çizgi çekenlerin işidir. Ve tüm yenilgi anlatılarına ya da kitlesellik hâlihazırda “yeterli” olmadığı için “direnmeyelim” diyenlere karşı biliyoruz ki; devrimcilik bilhassa “devrimci olmayan zamanlarda” yapılır.

Bekir Sami Paydak
İştirakî
Dergisi
Sayı 12 s. 27-32

Dipnotlar:
[1] Philippe Artières, Pierre Lascoumes ve Grégory Salle , “Prison et résistances politiques. Le grondement de la bataille”, Cultures & Conflits, 55, Güz 2004, [erişim: Revues. Aktaran: Sarah Caunes, “1990’lı Yıllarda Siyasi Koğuşlar: ‘Müşterek Mekânın Üretimi’”, Teorik Bakış Dergisi, Sayı 04, s. 108.

[2] Denis O’Hearn, “Hücre Tecridi ve Mahpus Direnişi”, Teorik Bakış Dergisi, Sayı 04, s. 87.

[3] A.g.e., s. 87.

[4] Sarah Caunes, “1990’lı Yıllarda Siyasi Koğuşlar: ‘Müşterek Mekânın Üretimi’”, Teorik Bakış Dergisi, Sayı 04, s. 121.

[5] A.g.e., s. 122.

[6] Denis O’Hearn, A.g.e., s. 95.

[7] Denis O’Hearn, A.g.e., s. 97.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder