“Çağdaş
tarihin farklı hâl ve şartları içinde hapishane tersine çevrilmişti. Çünkü
baskı ya da disiplin mekânı olarak (hapishane) belirli bir anda direniş
mekânına ya da dışarıdaki militan bir eylemin dayanağı hâline dönüşmüştü.”[1]
[Artières,
Lascoumes ve Salle, 2004]
Bu
yazıda dünya ve ülkemiz özelinde devrimci tutsakları ve genel olarak devrimci
hareketleri devrimciliğinden soyutlamak için yaratılan tecrit koşullarının
üretimi, devrimcilerin hapishane ve tecrit koşullarına karşı geliştirdiği
direnişleri, bu direnişte yaşanan başarı ve yenilgileri, başarı ve yenilgilerin
nedenleri ve 1980’den 2000’e uzanan bir dönemde Türkiye Devrimci Hareketinin
“dışarısıyla” bağıntılı ya da karşılıklı bir etkileyen çerçevede geliştirdiği
hapishane direnişleri, devlet saldırıları ve bunların sonucu ele alınacaktır.
Tecrit
Koşullarının Ortaya Çıkışı: Kuzey İrlanda Direnişi ve IRA
Tecrit
koşulları, tarihte ilk olarak tutsakları yalnız bırakarak ve düşünme yoluyla
ıslah etme uygulaması olarak 19. yüzyılda ABD’de ortaya çıkmış ama bu uygulama,
bir dönüşüm yerine akıl sağlığını yitiren insanlar yarattığı için kısa sürede
kaldırılmıştır. Tecrit koşulları bir politika olarak ilkin 1960’lardan itibaren
Britanya’da uygulamaya konmaya başlamıştır. 1965’ten itibaren kurulan Özel
Güvenlik Birimleri’nde (ÖGB) mahkûmlar, yoğun bir tecrit içinde küçük gruplar
hâlinde tutulmaya başlandılar.
“ÖGB”ler topyekûn tecrit
birimlerinden ziyade, ilave güvenlik önlemleri olmadan, emniyetli bir şekilde
kapatılamayacak kadar büyük bir güvenlik riski olduğu hükmüne varılan
mahpusları bulunduran küçük gruplara karşılık gelmekteydi.”[2]
“ÖGB’lerde mahkûmlar,
doğal ışık görmeyen küçük hücrelerde tutulur, kütüphane, spor salonu, kilise,
eğitim gibi haklarına ulaşımına izin verilmezdi. “İdman avluları, mahpusların
hiçbir zaman gökyüzüne tam olarak bakamayacakları biçimde, metal ızgaralarla
kaplıydı.”[3]
Kuruluşunda
bu hücrelerin “yüksek kaçma riski bulunan” mahkûmları tutmak için oluşturulduğu
söylense de kısa sürede IRA’lı mahkûmlar, bu hücrelerin içinde tutulmaya
başlanırlar. 1970’lerin başından itibaren Kuzey İrlanda direnişinin ivme
kazanmasıyla birlikte Britanya, Kuzey İrlanda’da kitlesel tutuklamalar yapmaya,
tutukladığı direnişçileriyse hücrelere hapsetmeye başladı. Britanya’nın tecrit
politikasına karşıysa IRA’lı direnişçiler 1972’de açlık grevine gitti. Açlık
grevinin kazanımla sonuçlanmasıyla birlikte “özel kategori” statüsünü kazanan
IRA’lı mahkûmlar tecrit yerine koğuş tipi barakalarda beraber yaşayıp, kendi
eğitim ve çalışma etkinlikleriyle, hapishaneden kaçma girişimlerini
düzenleyecekleri bir ortak alan elde ettiler.
Dört
yıl süren bu görece özerk yapıdan sonra 1976’da Britanya tekrar hücre
uygulamasını devreye sokar. IRA’lı mahkûmların “özel kategori” statüsünü
kaldıran Britanya, mahkûmların kıyafetlerini soyup, onları adi suçlu
kategorisine indirgeyerek tek tip kıyafet dayatması yapar. Bunu kabul etmeyen
ve direnişe geçen IRA’lıların eylemine karşılık devlet mahkûmların giyim
malzemelerine, kitaplarına, kalemlerine ve radyolarına el koyar. Çıplak kalan
mahkûmlarsa battaniyelerini üstüne kuşanarak hücrelerde yaşamaya başlar. Yoğun
bir şekilde daimi tecrit altında bulunan mahkûmlar, sadece Pazar günleri
kiliseye gitmek ya da aileleri veya arkadaşlarıyla aylık görüşmeye gitmek için
hücrelerinden dışarı çıkabilirler.
Bu
baskı ortamı içinde direniş, zayıflamak yerine gitgide daha da sertleşir ve
yeni yöntemler geliştirmeye başlar. Önce görüşlerde içeriye kaçak bir şekilde
tütün, kalem, üzerine yazı yazabilmek için sigara kâğıtları ve okuma gereçleri
(pirinç kâğıdı üzerine küçük yazılar) sokulur. Ardından hapishane üzerindeki
denetimini yitirdiğini düşünen hapishane idaresinin sert saldırılarına ve
aramalarına karşı hapishane ve bedenlerini savaş alanına çevirirler.
Koğuşlardaki yatak, masa, dolap ve kişisel eşyalara el koyan idareye karşı
mahkûmlar idrarlarını hücre kapılarının altından boşaltırlar, dışkılarını ise
pencerelerden dışarıya atarlar. Ayrıca İrlanda dilini öğrenerek, hapishane
idaresinin ve gardiyanların onları anlayamayacağı bir şekilde serbestçe
konuşurlar.
Diğer
yandan, içeriye kaçak şekilde sokulan sigara kâğıtları veya tuvalet
kâğıtlarının üzerine yazılan ve gizlice yollanan mektuplarla direniş tüm
dünyaya anlatılmaya, mücadelenin propagandası oluşturulmaya çalışır.
Saldırılarını
yoğunlaştıran Britanya’ya karşı gerek dışarıda silâhlı mücadele alanında geri adım
atmayan, gerekse içeride direnmeye devam eden IRA, hapishanelerde mücadelesini
bir üst aşamaya taşır. 1980’den itibaren mahkûmlar, Bobby Sands’in öncülüğünde
açlık grevlerine başlar. Açlık grevlerinin sonucunda Bobby Sands’le birlikte
toplam 10 IRA’lı yaşamını yitirir ama direniş zaferle sonuçlanır. Mahkûmlar,
fiili olarak siyasi statülerini tekrar kazanırlar, diğer yandan hapishane
mutlak tecrit yerine mahkûmların tekrar görece özerkliğe sahip olduğu, kolektif
bir mekân hâline dönüştürülür.
Türkiye
Hapishaneleri: 12 Eylül ve Sonrası
1960
ve 1970’ler de Türkiye’de inşa edilen hapishanelerin mimari özelliği kalabalık
koğuşlara insanları yığma ve denetim şeklindeydi. Koğuş, mimari yapısı gereği,
denetim ve gözetimin sınırlanma imkânlarını içinde barındırıyordu. Devrimci
mahkûmlar, 1980’lerin sonları ve 90’ların başından itibaren, gerek dışarıdaki
toplumsal hareketliliğin artması, gerekse içerideki direnişin yarattığı
kazanımlarla bu mimari yapıyı kendi avantajlarına çevirerek hapishanelerde
idarenin kontrolünün sınırlandığı, özerk mekânın üretileceği, mahkûmların kendi
gündelik hayatlarını belirleyeceği, eğitim gibi çalışmalar yürütebilecekleri
bir direniş mekânı yaratırlar.
1980
darbesinden sonra dışarıdaki baskı ortamıyla birlikte içeride de devrimciliği
yok etmek için yoğun bir baskı, işkence ve tecrit durumu yaratılır. Mahpusların
hayatlarını her yönüyle kuşatmaya çalışan iktidar, mahpusların gündelik hayat
edimlerini ve faaliyetlerini düzenlemeye çalışarak onların hayatlarını denetim
ve kontrol altına almaya çalışır. Bu sayede birey benliği ve kendini tanımlayan
kişilikten soyutlanmaya çalışılarak kişiliği ve iradesi yok edilmeye çalışılır.
Tüm bu politikayla hedeflenen mahkûmun hayatını kontrol etmenin ötesinde
kişinin kendi otokontrol ya da frenleme mekanizmalarını geliştirmesini
sağlayarak sindirme ve teslimiyeti içselleştirmek, mahkûmu devrimciliğinden bir
noktada içsel bir şekilde soyutlanmasıdır.
Ancak
iktidar, hiçbir zaman mutlaklaşamadığı gibi direniş de her zaman iktidarın
varlığı içinde çatlakları ve yeniden kurulumu barındıran bir olgu olarak var
olmuştur. 12 Eylül sonrası hapishane koşullarında da direniş faşist diktaya
karşı devrimcilerin seçtiği bir mücadele yöntemi olmuştur. İktidarın birey ve
beden üzerindeki tahakkümünün kurulumunun en doğrudan yöntemlerinden biri
işkencedir. İşkenceyle iktidar bedenin iradesine artık bireyin sahip
olamadığını göstererek, bireyin iradesini kırmak ve bütünselliğini yok etmek
ister. Yok edilmek istenen devrimci failin yerine var edilmek istenen iktidara tabi
bir bireydir.
12
Eylül faşizmi de işkence üzerinden kendine tabi bireyler yaratmaya çalışmıştır.
Devrimcilerse tabiyeti değil devrimciliği korumayı seçerek iktidara karşı
direnişe geçmiştir. 12 Eylül faşizminin işkencelerine karşı mahpusların direniş
yöntemlerinden biri işkence sırasında bağırmayarak iradeyi teslim etmemedir. Bu
sayede iktidar işkencenin bedende yarattığı sınır üzerinden kontrolü ele
geçireceğini düşündüğü bir evrenin tam tersiyle, bedeni ve kişiliği üzerindeki
iradesini ölümü de göze alarak koruyan bir topluluk karşısında çaresizliğe
tanık olmuştur.
12
Eylül faşizminin devrimciliği kontrol altına alma yöntemlerinden biri de tek
tip elbise dayatmasıdır. Tek tip elbise dayatması, işkencenin aksine daha az
sert ama daha içsel bir kontrol mekanizmasıdır. Tek tip elbise dayatmasıyla
devlet giyilecek kıyafete bile kendi karar verdiği bir mekânın içinde
olunduğunu göstermeye çalışarak, bireyin iradesinin yok edildiğini tanıtlamaya
çalışır. Bu dayatmayla amaçlanan, devrimci mahkûmları bir nesneye ve
kontrolleri altındaki bir araca indirgeyerek, onları biçimlendirmeye
çalışmaktır. Devrimciler de iktidarın bu tahakküm diretmesini reddetmeyi
seçmiş, sadece tek tip kıyafete değil, zorla tıraş edilmelerine karşı sakal
bırakmayı seçerek direnerek de iktidarın bedenleri ve kişilikleri üzerinde
otoritesini kabul etmemişlerdir.
12
Eylül ve sonrasındaki dönemde iktidara karşı en etkili direniş yöntemlerinden
biri de açlık grevleri ve ölüm oruçları olmuştur. İktidarın beden üzerinde
tahakkümünü dayatmaya çalıştığı bir gerçeklikte bedenin kendisi bir savaş
alanına çevrilerek, bedenin kontrolü devrimciler tarafından tekrar ele
geçirilmiş, açlık grevi/ölüm orucuyla birlikte iktidar beden üzerindeki
denetimini ve kontrolünü yitirmiştir. Açlık grevi/ölüm orucu, bireyin
“yaşatılarak” kontrol altına alınmaya ve dönüştürülmeye çalışıldığı bir durumda
devrimcinin gerekirse ölümü de seçerek iktidar için denetimle yaşatılacak bir
bedeni yok etme ve varlığıyla, seçim hakkını koruyarak bir yaşam oluşturma
mücadelesi olmuştur.
Bu
iradenin yansıması olarak 12 Eylül’den sonra gerek Kürdistan’da gerekse
Türkiye’nin batısında mahkûmlar, tek tip elbise dayatmasına, işkenceye,
yargısız infazlara karşı ve siyasi statülerinin tanınması için açlık grevi ve
ölüm oruçlarıyla direnişe geçmiş, bu direnişlerin sonucunda çok sayıda şehit
verilse de devrimciler, tek tip elbise dayatması başta olmak üzere, tüm
tahakküm unsurlarını aşama aşama ortadan kaldırmaya ve 1980’lerin son
dönemlerine doğru tecridi de aşarak hapishanelerde özerk mekânlarını inşa
etmeye başlamışlardır.
Özerk
Mekân Olarak Hapishane ve
Tecridin Britanya’dan Aktarımına Karşı Direniş
1990’lara
girilirken Türkiye’de devrimci hareket, dünyadaki gelişimlerin tersine, yeniden
bir yükselme evresine girmişti. Kürdistan’da hapishanelerde ölüm oruçları ve
kendini yakmalarla içeride başlayan direniş, gerillanın eylemlere başlamasıyla
kısa sürede dışarıya da yayılmış, yıllardır ulusal ve sınıfsal olarak ezilen
Kürt halkı örgütlenmeye, devlete karşı savaşmaya başlamıştı. Batıdaysa hapishanelerde
faşizmin yönetme tekelinin kırılmasıyla birlikte devrimciler, içerisini bir
direniş alanına çevirmiş, hapishaneler devrimciler için eğitim, örgütlenme,
bilinç ve irade gelişimi alanlarına çevrilmiş, bu süreçte devrimci önderlerin
firarları da gerçekleşmeye başlamıştır. Komün sisteminin egemen olduğu,
mahkûmların siyasi statüsünün kabul edildiği ve örgütsel aidiyetlerine göre
yerleştirildiği, gardiyanların devrimcilerden izin almadan koğuşları gezemediği
bir durumdur yaşanan.
“Mekânın dışsal denetimi
idarenindi, dış güvenlik askerin elindeydi. Ama içeriye girdiğinizde koğuşlar
arası geçiş, kapılar falan her şey bizim denetimimizdeydi. Yani mesela ‘şu
koğuşa geçemezsin’ diyemiyordu idare. Ya da ‘sen o koğuşta kalıyordun, niye o
koğuşa gittin?’ diyemiyordu.”[4] (O dönem içeride olan devrimci bir mahkûmla
yapılan görüşmeden)
“Bütün kapılarda, kapının
hemen ardında bir masa olur. Böyle masada oturan, bütün kapılarının bir
sorumlusu vardır. Günlük nöbetçilerden birisi oturur, sürekli kapıyı gözetleyen
biri vardır. Gardiyan istediği gibi içeri giremez yani. Gardiyan gelir mesela
sabah akşam sayım için, gardiyanın yanında senin o gün nöbetçilerinden biri ya
da koğuş sorumluları vardır. Gardiyanla beraber o da gezer, sayar, sonra
gardiyanla beraber kapıya doğru gider, gardiyan çıkar. Gardiyan tek başına
koğuşun içinde dolaşamaz.”[5]
İçeride
yükselen mücadele dışarısıyla da bir bütünsellik taşımış, gerek açlık grevleri
dışarıda örgütlenen toplumsal eylemlerle güçlü bir etki yaratmış gerekse de
silâhlı gerilla eylemleri, şehir ve kırlarda özellikle şehirlerde tekrar etkin
bir şekilde var olmaya başlamıştır. Güç dengesinin bu değişen durumu içinde
devlet dışarıdaki devrimcilere kaçırmalar, yargısız infazlar gibi yöntemlerle
yoğun bir şekilde saldırmış ama bu saldırılar, devrimci harekette bir kırılmaya
değil yükselmeye yol açmıştır. MİT şefinden ABD üslerine yapılan eylemlere,
Sabancı’ya kadar uzanan eylemlerle silâh toplumsal muhalefetin önünü açmış,
1996 1 Mayıs’ı ve Gazi ayaklanmasında somutlandığı şekilde, kitleler yeniden
militan bir şekilde sokağa çıkmaya başlamıştır. Dışarıdaki bu “karışık” ortamın
sonucu olarak devrimciler ise 2000’e kadar olan süreçte içeride görece özerk
bir mekân yaratmışlardır.
Dışarısı
ve içerisinin değişen güç dengesinin ve hapishanelerin mimari yapısının
elverişsizliğini yaşayan devlet, hapishanelerdeki devrimci özerk mekânı yok
etmek için Britanya’nın IRA’lı mahkûmları hapsettiği tecrit tipi hapishaneyi
kopyalamaya çalışmış, bu noktada emperyalizm de TC’ye desteğini esirgememiştir.
F
tiplerinin “yasal” zemini 1991’de çıkan bir terörle mücadele kanununa dayanır.
Bu kanuna göre solcu, Kürt ya da İslamcı militanların cezaları “inşa edilecek,
tek kişilik ya da üç kişilik odalardan oluşan özel infaz kurumlarında infaz
edilir. Bu kurumlarda açık görüş yaptırılmaz. Hükümlerin birbirleriyle
irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmesine engel olunur.” Tecridin açık
bir biçimde dayanağı olan bu yasa, ilk olarak 1995’te tecride uygun olan bir
mimari tasarımla inşa edilen Ümraniye Hapishanesi’nde gerçekleştirilmeye
çalışılır. Devrimcilerin bunu kabul etmeyeceğini bilen devletse katliama
girişir. 4 Ocak 1996’da askerler, devrimcilere kask, kalkan ve beysbol
sopalarıyla saldırır. 4 devrimci hayatını kaybeder. Ama devlet yine de içeride
istediği gibi bir düzen kuramaz. Mahkûmlar bir araya gelip örgütlenerek,
direnişi büyüterek kısa sürede mekân kontrolünü ellerinde tutmayı başarırlar.
Diğer
bir denemeyse, yüzün üzerinde mahkûmun zorla taşındığı, yine yeni tip bir
hapishane olan Eskişehir Özel Tip Mapushanesi’nde yaşanır. 1996’da hücrelerde
kalan mahkûmlar tecridi kabul etmeyerek direnişe geçerler. Birçok örgütün
ortaklaşmasıyla ölüm orucu direnişi başlatılır. 12 tutsağın hayatını kaybettiği
bu direnişin ardından 69. gün sonunda Eskişehir Özel Tip Mapushanesi kapatılır.
Eskişehir
Özel Tip’in kapatılmasının ardından devletin davetiyle Türkiye’ye gelen Avrupa
İşkencenin ve İnsanlık dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi
Komitesi (İÖK) TC’ye devrimci tutsakların hücre tipi hapislere nakledilmesi
konusunda destek ve tavsiye verir. O dönem hazırlanan bir İÖK raporu şöyledir:
“Yüksek kapasiteli
koğuşlar, çeşitli nedenlerden dolayı tutukluları barındırmada yeterli bir araç
değildir. […] bilhassa Türkiye’deki gibi dışarıdan doğrudan gözetim imkânı
bulunmayan koğuşlarda sindirme ve şiddet riski oldukça yüksektir. Bu tür
yatakhane düzenlemeleri, terörist ya da terör dışı nitelikli suç teşkil edilen
örgütlerin bağlılığının muhafaza edilmesine yardımcı olabilir.” [Committee
for the Prevention of Torture]
“İÖK’deki başuzman,
Britanya mahpushanelerinde IRA’ya karşı uygulanan politikaların emektarlarından
Gordon Lakes’tir.”[6]
“İÖK'nin Eskişehir raporu,
mahpusların açlık grevine gitmesinin ardındaki asıl sebebin ‘terörist örgütleri
pekiştirmek ve geliştirmek’ amacıyla koğuş sistemini sömürme arzusu olduğunu
saptar.”[7]
Yine
İÖK, Eskişehir Özel Tip Mapushanesi’nin tabutluklar olduğu yönündeki iddiaların
meşru dayanağı olmadığını da savunur. Görüldüğü gibi İÖK’nin dolayısıyla
emperyalizmin F tiplerinin inşası ve devrimci tutsakların tecrit edilmesi
konusunda tam desteğini alan TC devrimci tutsaklara saldırılarına devam eder. 19
Aralık’a gelen süreçte Diyarbakır, Buca, Ümraniye, Ulucanlar’da katliama
girişerek sonrasında olacakların işaretini verir.
İnşa
edilen F tipi hapishanelere karşı devrimci tutsaklar, önceki yıllarda olduğu
gibi direnişe geçer. 20 Ekim 2000 günü DHKP-C, TKP (ML) ve TKİP tutsakları
açlık grevine başlanıldığını ilân eder. Ardından kısa sürede birçok örgüt de
direnişe katılır.
Önceki
yıllarda gerek dışarıda toplumsal hareketliliğin etkisi gerekse de içerideki
yapının zorlanılsa da dönüştürülme zorluğunun etkisiyle geri adım atan devlet,
bu sefer toplumsal hareketliliğin 2000’e gelindiğinde zayıflaması, diğer yandan
emperyalizmden aldığı tam destekle katliam yapma hazırlığına soyunur. 19 Aralık’a
giden süreçte İÖK, 7 Aralık’ta yayınladığı bildiriyle, devletin olası
saldırısına destek zeminini hazırlar:
“Delegasyonun ayrıca
tamamlanmak üzere olan Sincan’daki yeni F tipi mahpushane inşaat alanını
ziyaret etme imkânı olmuştur. Yaşama birimlerinin fiziki ortamı iyi tutukluluk
koşulları sağlamaya yönelik sahici bir deneme sunar.” [Committee for the
Prevention of Torture]
Emperyalizmden
bu açık desteği alan TC, 19 Aralık 2000 günü devrimci tutsaklara karşı “Hayata
Dönüş” adıyla tarihe geçen, özünde bir katliamdan ötesi olmayan bir saldırı
gerçekleştirir. 28 tutsak katledilir, birçok devrimci de ağır şekilde
yaralanır. Saldırının etkisi sadece o gün yaşanılan tahribatla sınırlı kalmaz,
devrimci hareketin üzerinde uzun yıllar etki bırakacak bir tahribat yaratır.
Sonuç
Yerine
Hapishaneler,
Foucault’un deyimiyle, “iktidarın hayal edilebilecek en ölçüsüz tezahürü,
iktidarın en aşırı boyutuyla çırılçıplak ortaya çıkabileceği ve kendini ahlakî
olarak aklayabileceği tek yerdir” ve Goffmann’ın total kurum tanımından
hareketle hapishanelerin amacı “kapatılanın kimliğini yok etmek” ve bir
“yeniden kimliklendirme” faaliyeti gerçekleştirmektir. 19 Aralık’ta bu bağlamda
iktidarın tahakküm altına alamadığı devrimcileri, katliam ve tecrit üzerinden
yeniden kimliklendirme yani devrimciliği yok etme ve ehlileştirme çabasıydı.
Devlet, 19 Aralık’la şiddet pratiğini elinde bulunduran devrimcileri yok etmek,
devrimciliği yıkıcılığından soyutlayarak düzenin bir bileşeni hâline getirmek
için saldırmıştı. Ancak devrimcilik uzlaşmazlığıyla tanımlanır. Tam da bu
noktada iktidarın kendini bedeninde üretmesine karşı bedenini savaş alanına
çevirerek direnen devrimcilik, iktidarın ıslah etme ve ehlileştirme çabalarını
boşa çıkarır.
Ölüm
oruçları, 2000 sonrasında önceki yılların kazanımlarını geri getiremese ve
hapishaneyi görece denetim dışı bir özerk mekâna dönüştüremese de (ortak
havalandırmaya çıkmayla sınırlı oldu kazanım) devrimciliğin
ehlileştirilemeyeceğinin mesajını verdi. Büyük bir bedelle verilen bu mesaj,
dönemin koşullarında devrimciler için büyük bir yıkımı ya da tahribatı içinde
barındırsa da uzun erimde devrimciliğin uzlaşmazlık, yıkıcılık ve şiddet
pratiği üzerine kurulu olduğu gerçeğini korumayı sağladı. Devrimcilik, devletin
çizdiği sınırla uyum içinde olanların değil, düşmanla arasına kalın bir çizgi
çekenlerin işidir. Ve tüm yenilgi anlatılarına ya da kitlesellik hâlihazırda
“yeterli” olmadığı için “direnmeyelim” diyenlere karşı biliyoruz ki;
devrimcilik bilhassa “devrimci olmayan zamanlarda” yapılır.
Bekir Sami Paydak
İştirakî Dergisi
Sayı 12 s. 27-32
Dipnotlar:
[1] Philippe Artières, Pierre Lascoumes ve Grégory Salle , “Prison et
résistances politiques. Le grondement de la bataille”, Cultures &
Conflits, 55, Güz 2004, [erişim: Revues.
Aktaran: Sarah Caunes, “1990’lı Yıllarda Siyasi Koğuşlar: ‘Müşterek Mekânın
Üretimi’”, Teorik Bakış Dergisi, Sayı 04, s. 108.
[2]
Denis O’Hearn, “Hücre Tecridi ve Mahpus Direnişi”, Teorik Bakış Dergisi,
Sayı 04, s. 87.
[3]
A.g.e., s. 87.
[4]
Sarah Caunes, “1990’lı Yıllarda Siyasi Koğuşlar: ‘Müşterek Mekânın Üretimi’”, Teorik
Bakış Dergisi, Sayı 04, s. 121.
[5]
A.g.e., s. 122.
[6]
Denis O’Hearn, A.g.e., s. 95.
[7] Denis O’Hearn, A.g.e., s. 97.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder