Necati Sıtkı Hatıratı
Günlükler’inden
alınıp tercüme edilen aşağıdaki pasajlarda Sıtkı, yirmilerin başında Manda
hükümetiyle yönetilen Filistin’de memur olarak çalışırken Bolşevik harekete
giriş sürecinin izlerini sürüyor (s. 17–21, 92); öğrenci olarak Moskova’ya
gidiş sürecini aktarıyor (s. 35–49); ayrıca hapishane deneyiminden bahsediyor
(s. 101–6). Bu bölüme ait dipnotların tamamı Ebu Hanna’ya ait.
* * *
Bolşevizm Kudüs’e Geliyor
Filistin’e
göç eden Yahudiler, ülkeye Arap Filistin’i ile uyuşmayan kendi ideolojilerini,
geleneklerini ve hayat tarzlarını getirdiler. Yirmilerin başlarında bolşevizmi,
anarşizmi, Marx’ı, Lenin’i Troçki’yi ve Herzl’i işitmeye başladık. Ayrıca
Yahudi işçileri sendikası Histadrut gibi, Yahudi göçmenler arasında mevcut olan
işçi hareketleriyle, Histadrut içinde sol muhalefet yürüten Fraktsia’yla, Poale
Zion Partisi’yle ve yeni göçmenlerin yarı sosyalist kampları olan kibbutzlarla
tanıştık.
Solcu
göçmenler, Araplar arasında da ajitasyon çalışmalarına başladılar. İlk gösterilerini
1921 1 Mayıs’ında, Yafa sokaklarında düzenlediler. Manşiye mahallesinde kızıl
bayraklarla yürüyüp İbranice ve (kırık bir) Arapça ile sloganlar attılar.
Araplar, meraklı gözlerle izlediler onları. Bu işçilerin ne diye bağırdıklarını
ya da kendilerinden ne istediklerini hiç anlamadılar.
1921’de
ben, Kudüs’teki Posta Telgraf Dairesi’nde genç bir memurdum. Çalıştığımız bina,
bugün (1939) Barclays Bankası’nın karşısındaki cadde üzerinde bulunan İtalyan
Elçiliği’ne ait eski bir binada idi. Burası şehir duvarlarının dışında, Arap
bölgesini Yahudi bölgesinden ayıran sınırdı.
Posta
Dairesi’nde hem Arap hem de Yahudi çalışanlar mevcuttu. Farklı etnik özellikler
ve hayat tarzlarına sahne olan bir yerdi burası. İşyerinde Arap kıyafeti giyen
yerli halktan kişileri, renkli kadife paltolar içinde, kürklü şapkalar giyen
Aşkenazi Yahudilerini görebilirdiniz. Halutsim (“öncü” Yahudi göçmenler)
erkek ve kadınlarının kıyafetleri kısa olurdu. Sefaradlar (Araplaşmış,
kökenleri İspanya’ya dayanan Yahudiler) ve milattan önce sekizinci yüzyılda
Babil’den sürgün edilen Yahudilerin bakiyesi olan Kurgilere rastlamanız
mümkündü.
İşyerinde
Yahudi göçmenlerle iş ya da farklı toplumsallaşma pratikleri üzerinden
kaynaşıyorduk. Bugün Barclays Bankası’nın bulunduğu binanın arkasında küçük bir
kafe vardı. Hemen hemen her gün gittiğimiz bu kafenin sahibi iri yapılı Rus bir
Yahudi idi. Sürekli beyaz pantolon ve siyah gömlek giyer, Yaz aylarında
kafasını serin tutsun diye, saçlarını jiletle tıraş ederdi. Rus tarzı, kıvrımlı
bir bıyığı ve her daim taralı sakalları olan bu adamın yanında al yanakları,
mavi gözleriyle, sarışın ve gayet çekici Polonyalı bir kadın çalışıyordu.
Bu
kafede arkadaşlarımla birlikte, akşamları biraraya geliyor ve diğer
müşterilerle sohbet ediyorduk. O günlerden, Odessa’daki gemisine bolşeviklerin
el koyduğunu anlatan, Çar yanlısı, beyaz sakallı adamı, babası Rus, annesi Arap
olan genç bir belediye işçisini, birkaç kuruşa müşteriler için resim yapan
göçmen ressamı, sürekli Ukrayna’da yitirdiği evinden söz eden zarif kadını ve
Yaz aylarında susuzluklarını gidermek için soda alıp içen genç göçmenleri
hatırlıyorum.
Ayrıca
Yahudi göçü ile Arap direnişi etrafında dönüp duran tartışmalar da kalmış
aklımda. Kuzey Filistin’deki Tell Hai’da Jabotinski’nin gerçekleştirdiği isyanı
(1921) (…) Yafa isyanını (1921) ve Jabotinski’nin taraftarlarını Ağlama
Duvarı’na yürütmesi sonrası Kudüs’te Yahudilerle Araplar arasında yaşanan
silâhlı çatışmaları da hatırlıyorum. Bu tartışmaların önemli bir bölümüne
gündelik Arapçayı bilen göçmenlerce bize tercüme edilen ideolojik münakaşalar
da eşlik ediyordu. Buralardan sosyalizmin amacının işçi konseylerinin
iktidarını tesis etmek olduğunu ve anarşizmin devlet otoritesini tanımadığını,
onun amacının sendikalar üzerinden halkın kendi özyönetimini talep ettiğini
öğrendim. Diğer öğrendiğim bir husus da bolşevizmin (o günlerde komünizm yerine
Arapça bir kelime olan şuyuyiyye kelimesi kullanılırdı.) devrim ve Kızıl
Ordu aracılığıyla Rusya’da sosyalist bir devlet tesis etmiş olduğuydu.
Bu
tartışmalar, bizim gibi mevzua yabancı olanları sarsıyor ve bizleri yerel
meselelerden uzaklaştırıyordu. Bizim aslî meselemiz, İngiliz işgali, Balfour
Deklarasyonu ve meçhul geleceğimizdi. Ailemden, görünüşte İngilizlerin ve
Fransızların bizi Osmanlı idaresinden kurtarmak için geldiklerini ve
Lawrence’ın Arap dostu olduğunu ve (Şerif) Hüseyin bin Ali’nin başlattığı
isyanın amacının birleşik bir Arap devleti kurmak olduğunu işitmiştim. Böylesi
bir atmosferde büyüdük (…) sömürgeci ve Siyonist güruh Filistin’i işgal ediyor,
bir yandan da milletlerarası öğretiler bizim duyarlı fikriyatımıza sızıyordu.
Her şeyi duymaya ve Türk idaresini takip eden yeni işgal durumunu ortadan
kaldıracak her türden öneriyi kabul etmeye hazırdık.
Posta
Kafe’de Fraktsia ve Filistin İşçi Partisi mensubu, Rusya’dan yeni göç etmiş bir
grupla arkadaşlık kurdum. Propagandaları esas olarak şu dört başlık üzerinden
ilerliyordu:
1.
İngiliz sömürgeciliği, hem Yahudilerin hem de Arapların düşmanıydı, bu
siyasetin temeli “böl ve yönet”ti.
2.
Bu Yahudi göçmenler, varlıklı burjuvaziden ve fakir işçilerden müteşekkildi,
Siyonizm, bir burjuva hareketiydi ve sadece zengin Yahudilerin hayrınaydı.
Yahudi işçilerin ortak çıkarı, milletlerarası sosyalizmle ittifak kurmakta ve
kendi efendilerinden kurtulmaktaydı.
3.
Arap efendiler, sömürge idaresi ile işbirliği hâlinde olan, güvenilmez birer
oportünistti.
4.
Sadece tüm Filistinlilerin ortak işçi partisi, Filistin meselesinin kökünden
çözülmesi noktasında, her halka mensup işçilerin çıkarlarını birbirine
bağlayabilirdi.
Bu
gayet yeni ve merak uyandırıcı fikirler beni sözkonusu gruba yakınlaştırdı. Bu
göçmenler, Kudüs’teki Alman hastanesinin arkasında bulunan kulüplerine davet
ettiler beni. Orada yoldaşlarının Mısır’da tutuklandığını, Lübnanlı Arap bir
militanın açlık grevi sonrası öldüğünü öğrendim. Yusif Yazbek tarafından
Beyrut’ta İnsaniyet isimli Arapça bir gazete çıkartıyorlardı. Ayrıca
bana Prens Kropotkin’in anarşizmle ilgili bir broşürünü vermişlerdi.
Kulüp
dışında bir de Şniller ormanında buluşuyorduk kimi vakitler. Nadiren de
Ratzbone tepelerine gidiyorduk. Bir gün, 1924 yılının sonlarında, henüz on
dokuz yaşında olan benden yoldaşlarım, Moskova’ya gidip üniversite okumamı
istediler. Eğitim, seyahat ve orada kalacağım süre boyunca yapacağım tüm
harcamalar onlar tarafından karşılanacaktı. Bu teklif karşısında bir an bile
tereddüt etmedim. Kabul etmem üzerine, benden altı ay içinde seyahat için
hazırlanmamı istediler.
Sonrasında,
az da olsa Arapça bilen genç bir Rus göçmenden temel düzeyde Rusça dersleri
almaya başladım. Ondan alfabeyi ve gündelik konuşmaya ait kimi kalıpları
öğrendim. Bu dönem süresince üyesi olduğum grup, beni Hayfa’daki gençlik
konferansına davet etti. Burada partinin gençlik seksiyonunun merkez komitesine
seçildim. Bu, benim Filistin’deki bolşevik harekete kabulümün resmî ifadesi
idi. O günden itibaren hareketin tüm gizli toplantılarına katıldım, parti
bildirilerini ve broşürlerini dağıttım. […]
İlgili
dönemde Nebi Musa festivaline aktif olarak katıldım. Bu kutlama, Selahattin
Eyyübi’nin İslâmî fetihlerin halka hatırlatılması amacıyla Yafa’daki Nebi Rubin
festivali ile birleştirdiği bir kutlamaydı. Kutlamalar esnasında partili
yoldaşlarım beni omuzlarına aldılar. Kafamda kefiye ve iqal (şerit), siyah
gözlüklerimle, davulların ve trampetlerin çaldığı, türkülerin söylendiği,
dabkelerin (Arap halk oyunu) oynandığı bir ortamda, dinî tarikatların
bayrakları arasından yukarı kaldırıldım. Aklıma ilk gelen sloganları atmaya
başladım. Yoldaşlar kızıl bayrakları yükselttiler göğe ve bağımsızlık
mücadelesini selâmlayan sloganlar atılmaya başladı kalabalığın arasından.
Göstericiler coşku ve heyecan içindeydiler. O andan itibaren şu cümle yayılmaya
başladı: “Arap bolşevikleri geldi!”
Bu
olay, İngiliz yöneticilerin beni tutuklamak için bir kampanya başlatmasına
sebep oldu. Muhbirler, benimle ilgili, çelişkili bir yığın istihbarat
taşıyorlardı. Kimileri beni yüzümde siyah bir peçeyle, abeya (yüz dışında her
yeri örten uzun çarşaf) giymiş olarak, başkaları ise beni takma uzun sakalla,
Ortodoks rahibi kıyafeti içerisinde Hıristiyan mahallesinde gördüklerini iddia
ettiler. Diğer bir muhbir ise benim Haramü’ş Şerif’in karşısında duran dilenci
olduğumu söyledi. Tüm bu söylentiler, İngiliz istihbaratının (bugünkü FBI’a
denk olan, Manda hükümetine bağlı Suç Soruşturma Dairesi’nin) benim yakın
zamana ait bir resmimi edinmeye mecbur etti. Eski bir arkadaşımı buldular ve
ondan benim yüzümü polis ressamlarına tarif etmesini istediler. Eşkâlimi tüm
güvenlik birimlerine dağıttılar. O günlerde bir öğretmeni, emlakçıyı ve seyyar
bir kumaş satıcısını gözaltına aldılarsa da sonradan hepsini serbest
bıraktılar.
Necati Sıtkı
[Kaynak: Journal of Palestine Studies, Cilt 32, Sayı 2 (Kış 2003), s. 85-87.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder