Kant’ın Aydınlanma Nedir? Metni Üzerinden Bir Deneme:
Sol Aydınlanmacı mıdır?
Aydınlanma
Nedir? Sorusuna Yanıt, Kant’ın 1784 tarihli bir metni. Metin, o
vakitler aylık olarak yayınlanan Berlinische Monatsschrift dergisinde
yayımlandı. Derginin dayandığı kolektif, ilginç. İçinde Kant’ın öğrencisinin ve
okul arkadaşlarının da bulunduğu “Çarşamba Derneği”, derginin dayandığı insan
gücünü oluşturmakta ve derneğin umumi yayın organı olarak faaliyet göstermekte.
Dernek, kraliyet bürokratları, hukukçular, politikacılar, filozoflar gibi
mektepli ve üst sınıf insanlardan müteşekkil. Amacı, bir araya gelip karşılıklı
fikir alışverişi, özgür tartışma, sunum gibi etkinliklerde bulunmak. Elbette
dönemin aydınlanma düşmanı unsurlarına karşı da bir fikir cephesi oluşturmak.
Özellikle özgür düşüncenin düşmanları olarak belirledikleri Cizvitler, kripto
Katolikler ya da batıl inanç ve ruh çağırıcılığı gibi aktivitelerin kültür
üzerindeki etkilerine karşı aydınlanma hattını kendi aralarında tahkim etmek.
Öyle ki toplantıları kapalı gerçekleşmekte ve toplantılarda okunan elyazmaları
gizli tutulmakta. İlk sayılarının önsözünde program hedeflerini şöyle dile
getiriyorlar:
“Doğruluktan yana gayret,
yararlı Aydınlanma’nın yaygınlaştırılmasına ve yozlaştırıcı yanılgıların
kovulmasına duyulan sevgi ve hiç de yararsız olmayan bir girişimin inancı.”[1]
Dergi,
“Aydınlanma Nedir?” sorusunu soruyor ve her sayıda farklı bir yazarın soruya
karşılık verdiği metni yayınlıyor. Sorunun çıkış kaynağı da ilginç. Derginin
kurucularından birisi ve hukukçu Johann Eric Biester, o dönemin ihtilaflı
konularından birisi olan Hristiyan ve burjuva evlilik arasındaki ilişkiye dair
ruhbanlar olmadan da nikâh kıyılabileceğini savunmakta. Yetişkin insanlar
arasındaki böylesi bir birlikteliğe dair sözleşmede araya din adamının girmesi
ve ruhbanın işe karışması, lüzumsuz. Bu konuda devletin yasası yeterli ve
bağlayıcı. Ancak buna Protestan rahip Zöllner karşı çıkmaktaydı. Evlilik gibi
bir konu, ona göre başka her şeyden daha çok dinin onayına muhtaçtı ve bu dini
kutsamayı reddetmek örf ve adetlerin yozlaşmasına delalet ediyordu. Aydınlanma
adı altında dinin değerini azaltmak ve insanların kafasını karıştırmak
sorumsuzcaydı ve Zöllner ekliyordu:
“Aydınlanma nedir?
Herhâlde aydınlatmaya başlamadan önce, neredeyse hakikat/doğruluk nedir sorusu
kadar önemli olan bu soruyu cevaplamak gerekir! Oysa hiçbir yerde
cevaplandığına rastlamış değilim!”[2]
İşte
tartışmayı başlatan soru bu. Ve dergi, bu soruyu takip ederek her ay bir yanıtı
yayımlamakta. Ancak soru, hem bu denemenin devamında ele alacağımız Kant’ın
metnini hem de Kant’a bambaşka bir açıdan yaklaşan Johann Georg Hamann’ın
çıkışının nedeni olması bakımından tarihsel bir önemi haiz. Bugün hâlâ bu soru
ve bu soruya verilen yanıtlar çerçevesinde belirlenen kültürel ve politik
pozisyonlar göz önüne alındığında, sorunun tarihsel güncelliğini koruduğundan
kolayca söz edebiliriz.
Aydınlanma
Nedir?
Ve
bu soruya Kant, 1784 yılında Berlinische Monatsschrift’in Aralık
sayısında yanıt veriyor. Herhangi bir Kant skoları için bu metni Kant’ın teorik
felsefesi karşısında belirli bir yere koymak zor gibi görünebilir.
Resmî
felsefe tarihi, modern felsefeyi Descartes’la başlatır. Aslında bunu “Felsefe
Tarihi” çalışmasında söyleyen Hegel’dir, ancak resmî felsefe tarihi içinde
resmi bir düşünce hâlini de almıştır. Tabii ki itiraz edeni de vardır. Modern
felsefenin Descartes’la başlatılmasının sebebi, onun düşünen öznellik olarak
içeriklendirdiği özne metafiziğini felsefenin gündemine taşımış olmasıdır.
Antik dönemi dışarıda bırakmak kaydıyla, koca bir ortaçağdan sonra varlığın
düşünme aracılığıyla insan tözüne yüklenmesi fiiline, yani insanın herhangi bir
aşkınlık düzleminde filtrelenmeden özneleşmesinin premature hâline Descartes’ta
şahitlik etmiştir tarih. Bu yolun sonunda bilim yapan, doğayı şekillendiren ve
ona hâkim olan, teknik üretici gücünde muazzam bir sıçramanın yaratıcısı olan
özneleşmiş insan belirmektedir.
Ancak
“modern felsefe cismini Kant’la bulmuştur” dersek fazla ileri gitmiş
sayılmayız. Çünkü Descartes, düşünen öznellikle dolu olduğu kadar skolastikle
de doludur. Ancak Kant felsefesindeki özneleşme bu safralardan kurtulmuş
görünmektedir. Artık tüm zihinsel yetileri ve olanaklarıyla masaya yatırılmış
ve çözümlenen bir özne söz konusudur. Bu özne, anlama yetisiyle iş gören ve
aklının sınırlarının farkında olan ve bu sınırları aşmanın ona herhangi bir
epistemolojik faydası olmayacağının bilincinde olan, tam anlamıyla modern bir
öznedir. Bundan dolayı Aydınlanma Nedir? metninde kendi aklını
kullanmaya cesarete davet edilen özne, Kant’ın teorik felsefesinde olanaklı
deneyimin sınırlarını aşan sorularla meşgul olmaması için kendisine
epistemolojik sınırlar çizilen özneyle aynı kişidir. Kant sorunun yanıtını daha
ilk paragrafta verir:
“Aydınlanma, insanın kendi
suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin
olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile
düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının
kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini
gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! [‘Aklını kullanma cesaretini
göster!’] sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.”[3]
Ergin olmama olarak çevrilen kelime, metinde Unmündigkeit şeklinde geçiyor. Yani reşit olmama ve hukukta vasilik gerektiren durumu ifade etmekte. Bir nevi çocukluk. Kant için Aydınlanma demek, insanın bu durumdan kurtulması. Aslında çıkışın ta kendisi, çünkü Kant’ın metinde Ausgang sözcüğünü kullandığını görüyoruz. Yani bir binadan, mekândan çıkmak gibi bir şey.
“Kendi suçuyla düşülen
reşit olmama konumu. Aydınlanma bir durum değildir. Yetişkin insanlara artık
yaraşmayan bir durumdan “çıkış” imkânı veren bir süreçtir. Kant, insanın
rüştünü ispatladığını söylemez. Reşit olmama durumunun hâkim olduğunu tespit
eder ve aynı zamanda, bu durumdan sıyrılabilmenin zamanının geldiğine işaret
eder. Kavram, tarihi bakımından ilk önce hukuki majorennes (reşit olmak)
terimine başvurmuştur. Roma hukukundaki majorennitas kavramı, çocuğun
babasına bağımlılıktan ve onun desteğine muhtaç olduğu durumdan kendini
kurtararak kendi varlığını sürdürmeye muktedir olduğu durumu tanımlar.”[4]
Kant’ın
temel olarak vurguladığı nokta, bireyin aklını tamamıyla kendi kendisine
dayanarak, herhangi bir dışsal noktadan yardım ya da icazet almadan kullanması.
Kant, bu sürecin ortaya çıkmamasını aydınlanmamış birey, insan olarak
kurguluyor. Ancak suçun bizzat yine insanın kendisinde olduğunu görüyoruz. Yani
insan bu ergin olmayışa bizzat kendi suçu ile düşüyor. Kant’a göre, insanı bu
suça düşüren iki neden var. Bunlar da korkaklık ve tembellik. Yani insan,
genellikle korkak olduğu için aklını kullanma cesaretini gösteremiyor ve tembel
olduğu için de bu teşebbüse yeltenmiyor.
“Ergin olmama durumu çok
rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir
din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum
oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”[5]
İlginçtir,
Kant insanın aklını başkalarının kılavuzluğuna bırakmasını kitap, din adamı ve
doktor üzerinden örneklemekte. Bugün hâlâ insanların bu üç noktada, yani
düşünme, vicdan ve sağlık konularında pek de farklı bir pozisyon edindikleri
söylenemez. Kant için bu ergin olmama durumundan kurtulmak çok zordur, çünkü
bu, neredeyse insan için ikinci bir doğa hâlini almıştır. Hatta insan ona göre
bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir. Bu durumdan dolayı insan aklını
kullanma bakımından ehliyetsizdir, çünkü onun böyle bir deneyi
gerçekleştirmesine izin verilmemiş, bunu yapmaya hiçbir zaman imkân
bulamamıştır. Aslında tam bu noktada Kant’ın başta vermiş olduğu tanımla
çeliştiği gözlemlenmektedir. Çünkü Kant, kalkış noktası olarak belirlediği
tanımda suçu bizzat insanın kendisine atmıştır, ancak devam eden üçüncü
paragrafta insanın böylesi bir durumdan kurtulmasına izin verilmediğini
belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da dogmalar ve kuralları görür.
“Dogmalar ve kurallar,
insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir
deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma
için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[6]
Öyleyse
Kant’a burada sormak gerekir. İnsanın seve seve ve bile isteye içine düştüğü bu
ergin olmama durumu onun suçu mudur, yoksa dogmaların ve kuralların belirlediği
koşulların mı? Kant’ın metindeki bu kırılma noktasıyla ilgili devamında bir
hesap verdiğini görmüyoruz. Biz de devam edelim.
Kant,
kamunun (Das Publikum) kendi kendisini aydınlatmasını daha olanaklı
görür. Çünkü kitlede, yani kamuda her zaman bağımsız düşünebilen öncülerin
mutlaka olacağını ve bu bağımsız düşünen insanların kamuyu aydınlatacağını
savunur. Kant, aydınlanma için özgürlükten başka bir şeyin gerekmediğini ve bu
özgürlüğün özgürlüklerin en zararsızı olduğunu söyler. O da aklı her yönüyle ve
her bakımdan, çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğüdür.
Yani aklın aleni, açık kullanımı (öffentlichen gebrauch). Burada Kant’ın
belirlediği temel bir ayrıma geliyoruz. Aklın aleni, açık, kamusal kullanımı ve
aklın özel kullanımı.
Kant,
özgürlüğün sınırlanışına karşın, böylesi bir ayrım yaparak ölçü belirlemeye
çalışır. Ona göre, aklın kamusal kullanımı tamamıyla özgür olmalıdır ve
aydınlanmayı getirecek olan kullanım da budur. Çok basitçe söylersek, toplumsal
düzenleniş içerisinde insanların edindikleri pozisyonun gereklerini
sorgulamadan yerine getirmek aklın özel kullanımıdır. Ancak bu pozisyona
yönelik kamusal eleştiri, yani kamuya dönük o pozisyonla ilgili yapılan açık,
aleni eleştiri aklın genel kullanımıdır ve bu kullanımın sonuna kadar, özgürce
yapılması insanlara aydınlanma getirecektir.
Memur,
işini en iyi şekilde ve sekteye uğratmaksızın yapmalıdır, bu aklın özel
kullanımıdır, ancak kamusal bir platformda (bu bir yayın, dernek, sendika
olabilir) devletin memurlara ilişkin uyguladığı politikaları özgürce
eleştirmesi, aklın kamusal kullanımıdır. Bir askerin komutanının ona verdiği
emirleri sorgusuzca ve askerlik hizmetine zarar vermeyecek şekilde uygulaması,
aklın özel kullanımıdır, ancak zorunlu askerlik hizmetini herhangi bir açık
kamusal platformda özgürce eleştirmesi ve buna dönük yeni politikalar
uygulanması gerektiğine yönelik düşüncelerini beyan etmesi, aklın kamusal
kullanımıdır.
“Kendi aklını kamu
hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin,
örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere,
okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum.”[7]
Kant’ın
yaptığı ayrım burada ilginç görünmektedir. Çünkü aklın kamusal kullanımı
dendiğinde insanda ilk çağrışım yapan şey, insanın kamuda edindiği pozisyona
uygun bir faaliyet göstermesi, kamusal pozisyonunun gerektirdiği aklı
kullanmasıdır. Ancak Kant, kamusal kullanımdan tam tersini, aklın eleştiri
özelliğinin bizzat kamusal platformlarda etkinleştirilmesini kastetmektedir. Ve
ona göre, aydınlanmanın sağlayıcısı bu faaliyet olacaktır.
Bu
temel noktalar metnin omurgasını oluşturuyor. Metni daha fazla sıkıcı bir
analizle katetmeye gerek yok. Okurlar metne internetten rahatça ulaşabilir ve
inceleyebilirler. Ancak metnin temel motivasyonunun sekülerlik olduğunu
söyleyebiliriz.
Özellikle
Kant, yöneticinin (kral ya da prens) otokratik bir formu reddetmesini, yani
yöneten olarak topluma dinsel baskıda bulunmamasını onun aydınlanmış bir kimse
olduğunu gösterdiğini belirtir. Kant’ın içinde yaşadığı dönemin “Friedrich
Dönemi” olduğu düşünüldüğünde, metnin oturduğu bağlam daha iyi anlaşılmaktadır.
Prusya
kralı II. Friedrich, Prusya kalkınması ve aydınlanmasının öncü hükümdarı olarak
görülür. Temel ilkesi, “dilediğini düşün ama itaat et” olan Friedrich, düşünce
özgürlüğünü (bunu itaat koşuluna bağlamasına rağmen) savunan egemen ve
aydınlanmacı olarak selamlanır. Kilise ve ruhban sınıfının egemenliğin
paylaşımında kendisine ayrılan alanın daraltılması ve bu daraltmayı
gerçekleştiren temel düşünce olan laiklik ve sekülerleşmenin kazandığı ivme,
Kant’ın metninde de temel bir motivasyon olarak belirmektedir ve dönemin
koşulları düşünüldüğünde, bu, son derece doğaldır.
Bugün
özellikle Türkiye’de sol içi tartışmalara, aydınlanma düşüncesini savunan
öznelerin motivasyonlarına bakıldığında, laikliğin, özgür düşüncenin,
bilimselliğin temel motivasyon kavramları olarak sürekli güncellendiği
görülmektedir. Ancak tüm bu motivasyon kavramları dine, Türkiye’de de İslam’a
göreli olarak kurgulanmaktadırlar. Yani aydınlanmaya öz veren bu kavramların
özsel düşmanı din olarak belirlenmektedir ve bu kavramlara ilişkin yegâne
deneyim olanağı karşılıklarının dinin yokluğu ya da dinin kamusal hayattan
çıkarılması olduğu varsayılmaktadır. Bu da toplumsal hayatta din varolduğu
sürece özgürleşme, bilimselleşme sağlanamayacağına dönük bir mutlakçı epistemolojik
kalkış noktası üretmektedir.
Bugün
Kant’ın metnini okuyup hâlâ duygusal bir coşkulanma yaşayacak aydınlanmacı
sosyalistle doludur sosyalist hareketimiz. Sorun elbette ki bu değil. Kant’ın
metni, kendi zamanına, güncelliğine, şimdiye dönük bir sesleniştir. Filozofun
çoğunlukla yapmadığı, ama aslen yapması gereken şey. Filozof, şimdiki zamanı,
içinde bulunduğu güncelliği yakıcı bir soruyla felsefî faaliyetinin içine, yani
metnine taşımalıdır. Ve metnini de şimdiki zamanının tanığı hâline
getirmelidir. Modernliğin başladığı noktalardan birisi de budur.
Burada
özel olarak Kant’ın bu metniyle ilgili vurguyu Foucault nadide bir şekilde dile
getirmiştir.
“Kısacası, bence Kant’ın
metninde, konuşan filozofun da ait olduğu şimdiki zamanın felsefî olay olarak
ortaya çıkmasını görürüz. Felsefe, kendine göre bir tarihi olan söylemsel bir
pratik biçimi olarak anlaşılırsa, bence Aufklärung üzerine yazılmış olan
bu metinde de, felsefenin -sanırım ilk kez dersem fazla bir zorlama yapmış
olmam- kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını görürüz: felsefenin
olay olarak, anlamını, değerini, felsefî tekilliğini söylemek zorunda olduğu ve
içinde kendi varlık nedeni ile söylediği şeyin temelini bulduğu bir olay olarak
sorguladığı şimdiki zaman.”[8]
Söylenildiği
gibi, Kant’ın metni içinde bulunduğu zamana dönük yakıcı bir soruyu
gündemleştirme ve bunu formüle etme bakımından önemlidir. Ve bugün aydınlanma
düşüncesine ve bu düşünceye öz verdiği varsayılan kavramlara dönük motivasyonu
olan bir sosyalist, metne pozitif referans verecektir. Bu da sorun değildir.
Sorun, bu tarihsel düşüncenin ve bu düşünceye öz veren kavramların sol
düşünceye de özleştirilmesi, daha doğrusu, sol düşünceye bu kavramlara dönük
motivasyonlarla bir öz belirleme tutumudur.
Bir
diğer sorun, tüm bu kavramların ve Kant’ın metninde de ortaya konulan
aydınlanmamış özneye dönük suçlamanın ardında yatan sınıfsal pozisyonları
görmemek, bu düşünceye dönük motivasyonun toplumsal anlamda hangi denkleme
motive olmayı nesnel olarak belirlediğini anlayamamaktır.
Denemenin
başında ele alacağımızı söylediğimiz Kant’ın metnine dönük bir karşı çıkış olan
Johann Georg Hamann’ın savlamalarını ortaya koyduğumuzda, ne denmek istendiği
daha iyi anlaşılacak.
Hamann’ın
Karşı Eleştirisi
Hamann,
Kant’ın çağdaşı bir filozoftur ve akılcı felsefî geleneğin mantıksal ve katı
yapısal belli bir türüne mesafelidir. O, “yüreğin lirik diline, aklın her türlü
öznel, kendi hakkında bilgisinden arınmış bir kavramsal savlamasından daha
fazla değer vermekteydi.”[9]
Hamann,
Königsberg Üniversitesi’nde profesör ve aynı zamanda Kant’ın eski öğrencisi
olan Christian Jacob Kraus’la mektuplaşmaktadır. Kraus, Kant’ın metninin de yer
aldığı Berlinische Monatsschrift’in Aralık sayısını Hamann’a gönderir.
Hamann, metni okur okumaz Kraus’a bu metinle ilgili eleştirilerini ortaya
koyduğu bir mektup yazar. Bu, Kant’ın metnine verilmiş esaslı bir karşı çıkış
olarak tarihsel bir belgedir. Hamann, Kant’ın metnine dört temel noktadan
itiraz etmektedir. İlk nokta, Kant tarafından insanın kendi suçu olarak
belirlenen ergin olmama durumudur. Hamann’a göre, metnin ilk kalkış noktası
sorunludur. Çünkü suç, bütün olarak ergin olmayanlara yüklenmekte ve ötekiler
aklanmaktadır. Kimdir bu “ötekiler”?
Kant’ın
ergin olmama durumu içinde tanımladığı çoğunluk, yani halk, Kant tarafından bu
ergin olmayıştan kurtulamama, buna cesaret edememenin sorumlusu olarak mahkûm
edilmektedir. Ancak Kant, bu ergin olmama durumunda “ötekileri”, yani
egemenleri, vasileri söz konusu etmemekte, bu durumun bizzat onların yarattığı
bir şey olarak ortaya koymamaktadır. Hamann şöyle sormaktadır:
“[…] ‘Yazarın adını
söylemeye yüreğinin elvermediği öteki ayı derisi yüzücü ya da yönetici kimdir?’
Cevap verir: ‘Reşit olmayanların ilişkili kişisi olarak anlaşılması gereken
sevimsiz vasi.’ Hamann ilgisini, reşit olmayanları yönlendirme erkine sahip olan
vasilere yöneltir. Zayıfları suçlu ilan etmek yerine kudretli olanlara
saldırır. En yüksek ‘kendi suçuyla düşülmüş vesayet’ Hamann için asıl
düşmandır.”10
Görüldüğü
gibi Hamann suç yüklemek gerekiyorsa, bu suçu zayıflara (ezilenlere) değil,
egemenlere yüklemek gibi doğru bir kalkış noktası belirlemektedir. Bu suç
yükleme işini aydınlanmacı tipin karikatürize hâlinde günlük deneyim içerisinde
de görürüz. Bu karikatürize aydınlanmacı tip, denize donla giren insana, çimde
mangal yakana hemen suç yükleme ve ona yüklediği bu suçla kendi aydınlanmış
aklı ve kültürünü sergileme konusunda zaman kaybetmez. O, kafasındaki ölçü ya
da kritere uygun bir pratik sergilemeyen insanı eğitimsiz, cahil olarak (yani
aydınlanmamış) belirleyip ötekileştirir ve bu durumun, yani o insanın o hâlde
olmasının tüm suçunu da o insanın kendisine yükler.
Hamann’ın
karşı çıktığı ikinci nokta, Kant’ın Sapere Aude!’si, yani Horatius’un
kullandığı “bilmeye cesaret et” anlamındaki Latince deyişle ilgilidir. Bu
sesleniş, Kant’ın kendine biçtiği pozisyonla ilgili bilinçaltını deşifre
etmektedir. O, ergin olmayanlara aklını kullanmalarını öğütleyen vasiler
arasında saymaktadır kendisini. Ancak bu seslenişte de bir sıkıntı vardır.
Ergin olmayanlar, zayıflar, kendi aklını kullanmaya cesaret eden bir filozof
olarak Kant’ın öğüdünü dinlerlerse, yine kendi akıllarını değil, bir başkasının
öğüdünü takip etmiş olacaklardır. Bu öğüdü, seslenişi takip etmezlerse de ergin
olmama durumundan çıkamayacak (üstelik bu, onların yine kendi suçu olacak) ve
aydınlanamayacaklardır.
Aslında
başta da belirttiğimiz gibi, burada yatan gizli sorun, Kant’ın kendisine
belirlediği pozisyondur. Bu pozisyon, çoğunluğa seslenen bir vasi pozisyonudur.
Hamann’ın
karşı çıktığı üçüncü nokta, Kant’ın aklın özel kullanımı ve kamusal (aleni)
kullanımı arasında yaptığı ayrımdır. Ona göre, özel kullanımda sistemin
kuralları ve işleyişine itaat edip kamusal kullanımda bunu eleştirmek
özgürlüğünü kullanmak Hamann’a göre komiktir. Çünkü ona göre, gerçek özgürlük
“aydınlanmış bir okurlar âlemi için âlim yazılarından ibaret olamaz.”[11]
Gerçek aydınlanma, iktidar koşullarına müdahale etmek zorundadır.
Hamann’ın
Kant’ta karşı çıktığı son nokta, onun Friedrich’in yüzyılını “aydınlanma çağı”
olarak nitelemesidir. Kant, mutlakiyetçi egemen kralı aydınlanmacı olarak
selamlamakta ve kendine biçtiği kraliyet filozofu pozisyonunu açık etmektedir.
“Hamann ise kendini,
bireyci ve dışarıda kalan kişi olarak özel düşük mevkiinden, ne kadar iyi
niyetli olurlarsa olsunlar, vasiler ve liderler olarak hareket eden ve konuşan
herkese karşı oklarını atan bir Sokrates olarak görmektedir.”[12]
Şimdi
Hamann’ın karşı argümanlarını ortaya koymamızın sebebi belki daha iyi
anlaşılmış olmaktadır. Hamann’ın cevabı, aydınlanmacı düşünceye öz veren
motivasyonların kabulünün veya reddinin, özneyi nesnel anlamda nereye
konumladığını teşhir ettiği için mükemmeldir. Zira bu aydınlanmacı düşünceye öz
veren motivasyon kavramlarının bugün nasıl öğrenildiği ve kabul edildiği özneyi
ezilenler cephesinde konumlanmakla burjuvazi cephesinde konumlanma arasında
bırakmaktadır. Bunun toplumun cahil kalması, geriye düşmesi, gelişmemesi gibi
saçmalıklarla ilgisi yoktur.
Politik
alanın içinde yaşayan tarihsellikler ve onların getirdiği teorik politik
sorunlar, bu tarihselliklerin ortaya çıkış dinamiklerini politik alanda
güncellemeye devam ederler. Yani aydınlanma düşüncesi konusunda Kant’ın verdiği
yanıtla Hamann’ın karşı çıkışı bugün hâlâ yaşamakta ve zayıflar arasında
konumlanmakla egemenler içinde kendine rol biçmek arasında gidip gelen politik
nesnellik, varlığını sürdürmektedir.
Sonuç
Kant’ın
metnini ve Hamann’ın ona verdiği cevabı bugün hâlâ güncel bağlamda
okuyabileceğimizi göstermek niyetindeydi bu deneme. Bunu belli oranda
başardığını varsayabiliriz. Türkiye sol hareketi içinde de artık bu bağlamın
ortaya çıkarmış olduğu bir yarılma ve şuursuzluk hâli boy göstermektedir.
AKP’nin
toplumsal yaşamı dinselleştirme baskısına karşı sol hareket doğru tepkiler
verememektedir. Başta da belirttiğimiz gibi, hayatın dinselleştirilmesi
politik-pratiğine karşı sol hareketin belli bir bölümü burjuva aydınlanmasının
motivasyon kavramlarına kurtarıcı bir rol biçerek sarılmışlardır. Bu motivasyon
kavramlarına sarılmanın nesnel olarak onları hangi pozisyonda tuttuğunu
umursamamaktadırlar. “Savruldukları pozisyon (tıpkı Kant’ın kendine egemenler
yanında biçtiği ve erginleşmemiş kalabalığa aklını kullanmayı öğütlediği vasi
pozisyonu gibi) gelip geçicidir” diyerek bir kenara bırakalım.
Bunun
dışında daha vahim bir hata yapmaktadırlar. Burjuva aydınlanmasının motivasyon
kavramlarını sol düşüncenin özü olarak belirleme hatasına düşmektedirler. Bu
hatanın dayandığı kusurlu epistemolojiyi de mutlaklaştırıp solun böyle bir
epistemolojiyle içinde bulunduğu toplumu okumasını ve ona göre politika
belirlemesini istemektedirler.
Birincisi
“sol aydınlanmacıdır”, “sol laiktir” gibi özcü yaklaşımlar, metodolojik olarak
doğru değildirler. Ve bu metot doğruluk bağlamına sıkıştırılıp
mutlaklaştırılamaz. Mutlaklaştırıldığı anda politik öznenin olanakları
kısıtlanır. Herhangi bir şekilde sola bir öz belirleyip sol düşünceyi böyle bir
özcülüğün eksik okumalarına mahkûm etmek, politik bir şuur kaybıdır.
Sonra
dediğimiz gibi, bu özü burjuva aydınlanmasının politik kavramları aracılığıyla
yapmak, bunu yapanları gayri iradi bir şekilde burjuvazinin kültürel alanına
taşır. Bunu söylediğimizde bu öznelerin elbette somut olarak gidip burjuvaziyle
iş tutuklarını söylemiyoruz (ki bunu söyleyen arkadaşlar da vardır). Ancak bu
kavramlarla sola bir öz belirleme girişimi nesnel-kültürel anlamda onları
burjuva kültür alanına iter.
Solun
özünü belirleyen şey aydınlanmacılık, laiklik, bilimsellik değildir. İlla
teorik bir özleştirme olanağı aranıyorsa, bu zaten ezilenler tarihinin
kendisinde mevcuttur ve solun özü ezilenlerin tarihsel hareketiyle uyuşmaktır.
Ve solun aydınlanması, bu tarihsel hareketle uyuşum yetenekleri arttıkça
belirginleşir. Ezilenlerin mücadelesini yaratmak, bu mücadelenin olanaklarını
geliştirmek, hatta bu olanakları icat etmek, keşfetmek, burjuva
aydınlanmacılığına karşı sosyalist aydınlanmanın önünü açacaktır. Ve bu
aydınlanmacılığın kalkış noktası, suçu zayıflara atma ile belirlenen Kant’ın
kalkış noktası değil (bu noktayla bazı sosyalist özneler bugün bile
uyuşmaktadır) Hamann’ın belirlediği, gibi suçu o büyük “ötekiler”den,
egemenlerden başlatan noktadır.
Aydınlanmanın
motivasyon kavramlarına karşı olmayı anlamsız bulan sosyalistler de vardır. Bu
silahları burjuvazinin elinden alıp burjuvaziye doğrultmaktan söz ederler.
Teorik olarak yanlış değildir. Ancak burada bir tarihselleşmeden söz ediyoruz.
Burjuvazinin eşitlik kavramını onun elinden alıp ona doğrultalı çok oldu. Ancak
burjuvazi, aydınlanmacı düşüncenin motivasyon kavramlarını kendi malı olmaktan
çıkacak denli tüketmedi. Bugün kapitalist uygarlığın eşitlik ve adalet
kavramlarını asla üretemeyeceği nesnel-tarihsel olarak sabitlendi. Bunu
burjuvazinin kendisi de dâhil, tüm dünya bilmekte. Ancak laiklik, bilimsellik,
özgür düşünce gibi motivasyon kavramları hâlâ burjuvazinin tarihsel
araçlarıdır. O araçları onun elinden alıp ona doğrulturken ona benzeşme, onun
kültürel alanıyla ve o alanı tahkim eden epistemolojiyle uyuşma riski vardır ve
bu risk zaten gerçekleşmektedir.
Sosyalistlerin
yapması gereken şey, hâlâ burjuva uygarlığının patentinin silinmediği bu
kavramlara göz dikmek değil, ezilenler cephesi mücadelesinin ortaya çıkaracağı
olanaklardan bir aydınlanma motivasyonu üretmektir. Ancak Türkiye’de buna dönük
bir düşünüm gerçekleştiği görülemiyor. Örneğin neden “sosyalist aydınlanma
nedir?”, “Devrimci aydınlanmacılık nedir?” diye bir soru sorulmuyor? Neden
böylesi soruların izinden gidilip “ezilenler cephesinin mücadele aydınlanması
burjuva uygarlığının aydınlanmasına karşı ne olabilir?” diye düşünülüp
tartışılmıyor. Bu soruları sormak, politik sorumluluk duygusuna sahip tüm
sosyalist, devrimci öznelerin görevidir. Ve doğru soruları sormaya
başladığımızda, Kant’ın yaptığı gibi, şimdiki zamanı, içinde bulunduğumuz
güncelliği felsefî-teorik faaliyetimizde gündemleştirdiğimizde ve Hamann’ın
yaptığı gibi, zayıfların yanında saf tutmamızı sağlayacak bir
etik-epistemolojik kalkış noktası tutturduğumuzda, ezilenler cephesinin
mücadelesinin aydınlattığı bir çağa uyanmış olacağız.
Ozan Çılgın
Aralık
2016
Dipnotlar:
[1]
Aktaran Manfred Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay.,
2009, s. 187. (Referans verdiğimiz kaynak, Kant’ın bu metninin ortaya çıkışı ve
derginin hikâyesini ve döneme ilişkin verdiğimiz bilgileri mükemmel bir şekilde
anlatmakta. Biz burada okuyucunun affına sığınarak kötü bir özet geçiyoruz.)
[2]
Aktaran: Manfred Geier, a.g.e., s. 188.
[3]
Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim
Sayı 11, s. 17.
[4]
Manfred Geier, a.g.e., s. 190.
[5]
A.g.e., s. 17.
[6]
A.g.e., syf. 17.
[7]
A.g.e., s. 18.
[8]
Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay,
Ayrıntı yay., 2014, s. 164.
[9]
Manfred Geier, a.g.e., s. 176.
[10]
A.g.e., s. 202.
[11]
A.g.e., s. 203.
[12]
A.g.e., s. 204.
Kaynakça:
Immanuel
Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim
11 (Aydınlanma Özel Sayısı), Temmuz 2000.
Manfred
Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay., 2009.
Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı yay., 2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder