7 Ekim 2023 günü, aralarında Hamas’ın, Filistin İslamî
Cihadı, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ve Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’nin bulunduğu iki-üç bin civarında Filistinli savaşçı, 16 yıldır devam
eden Gazze kuşatmasını kırdı. Savaşçılar, Siyonist yapının (İsrail’in)
boyunduruğundan kurtulmak için verilecek savaşın fitilini ateşleme çabası
dâhilinde, tarihî Filistin’in güneyindeki işgal altında bulunan topraklarda
destansı bir cenge giriştiler.
Bugün itibarıyla savaşın sekizinci gününe girmiş
bulunuyoruz ve İsrail’in kendisini savunma hakkını ilk elden koruma telaşına
düşen Batı’nın, Filistinlileri hemen ve hep bir ağızdan kınadığına şahit oluyoruz.
Savaşa öncülük eden yegâne örgüt olarak Hamas’a işaret
eden Batılı egemen sınıflar, hep bir ağızdan, bu tarihî operasyonu ilhamını
İslam’dan alan “terörist bir operasyon” olarak damgaladılar. Filistinlileri
“Müslüman teröristler” olarak damgalayan bu tasvir girişimi sayesinde İsrail
hükümeti, Gazze’yi kesintisiz bombalama ve kara harekâtına hazırlanma konusunda
gerekli izne kavuşmuş oldu. Tüm Batı, İsrail’in “Gazze’yi haritadan silme” ile
ilgili soykırım çağrılarına destek sundu, onun etrafında birleşti, İsrail’in
Gazzelilerin doğal gazını, suyunu ve elektriğini kesmesine ses etmedi. Öte
yandan, başbakan Binyamin Netanyahu, X hesabından Gazze Şeridi’deki sivil
yerleşimlerinin bombalandığını gururla duyurdu.
Savaş davullarının çalmaya devam ettiği koşullarda
Filistinli savaşçılar, bugün hâlen daha cenge devam ediyorlar. Batı Şeria’daki
Filistinli örgütler de işgal güçleriyle çatışmaya başladı. İran, Suriye ve
Hizbullah gibi diğer bölgesel oyuncuların savaşa dâhil olmaları an meselesi.
Ben, bu makalede savaşın ölçeğini ve önemini hem bölge
hem de dünya düzleminde ele alacağım, bu noktada, Küresel Güney’in halklarına
kendi çilelerini ve mücadelelerini anlama konusunda çoğu kez yön veren teorik
araçlardan istifade edeceğim.
Bence bu savaşı bir tür açık hava hapishanesi olarak
Gazze’nin sınırlarının dışına çıkarak anlamak için yeniden
“Emperyalizm-Siyonizm-Gericilik” kavramlarına dönmek gerekiyor. Ama bir yandan
da ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin yavaş (ama kesintisiz) çöküşüne
tanıklık eden bir dünyada bu savaşın diyalektik niteliğini anlamak için bu
kavramlar, günümüz koşullarına göre güncellenmeli.
Emperyalizm: ABD Hâkimiyetindeki Tek Kutupluluk
Momentinin Sonu
Emperyalizm, artı-değer temini üzerine kurulu dünya
sistemini ifade eder.[1] Bu dünyada gelişim, ırk ve sınıf temelinde farklı
seyirlere sahiptir. Emperyalizm, merkezdeki egemen sınıflarla çevre ülkelerdeki
kompradorlar arasında işleyen sınıfsal işbirliği süreci üzerinden meydana
gelen, Küresel Güney ve Kuzey’deki ülkeler arasında cereyan eden maddi sömürü
ilişkileri bütünüdür. Birikim, giderek, emperyalist ülkelerin gelişmekte olan
ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeyine bağımlı hâle gelmiştir.[2]
Bu da misal, bölgenin veya halkın gelişimi amacı
doğrultusunda belirli politikaların o ülkeleri iç kaynaklarını güçlendirmekten
alıkoymak için kullanılmasını ve askeri açıdan hâkimiyetin tesis edilmesine
dönük adımların atılmasını şart koşar. Aynı zamanda tarihsel düzlemde gerçekleşen
bu eşitsiz servet birikimi neticesinde emtia ve doğal kaynaklar belirli ellerde
toplaşır, aynı zamanda sermayenin her şeyi gasp etme üzerine kurulu mantığına
denk düşen fikirler geliştirilir. Başka bir ifadeyle, sosyolojik bir olgu
olarak emperyalizm[3], hem madde hem de ideolojik bir süreç olarak işler.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, dünya genelinde
politik ve finansal imkânlara kavuştu ve dünyanın en büyük emperyalist gücü
hâline geldi. Savaş süresince İngiltere ve Fransa’ya kredi veren ABD, Afrika ve
Asya’daki sömürgelerinden bütçe açıklarının belirleyici olduğu ekonomik
koşullarda çekilmek zorunda kaldığı dönemde, dünya sistemini yeniden inşa etmek
için uğraştı.[4] Bu görev, birbiriyle bağlantılı askeri yayılmacılık ve ticaret
alanları üzerinden ifa edildi. Ticaret sahasında, savaş sonrası dönemde Truman
yönetimi “açık kapı” politikası uyguladı, bu anlamda, “ticari ve mali
bariyerleri kaldırdı, özel ticaret blokları oluşturdu, her türden kısıtlayıcı
politikayı devreye soktu.”[5] Uluslararası planda yapılan alışverişlerde ve
girişimlerde kimseye iltimas geçmeyen bir özgürlük anlayışını uyguladığı iddia
edilen bu yeni ticaret düzenlemeleri, gerçekte küresel sistemin
Amerikanlaşmasını ifade ediyor, özünde kırkların sonundaki hâliyle, Amerikan
sermayesinin ihtiyaçlarını yansıtıyordu.
Yeni kurulan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF)
ABD doları denilen ortak para birimi ile dünya ticaretini düzene soktu. Savaş
sonrasında Batı Avrupa’nın ekonomisi yeniden inşa edildi. Bu sayede ABD’li
ihracatçılar yeni pazarlara kavuştular. Bir yandan da çöküş sürecine girmiş
olan İngiliz emperyalizmiyle kurulan askeri koordinasyon sayesinde ABD’li
şirketler, sanayileşmiş dünyanın ana kaynaklarına, bilhassa petrole erişim
konusunda ayrıcalığa sahip oldular.
Nihayetinde “Amerikan istisnacılığı” denilen efsane,
bu hâkimiyet kurma amaçlı politikaların uygulamada kalmasına katkıda bulundu.
Söz konusu politik efsane, Amerika kıtasındaki soykırımı meşrulaştıran
misyonerlik faaliyetlerini ve sömürgeci çabayı kendi şahsında somutlaştırdı[6]
ve ABD’nin diğer ülkelerin onu takip edecekleri, dünya tarihinde oynaması
gereken özel bir role sahip olduğu fikrinin dini bir inanç gibi benimsenmesini
sağladı.
Öte yandan, süreç içerisinde Çin ekonomik açıdan
güçlendi. Rusya, 2015’te Suriye hükümetinin desteğiyle sürece askeri müdahalede
bulundu, 2022’de Ukrayna’nın NATO eliyle kuşatılması hamlesine karşı çıktı ve
gene askerini devreye soktu. Tüm bu gelişmeler, ABD ve müttefiki olan Avrupa
ile Japonya’yı jeopolitik kâbusun içine fırlatıp attı.
ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, tarihsel
planda politik çöküş aşamasına girdi. Bugün tek kutupluluk momenti dağılıyor.
Küresel Güney’de BRICS türünden yeni politik bloklar öne çıkıyor ve aşağılayıcı
buldukları süreçlere mani olacak, ama bir yandan birbirlerine eşitlik anlayışı
temelinde yaklaşacakları bir uluslararası düzenin biçimlenmesinde söz sahibi
oluyorlar.
Bu süreçlerin yanında bir de Batı Afrika’da Fransız ve
Batılı yeni sömürgeciliğe karşı gerçekleştirilen askeri darbelere, Batı Asya’da
İran’ın iddialı ve kararlı duruşuna, Rusya ile kurduğu işbirliğine tanıklık
ediyoruz. Küba ve Venezuela ise onlarca yıldır süren yaptırımlara ve ABD
destekli darbelere karşı direncini muhafaza ediyor.
ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin askeri baskısı ise
giderek artıyor. Bu güçler çöküş süreci içine girdiklerinin bilincine vardıkça,
bu sürece açıktan faşist olan retorik ve ideoloji ile cevap veriyorlar. ABD’de
2016’da Trump’ın seçilmesiyle başlayan süreçte yeni yeni faşistleşen Avrupa,
çarpıcı bir özelliğe kavuştu ve bu süreçte Ukrayna’da Nazizmi “diktatör”
Rusya’ya karşı gerçekleştirilen bir halk direnişi olarak yüceltip ıslah etmeye
çalıştı. İtalya’daki Giorgia Meloni’den Fransa’daki Emmanuel Macron’a kadar tüm
liderleriyle Avrupalı egemen sınıflar, kendi halklarını ve ülkelerini kudretli
ABD için ne pahasına olursa olsun feda etmeye hazırlar.
Siyonizm ve Gericilik. Arap Birliği’nden Mukavemet’e
Böylesi bir bağlamda Arap bölgesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan
beri, bilhassa sahip olduğu petrol zenginliği sebebiyle, ABD emperyalizminin
jeostratejisinde özel bir role sahip oldu. Bölge, emperyalist ülkelerin
ekonomisi için önemli bir doğal kaynak. Bu kaynağa erişmenin güvence altına
alınmasını sağlayacak en iyi araçlardan biri ise bölgenin üzerinde tesis
edilecek politik kontrol.[7] Bu hedeflere ulaşmak amacıyla ABD emperyalizmi,
kendisine sadık iki müttefikle sıkı bir işbirliği içerisinde hareket ediyor:
İsrail ve gerici Körfez monarşileri.
Siyonist yapı, ABD ordusunun bölgedeki karakolu.[8] Sheila
Ryan’ın ifadesiyle[9] 1948’den 1973 yılının ortalarına dek uzanan süreçte “İsrail,
bir dizi yabancı kaynaktan toplam 8 milyar doların üzerinde yardım aldı. Yıllık
yapılan yardım, kişi başına 233 dolara tekabül ediyor. Her bir İsrailli, bu
anlamda toplam 3.500 dolar yardım almış. Yani ortalama bir İsraillinin eline
her yıl bir Mısırlıya düşen gelirin (1969 yılı itibarıyla ülkedeki kişi başına
düşen gelir 102 dolar) iki katı geçmiş.”
1943-2023 arası dönemde ABD, toplamda 160 milyar
dolarlık yardım yapmış (enflasyonla birlikte hesaplandığında bu tutar 260
milyar doları buluyor)[10]. Bu tutara milyar dolarları bulan ve düzenli ödenen
krediler dâhil değil. Bu yardımı ABD emperyalizmi militarizme yapılacak yatırımlar
için yapıyor. Siyonist yapı, yerleşimci-sömürgeci bir oluşum olarak özel bir
yere sahip. Bu hâliyle ABD’ye benziyor. Bu özelliği, bölgede ABD’nin tesis
ettiği hegemonik hâkimiyeti güvence altına alan ve emperyalist değerleri reklâm
eden bir bilinç tarzını koşulluyor.
Elindeki nükleer silâhlarla ve Irak[11], Lübnan, Suriye[12]
gibi bölge ülkelerine yaptığı sayısız askeri saldırı ve işgal harekâtı ile
İsrail, emperyalist sermaye birikiminin ve onun doğal sonucu olan Arap coğrafyasındaki
gelişmemişlik hâlinin ardındaki ana güç.
Altmışlarda ve yetmişlerde Filistinli solcu çevrelerin
üzerinde durduğu biçimiyle Siyonizm, emperyalizmin bölgedeki mızrak başıdır.
Filistin’in kurtuluşu, İsrail’in jandarmalığını yaptığı ABD emperyalizmine
karşı verilen bir mücadele, aynı zamanda İsrail’e yapılan her saldırı da
bölgede ABD ve onun gerici müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verecek bir
girişimdir.
Petrol zengini Körfez monarşilerine göre egemen
sınıfların bu politik oluşumlar üzerinde tesis ettiği kontrol mekanizması, ABD’ye
ait hazine bonolarının ve silâhlarının satın alınması karşılığında dönüşüme
sokulan, dolarla yapılmış petrol satışları ile ABD dolarının uluslararası
düzeyde sahip olduğu üstünlüğü güvence altına almıştır.[13] Son yıllarda, Irak,
Libya ve Suriye gibi seküler Arap cumhuriyetlerinin egemenliğine yönelik gerçekleştirilen,
Körfez ülkelerinin parası ve silâhı ile koordineli olarak yürütülen saldırıların
ardından ABD, İsrail’le normalleşme gündemini herkese dayattı. Bölgede ABD
emperyalizminin çıkarlarının güvenliğinin artması, İsrail’in resmi düzeyde daha
fazla tanınmasına bağlı.
Ancak bölgenin jeopolitik dengesini alt üst eden iki gelişme
yaşandı. İlki 2011’de NATO öncülüğünde Libya’da başarıyla yürütülen rejim
değişikliği operasyonuna ve 2015’te Rusya’nın Libya’dan çıkarttığı derslerle
Suriye’ye gerçekleştirdiği müdahaleye tanıklık eden süreçte bölgesel ve
jeopolitik dengelerin değişmesiydi. İkincisi ise tıpkı Küba, Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti ve Venezuela gibi İran İslam Cumhuriyeti’nin de onlarca yıldır
uygulanan yaptırımlara direnme becerisi sayesinde bölgede önemli bir politik oyuncu
ve bir yandan da Siyonist yapının bir numaralı düşmanı hâline gelmesiydi.
Lübnan’da faal olan Hizbullah ve Yemen’deki Ensarullah
gibi bölgedeki başka sosyo-politik oluşumlara sunduğu destekle İran politik ve
askeri açıdan iddialı ve güçlü bir konuma geldi. Bu gelişme, Siyonizme karşı
bölge halklarının gerçekleştirdiği ideolojik yürüyüşün niteliğinde önemli bir
değişimin yaşandığının delili. Mukavemet (Direniş) ideolojisini tahkim eden
İran ve Hizbullah, bölge için mezhepçi, dışlayıcı, salt Şiilerin öncülüğünü
tanıyan bir vizyondan uzak durdu. Başka bir ifadeyle, İran ve Hizbullah, ABD
emperyalizminin Sünni gerici güçlerle el ele çalışan Afgan mücahidleri
döneminden beri parayla beslediği saldırıya aynı araçlarla cevap verme hatasına
düşmedi. Bilâkis, Mukavemet, diyalektik bir yaklaşımla, bölgenin Arap birliği yerine
Müslümanların birliği şiarıyla birleşmesi gerektiğini söyleyen tarihsel ve
ideolojik sürekliliği gördü. Geçmişe önsel olarak itiraz etmedi. Bunun yerine,
geçmişle bugünü birleştirip bölgedeki her bir devletin egemenliği hilafına
olacak şekilde, yabancı zalimlerin yürüttükleri maddi ve ideolojik savaşa karşı
koymak adına, bölgenin hem Arap hem de Müslüman kimliğine seslenen yeni bir ideolojik
düzen tesis etti. Seyyid Hasan Nasrallah’ın da bir keresinde ifade ettiği
biçimiyle:
“Amerikan
hegemonyası denilen proje, bağımsız bir devletin, bu anlamda güçlü bir devletin,
halkının çıkarlarını hesaba katan, kaynaklarından istifade eden, onları ve
ekonomisini bizatihi kendisi yöneten, bilim, teknik, kültür ve idare düzleminde
gelişme kaydeden bir devletin varolmasına izin vermiyor. Amerikan hegemonyası
denilen projede bu türden bir devlet yasak.”
Tek kutuplu dünya düzeninin çöküşüne tanık olduğumuz
koşullarda Mukavemet, bölgeye yönelik emperyalist saldırıları güçlü bir biçimde
savuşturan Savunma Ekseni’ni kendi bünyesinde somutluyor. Mukavemet, aynı
zamanda gelecekte bugünden kimsenin beklemediği yeni ittifakların kurulacağı
zemini meydana getiriyor.
Batı kamuoyunda hâkim söyleme dayalı analizler,
Sünni-Şii ayrımı üzerinde duruyor, Suudi Arabistan’ı İran’ın karşısına
çıkartıyor, bölge ve gelecek, bu ayrımlar üzerinden tarif ediliyor, buna
karşın, Çin Halk Cumhuriyeti, 2023’te iki ülke arasında diplomatik bir
anlaşmanın imzalanmasında arabuluculuk yaptı. “İran ve Suudi Arabistan,
gelecekte bölgede birlikte yürürlerse ne olur?” sorusu cevabını arayan yakıcı
bir soru hâline geldi.
Bunun birlikte, gericilik, hâlen daha capcanlı ve
bölgede at koşturuyor. Komprador rejimlerin, bilhassa Ürdün, Mısır ve BAE’deki
rejimlerin ardındaki egemen sınıfların çıkarları hâlen daha ABD’nin öncülük ettiği
emperyalist sermayeyle sıkı bir ilişki içerisinde.
Ancak öte yandan da Aksa Tufanı, bölgedeki gerici
devletlerle halkları arasında, aynı zamanda yeni yeni gelişen çok kutuplu düzen
içerisinde varolan çelişkileri derinleştirdi. BAE, Siyonist yapıyla arasındaki
ilişkileri çoktan normalleştirdi. Suudi Arabistan ise bugün normalleşme süreciyle
ilgili olarak ileride yürüteceği tartışmayı dondurma kararı aldı ve ilk kez mevcut
durum konusunda İran’la birlikte hareket etti.
Bu anlamda, Aksa Tufanı, Hindistan’ı Suudi Arabistan ve
İsrail üzerinden AB’ye bağlamayı öngören, ABD destekli taşımacılık koridorunu
toprağa gömdü. Hindistan, doğal olarak alelacele İsrail’e desteğini sundu, ama ondan
daha güçlü olan BRICS üyeleri, Filistin tarafını desteklediler. Brezilya
dışişleri bakanını telefonla arayan Çin dışişleri bakanı, “Filistin halkına adil
davranılmamasının olayların özünü teşkil ettiğini” söyledi.[14]
Bu türden gelişmeler, bölgeyi “terk edip” Çin’e
odaklanmak isteyen ABD için kötü. Filistinliler, ABD’nin temel çıkarlarına
doğrudan bir darbe indirdiler. Onlar, sadece yeni ve kimsenin beklemediği bir
askeri cephe açmakla kalmadı, ayrıca Küresel Güney’e yeni dünya düzeninin
oluşacağı yolun Filistin’den geçtiğini, ABD’nin elindeki güce karşı
konulmasının şart olduğunu anımsattı.
Ayrıca Aksa Tufanı, gerici güçlerin başta olduğu
rejimlerle halk kitleleri arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi. Kompradorlar
ne tür çıkarlara sahip olurlarsa olsunlar, bu çıkarların hiçbirisi, bölgenin
emekçi halk kitlelerinin çıkarlarıyla örtüşmüyor.
Direniş’in bölge genelinde halk kitlelerinin harekete
geçmesi çağrısı yaptığı sırada Ürdün, rezil bir hamleyle İsrail sınırını
kapattı. Buna karşın insanlar, Filistin’i desteklemek için sınırlara akın
ettiler. Aksa Tufanı, bölgedeki işçi sınıfı bilincinin işçi ve emekçilerin
kaderinin ABD sermayesine, askeri üslerine ve gerici müttefiklerine karşı
verilecek mücadeleye bağlı olduğunu idrak edeceği düzeye yeniden gelmesini
sağladı.
Bu, yavaş yavaş gelişen bir süreç. Aldığı şekil ve
sahip olduğu yoğunluk, zamanla idrak edilecek. Misal, Lübnan’daki
göstericilerin Saida kentindeki McDonalds’a yaptığı saldırı, bölgede ABD
emperyalizminin ideolojik ve maddi biçimlerine karşı geliştirilen kitlesel hareketliliğin
ilk örneklerinden biri. İskenderiye’de iki İsrailli turistin vurularak
öldürülmesi ve İsraillilerin Arap milletinin düşmanı olduğuna dair propaganda,
esasen Mısır devletinin resmi düzeyde yürüttüğü normalleşme çalışmalarına
indirilmiş birer darbe. Demek ki verilen mücadele, salt Gazze’yle ilgili değil
ve sadece orada yürütülmüyor. Mücadele, Kahire, Amman ve Bağdat dâhil tüm Arap
başkentlerinde sürüyor. Bugün Filistin’e örgütlenen mücadele, emekçi halk
kitleleri kendi geleceklerine ve bağımsızlıklarına kavuşsunlar diye veriliyor.
Gazze Adil Bir Gelecek Konusunda Dünyanın Umududur
Böylesi bir bağlamda, 7 Ekim 2023’te Filistinlilerin
gerçekleştirdikleri operasyona bakarken dikkate almamız gereken birkaç husus
vardır.
1. Bu operasyon, Filistinlilerin ABD’nin çöküşte
olduğu bu tarihsel momente tüm kararlılığıyla giriş yapma tarzını ve yolunu
ifade eder. Siyonist yapıya karşı yürütülen kurtuluş savaşı da tıpkı Mukavemet
gibi geçmiş ve bugünü geleceğe bağlamaktadır. 1973’te İsrail’e karşı
gerçekleştirilen Arap Savaşı’nın yapıldığı günü eylem günü olarak seçen Aksa Tufanı,
Filistinlilerin kurtuluş savaşı olarak geçmişte kurulan Arap Birliği fikrini
temel alır, ama aynı zamanda yüzünü geleceğe çevirerek, tüm Araplara, Müslümanlara
ve Hristiyanlara kutsal mekânları ve yerleri savunmaları, onlar için
dövüşmeleri çağrısında bulunur.[15] Aynı zamanda, Aksa Tufanı, sahip olduğu
tarihsel niteliği ve ölçeğine ek olarak, Arap kitleleri Filistin’in kurtuluşu için
verilen mücadeleye çekme ve askeri düzlemde o mücadelede birleştirme becerisini
haizdir. Yukarıda da dile getirildiği biçimiyle, bölgede sahip olduğu çıkarları
ABD öncülüğünde hareket eden sermayeye bağlı olan gerici rejimlerin somut bir
engel olduğu, bölgedeki Irak, Libya ve Suriye gibi Siyonizm karşıtı cumhuriyetleri
harap eden askeri yıkım süreci hatırdan çıkartılmamalıdır. Öte yandan Mukavemet
Ekseni, Filistin’deki müttefiklerinden mahrum kalamaz. Hizbullah, Gazze’de kara
harekâtının başlaması durumunda savaşa gireceği konusunda birçok kez uyarıda
bulunmuştur. Bu, bize tarihin kümülatif, birikimi esas alan bir niteliğe sahip
olduğunu söyler. Bu anlamda Aksa Tufanı denilen olguya salt kurtuluş savaşına
uzanan nihai yol olarak bakılamaz. O, kurtuluş denilen tarlada mahsulün toplanmasını
sağlayacak, 2006’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı elde ettiği askeri zaferle
başlayan sürecin önemli aşamalarından biridir.
2. Siyonist yapı, saldırı karşısında şaşkına döndü. Bölgedeki
teknolojik açıdan en gelişkin orduya sahip olan bu yapı, saldırıya mani olamadı.
Bu, onun önemli bir politik kayıp. Liberal ve muhafazakâr yerleşimcileri
birbirine düşüren toplumsal çelişkilerin arttığı koşullarda Netanyahu, ülkenin
İsrail’in en fazla temsil ettiği şey olan Filistinlilere yönelik soykırım hedefi
etrafında birleşmesini umut ediyor. Bu türden sebeplere bağlı olarak bir dizi
İsrailli siyasetçi, açıktan ikinci Nekbe çağrısı yapıyor, Gazze’yi yeryüzünden
silinmesi üzerinde duruyor. Oysa bu türden soykırım çağrıları, Siyonistlerin
bir tür Pirus zaferi elde ettiğini ortaya koyuyor. Siyonistler, Küresel Güney’e
Batı’nın ve müttefiklerinin hızla, ahlaki ve politik faşizm mertebesine
gerilediğinin delili olarak iş görüyorlar. Aynı zamanda bu türden soykırım
çağrıları başka bir süreçle karşılanabilir. Yani Batı Şeria silâhlanıp ayaklanırsa
ve Gazze’deki örgütlerle birleşirse veya Mukavemet Ekseni, yeni askeri cepheler
açmaya karar verirse, İsrail tümüyle kuşatılmış hâlde bulur kendisini. Siyonist
yapının tüm gücüyle Gazze’ye saldırması, ABD’nin bölgedeki çöküşünün yeni bir
ifadesi aslında. Bu anlamda, eğer eşitlik esası üzerine kurulu bir küresel düzen
inşa etmek isteyen ve savaşı oturup izleyen Rusya, Çin ve Küresel Güney’deki
kimi ülkeler için Filistin, yeni bir sınavı ifade ediyor.
3. Batı’daki sözde solcular, bu diyalektik hareketi
kavrayamıyorlar. Bu solcular, bölgede kavganın İslamî yola saptığı fikrine yanaşmadıkları
gibi, Filistin’de ideolojik açıdan birbirinden farklı direniş güçlerinin
stratejiyi koordineli kılıp Hamas gibilerle ittifaklar kurabildiği gerçeğini
görmezden geliyorlar. Emperyalist kibirleri sebebiyle kör olmuş olan Batı’nın
hızla İsrail’i destekleme denilen o faşist ve bağnaz fikre saplandığı koşullarda
solcu örgütleri tümüyle yönlerini yitirdi. Bu örgütler, büyük bir ümitsizlikle
şiddetin “doğru” miktarını veya türünü aramakla ömür çürütüyorlar, bir yandan
da alelacele savaşın her iki tarafını eşit ölçüde mahkûm etme yoluna
giriyorlar. Yetmiş yıl boyunca Siyonistlerin Filistinlilere uyguladığı şiddeti,
bölgeye attığı bombaları normalleştirip destekledikten sonra Batı, bu tarihsel
konjonktürde Filistin’in müttefiki olma imkânını kaybediyor. Bu noktada akla şu
soru geliyor: Batı solu, onca itirazına rağmen, ABD’nin veya NATO’nun öncülüğünde
bölgeye atılan bombalara hiç mani olabildi mi? Bu kritik tarihsel momentte Batı
soluna, Gazze’nin ve Filistin için verilen mücadelenin insanlığın daha iyi bir
dünya kurması konusunda umudu olduğunu anımsatmak gerekiyor.
Son birkaç gün, Batı’nın sivil kurumlarının, eğitim kuruluşlarının
ve medyasının ülkelerindeki askeri ve güvenlik aygıtlarıyla el ele nasıl
çalıştığını ortaya koydu. Tüm bu kurum ve kuruluşlar, egemen sınıfların
çıkarlarını korumak için var.
Artık Batı solunun birçok cephede harekete geçmesinin
vaktidir. Sol, kısa ve uzun vadede:
1. Egemen sınıflarının Siyonist yapıya soykırım
konusunda sunduğu desteğe karşı koymalı;
2. Eşitlik üzerine kurulu alternatif bir dünya
düzeninin yaratılmasında Güney’i birleştirecek politik bir seçenek
sunabilmelidir.
FHKC liderlerinden, Filistinli yazar Gassan Kenefani’nin
o ünlü sözüyle:
“Filistin
davası, sadece Filistinlileri değil ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin
davasına sahip çıkan her devrimcinin davasıdır.”
Aksa Tufanı, içinde olduğumuz, tarihsel açıdan önemli
olan dönemin somut bir ifadesidir. Bu eylemle Filistinli, Arap ve Müslüman halk
kitleleri sahneye çıkmaya ve dünyaya hiçbir gücün kendilerini tarihin dışına atamayacağını
haykırmaya karar verdiler. Onlar, dünyada yaşayanların büyük çoğunluğu için eşit
bir dünya kurulsun diye verilen mücadeleye katılmaya hazırlar. Peki siz
hazır mısınız?
Hassan Harb
15 Ekim 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1]
Bkz.: Arghiri Emmanuel, Unequal Exchange: A Study of the
Imperialism of Trade (New York: Monthly Review Press, 1972); Samir Amin, Unequal
Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism (New
York: Monthly Review Press, 1976); Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik, A Theory
of Imperialism (New York: Columbia University Press, 2016).
[2]
Ali Kadri, Imperialism with Reference to Syria (Singapore:
Springer, 2019).
[3]
Anouar Abdel-Malek, Social Dialectics: Nation and
Revolution (Albany: SUNY Press, 1981).
[4]
Joyce Kolko ve Gabriel Kolko, The Limits of Power:
The World and United States Foreign Policy, 1945-1954 (New York: Harper
& Row, 1972).
[5]
Joyce Kolko ve Gabriel Kolko, The Limits of Power,
s. 12.
[6]
Domenico Losurdo, Il marxismo occidentale. Come
nacque, come morì, come può rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl
Öldü, Yeniden Nasıl Doğabilir?”] (Bari: Laterza, 2017).
[7]
Brandon Wolfe-Hunnicutt, The Paranoid Style in American
Diplomacy: Oil and Arab Nationalism in Iraq (Stanford: Stanford University
Press, 2021).
[8]
Seif Dana, “The Setback 49: The Dialectic of
Neoliberalism and War”, 2016, Hadf.
[9]
Sheila Ryan, “Israeli Economic Policy in the Occupied
Areas: Foundations of a New Imperialism.” MERIP Reports (1974) 24, s.
3-28, s. 6.
[10]
Congressional Research Service, “US Foreign Aid to
Israel”, 2023, SGP.
[11]
Soula Avramidis, ‘Iraq’s Constitution: The Dream of
“New Imperialism”’, Monthly Review, 2005, MR.
[12]
Patrick Higgins, “Gunning for Damascus: The US war on
the Syrian Arab Republic.” Middle East Critique 32(3).
[13]
Max Ajl “Robert Vitalis, Oilcraft: The Myths and
Scarcity that Haunts U.S. Energy Policy.” Journal of Labor and Society 24(1):
252-260. 2021.
[14]
Yukio Tajima, “China calls lack of justice for
Palestinians 'crux' of conflict”, 13 Ekim 2023, Nikkei.
[15] Hamas, “Statement for the People”, Resistance News Network, 9 Ekim 2023.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder