Birinci
Doğu Halkları Kurultayı, yeni döneme girildiği o önemli eşikte, Bolşevik dış
politikası açısından belirleyici olan momentte örgütlendi. Bu tarihsel kavşakta
Sovyet dış politikası umutla moral bozukluğu, devrimci coşku ile taviz
anlayışı, özetle devrimle reform arasında salınmaktaydı.
Peki
bu kurultay neden örgütlendi? Örgütlenmesi tarihsel bir zorunluluk muydu? Onu
gerekli kılan, dünya devrimi miydi? Yoksa Hilferding’in iddia ettiği biçimiyle,
“sadece ben güç olayım” politikası (dünyanın fethi) düzleminde büyük kapitalist
güçlere karşı girişilen basit bir kavganın ürünü müydü? Kurultay, Sovyet dış
politikasının planlanmasına dönük çabaları ve bu politikanın gelişimini ne
yönden etkiledi?
Bu
sorulara cevap verebilmek için öncelikle Bakû Kurultayı’nı ve örgütlenme
sürecini, son olarak da Sovyet dış politikasının bugüne dek uzanan gelişim
sürecini incelemek gerekiyor.
Bakû
Kurultayı ve Örgütlenme Süreci
Çalışmalarında
kurultayı inceleyip tartışan birçok tarihçi, Komünist Enternasyonal İcra
Komitesi’nin açıklamasına bakıp kurultayın toplanma kararının bu komiteye ait
olduğunu söylüyor. Fransızca olan hâlinde tarih yokken, Almancasında 29 Haziran
1920 olarak tarihlendirilmiş olan, “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin köleleştirilmiş
halk kitlelerine yapılan çağrı”nın altına sadece Komünist
Enternasyonal İcra Komitesi üyeleri değil, Komintern’in ikinci kongresine davet
edilmiş olan Batılı komünist partilerin delegeleri de imza attı (metni Doğulu
delegeler imzalamadı). Fransızca versiyonunda kurultayın 15 Ağustos’ta
toplanacağından bahsedilirken, Almanca versiyonunda toplantının 1 Eylül 1920’de
gerçekleştirileceği söyleniyor.
Sovyet
tarihçi Sorkin “kurultay çağrısında kurultayın 1 Eylül 1920’de toplanacağından
bahsedildiğini” söylüyor, ama bir yandan da kurultayı örgütlemekle yükümlü
idari kurulun gerçekleştirdiği ilk toplantıda kurultayın 15 değil, 25
Ağustos’ta başlaması talebini Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’ne
iletilmesi kararının alındığından bahsediyor. Yani 19 Temmuz 1920’de Serciyo
Orjonikidze’nin Bakû gazetesi Kommunist’te [“Komünist”] yer alan kısa
açıklamasında da teyit edildiği biçimiyle, ilk başta kurultayın 15 Ağustos’ta
düzenlenmesine karar verilmiş.
Kurultayın
açılış gününün 1 Eylül’e ertelenmesinin sebebi, hiçbir resmi kaynakta dile
getirilmiyor. Ancak, kurultaya katılan bir Hintli delege, İngiliz makamlarına
gönderdiği gizli bir raporda ertelemenin sebebinin Kızıl Ordu’nun Polonya
cephesinde yüzleştiği güçlükler ve şehirdeki işçilerde açığa çıkan hoşnutsuzluk
olduğunu söylüyor. İşçiler, Bakû Kurultayı’nın düzenlenmesine içinde
bulundukları ekonomik durum sebebiyle karşı çıkıyorlar.
Batılı
partilere mensup delegeler, kurultayın toplanması kararında olduğu gibi,
çalışmanın örgütlenmesi sürecinde de pek bir ağırlığa sahip değiller. Hiçbir
yetkisi olmayan Batılı delegelerin önemli bir bölümü, kurultayın toplandığı
şehre varma imkânı bile bulamıyor. Ne olursa olsun, ikinci kongre daha
toplanmadan alelacele bir karara varmaları gerçekten şaşırtıcı. Dolayısıyla,
kurultay fikri Batılı delegelere ait olamaz. Zaten karar, 29 Haziran 1920’de
toplanan Halk Komiserleri Konseyi’ne ait. Kurultayın toplanmasını ise bizzat
Lenin istiyor ve bu isteğini Orjonikidze’ye gönderdiği “her şeyin acil ve
şifreli olarak aktarıldığı” bir telgrafta dile getiriyor. O telgrafta Lenin,
ayrıca Orjokinidze’yi “Zinovyev’in kendisine uluslararası planda önem arz eden
bir görev vereceği konusunda” bilgilendiriyor.
Mikoyan
da hatıratında, “Bakû Kurultayı’nın Komintern İcra Komitesi ve Haziran 1920’de
Moskova’da düzenlenen Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’ne katılıp şehirde
kalan delegeler tarafından örgütlendiğini” söylüyor. Fakat Mikoyan, devamında
şu tespitini aktarıyor:
“Komünist Parti (b) İcra
Komitesi ve Komintern İcra Komitesi, Doğu halklarına bir dizi ülke adına
çağrıda bulunacak İdari Kurul’u meydana getirdi ve bu komitelerin tüm Doğu
ülkelerinden gelecek işçi temsilcileriyle birlikte bir kurultay düzenlemesi
gerektiğini söyledi.”
Bu
alıntının devamında, kurultay çağrısının Batılı partilere mensup delegelere
değil, bu idari kurula ait olduğu iddiasına yer veriliyor. İlginç bir yaklaşım
dâhilinde İran, Türkiye ve Ermenistan işçilerine hitaben kaleme alınmış olan çağrıyla
toplanan kurultayın kapsamı sonrasında Asya’daki tüm etnik grupları içerecek
şekilde genişletiliyor.
Bu
kararın üçüncü versiyonuna Sovyet tarihçi Sorkin’in çalışmasında rastlıyoruz:
“Haziran 1920’nin sonunda,
Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin gerçekleştirdiği toplantıda
Komintern’in ikinci kongresine gelmiş olan delegelerle birlikte Doğu Halkları
Kurultayı’nın toplanmasına karar verildi.”
Kurultay
kararı öncelikle Lenin’e ait. Kurultayı esas olarak kimin örgütleyeceğine de o
karar veriyor. Öte yandan, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin 20 Eylül
1920 tarihli toplantısına sunduğu raporunda Zinovyev de kurultayın icra
komitesince toplandığını söylüyor, ama Rus Bolşevik partisinin merkez
komitesinin aldığı inisiyatiften nedense söz etmiyor.
Kurultayın
toplanması kararının kaynağına ilişkin bu detaylı inceleme önemli, çünkü
görünüşe göre bu acele karar, o dönemde Sovyet heyeti başkanı Krasin ile
İngiliz heyeti arasında Londra’da süren, ticaret anlaşması ile ilgili
müzakerelerle bağlantılı.
Kurultayın
örgütlenme süreciyle ilgili olarak Orjokinidze ve Stasova, Doğu Sorunu
konusunda deneyimi olan Bolşevikleri seçiyor. Bu sebeple, Mikoyan, Neriman
Nerimanov ve Said Galiyev “Orgbüro” içerisinde görevlendiriliyor. Bu örgütlenme
bürosunun ilk toplantısında kurultaya katılacak delegelerin İran, Türkiye, Ermenistan,
Gürcistan, Azerbaycan, Türkistan, Hive, Buhara, Afganistan gibi hem Sovyet
toprağında yaşayan hem de yaşamayan milletlerden seçilmesi gerektiğine karar
veriliyor.
Sorkin’in
aktardığına göre, bu örgütlenme bürosunun bir sonraki toplantısında “Nerimanov,
A. I. Mikoyan, E. D. Stasova, G. K. Orjokinidze, Mustafa Suphi, M. D. Hüseyinov,
A. G. Karayev gibi yoldaşlar hazır bulunuyor.” Bir dizi toplantı yapan
örgütlenme bürosu, delegelerin katılımıyla ilgili kuralları belirliyor.
Hakkında çok fazla şey bilmediğimiz bu kararlar içerisinde sadece bir kararı
net olarak biliyoruz, o da “kurultaya sadece komünistlerin değil, milliyetçi
devrimci örgütlerin temsilcilerinin ve Doğu ülkelerinde faal olan
antiemperyalizm eğilimli, parti dışı kişilerin de çağrılması” ile ilgili. Bu
anlamda, kurultay çağrısının sadece Doğu’nun “köleleştirilmiş” halklarına
yönelik olmadığı görülüyor. Stasova, Mustafa Suphi ve Hintli temsilci Muherci
gibi devrimcilerin yanında, bir de kurultaya tesadüfen katılmış, hiçbir
hazırlık yapmadan şehre gelen, partili hareketin dışında duran, ama
antiemperyalist olan kişilerden söz ediyor. Stasov ayrıca, Bakû’ye yaptıkları
yolculuğu ticaret yapmak için kullanan, şehre gelip halı, deri mamuller satan
hanlardan ve beylerden bahsediyor.
Sorkin
gibi Sovyet tarihçilerinin örgütlenme bürosunun delegelerin seçimiyle ilgili
belirlediği ölçütlere karşı çıktığı gerçeğini dikkate aldığımızda ve
Stasova’nın hatıratında aktarılanlar üzerinde durduğumuzda, buradan “parti dışı
antiemperyalistler” konusunda kurallara katı bir biçimde uyulmadığı sonucuna
ulaşabiliriz. Zira kurultayda ana hedef, kapitalist Batı’yı paniğe sürüklemek
adına, mümkün olan en büyük kitleyi toparlamak.
Bunun
yanında, Geylan şehrinde faal olan antiemperyalist halk hareketi Cengeli hareketinin
lideri Mirza Küçük Han gibi devrimci demokratların, onca şöhretine rağmen
kurultaya davet edilmemesi, ama öte yandan Enver Paşa gibi Alman
emperyalizmiyle işbirliği içerisinde hareket eden isimlerin kurultayda hazır
bulunması üzerinde durmak gerekiyor. Ayrıca kurultaya katılan delege sayısının
net olmadığını belirtmek gerek. Fransızca ve Rusça olarak yayımlanan resmi
rapora göre, kurultayda 37 milletten 1.891 delege bulunuyor. Bunların 1.273’ü
komünist, geri kalanı ise partisiz.
Kurultaya
katılan ve milliyetini belirtenlerin toplam sayısı 1.257. geri kalan 266 kişi
milliyetini belirtmemiş. Formu dolduramayanların sayısı ise yüzün üzerinde.
Dolayısıyla, 360 kişinin kim oldukları bilinmiyor. Resmi rapor, ayrıca
kurultaya 55 kadının katıldığını söylüyor.
Komintern
İcra Komitesi’ne sunduğu 20 Eylül 1920 tarihli raporunda Zinovyev, “partisizler
grubunun partiler grubundan daha büyük olduğunu” söylüyor. Sorkin ise kurultaya
ait, henüz yayımlanmamış olan belgeler üzerinden, bize katılımcıların
dağılımını şu şekilde aktarıyor:
“Delegeler listesinde
2.050 isim var. Taslaklar da aynı sayıyı veriyor. Bakû’de çıkan Kommunist
gazetesi kurultayın başlarında 1.891 delegenin bulunduğunu söylerken,
kurultayın sonuçlarını ele alan baş makalede oturumlar süresince yaklaşık 2.000
delegenin hep birlikte karar aldığını ifade ediyor. […] Partinin
değerlendirmesinde 1.926 delege siyasi görüşlerine göre şu şekilde tasnif
edilmiş: 1.071 komünist, 334 sempatizan, 1 sol sosyalist devrimci, 1 anarşist,
11 Komünist Bund üyesi ve 9 İranlı devrimci.”
Sorkin,
ayrıca katılımcıların toplumsal konumlarını da aktarıyor: 576 işçi, 495 köylü,
437 aydın. Mesleğini belirtmeyenlerin sayısı ise 542. Öte yandan Sorkin,
kurultayın milliyet temelli bileşimini resmi yayınlardan farklı aktarıyor. Buna
göre, kurultaya katılanların 469’u Azerbaycanlı, 202’si Gürcü, 131’i Ermeni,
105’i Türk, 85’i Kırgız, 40’ı Afgan, 20’si Tatar, 14’ü Hintli, 14’ü Hiveli,
13’ü Başkırtistanlı, 8’i Kırımlı, 8’i Kalmuk Cumhuriyeti’nden, 7’si ise Çinli.
Sorkin devamında, “kurultay çalışmalarına komünist partilerin temsilcilerinin
yanında, aralarında Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’da faal olan
komünist örgütlerin de bulunduğu Komünist Balkan Federasyonu’na mensup
örgütlerin, ayrıca Avusturya, Büyük Britanya, Macaristan, Hollanda, İspanya,
ABD, Fransa ve Japonya’da çalışan örgütlerin temsilcilerinin de katıldığını”
söylüyor.
Kurultay
verilerine dair uyumsuzluklar, büyük ölçüde Bolşevik liderliğin kurultaya
katılım ölçütlerini açık biçimde belirlememiş olmasından kaynaklanıyor.
Stasova’nın
“kurultayın gerçekleştirildiği zor ve özel koşullar”la ilgili tespitini İngiliz
İstihbarat Bürosu’nun raporları da teyit ediyor. Her ne kadar kuşkuyla ele
alınması gerekse de bir muhbirin büroya gönderdiği rapora göre, “İranlı
katılımcıların hepsi Enzeli şehrinde ikamet ediyordu ve bunların büyük bölümü
rastgele, sokaktan seçilmişti. Bu isimlere Bakû’de hangi İran şehirlerini
temsil ettikleri söylenmişti.” Bu iddia doğru mu yanlış mı bilmiyoruz, ama
kesin olan şu ki kurultaya katılım için herhangi bir ölçüt belirlenmemişti ve
görünüşe göre, elde edilmek istenen ana sonuç, her şeyden önce kurultayı mümkün
olduğu ölçüde dikkat çekici ve görkemli kılmaktı.
Şimdi
de kurultayda milliyetle ilgili olarak oluşan tabloyu inceleyelim. Kurultayda “milliyet”
terimi biraz muğlâk bir biçimde kullanılmış. “Sartlar, Hazarlar, İnguşlar gibi
kabileleri milliyet mi sayacağız?”, “Hangi ölçütleri tatbik edeceğiz?”, “Lenin’in
parametreleri mi, Stalin’in parametreleri mi yoksa başka tipte Marksist
parametreler mi kullanılacak?” soruları cevapsız bırakılmış.
“Milliyetler”deki
çeşitliliği incelediğimizde, Ruslar, Lehler, Türkler ve İranlılar için de Hazarlar,
Abhazlar ve Cemşidiler gibi kabileler için de aynı Marksist tanım kullanılmış. Her
bir milliyete mensup delegelerin sayısını belirlerken kullanılan ölçüt de net
değil. Milliyete mensup halkın toplam nüfusunun ölçüt olarak belirlenmediği
açık, zira çok büyük bir nüfusa sahip olan Çin, Kürtlerle aynı sayıda delegeyle
temsil edilmişler. Kurultayda 12 Hintli katılımcı varken, küçük bir kabile olan
Sangidilerin 14 temsilcisi var. Öte yandan, görüldüğü kadarıyla, komünist parti
üyesi olma şartı da getirilmemiş. “Milliyetçi burjuva” örgütler karşısında
komünist partililer nispeten güçsüz bir konumda.
Kurultayda
Taciklerin 61 delegesi varken, sosyalizm mücadelesi konusunda daha köklü bir
geçmişe sahip olan Gürcülerinki bunun yaklaşık iki katı. Ayrıca komünist partililerin
hangi partileri temsilen kurultayda bulunduğu biliniyor, ama komünist partili
olmayanların hangi örgütleri temsil ettikleri konusunda elde herhangi bir bilgi
bulunmuyor.
Sovyet
tarihçi Sorkin bile “milliyetçi” örgütlerin önemli bir bölümünün kurultayda
temsil edilmediğini düşünüyor. Ayrıca kurultay için teşkil edilen konseyde
belirli ülkeleri temsil eden kişilerin esasında o ülkelerle bir alakası bulunmadıkları
görülüyor. En dikkat çekici örnek, Afgan komünistleri temsil eden Ağazade, diğeri
de Türkistanlı komünistleri temsil eden Karayev. Esasında o dönemde Afganistan’da
komünist hareket yok. Ağazade, aslında Bakû’de işçilik yapan İranlı bir
komünist. Karayev ise Himmet partisine mensup, militan bir Kafkasyalı. Karayev’in
Türkistan komünistleri temsilcisi yapılmasının nedeni, Bolşevik liderlerin ne
Türkistanlı güvenilir bir Rus komünisti ne de güvenilir bir Müslüman (Rus
olmayan) komünist bulamamış olması. Ayrıca Taksim Bahari’nin aslen Anadolulu
olması muhtemel.
Bunun
dışında, Enver Paşa, İbrahim Tali ve Bahaddin Şakir gibi ünlü şahsiyetlerin
katılımı da önemli sorunlara yol açıyor. Bu isimlerin kurultaya katılımları,
esasen Komintern’in ikinci kongresinde Millet ve Sömürgeler Komisyonu’na
delegelerin önerdiği ve savunduğu ilkelerle çelişiyor. Bakû Kurultayı’ndaki varlığına
dair bir gerekçe sunmak adına Zinovyev, St. Petersburg Sovyeti’nde yaptığı konuşmada
şunları söylüyor:
“Emperyalist savaşta Türk silâhlı
kuvvetlerinin başında genelkurmay başkanı olarak bulunmuş olan isim, Bakû
Kurultayı’na katıldı. Kendisi, kurultayda Komünist Enternasyonal’in samimi bir yandaşı
olduğunu beyan etti. Ama biz, gene de kurultay katılımcılarını bu türden
döneklerle ilişkilerinde dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyardık (gelgelelim,
kurultay tutanaklarında bu türden bir uyarıya rastlanmıyor -HŞ.). Enver
Paşa ve adamlarının samimi olma ihtimali yok. Batı burjuvazinin bölüp parçaladığı
ülkesi için hiçbir çözüm sunamayan bu adamlar, bize koruma sağlamamız için
geldiler. Bu da kurultayın gücünü ve önemini bir kez daha teyit ediyor.”
Bu
açıklama üzerinden akla şu soru geliyor. Peki o zaman Enver gibi “dönekler” ve Kemal
Paşa’nın temsilcileri kurultaya neden davet edildiler? Birçok ismin, bilhassa komünistlerin
bu isimlerin kurultayın merkezinde durmasına açıktan itiraz ettiği görülüyor. Buna
karşın, Enver Paşa, Komintern İcra Komitesi’nin önde gelen yetkililerinin
yardımıyla, tıpkı Zinovyev gibi, kurultaya katılma imkânı buluyor. Fakat Zinovyev’in
kontrol edemediği, güçlü ve öngörülemeyen bir muhalefet açığa çıkıyor ve Enver’in
sesi kesiliyor. Aslında Enver’in kurultaydaki varlığı, Lenin’in Sovyet Rusya’nın
Doğu ülkelerindeki “demokratik burjuvazi”yle ittifak kurması ve onu
desteklemesi gerektiğiyle ilgili tezinin ilk tatbikinin sonucu. Ortaya ne tür
bir sonuç çıkartırsa çıkartsın, Bakû Kurultayı, Sovyet hükümetinin bugüne dek uyguladığı
politikanın önemli bir eşiğini ifade ediyor.
Ne
Sultanzade gibi doğulu bir komünistin teorilerini ne Roy’un politikasını ne de
Lenin’in Komintern’in ikinci kongresinde değiştirilen politikasını uygulayan
Sovyetler, Lenin’in İkinci Enternasyonal’in 1907 yılında Stuttgart’ta düzenlediği
kongrede Karl Kautsky’nin başını çektiği sol kanadın savunduğu fikirlere
dayanan, Ekim öncesinde geliştirdiği politikayı uygulamaya koydu. Bu politika,
aynı zamanda Engels’in İtalyan sosyalistlerine önerdiği, ne emperyalist
devletlerde ne de sömürgelerde yaşanan muazzam değişiklikleri dikkate almayan
politikasıydı. Sovyet devleti, Lenin döneminde bile devrimci teoriler yerine,
Kemalist Türkiye, Rıza Han’ın İran’ı ve Çang Kay Şek’in Çin’i gibi reformist “milli”
devletleri desteklemeyi tercih etti. Devrimci teori terk edildi, onun yerine “uzlaşmacı”
pratik, yani “barış içinde bir arada yaşama” siyaseti savunuldu. Bu savunu,
bizatihi Doğu ile Batı, emperyalist ülkelerle sömürgeler arasındaki diyalektik
karşılık bağımlılık ilişkisinin tarihsel önemini ihmal eden yanlış analizin bir
sonucuydu.
Tabii
bu siyasetin de meşrulaştırılması, Lenin ve teorilerinin “yeniden tanımlanması”
gerekiyordu. Bu politikayı ilk uygulayan kişi olan Çiçerin, politikayı şu
şekilde formüle etmekteydi:
“Doğu’yu emperyalist
düşmanlarına karşı verdiği kavgada onu sadece manevi değil, maddi düzlemde de
güçlendirebilmemiz için bizim Doğu ülkelerindeki ekonomik gelişmenin ve bu
ülkelerdeki güçlü milli burjuvazinin varlığının yabancı emperyalizmini ülkelerden
ayrılmaya mecbur edecek koşulları yaratacağı gerçeğini dikkate almamız
gerekiyor. Güçlü burjuvazinin krala, padişaha, sultana, ayrıca feodalizm
kalıntılarına galebe çaldığı koşullarda, ortaya her yönden gelecek saldırılara
anında direnç geliştirebilecek kompakt bir milli devlet organizması çıktı.
Nihayetinde bu güçlü burjuvazinin teşvikiyle üretici güçler gelişiyor ve
gelişme dâhilinde, sınıf mücadelesi üzerinden komünist rejim tesis edilecek.
Bu gerçeği dikkate alan
politikamız, ta başından beri, Doğu ülkelerinde burjuvazinin ortaya çıkacağı ve
bilinçleneceği, sonuçta İngiliz kapitalistleri ve diğer ülkelerin
kapitalistlerinin emperyalist açgözlülüklerine karşı sağlam bir duvar örebilecek
bir güç hâline geleceği, neticede o emperyalistlere karşı verdiğimiz mücadelede
bize yardım edeceği sürecin hızlandırılması görevini üstlendi.
Politik düzlemde milliyetçi
hareketlere ve örgütlere sunduğumuz destek, bu görevi üstlenmiş olmamızın bir
yansıması. Ekonomi düzleminde ise bu görev dâhilinde, belirli bir ticaret
politikası belirledik ve bu politika, Doğu’ya farklı Batı’ya farklı yaklaşıyor.
Örneğin Doğu’ya belirli koşullar dâhilinde, ithalat ve ihracat serbestiyeti
sunuyoruz. Daha da özelde ise İran’a geçiş hakkı sağlıyoruz, yani bu ülkenin
dünya pazarlarına ulaşabilmesi için topraklarımızı kullanmasına izin veriyoruz
ki bu, esasen bu zamana kadar tüm çarların hiçbir vakit sunmadığı bir imtiyaz. Ayrıca
doğulu tüccarlara fuarlarımıza gelsinler diye, gümrük vergileri, döviz ve mal
ihracı gibi konularla ilgili belirli haklar tanıyoruz. Keşke daha zengin olsaydık
da Doğu ülkelerine sanayilerini geliştirmeleri, kara ve demir yolları inşa etmeleri
konusunda yardım edebilseydik, bu ülkelere öğretmenler ve uzmanlar
gönderebilseydik. Mevcut koşullarda tüm bu yardımları yapan diğer devletlere
mani olmadığımız gibi, mümkün olduğu noktada doğulu devletler lehine olacak şekilde
aracı olup bu işlerin hızlanması için gerekli her türden aracı devreye
sokuyoruz.
Diyalektik düşünemeyen
insanlar, hiç şüphe yok ki devletin yüzünü burjuvaziye dönmesi gerektiğini
söyleyen bu türden bir politikayı komünizmin ilkelerine ihanet olarak değerlendirecektir.
Tam da bu sebeple, geçmişte Narodnikler (halkçılar) Rusya’nın ilk Marksistlerini
Rusya’nın toplumsal-ekonomik açıdan kapitalizme doğru gelişmesi fikrinden yana
durdukları, obşçinaların (komünlerin) varlığı ile ilgili eskiden kalma
yanılsamaların ortadan kaldırılmasını istedikleri ve kapitalizme uzanan yolun
temizlenmesi gerektiğini söyledikleri için sosyalizme ihanet etmekle
suçladılar. O günlerde tüm sinsilikleriyle bu kişiler, ‘kendiniz için küçük
işletmeler açmanın veya Bay Sermaye’nin muhasebesini tutmanın nesi kötü?’ diye
soruyorlardı.
Bu anlamda, analoji
düzleminde Doğu Sorunu’na da buradan bakabiliriz. Doğu’da hem çürümüş olan
feodal aristokrasinin yerini alan hem de kendisini emperyalizme karşı verilen
milli mücadelenin lideri olarak takdim eden burjuvazi ilerici bir sınıftır.
Onun yolunu her şekilde açmalıyız, ama bizim onun saflarında yerimiz olamaz. Komünistler
olarak biz, tarihte hep görüldüğü ve yaşandığı üzere, her aşamada yabancı emperyalistlerle
uzlaşan ve onlardan korkan burjuva sınıfı öncülük ediyor olsa bile milli
mücadelenin içinden tıpkı o burjuva sınıfı gibi çıkan proletaryayı bir araya getirip
örgütleyeceğiz. Milli mücadelenin başarısı için gerekli koşulların sınıf
mücadelesinin elde edeceği başarının koşullarını da yarattığını biliyoruz. Hangi
kılıf ve hangi bayrak altında yürütülüyor olursa olsun, emperyalistlere karşı
mücadelenin varlık mücadelemizin ayrılmaz parçası olduğunu, bu mücadelenin
ezilen ve sömürülen halk kitleleri için de zaruri olduğunu söylemeye bile gerek
yok.”
“Tek
ülkede sosyalizm” olarak teorize edilen Sovyet pratiği, kendi mantığını da
dayattı. Bu mantık, artık dünya devrimini değil, tüm makul yollardan Sovyet devletinin
dünyayı fethetmesini öngörüyordu. Bu fetih, ya Çin ve Vietnam’da olduğu gibi,
komünistlerin öncülük ettiği bölgesel veya milli devrimlerle ya Çekoslovakya’da
yaşandığı üzere askeri darbeyle ya Angola ve Mozambik’te yaşandığı gibi,
komünist olmayan kişilerin öncülük ettiği milli hareketlerin barışçıl araçlarla
iktidara gelmesiyle ya Çang Kay Şek’in Çin’inde, Kemal’in Türkiye’sinde, Nasır’ın
Mısır’ında, Pehleviler’in İran’ında, generallerin başta olduğu Arjantin’de vs.
yaşandığı biçimiyle, baskıcı ve gerici olan “milliyetçi” hükümetlere dostane
yardımlar eliyle ya da Çekoslovakya ve Afganistan’da görüldüğü üzere, açık
askeri işgal yoluyla gerçekleşecekti.
O
gösterişli hâline rağmen, Bakû Kurultayı’nın net bir amacı vardı ve bu amaç,
giderek güç kazanan Sovyet devleti olarak sahneye çıkan gücün dünya ile ilgili
geliştirdiği siyasetin genel çerçevesine uygun düşüyordu.
Bugün
kimi Avrupamerkezcilerin iddiasının aksine, Bakû Kurultayı’nın ne Bolşeviklerin
1920 yazında Varşova’ya yaptığı saldırıyla ne Macar Komünü’nün ezilmesiyle ne
de 1919’da Alman devriminin yaşadığı başarısızlıkla bir alakası vardı. Aslında
Bakû Kurultayı’nın amacı, Batılı emperyalistleri onların zarar görme
ihtimalleri bulunan Doğu’daki tehdidi büyütmek suretiyle sakinleştirmek, İngiltere-Sovyetler
arasında imza edilecek ticaret anlaşması ile ilgili yürütülen müzakerelerde
elde edilebilecek en büyük avantaja kavuşmak ve Doğu’nun Sovyetler’e müttefik
olmasını sağlamaktı.
Hüsrev Şakiri
[Kaynak: Central Asian Survey 2/2, 1983; “Congrès des Peuples de l‟Orient, Bakou, September 1920,” L’Expérience soviétique et le Problème National dans le Monde, 1920-1939, Paris, 1979.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder