Büyük
Yunanistan hayali suya düştü. Kral Konstantin, “kendisine sadık tebaasının
istekleri ve canından çok sevdiği Yunanistan’ın iyiliği için”, zarif bir
hamleyle, tahttan çekildi.
Venizelos,
henüz dizginleri ele geçirdiğini cümle âleme duyurmuş değil, onun perde
gerisinden ipleri çekiştirip durduğunu biliyoruz. Venizelos, sık sık
gerçekleştirdiği ziyaretlerle, Manş Denizi’nin iki yakasındaki dışişleri
bakanlıklarının sürekli çalışmasını sağlıyor, her ziyaretinde yeni ve kimsenin
bilmediği, sır gibi saklanan öneriler sunuyor. Bu kurnaz Giritli, Büyük
Yunanistan hayalini canlı tutmak için zaruri olan ordunun desteğini güvence
altına almadan ülkeyi kurtarma görevini üstelenecekmiş gibi görünmüyor. Baş
düşmanı Tino’nun ikinci kez koltuğundan olduğu günün ertesi Atina’ya dönmemiş
olmasının sebebi, Venizelos’un Downing Caddesi’nin (İngiliz Maliye
Bakanlığı’nın) kayıtsız şartsız sunduğu destek vaadini heybesine henüz
koyamamış olmasıydı.
Türk
ordusu öyle büyük bir zafer elde etti ki İngiliz hükümeti, barbar Türkleri
Avrupa’nın dışında tutmak için Yunan halkının “o kararlılıkla yürüttüğü büyük
kavgası”na öncülük etme görevini Venizelos’a vermeden önce iki kez düşünmek
zorunda kaldı. Zafer, İngiliz emperyalizminin zerre endişeye kapılmadan risk
almasına imkân vermeyecek, alabildiğine ciddi ve ağır olasılıkları gündeme
getirebilirdi. Ama o tahtta oturan rakibinden farklı olarak Venizelos, neyse ki
her iki kampta da dostlara sahipti. Hem Fransız dışişleri tarafından korunan,
hem de Osmanlı’da Muğlalı bir Rum ailenin içine doğmuş, İngiliz yanlısı silâh
tüccarı Sör Basil Zaharoff’un oluşturduğu zemin üzerinden Lloyd
George-Churchill kliğinin güvendiği bir isimdi. Bu anlamda, Venizelos oyununu,
Fransızların antipatisini kazanmış, bunun çilesini çeken Kral Konstantin’e
kıyasla, daha avantajlı bir konum üzerinden oynama imkânına sahipti.
Fransızlar,
Yunan emperyalizmine sundukları desteği tümüyle çekmesinler diye Kral
Konstantin tahtından inmek zorunda kaldı. “Büyük” Yunanistan kral baştayken,
ancak İngilizlerin desteğine güvenebilirdi, Venizelos idaresinde ise Büyük
Yunanistan, Manş Denizi’nin iki yakasındaki rakip devletlere bel bağlamak
zorundaydı. Venizelos, işte tam da bu oyunu oynuyor. 21 Eylül tarihli Ortak
Müttefikler’e ait nota, Venizelos’un bu oyunda yürüttüğü diplomasinin en
azından kısmi bir başarı elde ettiğini ortaya koyuyor. Fransız maliyesi ile
İngiliz maliyesi arasındaki rekabet, Sovyet Rusya’nın Türkiye’nin arkasında
karaltı içerisinde de olsa durduğu koşullarda, görünen o ki henüz o kadar
sertleşmiş değil. Kemalist ordunun arkasındaki o gözle görünmeyen gücün Milliyetçi
Türkiye’nin koruyucusu rolünü üstlenmek suretiyle Yakındoğu’yu tekeline alma
arzusunda olan Fransız başkentinde korkuya yol açtığı görülüyor. Sovyet
Rusya’nın dikkatlerini İngiltere yerine İstanbul’a odaklaması, esasen
Fransa’nın kabul edebileceği bir ihtimal değil. Bu sebeple, Fransa tereddütlü
bir tavır içerisinde, tam da bu sebeple, Fransız diplomat M. Franklin Bouillon,
Kemal’e Fransız hükümetinin kendisiyle nereye kadar yürüyebileceğini söylemek
için aniden Ankara’ya gidiyor.
Yunan
güçleri tümüyle demoralize olmuşlar; İstanbul Boğazı’nın Asya tarafında bulunan
İngiliz askerlerinin Türklerin ilerleyişine karşı koyacak güçleri yok. Ankara
ordusunun yürüdüğü yol, pratikte İstanbul’a kadar açık. Buna karşın, Mustafa
Kemal, ilerleyişin durdurulması çağrısında bulunmak ve hasımlarıyla müzakere
etme konusunda istekli olduğunu beyan etmek zorunda kaldı. Oysa Mustafa Kemal,
bir general olarak, askerin ilerleyişinin durdurulmasının düşmana kendi güçlerini
harekete geçirecek vakti kazandıracağı için bu kararın askerî açıdan intihar
olacağını bilebilecek bir isim. İki hafta önce yapılması mümkün olan şeylerin
bugün yapılabilmesi artık imkânsız. Bugünden sonra Kemalist güçler, Boğazlar’a
ve İstanbul’a saldırma imkânı bulacakları bir konumda değil. Peki o zaman Türk
komutanlar, neden böyle bir şeyin yaşanmasına izin verdiler? Zaferin yol
açacağı kazanımların parmaklarının arasından kayıp gitmesine neden göz
yumdular?
Yakındoğu’da
oynanan satranç oyununda kullanılan piyonların Londra ve Paris’teki gizemli
ellerce yönlendirildiğini bilenler için bu soruların cevabı gayet basit.
Kurtuluşun eşiğine gelindiğinde Türk köylüsünün elindeki devrimci toplumsal
güce bel bağladıkça Kemal, zaferden zafere koştu, fakat askerlikten gelen ve her
türden devrimci düşünce veya görüşten yoksun olan diktatörler gibi o da İngiliz
emperyalizmine karşı dolap çeviren Fransız emperyalizminin boyunduruğu altına
girdi. Türk köylüsünün çektiği çile ve ondan dökülen kan üzerinden kazanılmış
olan zafer, bugün pratikte hükmünü yitirme tehdidiyle karşı karşıya. Dünyadaki
önemli bir etmen olarak emperyalizm konumunu muhafaza etsin diye, Kemal’in Türk
köylüsünün devrimci gücüne kıyasla daha fazla bel bağladığı iki emperyalist
grup arasındaki rekabet ortadan kalkacak. Bugün ülkelerin birbirine
gönderdikleri notaların gerçek anlamı bu gelişmede saklı. Bu ülkeler ara sıra
birbirlerini tehdit ediyorlar, ama hiçbirisi tehdidin ötesine geçmiyor,
Türklerin elde ettikleri o olağanüstü zaferin ve gene aynı ölçüde olağanüstü bir
olay olarak Yunan’ın yaşadığı yenilginin anlamını yitirdiği gizli ya da açık
konferanslar düzenlemekle yetiniyorlar.
Yakındoğu’daki
bu çatışma süreci, nihayetinde ne tür bir sonuç ortaya koyarsa koysun,
Hindistan dâhil tüm Doğu ülkelerinin moralini büyük ölçüde artıracak.
Emperyalistler arası kavganın kurduğu kapana kısılan Kemal, hâkim olduğu, ama
askerî açıdan savunulması zor olan konumu terk etmek zorunda kalabilir, bunun
için o, dostluğun ve desteğin bankacıların ve finans sektöründeki kodamanların
kârlarına bağlı olduğu Batı Avrupa’yla kurulan diplomatik ilişkilerin
ayaklarına taktığı prangalardan kurtulma cesaretini göstermek zorunda.
Büyük
Yunanistan, savaştan zaferle çıkmış olan İtilaf Kuvvetleri’nin onayı ve
Londra’nın koşulsuz desteği ile kurulmuştu ama o, artık mazide kaldı. Sadece
Anadolu’nun tamamı değil, Trakya’nın belirli bir kısmı da Türklerin eline
geçecek. Doğulu bir millet, Avrupa emperyalizminin bir milleti ebedi köleliğe
mahkûm etme iradesine başarıyla karşı koyabilme becerisine sahip olduğunu cümle
âleme gösterdi. Bu millet, tüm boyun eğdirilmiş halklara ilham verdi. Örneğin,
gayet makul bir yaklaşım dâhilinde, bu deneyimin Hint Müslümanları’nı hilafetin
muhafaza edilmesine dönük çabalara katkıda bulundukları, bu uğurda ter
döktükleri sürecin beyhude olduğuna ikna etme ihtimali mevcut. Türklerin İtilaf
Kuvvetleri’ni Milletler Cemiyeti’nin onay verdiği anlaşmanın bir kısmını iptal
etmeye zorlayabilmiş olması, hiç şüphe yok ki, Iraklı Arapları Sör Percy Cox’un
başını çektiği mandacı diktatörlüğe karşı isyana teşvik edebilir. Öte yandan,
İngilizler, İran’daki nüfuzlarını çoktan kaybettiler. Mısır ise üst sınıfa
mensup siyasetçilerin ihanetine rağmen sürekli isyanda. Uygulanan ağır baskılar
ve burjuva milliyetçiliğinin iflası neticesinde demoralize olan bu isyan,
yeniden dirilme işaretleri gösteriyor. Tüm bunlar, Türklerin zaferinin
halkların morali üzerinde yol açtığı etkinin birer sonucu. Yaşanan bu zafer,
başka sonuçlara da yol açacak. Doğu ülkelerindeki devrimci milliyetçi
unsurların görüşlerinde radikal değişimler yaşanacak, hatta bu süreçte ezilen
halkların gerçekleştirdikleri isyanın toplumsal niteliği de değişecek.
Milliyetçi
Türkiye’nin arkasında Sovyet Rusya ve Fransa dururken, İngiltere Yunanistan’a
destek verdi. Fransa’nın bu tavrı pratikte, Doğu ülkelerindeki burjuvazi
üzerinde İngilizlere yönelik muhalefetin olumlu bir izlenim bıraktığı
koşullarda, Sevr Anlaşması’nı hükümsüz kılıyor. Böylelikle, Dünya Savaşı deneyimiyle
birlikte epey sarsılmış olan, en önemli emperyalist hükümetlere yönelik baskıya
karşı demokratik milletlerin dostluğunu güvence altına almaya dair o eski fikir,
yeniden dirilmeye başladı. Bu fikrin yol açtığı kötü sonuçları herkes biliyor. Bu
fikir sayesinde mevcut emperyalizmin yerini almaya çalışan yeni emperyalizm,
her yana nüfuz etme imkânı buluyor. Türkiye’yi bu emperyalistler arası rekabet
paramparça etti, parçalanma sürecini, bir yandan da emperyalist açgözlülüğün
sunağında kendi halkını konumlarını güçlendirecekleri umuduyla kurban eden Türk
diplomatları ve askerî klikleri besledi. Suç işleyen bu tür kişilerin yürüttükleri
siyasetin sonucunda bir millet olarak Türkiye tarumar oldu. Sonrasında halk
parçalanma tehdidine karşı ayaklandı ve bu ayaklanma bugünkü milliyetçi
hareketi doğurdu.
Ankara’da
yeni kurulan milliyetçi hükümete onu ortadan kaldırmakla tehdit eden tüm İtilaf
kuvvetleri karşı çıktı. Ankara’ya bir tek Devrimci Rusya’nın yardım eli uzandı.
Ama çok daha önce Fransa, Türkiye’yi rakibi İngiltere’ye saldırmak için
kullanılacak bir araç olarak görmüştü. Elindeki manda topraklarını boşaltan
Fransa, bu hamlesiyle Ankara üzerinde önemli izlenim bıraktı, fakat bu süreçte Franklin
Bouillon ile imza edilen Ankara Anlaşması ve orada yer alan gerçek maddeler sıradan
halktan saklandı. Ordu mensupları, Prusyalı meslektaşlarıyla el ele kol kola
girmenin kendileri için daha kârlı olacağını tespit edene dek tüm Türk aydınları
ve askerleri Frankofildi. İngiliz liberalizminin sırtını yasladığı tüccar
sınıfına ait çıkarları temel alan geleneksel Türk karşıtı siyaset sayesinde
Fransız finans kuruluşları Türkiye’ye girme imkânı buldular. Osmanlı’nın
borçlarının yaklaşık yüzde yetmişlik bir kısmı Fransız bankalarında duruyordu. Derinleşen
ve bir türlü kapatılamayan açığın çilesini çeken Fransız bütçesinin boşalmasına
sebep olan manda toprakları karşılığında Fransa, kendi lehine olacak bir
pazarlık yürüttü ve bu devasa borcun tahsili konusunda bir anlaşmaya vardı. Ardından
demiryolu ve madencilik alanında kopartılan tavizler sayesinde Türkiye, Fransız
finans sermayesine boyun eğdirildi.
Bu
anlamda, Fransa-Türkiye arasında imza edilen anlaşma, savaştan zaferle çıkmış
diğer imzacı devletler şahsında, Sevr Anlaşması’nın mezarına kürekle son toprağın
atılmasından başka bir anlama sahip değildi. Ama bir yandan da anlaşma, tüm
zaferin Fransa’nın hanesine yazılacağı bir dönemin kapılarını araladı. Ankara
hükümeti, Paris’in fedakârlık nedir bilmeyen dostluk ilişkisini önce askerî bir
zorunluluk, ardından da İngiltere’yi korkutacak bir diplomatik hamle, ama esasında,
Rusya’ya yakınlaşma sürecini ve bu sürecin Türk egemen sınıfının ürkmesine sebep
olan devrimci sonuçlarını dengeleyebilecek bir gücü bulacağı bir yol olarak kabul
etti. Türk egemen sınıfının asıl korkusu, milliyetçi devrimin omurgasını teşkil
eden köylülüğe işçi-köylü hükümetinin yardımıyla öncülük edildiği sürecin, ülke
içerisinde siyasetin üst sınıfın hâkimiyetini esas alan teoriyle birlikte, uzun
süre yürütülemeyecek olması ile ilgiliydi. Bu korku, doğalında bir güvensizliğe
yol açtı ve Fransa, bu güvensizliğin açtığı kapıdan girdi.
Fakat
bugün yaşanan kriz, durumun yalın ve açık bir biçimde görülmesini sağladı.
Fransa’nın dostluğunun boş olduğu ortaya çıktı. Türk liderler, Fransız
hamilerinin kendilerinden üstlenmelerini istedikleri gerçek rolü daha hâlâ
kavrayamamışlarsa demek ki çok kalın kafalılar. Türk liderler, Manş Denizi’nin
iki yakasındaki iki emperyalist hükümetin oynadığı oyunda birer piyondan başka
bir şey olamazlar. İngiltere, Avrupa’da Fransız militarizminin taleplerine
teslim olur, tüm dünyadaki ekonomik sömürüden dikkate değer bir pay kopartır
ise iki emperyalist güç arasındaki rekabet daha da sertleşir. Sonuçta Türklere “Dur”
emri verildi, böylelikle, onlar kesin bir zafer elde etme imkânını yitirdiler.
Franklin Bouillon Kemal’e tam da bu mesajı iletti, onun teşvikiyle Kemal
talimatı Ankara’daki Millet Meclisi’ne sundu, meclise askerî zaferin kesin
olduğu momentte müzakere lehine karar alması yönünde baskı uygulandı. Bu mesaj
görmezden gelinseydi, Türkler, Paris’teki dostlarından gelen talimatların aksi
yönünde hareket edebilecek ölçüde yürekli olabilselerdi, Avrupa siyasetinin
birçok kez öldürülüp gömüldüğü İtilaf Kuvvetleri’nin hep bir ağızdan yürüteceği
muhalefeti karşısında bulurdu.
Ezilen
Doğu halkları içindeki devrimci unsurlar, bu olaydan büyük bir ders çıkartacaklardır.
O devrimciler, emperyalizmin şu veya bu devletin sınırlarına hapsolmuş bir güç
olmadığını, hiçbir milletin doğası gereği emperyalist olmadığını, emperyalizmin
uluslararası planda işleyen bir güç olarak ekonomiye ait bir olgu olduğunu
öğreneceklerdir.
Boğazlar’ın
savunulması konusunda Müttefik Kuvvetler’in yanında duracağına dair açıklama
yapan Amerika’nın Hristiyan azınlıkları koruma denilen o kutsal görevi
üstlenmiş olmasıyla birlikte resimdeki eksik parça yerine oturmaktadır. Asıl
mesele, muhtelif emperyalist güçlerin yağmanın bölüşülmesi konusunda birbirleriyle
rekabet etmeleri, ama iş yağma etmeye geldiğinde, bir araya gelmeleridir. Örneğin
Fransızların Türk milliyetçilerinin davasına verdiği koşulsuz destek, Fransız
siyaseti kadar İngiliz siyasetinin temelini teşkil eden emperyalizme ve
yayılmacılığa dair hukuku ayaklar altına almaktadır. Doğu halkları, milletin
hürriyete belirli bir hırsız çetesinin desteğini bekleyerek kavuşamayacağına
dair dersi acı yenilgilerden ve yaşanan hayal kırıklıklarından çıkartmayı
bileceklerdir. Ezilen halkların hürriyet mücadelesine, birbirleriyle uyum
içerisinde hareket eden emperyalist güçler karşısında devrimin bayrağını
dalgalandırmaya devam eden öncüsüyle, bir tek Avrupa işçi sınıfı gerçek dost
olabilir, çünkü o ezilen halkların da işçi sınıfının da esenliği ve mutluluğu emperyalizmin
yok olmasına bağlıdır.
Milliyetçiliğin
üst sınıfa mensup liderleri, emperyalizme bu şekilde karşı koymuyorlar. Onlar,
şu veya bu emperyalist güce itiraz etmekle yetiniyorlar. Bu sebeple,
nihayetinde bu liderler, emperyalist diplomasinin şu veya bu kampının elinde
birer araç olarak iş görüyorlar.
Türk’ün
zaferi, ancak Türk halkının liderlerini sürekli dolaplar çeviren emperyalist
diplomatlarla cilveleşmeyi bırakıp, cesaretle Devrimci Rusya’nın dostluğuna
sırtını yaslamanın zaruri olduğunu anlamaya zorladıkları takdirde tamama
erecektir.
Aynı
durum, Türklerin deneyiminden çok şey öğrenecek olan diğer Doğu halkları için
de geçerlidir.
Manabendra Nath Roy
17
Ekim 1922
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder