1990
yılında “kevvâlî müziğinin en parlak yıldızı” olarak anılan Nusret Fatih Ali
Han, Londra’nın doğusunda bulunan Hackney Empire isimli konser salonunda verdiği
konserde, sahnede yalınayak bağdaş kurup oturmuş hâliyle çıktı karşımıza. Solunda
grubunun diğer üyeleri bulunuyordu: sekiz kişiden oluşan koroya bir tablacı, çift
körüklü enstrümanıyla bir akordeoncu ve biraz ötesinde duran ve grubun en genç
üyesi olan, Nusret’in oğlu duruyordu.
Akordeonun
sesine koro, alkışlarla eşlik etmeye başladı. Her şey, bu kadar yalın ve basitti.
Alkışla birlikte ritim, sizin bir şeyler beklemenize neden oluyordu. Daha fazla
şeyin arzulandığı ortamda bir an önce ses girsin istiyordunuz. Sonra o sesi
duyduğunuz andan itibaren başınız dönüyor, saatlerce süren performans sizi
vecde sürüklüyor, Nusret’in sesindeki güce teslim oluyordunuz.
Yüzyılımız,
bu türden bir sesi bir iki kez dinlemiştir. Bunlar, hem insanın içini paralayan
hem de sakinleştiren sesler. Maria Callas veya Mısır’ın büyük şarkıcısı Ümmü
Gülsüm gibi sesler, sahip oldukları güzellikleri ölçüsünde dinlenilmek
isterler. O ses, dinleyeni yükseltir. Yükseklere ve ötelere götürür, dinlenildikçe
kendisini tüketip yok eder. Ya da Tanrı’sına kavuşur.
Tam
da bu sebeple, Peter Gabriel, Martin Scorsese’in Günaha Son Çağrı filmi
(1988) için yaptığı müzikte İsa’nın çektiği çilenin zirveye ulaştığı anlarda
Nusret’in sesini kullanmıştır. Oliver Stone Doğuştan Katiller’de (1994),
Tim Robbins Ölüm Yolunda (1995) filminde Nusret’in sesinin sahip olduğu
potansiyeli görmüştür. Stone Nusret’i delice coşkuyu, Robbins ise tahammülü zor
acıyı aktarmak için kullanmıştır.
Nusret,
Bruce Springsteen ve Pearl Jam grubundan Eddie Vedder’ın albümünde de karşımıza
çıkar. Popüler bir isim hâline gelen Nusret, birçok onur ödülü almıştır. Ayrıca
1995 yılında Unesco ödülü de kendisine verilmiştir. Tüm bunlar, onun ne kadar
çok saygı gören biri olduğunun ispatıdır.
Ülkesi
Pakistan’da ve komşusu Hindistan’da epey hürmet gören Nusret, muazzam hikâyeler
anlatan şarkılarıyla, en seküler dinleyicilerini bile kendilerinden geçirmekte,
Tanrı’ya teslim olmanın yol açtığı vecd hâliyle tanıştırabilmektedir. Bu noktada,
o dinleyicilerin şarkıların özüne, tasavvufla aralarındaki bağa ve onuncu
yüzyılda İran’da kurulmuş olan tarikatla ilişkisine vakıf olmalarına gerek
yoktur.
Dini
müziğin bir türü olan (“söz” anlamına gelen “kavil”den türetilmiş olan) “kevvâlî”nin
bugünkü hâli, on üçüncü yüzyılın sonlarında Hindistan’ın alt kısmında inşa
edildi. Altı yüz yıllık bir kevvâlî geleneğinin ürünü.
1948’de
Pakistan’da, bugün Faysalabad olarak bilinen Lyallpur şehrinde dünyaya gelen Nusret,
kevvâlî üstadı olan babası Üstad Fatih Ali Han’dan ilk müzik derslerini aldı. Baba
1964 yılında ölünce Nusret babasının ağabeylerinin öğrencisi oldu. 1971 yılında
amcası Mübarek Ali Han öldü, bunun üzerine Nusret, yaşayan en büyük kevvâllardan
biri hâline geldi. O günden beri, bilhassa ömrünün son sekiz-dokuz yıllık
diliminde, bu müziği dünya sahnesine taşıdı.
Popülaritesinin
önemli bir kısmını Dünya Müzik, Sanat ve Dans Festivali’ne (WOMAD) ve Peter
Gabriel’ın Real World albümüne borçlu. Nusret, ilk WOMAD konserini 1985’te
İngiltere’de verdi. En çok dinlenen şarkılarının toplandığı albümlerin sayısı
yirminin üzerinde, ayrıca konser kayıtlarından oluşan onlarca albümü var. Ama bence
en iyi albümleri, Gabriel’ın şirketinden çıkan Shahen Shah (“Şehinşah”
-1989) ve Shahbaaz (“Şahbaz” -1991). Ayrıca Asya’daki dans müziği
kanallarında akıp duran, yeniden düzenlenmiş ve Nusret’in şarkılarından alıntı
yapan çok sayıda şarkıya rastlıyoruz. En çok dinlenenleri, gene Real World’den
çıkanlar. Mustt Mustt (1990) ve Night Song (“Gece Şarkısı” -1996)
bu tür şarkılardan. İkisinde de Nusret’e Kanadalı elektronik müzikçi Michael
Brook eşlik ediyor.
Massive
Attack grubunun remikslediği “Mustt Mustt” Nusret’in kulüplerde dans
eden insanlarca tanınmasını sağladı. İlk başta bu kuşak, Nusret’in gelenekselden
beslenen eserleriyle kendinden geçme, vecd deneyimi dâhilinde ilgilendi. Peygamberlere,
imamlara ve tarikat pirlerine duyulan sevgi ve onlara yönelik bağlılığın bir
biçimi olarak gelişmiş olan kevvâlî müziği, seküler duygusal aşkın bir
ifadesiymiş gibi değerlendirildi. Bu sayede Nusret, hep istediği şekilde, kendi
müziğini batılı elektronik dans müziğiyle buluşturma imkânı buldu. Ama bunun
sonucunda müziğin dini yönünün değersizleşip yavanlaşacağını düşünen Pakistan’daki
kimi muhafazakâr isimler, Nusret’e suçlamalar yönelttiler.
Oysa
Nusret’in farklı kültürleri harmanlayan çalışmalarında ne tavizden ne de
ihanetten eser vardı. Onun müziği, açık fikirli ve sınırları zorlayacak ölçüde
keşif meraklısıydı.
Birçok
dinleyiciye göre, Nusret’in doğu ve batıyı kucaklayan albümleri, farklı
şirketlerin çıkarttığı, geleneksel çalışmalara ait kayıtlara uzanan yolu açmaktaydı.
Gene Real World’den çıkan The Last Prophet (“Son Peygamber” -1994)
geleneksel müziğin ölçütlerine sıkı sıkıya sarılan, peygamberlere ve tarikat
pirlerine adanmış şarkılara yeni şarkılar katan, değerli bir çalışma. Albümün zirvesinde
Şahbaz için yazılmış 25 dakikalık “Cevle Lal” şarkısı duruyor. Şahbaz, Kalenderî
tarikatına mensup olup on üçüncü yüzyılda yaşamış olan Osman-ı Merendî’nin
öteki adı.
Ama
öte yandan, Nusret’in o güçlü sesini en iyi canlı performans esnasında işitebiliyorsunuz.
Onu sahnede dinlediğinizde, “bu ses daha ne kadar süre kesilmeyecek, daha ne kadar
yükseğe çıkacak?” sorusunu soruyorsunuz.
Son
demde Londra’daki Barbican gösteri sanatları merkezinde konser verdi. Orada söylerken
sesindeki o yorgunluk belirtilerini alabiliyordunuz. Sesi sanki hareket alanını
az çok yitirmiş gibiydi. Bunun bir sebebi de kevvâlî müziği konusunda cahil
veya ilgisiz olan salon çalışanlarının seyirci aralarına sandalye atmasıydı. Sahnede
veya sahne yakınında dans etmek isteyen seyirci, bu kısıtlılık yüzünden
rahatsız oldu, aynı zamanda sahnedekileri de rahatsız etti. Nispeten rahat
ortamlarda, şarkılar havalandıkça seyirci de kendinden geçiyor, hatta üstada
para yağdırıyordu.
Nusret
şarkı söylerken ellerini indirip kaldırıyor, böylelikle ritim tutuyor, bir
yandan da havada gözle görülmeyen dans figürleri çiziyordu. Koroyla yarış içine
giren Nusret, şarkıdaki ana ifadeleri duygu yüküyle birlikte aktarıyor, koroya
öncülük ediyor, dinleyeni hipnoza sokacak tekrarlarla o sözleri yineliyor,
şarkı, giderek dinleyeni kendinden geçiren kreşendolarla zirveye ulaşıyordu. İşte
o noktadan sonra Nusret, artık ses çıkartan kişi olmaktan çıkıp bizatihi Ses’in
kendisi oluyordu.
Batıdaki
birçok dini müzik örnekleri ölüm kadar soğuk ve rahatsız edici gelebiliyor
dinleyene. El çırpmalarıyla verilen ritmiyle ve tablanın yol açtığı girdapla Nusret’in
müziği, hem kendisini hem de dinleyeni arşa çıkartıyor. Akkor gibi ateş
fışkırıyor her yerinden. On üçüncü yüzyılda yaşamış mutasavvıf Mevlânâ’nın şu
sözünü anımsatıyor:
“Ben ses
değilim, şarkı söyleyen ateşim.
Duyduğun şey, yüreğindeki çıtırtı.”
Geoff Dyer
17
Ağustos 1997
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder