Faşizmin
liberal köklerini arıyorsak, Tocqueville’e bakmalıyız. Faşist zulmün geliştiği
zemin, liberalizmin demokrasiyle ilgili eleştirisidir.
Burada
sorun, aktörün kendisi değil, oynadığı roldür, oyunda oynayacak isimler değil, senaryo
sorunludur.
Tocqueville,
genel kuralı onaylamakla kalmayan, ona icazet veren hâliyle, liberal gelenekte hiç
de istisnai bir kişilik değildir. Onun görüşleri, öngörüleri ve eylemleri
liberal kuralın somut karşılıklarıdır. Bu sebeple, ileri görüşlü liberal rolünü
ondan daha iyi kimse oynayamaz.
Bu
noktada liberal gelenekte Tocqueville kadar etkili ve otorite sahibi başka bir
isim arıyorsak, Thomas Malthus’a bakmalıyız.
Tocqueville’den
daha önce sahneye çıkmış olan Malthus, kitlenin nüfuzuyla ilgili görüşlerini tıpkı
Arendt gibi despotizmle ilişkilendiren bir isimdir. Ayaktakımının zulme ve
istibdada yol açma eğilimine sahip olduğunu söyleyen Malthus’a göre, “ayaktakımı,
özgürlük için en tehlikeli canavardır. Hâkim istibdat düzenine destek veren
ayaktakımı, istibdadın olmadığı yerde onu bir biçimde var eder.” Bu tespit, sorunludur.
Ona yakından bakıldığında, iddianın yanlış bir temele dayandığı görülür. Zira ayaktakımının
destek verdiği istibdat, gerçekte ona ait değil, ona karşı olan bir düzendir:
“Bana kalırsa sefaletin alt
sınıflara yaptığı baskıdan söz edip, bu baskının sebebinin yöneticiler olduğunu
söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş olanlar, despotizmi savunuyorlar, onun ruhunu
koruyorlar, bunun için kaleler inşa ediyorlar. Despotun gerekli olduğuna dair
vahim ve kesinlikle itiraz dahi edilemeyecek bir bahane öne sürüyorlar. […] Hâllerinden
memnun olmayan yetenekli insanlar, alt sınıfları çektikleri sefaletin ve
sıkıntının kaynağının hükümetin adaletsizliği olduğu konusunda ikna etme gücüne
sahipler, ama bu insanlar, sürekli huzursuzluk ve devrim tohumları ekmenin ne
tür sonuçlara yol açacağını görmüyorlar. […] Bu koşullarda devrimci ruh karşısında
kendisini savunamayan hükümetin, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen sürekli değişim
karşısında yorgun ve bitkin düşmüş olduğunu gören iyi niyetli insanlar,
ümitsizce yürüttükleri mücadeleden vazgeçip, kendilerini anarşinin yol açtığı
korkular karşısında koruyabilsin diye devletin şefkatli kollarına
bırakmalıdırlar.”
Malthus,
tıpkı karısına attığı dayak konusunda kendisine itaat etmediğini düşündüğü karısını
suçlayan adam gibi, istibdat konusunda gidip ayaktakımını sorumlu tutuyor. O
koca, doğası gereği barış yanlısı ve uysalken, eşi onu öfkelendiriyor,
dolayısıyla kocanın kırbaca uzanmaktan başka bir seçeneği kalmıyor. Malthus,
özünde bunu söylüyor.
İstibdat,
esasen o ayaktakımına karşı uygulanıyor. Üstelik bu istibdat, Tocqueville gibilerin
ağzından düşürmediği “iyi niyetli insanlar”, düzene ve mülke dost, güvenilir
isimlerin desteğini arkasına alıyor. Tocqueville gibi Malthus da ekmek için
yaygara kopartan bir ayaktakımı ile yüzleştiğinde, despotik tedbirlerin zaruri,
uygun ve ahlaki olduğunu düşünüyor:
“Bizim ülkemizde beyler, mevcut
koşulların İngilizlerin elindeki en kıymetli imtiyazların bazılarından vazgeçmelerini
talep ettiğine çok kolay ikna olmuşlar. Ama bu yükümlülüğe kani oldukları
ölçüde ahlakın en açık kuralına uygun hareket ediyorlar. Yurtseverlerden halk
isyanına onay vermesi yerine zulmün en büyüğüne teslim olması isteniyor. O halk
isyanına katılanlar, meclisin, belediyenin ve tekelcilerin yok edilmesini
istiyorlar. Bunlar yok olunca ekmeğin ucuzlayacağına, devrimin ailelerine
destek olmalarını mümkün kılacağına inanıyorlar. Burada aslında hükümetin istibdada
yönelmesinden çok zulme sebep olan alt sınıfların sergilediği cehalet ve
kapıldığı vehimden başka bir şey yok.”
Karşı-devrimci
teori, Malthus’un liberalizminin doğal bir parçası:
“Özgürlüğün dostu, büyük
orduların düşmanı olarak ben, kabul etmeliyim ki ülkede son dönemde yaşanan
kıtlıklar esnasında, her ne kadar ülkedeki en örgütlü güç olmasa da, halkın
yüzleştiği sefalet, onu en korkunç zorbalıkların altına imza atmaya itti.”
Malthus’a
göre, bu tür koşullarda askeri diktatörlük, insanı üzecek, ama gayet meşru bir
adımdır:
“Eğer politik sahadaki hoşnutsuzluklara
‘açız’ çığlıkları eşlik ederse, ekmek için yaygara kopartan ayaktakımı devrim
denilen silaha sarılacak olursa, kesintisiz değişim ve yıkım kendince kimi
sonuçlara yol açarsa, tam bir despotizmi kanla inşa etmekten başka bir kariyeri
olmayan güç, illaki devreye girecektir.”
Birkaç
kuşaktır liberaller, bilimsel düzeyde ticaret kanunlarının bu türden ufak müdahaleleri
“doğa kanunları” olarak görüp tolere edebileceğini düşünüyorlar. Malthus, hükümetin
yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldıramayacağını söylüyor, “Bay Thomas Paine’nin
planı uyarınca, yoksul sınıflara vergileri dağıtmanın durumu ağırlaştırmaktan başka
bir sonuca yol açmayacağını” iddia ediyor.
Ona
göre, siyasetin sınırlarını mülk sahibi sınıfların çıkarları çiziyor. İdeal
olanın, hükümetin yoksulları eğitip, zihinlerinden ayaklanmaya dönük her türden
fikri tasfiye etmek ve eşitlikle ilgili her türden vehme karşı çıkmak, böylece
piyasanın işlemesini sağlamak dışında bir şey yapmaması olduğunu düşünüyor. Malthus’a
göre, halk bir yandan açlık çekmeyi öğrenmeli, bir yandan da hukuk düzenine
saygı duymalı. Aksi durumda hükümet, ayaktakımına karşı o iyi niyetli insanları
savunmak için her şeyi yapmalı.
Tocqueville
gibi Malthus da bizi önceden faşist diktatörlük konusunda uyarmıyor, hatta ta o
günlerden bu düzene benzeyen bir düzeni savunuyor. Bu tür düşünürler, faşizmi
kötü bir şey olarak görüyorlar, ama kitlelerin içinde bulunduğu koşullardaki
değişimlere göre bazen faşizmin gerekli olduğunu düşünüyorlar. Malthus, kâhin gibi, ta o
günlerden şu tür cümleler kuruyor:
“Kraldan çok halktan
gelecek tehlikeye yönelik gerçek ve hakiki korku bile İngilizleri harekete
geçirmemişse, demek ki onlar, doğuştan gelen özgürlük haklarının belirli bir kısmından
vazgeçmişler. İngilizler görünüşe göre, kendilerini ayaktakımına karşı koruması
karşılığında hükümete teslim olmuşlar. Eğer bu türden bir ayaktakımı, gerçekte
veya hayal âleminde dahi varolmasaydı, böylesine kasvetli ve moral bozucu bir teslimiyete hiçbir şekilde meyletmezlerdi.”
Ama
ne yazık ki o ayaktakımı var.
Yirminci
yüzyılın önemli liberallerinden Ludwig von Mises da benzer bir yaklaşıma sahip.
O da kapitalizmin hükmünü huzur içerisinde yürütmesini, kitlelerin piyasanın emirlerine
boyun eğmelerini istiyor, ama bir yandan da tıpkı Malthus ve Tocqueville gibi, ayaktakımının
sürece müdahale etmesine karşı çıkan Mises, hiç çekinmeden despotizme onay
veriyor, faşizmin potansiyel değil, aktüel hâlini savunuyor. 1927’de bu yaklaşımını
teyit eden şu cümleleri yazıyor:
“Diktatörlük kurma amacı
güden faşizmin ve benzeri hareketlerin iyi niyetler taşıdıklarını, yaptıkları
müdahalelerin Avrupa medeniyetini kurtardığını kimse inkâr edemez. Faşizmin kendi
çabasıyla edindiği bu değer, tarih boyunca ebediyete dek yaşayacak. Ama
faşizmin acil durumda başvurulacak geçici bir çözüm yolu olduğu bilinmeli. Ondan
daha fazlasını beklemek, ölümcül sonuçlara yol açacak bir hata olacaktır.”
Malthus’un
“iyi niyetli insanlar”ından bahseden Mises da faşistlerin iyi niyetli olduğunu
söylüyor. Yanlış yöne sevk edilmişse de faşizmin kurduğu diktatörlüğün liberal
medeniyeti savunduğunu iddia ediyor. Kendisindeki iyi huylu, gizli liberalizm
sebebiyle Mises, faşizmin ılımlı ve medeniyet için gerekli çözümüne kefil oluyor.
Buradan da şu türden iyimser öngörülerde bulunuyor:
“Faşizm, liberal
fikirlerin gücünden arınma konusunda, Rus Bolşevizmi kadar başarılı olamayacak.
Sovyetler’in destekçilerinin yaptığı katliamlar ve gerçekleştirdikleri zulümler
karşısında Almanlar ve İtalyanlar, ahlakın ve adaletin eskiden beri varolan
kısıtlarını zihnen aşıp, bu katliamlara ve zulümlere karşı kanlı bir cevap verme
konusunda gerekli itkiye sahip olacaklar. Faşistlerin ve onlara denk partilerin
eylemleri, esasen Bolşeviklerin ve komünistlerin eylemlerinin yol açtığı öfkenin
sebep olduğu, duygusal ve refleksif eylemler. O ilk öfke patlaması geçer
geçmez, yürüttükleri siyaset ılımlı bir kanala girecek, muhtemelen zaman geçtikçe
daha da ılımlı olacak. Bu ılımlılık, geleneksel liberal görüşlerin hâlen daha
faşistleri bilinçaltında etkilemeyi sürdürmesinin bir sonucu.”
Çarpıcı
olan şu ki, ailesinin bir tarafı Yahudi olan Mises, sınıfsal bağlılığı gereği, sadece
İtalyan faşistlerinin değil, Alman faşistlerinin de eylemlerine bahane buluyor.
Tıpkı Malthus ve Tocqueville gibi Mises da istibdadı meşrulaştırmak için şiddet
araçlarına başvuran devrimin yol açtığı korkulardan bahsediyor. Bu konuda
Bolşeviklerin eylemlerine atıfta bulunuyor.
Malthus
ve Tocqueville gibi Mises’ı da sadece devrim değil, piyasaya yönelik her türden
demokratik ve hukuki müdahale öfkelendiriyor. O, hükümete yapılan, servetin ticaretin
doğal kanunları hilafına yeniden dağıtılmasına yönelik gayrimeşru çağrılarını
duyunca çok sinirleniyor.
F.
A. Hayek de alabildiğine demokrat, ama bir yandan da ılımlı antikapitalist bir
isim olan Allende’yi değil de diktatör, ama liberal bir isim olan Pinochet’yi
tercih ediyor. 1981’de Pinochet’nin liberal düzeninin hüküm sürdüğü koşullarda kendisiyle
söyleşi yapan Şilili gazeteciye hiç utanmadan şunları söylüyor:
“Bazen bir ülke, bir
süreliğine diktatörlük yetkisinin şu veya bu biçiminin uygulamaya konulmasına
ihtiyaç duyabilir. Sizin de gayet iyi anlayabileceğiniz gibi, bir diktatörün
ülkeyi liberal bir tarzda yönetme ihtimali mevcuttur. Ayrıca bir demokrasi, liberalizmden
yoksun bir şekilde de yönetilebilir. Ben, kişisel olarak liberal diktatörü
liberalizmden yoksun olan demokratik hükümete tercih ediyorum. İlk izlenimim
şudur ki, sadece Şili’de değil, tüm Latin Amerika’da diktatörlüklerden liberal
hükümetlere doğru bir geçişe tanıklık ediyoruz. Bu geçiş sürecinde belirli
diktatörlük yetkilerinin uygulanması, bunlara kalıcı değil, ama geçici bir
düzenleme dâhilinde başvurulması gerekebilir.”
Bu
diktatörlük ve faşizm, Hayek ve Mises için basit bir kişisel tercih meselesi
değil. Klasik liberalizm geleneğinin kıymetli görülen varislerinden olan her iki
isim de kapitalist diktatörlüğü sadece antikapitalist diktatörlüğe değil,
ayrıca antikapitalist demokrasiye de tercih ediyorlar. Bu konumlarının devrimci
bir yaklaşımla kanunlara karşı gelenlere karşı “hukuk düzeni”ni savunmaya dair
liberal düsturla bir alakası yok. Tam tersi geçerli: hukuk düzeni, liberalizmi
savunmak için bir kılıf olarak kullanılıyor, bunu yapmayanlar, hükümsüz ilân
ediliyorlar.
Hayek
ve Mises, bir geçiş sürecine işaret ediyor. Bu süreçte herkes, hukuk düzenine
uyumlu, kapitalizme yandaş kılınmaya çalışılıyor. Bunun için de biraz zamana
ihtiyaç var. Örneğin Pinochet, Hitler’den daha uzun süre iktidarda kalıyor.
Bu
liberaller, diktatörlüğün hangi şartlarda geçici ve geçiş döneme ait bir güç olmaktan çıkacağı konusunda pek bir şey söylemiyorlar. Aslında bu diktatörlük meselesi,
bazen açıktan bazen de gizlice işletilen, kesintisiz bir süreç. Pinochet’nin düzeninde
olduğu gibi, binlerce muhalif demokrat, yasadışı ilân ediliyor, hapse atılıyor,
işkenceden geçiriliyor, katlediliyor, sonra da “demokrasi inşa edilecek”
deniliyor. Yani insanın bacağına kurşun sıkıyorlar, sonra ona “valla bu geçici
bir tedbirdi, artık yoluna bak, şimdi özgürsün, istediğin gibi koş” deniliyor!
Bunlar,
demokrasinin yeniden işleyeceğini, ama çok yol kat edemeyeceğini iyi
biliyorlar. Tabanca yeniden diktatörün beline sokuluyor, bir süreliğine gözden
ırak tutuluyor. Ama herkes, onun hâlen daha oradan olduğunu biliyor. Hayek gibi
isimler, bu tabancanın yeniden çıkartılmasının meşru bir hamle olacağını,
demokratların yanlış yapmaları ve kapitalizm karşıtı, “özgürlükçü olmayan” bir
yoldan yürümeleri durumunda bu silâhın kullanılabileceğini söylüyorlar. Liberal
diktatör, demokrata diyor ki “benim emirlerimi tam anlamıyla yerine getirme
konusunda özgürsün.”
Kapitalizmi
hukukun üzerine veya onun yerine koyan bu basit diktatörlük yanlısı düşünce, liberalizmin
genlerine işlemiş. Dolayısıyla o, bırakalım Bolşeviklerin yol açtıkları
devrimci tehdidi, ta Fransız Devrimi’ni bile önceliyor. Bu düşüncenin izlerini,
mülkiyete zarar veren her türden politik adım ister hukuki usul uyarınca
gerçekleşsin, isterse politik uzlaşmanın sonucu olsun, onu doğal bir hakkın ihlali
olarak gören John Locke’ta bulmak mümkün.
Faşizm
öncesi İtalya’da, Nazizm öncesi Almanya’da ve faşist iktidar öncesi, Mises’ın
memleketi olan Avusturya’da Bolşevizm gibi bir mesele yoktu. Tüm bu ülkelerde
asıl mesele, örgütlü işçilerin yeni edindikleri politik ve ekonomik güçtü. Bu güç
sayesinde işçiler, mülk sahibi sınıfların rızası hilâfına, onların mallarının
bir bölümünü ele geçirmişlerdi. Tam da bu sebeple, Avusturya’da devrimci
olmayan, sadece sosyal demokrasiden yana saf tutan demokrasiyi sırf bu sebeple
ilga eden, sonrasında zenginler lehine yasalar çıkartıp kamunun parasını onlar
için harcayan Dollfuss’un faşist rejimine ekonomik danışmanlık yapmak, Mises’ı
pek fazla rahatsız etmedi.
Ishay Landa
[Kaynak: The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010, s. 234-239.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder