Toplumsal muhalefetin hızla geliştiği, işçi
hareketinin yükseldiği, devrimci hareketin şekillendiği bir döneme girilmişti.
İktidar bloku, bu gelişmelerden ciddi derecede rahatsızdı. Finans kapital,
sınıfın giderek gelişen mücadelesi karşısında acil önlemler alınmasını
istiyordu.
Burjuva siyasi partilerin devreye girmesi uzun
sürmedi. Özellikle sınıfın DİSK’e yöneliminin önü kesilmeliydi. 1970 yılında AP
iktidarı, CHP’li bazı parlamenterlerin de desteğiyle, 274 sayılı Sendikalar
Yasası’nda ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasasında
değişiklikler yapmak istedi.
274 sayılı yasada yapılmak istenen değişiklikle,
DİSK’in kapatılması amaçlandı.
Aslında finans kapital, sınıfın hızla gelişen gücünden
ve şekillenmesinden korkuyordu, bu gelişme durdurulmalıydı. Yasa, bu anlamda
sermayeye bir manevra şansı veriyordu.
Fakat yasa değişikliğine işçi sınıfının tepkisi
olağanüstü sert oldu.
1960’lı yıllarla başlayan, sınıfın ayağa kalkışı
Saraçhane’den Kavel’e, Kavel’den Kozlu Direnişi’ne (1965) ve Paşabahçe grevine,
bir isyan ateşi gibi yanan birçok fabrika işgal eylemlerine ve nasıl bir dünya
istediğini gösteren Alpagut, Günterm gibi özyönetim deneyimleriyle muazzam bir
noktaya ulaşmıştı. On yılların birikimi patlamak üzereydi. İşçi sınıfı, gücünün
farkına varıyordu. Çıkarılan yasa, fitilin ateşlenmesine yol açtı. İşçi sınıfı,
sanki bir toplumsal dinamit gibi patladı. Sınıfın sermayeye ve onun siyasal
uzantılarına öfke ve kini en sert şekilde kendini dışa vurdu.
15-16 Haziran gününde DİSK’li işçilerle birlikte
Türk-İş üyesi olan işçiler genel direnişe başladı. İşçi sınıfının birliği
mücadele ve eylem içinde gerçekleşti. Bu direniş, bir genel ayaklanmaya
dönüştü. 15 Haziran 1970 günü 70 bin işçi İstanbul, Gebze ve İzmit’te iş
bırakarak sokakları işgal etti. 16 Haziran’da bu sayı 100 bine yükseldi. Caddeler,
sokaklar işçilerle doldu. Uzun işçi yürüyüşleri gerçekleşti. Türkiye’yi sarsan
iki gün yaşandı. Bazı yerlerde güvenlik güçleriyle işçiler arasında çatışma
çıktı.
15-16 Haziran genel ayaklanmasıyla işçi sınıfı,
aslında kapitalizmin nasıl yıkılacağını işaretliyordu. İşçi sınıfı, kendi
eylemini bir manifestoya dönüştürdü. Ya da 15-16 Haziran manifestolaştı. 15-16
Haziran, Türkiye işçi sınıfı ve toplumsal mücadeleler tarihinin en önemli
pratiği oldu. İşçi sınıfı, kolektif bir güç ve anti-kapitalist mücadelenin
eksende yer aldığını ve bir sosyal anafor olduğunu dosta düşmana gösterdi.
Eylem esnasında çıkan çatışmalar sonucunda 3 işçi
yaşamını yitirdi. Eylemlerin büyümesi karşısında kapitalist devlet, sıkıyönetim
ilan etmek zorunda kaldı. Daha sonra Anayasa Mahkemesi hazırlanan yasayı iptal
etti.
1970 yılındaki sendikal hareket içinde gelişmelerden
biri de, Milliyetçi Hareket Partisi’nin çizgisinde Milli-İş’in kurulması oldu.
Daha sonra örgütün adı MİSK’e çevrildi. Sınıf içinde yeni bir korporasyon
örgütlenmesi olan faşist karakterli bu yapı, işçi sınıfını bölmeyi ve sınıfın
etnik, mezhebi polarizasyona tabi tutulmasını amaçladı.
Toplumsal mücadeledeki yükseliş sürdü. Devrimci
hareket, bütün hazırlıksızlığına rağmen bir isyan ve direniş hareketi şeklinde
biçimlendi. Devrimci hareket, üç ana eksende TKP-ML, THKP-C, THKO olarak
kendini inşa etti. Ve bir tarihsel kopuşu gösterdi. Bu, ihtilalci ve militan
bir kopuştu. Sınıf mücadelesinin ateş çemberine dönüşmesi uzun sürmedi. Emekçi
yığınların kendi geleceği üzerinde söz sahibi olması, egemen sınıfları son
derece tedirgin ediyordu.
12 Mart askeri faşist darbesiyle kitlelerin toplumsal
muhalefeti ve devrimci hareket bertaraf edilmeye çalışıldı.
12 Mart baskı, şiddet ve açık zor dönemiydi. İşçi
sınıfının örgütsel gelişimi engellenmeye ve her düzeydeki kazanımı gasp
edilmeye çalışıldı.
12 Mart darbesi, ayrıca emperyal konseptte bir
değişikliğin yansımasını gösteriyordu. Yeni konsept, Ulusal Güvenlik Doktrini
ve Ayaklanmaya Karşı Mücadele konseptiydi. Bu strateji, yeni ve
yetkinleştirilmiş kontr-gerilla taktiklerini içermekteydi. Ve daha rafine karşı
devrimci politikaları kapsıyordu. Özellikle bir umut olarak gelişen devrimci
hareketlerin ve toplumsal muhalefetin şiddetle ve çok vektörlü kontr-gerilla
taktikleriyle bastırılmasını hedefliyordu. Çevre ülkeler de devletin bir iç
savaş devletine, kontr-gerilla devletine ya da bir polis devletine
dönüştürülmesi amaçlandı. ABD’nin bu karşı devrimci taktiğinin ilk uygulandığı
yer Brezilya oldu. Brezilya’daki 1964 faşist darbesi başlangıç kabul
edilebilir. Bolivya 1971, Uruguay 1972, Honduras 1972, Şili 1973, Peru 1975,
Arjantin 1976’da gerçekleşen askeri faşist darbeler bu konseptin ürünüydü.
Türkiye’de 12 Mart 1971 darbesi bu karşı devrimci sürecin bir yansımasıydı. 12
Eylül 1980, 12 Mart’ta yarım kalmış sürecin tamamlanması oldu. Aynı tarihte
(1980’de) Pakistan ve Güney Kore’de askeri darbeler gerçekleşti.
Darbe, 1960’ların ortasından sonra palazlanan,
tekelleşen finans kapitalin önünü açtı. İktidar bloku içinde finans kapitalin
dominant karakteri pekişti. Pre-kapitalist unsurların tasfiyesi hızlandı.
1970’ler ekonomik sorunların derinleştiği yıllar oldu.
Özellikle 1970’lerin ortasından sonra küresel kapitalist krizin başlaması,
Türkiye’yi ciddi derecede etkiledi. Krizin yükü işçi sınıfı ve emekçi yığınlara
çıkarılmak istendi. Enflasyon ve zamlar karşısında işçi ücretleri eridi.
Sermayenin ve siyasi iktidarın işçi sınıfına yönelik baskılarına karşı sınıf
sert reaksiyonlar verdi. Toplumsal muhalefet yükseliyordu.
Volkan Yaraşır
►E-Kitap
[Kaynak: Kolektif Aksiyon: İşçi Sınıfı Mücadele Tarihi, Ekmek ve Onur, Haziran 2020, s. 134-137.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder