Pages

30 Haziran 2023

Gerçek Sol ve Kovid Solu


“Büyük Sıfırlama” işlemi Mart 2020’de başladı. Ölümcül olma potansiyeline sahip yeni bir virüse karşı mücadele ettiği iddiasıyla merkezi hükümet ve eyalet yönetimleri, şirket medyasının tüm kanatlarının yürüttüğü yoğun propagandanın yardımıyla, emekçi halka yönelik devasa bir saldırı gerçekleştirdiler.

Daha önceleri hapishaneler dışında bilinmeyen bir olgu olarak kapanmalar, polis ve asker eliyle ilân edilip yürürlüğe kondu. Halka zorunlu maske kullanımı dayatıldı, devlete ajanlık yapan her türden unsur, bu süreci kendince denetledi. Ekonomideki tüm sektörler kepenk indirdi, yüz binlerce insan işten çıkartıldı. Uluslararası sınırlar ve eyaletlerarası sınırlar, Avustralya Anayasası’nı ihlal edecek biçimde, kapatıldı. Bu adımı zorunlu aşı takip etti, milyonlarca işçi, “ya test edilmemiş, öldürücü olma potansiyeli bulunan bir aşıyı vurduracaksın ya da işini kaybedeceksin” dayatmasıyla yüzleşti. Restoranlar, spor salonları, sinemalar, tiyatrolar ve daha birçok yer faaliyetlerini durdurdu. Düğünlere ve cenazelere katılım kısıtlandı veya tümüyle yasaklandı. Geniş katılımlı toplantılar yasaklandı, böylece konuşma hürriyeti hakkı pratikte yürürlükten kaldırıldı. Büyük teknoloji şirketleri, sosyal medya platformlarını sansürledi. Uygulanan baskıları sorgulayan herkesin sesi kesildi veya sosyal medya hesapları kapatıldı.

Büyük Sıfırlama Büyük Teslimiyete Yol Açtı

Yaşanan diğer olaylardan ve gelişmelerden de söz edilebilir, ama artık birçok insan, o korkunç dönemi bir daha yaşamak istemiyor. Bu süreçte devlet, büyük bir baskı uyguladı, bunun üzerine milyonlarca insan, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmeye başladı.

Peki bu süreçte finans kapitalin gücüne, milyarderlerin azınlık iktidarına demokratik haklar ve insan hakları, çoğulculuk ve özgürlükler adına karşı çıkması gereken politik sol ne tür bir cevap geliştirdi? Bir iki istisna dışında tüm “sol”, emperyalizmin baskılarına teslim oldu. Kapitalizm aleyhine attıkları tüm nutuklar bir gecede silinip gitti. Bu “sol”a göre zenginle fakir, güçlüyle güçsüz, emekle sermaye arasındaki tüm sınıfsal farklılıklar bir anda hükmünü yitirmişti. Siyasetçilerin, seçmenlerin, büyük ilâç şirketleriyle ilişkisi bulunan bilim insanlarının, valilerin, okula giden çocukların, şirket sahiplerinin ve dok işçilerinin, endüstride söz sahibi kişilerin ve konaklama sektörü emekçilerinin vs. hep birlikte “aynı gemide” olduğu söylendi.

“Sosyalist” örgütlerden sendika memurlarına, oradan “ilerici” aydınlara geniş bir kesimi içeren, önceleri kapanmacı sol, sonrasında Kovid solu hâline gelen bu “sol”, temelde hayal âleminde dile getirdiği, İşçi Partili, Liberal Partili ve Yeşil Partili siyasetçilerin başka her konuda yalan söylediklerine, ama “Kovid” konusunda hakikati dillendirdiklerine dair iddiayı her fırsatta ortaya atmaktan başka bir şey yapmadı. Bu süreçte “halk sağlığı”nı ağzına almayan büyük medya şirketleri, yalan yanlış bir yığın hikâye anlattılar.

Asıl şaşırtıcı olansa “Marksistlerin” sağlık hizmetleri söz konusu olduğunda kapitalist devletin tarafsız bir yapı olduğunu söylemeleriydi. Bu “Marksistler”, devletin herkesi temsil ettiği imasında bulundular. Hatta bu devletin asıl işlevinin halkın sağlığıyla ilgilenmek olduğunu söylediler, virüs karşısında alınan her türden tedbirin insan hayatını kurtarmak için ortaya konulmuş bir çaba olduğunu iddia ettiler.

Madem devlet, temelde işçi sınıfının hayatını kurtarmaya çalışıyordu, o vakit devlete politik düzeyde karşı koymanın gerekçesi de ortadan kalkıyordu. Kovid solunun sağlık söz konusu olduğunda “emek ve sermaye aynı çıkarlara sahiptir” sözü doğru ise o vakit diğer tüm meseleler bu olguya tabi kılınmalıydı. Bu noktada devlet, hayat pahalılığını artırabilir, elitleri daha da zengin edebilir, çevreyi kirletebilir, okullara ve hastanelere ayrılan parayı kesebilir, buna karşın, gene de kitlelerin mutluluğu ve esenliğini dert ediniyormuş gibi görünebilirdi!

Oysa sınıf düşmanlarınız, hayatınızı kurtarmaya çalışıyorsa, siyaset de artık tüm varlık imkânını yitirmekteydi. “Hepimiz aynı gemideysek”, o vakit demek ki toplum sınıflara bölünmemişti, toplumda hiçbir ayrım söz konusu değildi. Bu tür bir yaklaşıma sahip olan siyasetin sol olmadığı açıktı.

Kovid solu, sadece Marksist devlet teorisini reddetmekle kalmadı, aynı zamanda bir bütün olarak politik ve ideolojik mücadelenin zeminini de redde tabi tuttu. Asıl şaşırtıcı olansa birçok Kovid solcusunun devletin yanında hizalanmış olmasıydı.

“Kapanma faşizmi” olarak adlandırılabilecek dönemde Kovid, sınıfsal bir ayrım çizgisi hâline geldi. Solcu politik görüşlere sahip olmasına rağmen özgürlük hareketini meydana getiren ve aşıyı reddeden milyonlar, sınıfsal bir nefretle karşılandılar. Şarkı söylemeyi, dans etmeyi yasaklayan kurallara ve kapanmalara karşı çıkmasa da onları sorgulayanlar, “pandemi”nin o totaliter ideolojisinden sapmış, affedilmesi mümkün olmayan kişiler olarak görüldüler. “Acil durum” ilânına şüpheyle yaklaşanlara “aşı karşıtı” ve “komplocu” damgası vuruldu. Kendi görüşlerini bir biçimde muhafaza eden herkes, ilk elden değersizleştirildi. Kovid solunun ihaneti ve kalleşliği başka insanları bu çığırından çıkmış terör faaliyetine uyum sağlamaya mecbur etti.

Gerçek Sol

Kovid solunun teslimiyeti, yeni bir solun ortaya çıkmasına dönük ihtiyacı gündeme getirdi. Birleşik Krallık’ta bir grup solcu muhalif, Solcu Kapanma Şüphecileri diye bir örgüt kurdu. Kısa süre önce, kapanma ve diğer “pandemi” tedbirlerinin en nihayetinde ağırlığını yitirdiği bir dönemde, bu grup ismini Gerçek Sol olarak değiştirdi.[1] Bizim görüşümüze göre bu cesur adım, aynı zamanda yerinde ve zekice atılmış bir adım.

Bugün sadece yeni bir sol inşa edilmemeli, gerçek solcu konumlar alabilen gerçek bir sol inşa edilmeli. Özgürlük hareketi, kapanma karşıtı hareket ve aşı dayatması karşıtı hareket içerisinde birçokları aksi yönde düşünse de sağ-sol ayrımı hâlen daha cari. Son üç yıldır büyük çoğunluğun yaşadığı dehşet dikkate alındığında, bu ayrıma dair şüphelerin ortaya çıkması anlaşılır bir durum. Milyarderler, kapanmalardan ve Kovid manyaklığından yığınla para kazandılar. Bu şüphenin bir sebebi de bu.

Bu anlamda gerçek sol, zenginle fakir arasındaki derin uçuruma karşı çıkmalı, onun derinleşmesine katkı sunmamalı!

Gerçek sol, bir yandan Kovid sonrası oluşan duruma uyum sağlarken, bir yandan da eskiden sahip olduğu kimi sol değerleri muhafaza etmeli. Bu dönem, sadece kapitalist krizin yeni bir aşamaya girdiği bir dönem.

İngiltere’de kurulan Gerçek Sol’un yolu açması ardından bugün Avustralya’da da Gerçek Sol yola koyuluyor.[2] Umarız ki zamanla hareket büyür, İngiltere’deki örgütün düzeyine gelir, hatta başka ülkelerde de Gerçek Sol seksiyonlara sahip olur.

Gerçek Sol Avustralya örgütü, bir düzeyde kendisini solcu gören özgürlük hareketi üyelerine ulaşma çabası olarak görülebilir. Bu insanlar eskiden sosyalist örgütlerin üyeleriydi, bir sendikanın parçası idi. 2020-2023 arası dönemde Avustralya ve başka ülkelerde “sol”un ortaya koyduğu davranış dikkate alındığında, bu insanların şaşkına dönmüş olmalarını anlayışla karşılamak gerekiyor. Ayrıca bu insanlar, muhtemelen kitlesel özgürlük hareketi içerisinde dağınık hâlde bulunan eski solcularla veya hâlihazırda solcu olanlarla temas kuramamış kişiler.

Kovid solunun her bir üyesinin, Kovid terörünü Kovid solcusu partilerin liderleri ve sendika memurları kadar büyük bir hevesle yürürlüğe koyduğuna inanmak zor. Bu örgütlerin bazı üyelerinin ve destekçilerinin o eşi benzeri görülmemiş çatışma döneminde büyük teknoloji şirketleriyle, büyük ilâç şirketleriyle, büyük teknoloji şirketleriyle, siyasetçilerle, liberal aydınlarla yan yana geldikleri için rahatsız olduklarına eminiz. Umarız, bu partilerin içerisinde birileri bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu, ama farklı nedenlere bağlı olarak kapitalist devletin yoğun bir baskı uyguladığı bir dönemde liderlerine karşı gelemediler.

Gerçek Sol Avustralya, bu bireylere ulaşma, onlara yalnız olmadıklarını gösterme çabasıdır. Politik ve ideolojik baskı dalgasından sağ çıkmayı bilmiş bir sol var ve bu sol yeniden örgütleniyor. Umarız ki Gerçek Sol Avustralya, solun diriltilmesine dönük ilk adım olarak vücut bulur.

İşçilerin Birliği

İşçilerin Birliği (WL), Gerçek Sol Avustralya’nın inşasına, örgütlenmesine ve çalışmalarına katkı sunmaya gayret edecektir. Biz, Red Fire okurlarını ve destekçilerini bu çalışma sürecine katılmaya ve katkı sunmaya davet ediyoruz. Programımızın ve politik konumlarımızın hâlen daha hayati önemde olduğunu düşünüyoruz, bu anlamda, geniş ve kapsamlı bir örgütlenme faaliyeti adına onlardan vazgeçecek değiliz. Gerçek Sol Avustralya’nın üyeleriyle ve destekçileriyle tartışmalar yürüteceğiz, onları ikna etmeye çalışacağız, ama örgütün süreç içerisinde yürüteceği örgütlenme faaliyetine zarar vermemek için elimizden geleni yapacağız. Ortak bir projede birlikte çalıştığımız bir sürecin ideolojik ve politik konumlar arası farklılıkları asgari düzeye çekmeyi gerekli kıldığını biliyoruz. Bu önemli konum farklılıkları önemini illaki koruyacaktır, ama bu farklılıklar, başka meselelerde birlikte çalışmanın önünde birer engel hâline gelmemelidirler.

Gerçek Sol Avustralya’nın geniş kitleye hitap eden politik konumlarını benimseme yönünde bir eğilim ortaya çıkabilir. Eğer böylesi bir gelişmeye tanıklık edilecek olursa, İşçilerin Birliği’nin daha önceden belirlediği politik konumlar “yumuşayabilir”. Geniş kitleyi kucaklayan bir birliktelik içine girmek, her daim böylesi tehlikeleri gündeme getirir. Fakat biz, bu birlikteliğe katılmanın sorun teşkil etmeyeceğini güvenle dile getiriyoruz. Bu gerçek kısa bir süre sonra herkesçe görülecektir. Hâlihazırda İşçilerin Birliği’nin belirlediği politik konumlar, Gerçek Sol Avustralya içerisinde hoş karşılanmakta, ama herkesçe kabul görmemektedir. Bu örgüt, örgütlerin gevşek bağlarla bir araya geldiği, farklı politik konumları, farklı politik-ideolojik eğilimleri içeren bir yapıdır ve bu aşamada bu birliktelik olumlu bir gelişmedir. İleride muhtemelen hareket, parti tipi yapıya doğru evrilecektir. Bugün için kampanyayla alakalı amaçlar doğrultusunda ortak konumlar belirlenebilir, bir yandan da farklı konumlar Kovid sürecine eleştirel yaklaşan sol çerçevesinde hoş karşılanacaktır.

Bu aşamada Gerçek Sol Avustralya, Kovid sürecini eleştiren ve kendisini solcu olarak tanımlayan herkesi içerecektir. Yani bu örgüt, hem özgürlük yanlısı olup hem de antikapitalist olanları kucaklayacaktır. Bu faaliyet, doğalında sosyalistleri, feministleri, anarşistleri ve diğer kesimleri içerecektir. Bu anlamda Gerçek Sol Avustralya, farklı sol görüşleri kucaklayacaktır, burada tek şart, tüm sınıfların aynı çıkarlara sahip olduğuna dair iddialarla gündeme getirilen “pandemi” dolandırıcılığı gibi meselelere karşı çıkmaktır. Buradan da solcu bir konumun belirlenmesini şart koşan başka meseleler gündeme gelecektir. Bir sonraki aşamada başka ülkelerde de Gerçek Sol’un seksiyonları ortaya çıkabilir. Bu noktada bir yandan örgütlenme sürecini inşa eden Gerçek Sol İngiltere ile birlikte çalışma yürütmeye çalışacağız, bir yandan da kendi ülkemizde Gerçek Sol’un şubesini, Gerçek Sol Avustralya’yı meydana getirmek için uğraşacağız.

Nesnel düzlemde farklı sınıflar vardır ve bu sınıflara partiler öncülük ederler. Sol partiler, kapitalizmi yıkma mücadelelerinde işçi sınıfını kendilerine örgütlemek için yarışırlar. Bu mücadelede hakiki Leninist-Troçkizme dair yorumumuzu önemli görüyoruz. Öte yandan Troçkist olduğunu iddia eden tüm Kovid solcusu partilerin “pandemi” sahtekârlığı süresince işçi sınıfına ihanet ettiğini görüyoruz. Tüm Stalinist ve Maoist partilerse tek bir tepki ortaya koymadan, “sağlık” istibdadına teslim oldular. Troçkist-Stalinist ayrımı, sosyalist işçilerin uğraşmak zorunda oldukları önemli bir ayrım. Bu temel ayrım bile Kovid baskıları karşısında temel demokratik ve hukuki haklar için ortaya konulan özgürlük hareketiyle birlikte yürüyen bir avuç solcunun bir araya geldiği koşullarda bir kenara atıldı.

Bugün Avustralya’da hayat pahalılığı, bizi dün eve hapsetmiş olan aynı elitler eliyle arttırılıyor. Zorunlu aşı işçileri işlerinden etti, bu anlamda gizli bir soykırım yürürlüğe konuldu. Avustralyalı siyasetçiler, bizi Rusya ve Çin’e karşı yürüttükleri savaşın içine çekiyorlar. Bankalar, ekonominin resesyona girdiği koşullarda istikrarını koruyamıyorlar.

Bugün tüm çaresizliği içerisinde Avustralya’nın ihtiyaç duyduğu tek şey, dünya genelinde kurulacak sosyalist düzene doğru atılmış ilk adım olarak emekçilerin kendi devletlerini ve yönetimlerini inşa edecekleri bir toplumsal devrim.

Umarız, Gerçek Sol Avustralya, bu tarihsel görevin ihtiyaç duyduğu güçleri bir araya getirir.

İşçilerin Birliği
8 Mayıs 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Gerçek Sol internet sitesi, RL.

[2] t.me/RealLeftAustralia (03 Mayıs 2023)

28 Haziran 2023

Pandeminin Arkasındakiler


Özgürlük hareketinin farklı bileşenleri arasında ideolojik farklılıklar olsa da hemen hemen herkes Kovid “pandemisi”nin demokratik hakların kısıtlanması ve tarihin en büyük servet transferlerinden biri için retorik bir kılıftan ibaret olduğuna hemfikir olacaktır. Sadece 2020 yılında, dünya genelinde milyarderlerin toplam serveti 10,2 trilyon dolara yükselirken, milyonlarca çalışan işlerini kaybetti.[1]

Peki Kovid gündemi kimler tarafından yönlendiriliyordu? Bazıları, bu krizin dünyanın en büyük 3 yatırım bankası olan BlackRock, State Street ve The Vanguard Group’un başının altından çıktığını iddia ediyor. Ocak 2021 itibariyle bu “Üç Büyükler”, toplamda 18 trilyon dolar varlığı kontrol ediyordu. Bir trilyon dolar hakkında bir fikir vermek gerekirse, 1 trilyon saniye, 31.546 yıl demektir.[2] Üç Büyükler, S&P 500 şirketlerinin %88’inde en büyük yatırımcılardır. Apple, JP Morgan Chase ve Pfizer’in önde gelen hissedarları arasında yer alırlar.[3]

Mülkiyetin Aşırı-Merkezileşmesi

Bundan çok daha fazlası var. Ocak 2020’de, BlackRock ve Vanguard, GlaxoSmithKline’ın en büyük iki hissedarıydı. Pfizer’de ise Vanguard en büyük yatırımcı konumundayken, BlackRock ikinci en büyük hissedardı.[4]

Global Justice Now adlı bir kuruluş, Aralık 2020’de yayımladığı bir raporda, büyük ilaç şirketlerince (Big Pharma) işlenen suçların bazılarını belgelemiştir. Johnson&Johnson, AstraZeneca, GlaxoSmithKline, Gilead, Pfizer, Moderna ve Sanofi’nin suçlarını açığa çıkarmışlardır. Bunların yanı sıra, Big Pharma, yeni ilaçlara yönelik Ar-Ge faaliyetlerine çok az kaynak ayırmakta, bunun yerine, temettü ödemeleri ve hisse senedi fiyatlarını yüksek tutmak üzere, hisse geri alımlarına büyük yatırımlar yapmaktadır. Bu nedenle, yaşamsal öneme sahip antibiyotiklerin geliştirilmesi kârlı görülmediği için Big Pharma tarafından ihmal edilmektedir.[5] BlackRock ve Vanguard, Kovid pandemisini yönlendiren Big Pharma’nın doğrudan sahibidir.

BlackRock ve Vanguard, sadece Big Pharma’da hâkim hissedar olmakla yetinmekle kalmamış, aynı zamanda Big Tech ve Big Media’nın da (büyük teknoloji ve medya şirketlerinin de) sahipleri konumundadır. Google, YouTube, Facebook, Twitter, Instagram, Amazon, Microsoft, Apple ve Reuters gibi şirketlerde yatırım hisseleri bulunmaktadır. BlackRock ve Vanguard, ABD medya sektörünün %90’ından fazlasını kontrol eden altı medya şirketinden dördü olan Time Warner, Comcast, Disney ve News Corporation’ın en büyük iki sahibidir.[6]

Big Tech’te, Apple, Samsung, Alphabet, Microsoft, Dell, IBM ve Sony gibi büyük şirketler bulunmaktadır. Şirketler, genellikle birbirleriyle bağlantılıdır. Facebook, WhatsApp ve Instagram’ın sahibi konumundadır. Alphabet, Google ve YouTube’un sahibidir. Microsoft, Windows ve Xbox’ın sahibidir. Bu markalar, neredeyse tüm bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar, elektronik cihazlar ve ev aletlerinde kullanılan yazılımları üretmektedir. Ve yine, sürekli olarak en büyük hissedarlar arasında BlackRock ve Vanguard’ın yanı sıra State Street ve Berkshire Hathaway gibi şirketler yer almaktadır.[7]

Bugünlerde yazılımın kontrolü, neredeyse toplumun kontrolüne denk durumdadır.

Kalite ve standartlarda en üst seviyeyi sağlamak için rekabetin gerekliliği, kapitalist mitolojinin bir parçasıdır. Ancak, kapitalist ekonomik rekabet doğrudan ekonomik tekel oluşumuna yol açar. Örneğin, Coca-Cola ve Pepsi veya Apple ve Android gibi şirketlerin en iyi ürünü yaratmak için birbirleriyle “rekabet ettikleri” fikri, bir yanılsamadır. Bunun nedeni, bu şirketlerin aynı hissedarlara ve varlık yönetimi fonu devlerine ait olmalarıdır. Bu hisse senetleri, aynı gruplar tarafından kontrol edilir ve sahiplik piramidinin en üstünde her zaman BlackRock ve Vanguard gibi şirketler bulunur. Aslında, Vanguard, BlackRock’ın en büyük hissedarıdır. Oxfam raporları, dünyanın en zengin %1’inin, diğer %99’un toplamından daha fazla servete sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 2017 yılında elde edilen tüm gelirin %82’si bu %1’e gitmiştir.[8] BlackRock ve Vanguard, sayısız endüstride sanal bir tekel oluşturan ve Sanayi Devrimi’nden beri büyük bir servet sahibi olan dünyanın en zengin ailelerine aittir.

Ancak, BlackRock ve Vanguard’ın etkisi, sadece Big Pharma, Big Tech ve Big Media ile sınırlı değildir – muhtemelen düzmece Kovid anlatısı ve günümüzün birçok olayının kontrolünü de ellerinde bulunduruyorlar. Bu şirketler, ayrıca dünya genelindeki merkez bankalarıyla yakın bir iş birliği içindedir ve bunlar arasında ABD Federal Rezerv Bankası gibi özel bir kuruluş da yer almaktadır. BlackRock ve Vanguard, merkez bankalarına borç verirken danışmanlık hizmetleri sunmakta ve onların kullandığı yazılımları geliştirmektedir.[9] BlackRock ve Vanguard’ın toplam serveti, ABD millî gelirinden daha fazladır ve neredeyse her hükümet, Hedge Fund ve hatta emekli birey, onların müşterisidir. Bu durum, ileride BlackRock ve Vanguard’ın “neredeyse her şeye” sahip olacağı iddiasına kadar gidebileceğimizi göstermektedir.[10] 2028 yılına kadar BlackRock ve Vanguard’ın kontrol alanlarını genişleteceği söylenmektedir.

“Büyük Sıfırlama”

Ancak, büyük özel tekellerin her şeyi kontrol etmesi endişesi, dünyanın sadece bir tarafında -emperyalist Batı dünyasında- var olan bir kaygıdır. Burada, kapitalist mülkiyetin tekelleşmesi, genel meta üretiminin bir kuralı olarak gelişir. Bir tarafta, akıl almaz derecede büyük bir servet birikimi varken; öbür tarafta, sadece yoksulluk ve güvencesizlik vardır. İkiyüzlü Kovid gündemi, yoksul kitlelerin pahasına tek tük milyarderin servetini daha da büyütmeyi hedeflemektedir ve bu gündemin büyük ölçüde BlackRock, Vanguard veya onların kontrolündeki şirketler tarafından yönlendirildiği düşünülebilir. Bununla birlikte, kapitalist üretim tarzı ne kadar uzun süre devam ederse, şirketlerin ve devletin egemenliği birleşme eğilimindedir. Proletarya, burjuvaziyi devirmek için kendi liderliğini oluşturmadığı sürece, emperyalist kapitalizm, belirli bir aşamada Faşizm biçimine gerilemek zorunda kalır. Bugün buna yönelik geçiş yöntemleri “pandemi” adı altında test edilmektedir.

Kovid baskısına karşı cesurca direnen özgürlük hareketindeki birçok insan, Klaus Schwab’ın Dünya Ekonomik Forumu’nun “Great Reset” adlı planında yer alan “hiçbir şeye sahip olmayacaksınız ve mutlu olacaksınız” sloganına endişeyle dikkat çekiyor.[11] Onlar, bu “küreselcilerin” insanların malına mülküne el koyacağını korkuyla ifade ediyorlar. Gerçekten de durdurulmadıkları takdirde, kapitalist şirketlerin tüm konut stokunu satın alması ve sadece kiralama ihtimali gündeme gelecektir.

Ancak kapitalistlerin bu “toplumsal” mülkiyeti, özel kâr amacı güden üretim sisteminin altüst edilmesinden sonra -yani sosyalist bir devrim sonrasında- ortaya çıkan kolektif mülkiyetle karıştırılmamalıdır. Burada kapitalist mülkiyet, bir işçi devleti -yani “proletarya diktatörlüğü”- tarafından güvence altına alınan ve kamuya ait olan bir mülkiyet şeklidir. Bu sayede işçi sınıfı üretim araçlarına topluca erişme imkânı bulur; önceden sermayenin sahiplik ve kontrolü milyarderlerle sınırlıdır: Topraklar, fabrikalar, makineler, ofis binaları ve benzeri...

Kapitalist mülkiyet, yalnızca işçilerin kendi emek güçlerini büyük şirketlere satmak zorunda olmaları anlamına gelmez. Bu durum, birçok insanın müesses nizamda hiçbir çıkarının olmadığını, toplumun servet sahibi seçkinlerin menfaatleri doğrultusunda yönetilip düzenlendiğini hissetmesine neden olan aşırı bir yabancılaşma hâline yol açar.

Özel şirketlerin kamuya ait arazileri, toplu taşıma sistemlerini, tren hatlarını ve limanları satın alması durumunda, kapitalizm, daha da “neoliberal” bir yapıya evrilir ve durum iyice kötüleşir. Geçmişte devletin kamu tesislerine sahip olması ve bunları işletmesi normal bir durumken, sürekli azalma eğiliminde olan ortalama kâr oranları, sermayeyi temel altyapıyı sağlayan devletin rolünü zayıflatmaya itti.

Kamu hizmetleri ve tesislerinin özel sektöre satılması ve özel çıkarlara tabi kılınması durumunda, aşırı hak yoksunluğu ve yabancılaşma baş gösterir, toplumda çeşitli sosyal sorunlar ortaya çıkar. Bunun nedeni, özel mülkiyetin toplumu parçalaması ve toplumsal mülkiyetin insanları birbirine kenetleme etkisine sahip olmasıdır. Bu durum, toplumun atomize olmasına ve toplumsal rahatsızlıkların şiddetlenmesine sebep olur.

Red Fire
21 Ocak 2022
Çeviri:
İbrahim

Dipnotlar:
[1]
Rupert Neate, “Billionaires’ Wealth Rises”, 7 Ekim 2020 Guardian.

[2] Joe Kolecki, Mathematical Thinking in Physics, “How Big is a Trillion”, Nasa.

[3] “3 Giant Financial Companies”, 1 Haziran 2021, MİN.

[4] Dr. Joseph Mercola, “Who Owns Big Pharma”, 18 Haziran 2021, Defender.

[5] Dr. James Angel ve Nick Dearden, “The Horrible History of Big Pharma”, Aralık 2020, Globaljustice.

[6] Rhoda Wilson, “How The Vanguard Group is Building an Empire”, 4 Ocak 2022, Sott.

[7] Dr. Joseph Mercola, “Blackrock and Vanguard Behind the Global Takeover and and Vaccine Mandates”, 9 Kasım 2021, Muted.

[8] Dr. Joseph Mercola, “Blackrock and Vanguard”, 15 Haziran 2021, Noq.

[9] Dr. Joseph Mercola, “BlackRock and Vanguard Own the World”, 15 Haziran 2021, RF.

[10] “BlackRock and Vanguard Could Own Everything”, 4 Aralık 2017, FP.

[11] Spiritual Awakener, “In 2030, You’ll Own Nothing”, 8 Aralık 2020, Medium.

27 Haziran 2023

Küçülmeci Komünizmin Paradoksu


Filipinler’de doğan Vinice Mabansag isimli kız çocuğu, dünyanın sekiz milyarıncı yurttaşı. Bazıları, bu doğumu kutlama sebebi olarak görebilir. Dünya genelinde doğurganlık oranının hızla düştüğü koşullarda dünya nüfusunun son yetmiş yılda artmış olması, halk sağlığı, beslenme, kişisel hijyen ve tıp alanında insan ömrünü uzatan, anne ve çocuk ölüm oranını ciddi ölçüde düşüren sıra dışı gelişmelerin bir sonucu. Başka bir ifadeyle, Vinice’in doğumu, insanın dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme konusunda sahip olduğu maharetin bir kanıtı.

Buna karşın, birçok batılı aydın ve siyasetçi, Vinice’in doğumunu bir lanetin habercisi, “aşırı nüfus”un gezegeni nasıl yok edeceğine ilişkin bir andaç olarak görüyor. Bu habere verilebilecek en sefil cevap ödülünü, tahmin edileceği üzere, New York Times gazetesi aldı. Gazete, bu doğum haberini İnsan Türünün Gönüllü İmhası Hareketi’nin kurucusu Les Knight’a sayfalarında yer açmak için fırsat olarak değerlendirdi. Les Knight, insanlara insan türünün yok olacağı süreci başlatmak için ürememeleri çağrısı yapıyor ve ürememenin dünyanın yüzleştiği sorunlara bulunabilecek yegâne çözüm olduğunu düşünüyor. Knight, kendisine uzatılan mikrofona, “şu dünyaya ne yaptığımıza bir baksanıza. Biz, iyi bir tür değiliz” diyor.

Hareketin internet sitesinde ürememe tercihinde bulunmak suretiyle çiftlerin “çocuklarını hayat kalitesinin hızla kötüleştiği, korkunç bir ölümle yüzleşecekleri koşullara mahkûm etmekten kurtulmuş olacaklar”ından bahsediliyor. İnsandan nefret eden hümanizm karşıtlığı ile Malthusçu kıyamet fikrini harmanlayan bu yaklaşım, bugüne dek hep kıyıda köşede kalmış, küçük azınlıklarca sahiplenilmiş bir yaklaşımdı. Oysa bugün insanlık denilen canlı türünün imhasına dönük arzu, uysal çevreciliğin başka bir biçimi olarak göklere çıkartılıyor. Bu işi yapma konusunda New York Times yalnız değil. Medyanın başka unsurları, daha tuhaf tepkiler ortaya koyuyorlar. Hepsi de aşağı yukarı aynı mesajı veriyor: Örneğin CNN, “artan dünya nüfusunun çevre için ciddi bir güçlük hâline geldiğini” söylüyor.

“Aşırı nüfus” denilen fikrin ciddiye alınır bir tarafı yok, çünkü bu tür fikirler, dünya nüfusunu azaltmaya yönelik olarak uygulamaya konulmuş olan hain planın parçası olan 5G veya Kovid aşılarıyla ilgili saçma komplo teorileriyle bağlantılı. Times’daki makalenin de ortaya koyduğu biçimiyle, elitlerin de meseleyle ilgilendikleri açık. Hepsi de sürekli işittiğimiz, binlerce kez dillendirilen argümanı yineliyorlar: insanların ortaya koydukları faaliyetler gezegendeki biyolojik çeşitliliği yok ediyor, doğal kaynakları yenileme kapasitesini düşürüyor, gezegen üzerindeki insan sayısı arttıkça doğanın üzerindeki basınç da artıyor.

Mesele, dünya nüfusunun zorla düşürülmesi üzerinden ele alınıyor. Herkes, artık giderek nüfus kontrolü için gerekli aygıtların devreye sokulmasının şart olduğu fikrine alışıyor ve bu tür fikirler daha sık dillendiriliyor. Bu bağlamda “tek çocuk” politikaları gündeme geliyor. Oysa kimse, nüfus artış hızının düştüğü gerçeğini dikkate almıyor. Bunun yerine bize “ekolojik ayak izimizi” düşürmek suretiyle yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerektiği söyleniyor. Hükümetlere ve uluslararası kurumlara göre, en önemli hedef net sıfır, yani dünyada sera gazı salınımlarının en kısa sürede sıfıra düşürülmesi.

Bu, herkesin hassas olması gereken bir fikirmiş gibi görünüyor. Oysa kimse, fosil yakıtların iklim değişikliği ve kirlenme konusunda ciddi sakıncalara sahip olduğunu inkâr etmiyor. Gelgelelim, bu fikrin pratikte uygulanması ise tümüyle farklı bir mesele. Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi kurumların gelişmekte olan ülkelere, fosil yakıtlara sunulan teşviklere son vermesi veya gıda üretiminde gübrelerin yasaklanması konusunda uyguladıkları baskı, zaten onlarca ülkede kargaşaya, politik istikrarsızlığa ve huzursuzluğa yol açmış durumda. 2019’da Sudan, Zimbabve, Haiti, Lübnan, Ekvador, Irak, Şili ve İran’da büyük gösterilere tanık olundu.

Bu gösteriler, bize şu gerçeği hatırlattı: birileri, iklim değişikliğini ve gezegenin hâlini dert ederken, insan, gene de bu türden sorunların küresel kapitalist güç piramidinin tepesinde oturan, dünyada siyaseti biçimlendiren, Davos toplantılarında arz-ı endam eden, özel jetlere binen, şirketlerin sahibi değilse bile şirketlerin desteğini arkasına alan elitlerin ülkelere dayattığı, yukarıda şekillendirilip aşağıya dayatılan çözüm önerileri üzerinden çözüme kavuşturulabileceğine dair fikre bir şekilde şüpheyle yaklaşıyor. Asıl çarpıcı olansa tam da bu elitlerin insan kaynaklı faaliyetlerin yol açtığı kötülüklere karşı verilen mücadelede kendilerine müttefik bulmuş olması: “küçülmeciler” olarak bilinen radikal antikapitalistler.

Küçülmeciler, insanlığın gezegen üzerindeki olumsuz etkisinin kökeninin ekonomik büyüme olduğunu, bu büyümeye kapitalist üretim tarzının dayandığı mantığın yön verdiğini söylüyorlar. Küçülme fikrini savunan en önemli isimlerden biri olan Jason Hickel’a göre, “bu süreç, sürekli genişleme veya büyüme, yani sanayi için kaynak temini, üretim ve tüketim düzeylerdeki niceliksel artış zorunluluğu temelinde örgütleniyor.” Küçülmeciler, dünyadaki sorunların önemli bir kısmının büyüme meselesinin, yani en nihayetinde kapitalizmin ötesine geçerek çözüme kavuşturulabileceğini söylüyorlar.

Bir zamanlar kıyıda köşede kalmış, marjinal kabul edilen küçülme teorisi, son yıllarca çevreciler ve solcular arasında rağbet görmeye başladı. Örneğin, beş yıl önce gezegen ve kapitalizm arasındaki ilişkiye dair akademik bir kitap çalışmasının çok satan kitaplar listesine gireceğini kim tahmin edebilirdi ki? Tokyo Üniversitesi’nde doçent olarak çalışan Kohei Saito’nun Marksist bir açıdan kaleme aldığı, küçülmeyle ilgili kitabı (yakında İngilizceye çevrilip basılacak olan) Capital in the Anthropocene [“Antroposen Döneminde Sermaye”] de aynı listeye girecekmiş gibi görünüyor, zira kitap, 2020’de basıldığı günden beri Japonya’da yarım milyondan fazla sattı.

Saito’nun mesajı çok basit: kapitalizmin kâr dürtüsü, gezegeni yok ediyor, dolayısıyla oluşan hasarı ancak küçülmeci komünizmle ortadan kaldırabiliriz. Bunun için de toplumsal üretim yavaşlatılmalı, servet paylaşılmalı. İnsanlar, yeni bir yaşam tarzı bulmalı, yani kapitalizmin yerine başka bir sistemi kurmalı.

Peki bu, pratikte ne anlama geliyor? Küçülmeci hareketin aktivistleri arasında bile bu konuda belirli bir kafa karışıklığı söz konusu.

Büyüme, genelde gayri safi yurt içi hâsıla kullanılarak ölçülüyor. GSYİH, belirli bir dönemde ülkenin kendi içinde ürettiği ürünlerin ve hizmetlerin toplam değerini veriyor, buradan da ekonomisinin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Ekonomi büyüyorsa, bu gelişme ekonomik büyüme olarak adlandırılıyor, eğer küçülüyorsa, buna küçülme süresinin uzunluğuna bağlı olarak, resesyon, hatta buhran deniliyor.

GSYİH meselesine eğilmenin cazip olduğuna hiç şüphe yok. Zira GSYİH yüksekse gelirler de yaşam standartları da yüksektir. Çalışmalar, GSYİH’nin ulusun mutluluğuyla bağlantısını ortaya koyuyor. Ama gene de maddi zenginlik, her şey değil.

Uzun zamandır GSYİH, ülkenin zenginliğini ve mutluluğunu ölçme konusunda çok da iyi olmayan bir yol olarak görülüyor. Çevrenin durumu, eşitsizliğin düzeyi, insanların sağlığı veya suç oranları dikkate alınmıyor. Ayrıca ülkenin GSYİH’sini silâh üretip hapishane inşa ederek mi yoksa okul ve hastane yaparak mı artırdığı sorusunu da hesaba katmıyor. Evet, büyümenin de insanların faaliyetlerinin de doğal dünya üzerinde olumsuz bir tesire yol açtığı çok açık.

Gelgelelim, ekonomik büyümenin, yani GSYİH’nin ülkenin esenliğine dair bir ölçü olarak sahip olduğu sınırları kabul etmek bir şeydir, onu hepten çöpe atmak veya dünya genelinde birçok ülkenin sanayileşmek ve yoksulluktan kurtulup büyümek için çabaladığı koşullarda “büyüme sürecini durdurmak” zorunda olmak, başka bir şeydir.

Aslında Hickel gibi küçülmeciler, “küçülmenin GSYİH’nin düşürülmesiyle ilgili bir şey olmadığını” açıktan söylüyorlar. Onlara göre mesele, “dünya ekonomisinde malzeme ve enerji miktarının düşürülmesi.” Burada lafı dolandırmaya gerek yok. Malzeme ve enerji miktarını düşürmek için GSYİH’yi azaltmanız gerekiyor.

Hickel, “bu sonuca, düşük gelirli ülkelerin insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla, enerji ve kaynak kullanımını artırmalarına imkân vermek suretiyle ulaşılabilir” diyor. Bu anlamda Dünya Ekonomi Forumu’nun herkesin sera gazı salınımının sıfır olması gerektiğini söyleyen yaklaşımından farklı bir şey söylüyor. Yüksek gelirli ülkelerde ise enerji ve kaynağın önemli ölçüde azaltılması gerektiğini söyleyen Hickel, bunun için toplumsal açıdan daha az gerekli olan, çevreye zarar veren üretimden (yani sportif arazi araçları, silâhlar, biftek üretimi, özel ulaşım imkânları, reklamcılık ve planlı eskitme uygulamalarından) vazgeçilmesi gerektiği, bir yandan da sağlık hizmetleri, eğitim, bakım eğlence gibi toplumsal açıdan önem arz eden sektörlerin büyütülmesi üzerinde duruyor.

Güzel parkların, okulların, hastanelerin, müzelerin, kütüphanelerin olduğu, daha az sportif arazi araçlarının, lüks konfeksiyon mağazalarının bulunduğu, herkesin doğayı kirletmeyen sanayilerde ve sektörlerde güzel işlerde çalıştığı bir toplumda yaşamayı herkes ister. Benim açımdan küçülmecilerin tahayyül ettikleri toplum değil mesele, bu teorinin sonuçları. Bu teorinin sahipleri, hatalı bir biçimde enerji ve kaynak tüketimini yan yana ele alıyor, oysa bunlar, çok farklı şeyler. Bir şeyler üretiyorsanız, zaten sonu olan kaynakları kullanmak zorundasınız. Dolayısıyla üretim süreci ilanihaye genişleyemez. Ama aynı şey, enerji üretimi için geçerli değil: örneğin nükleer enerji, bol miktarda, temiz karbonsuz enerji temin edebilir, böylelikle bize enerji kullanımını artırma imkânı sunabilir. Kaynakları az kullanan sanayilerin ve sektörlerin işlemesini sağlayabilir, bir yandan da fosil yakıtları hızla devre dışı bırakabilir. Buna karşın, birçok çevreci ve küçülmeci, nükleer enerjiye büyük bir şevkle karşı çıkıyor.

Küçülmeciliğin (en genel manada çevreciliğin) bir diğer meselesi de bu. Bu görüşün kurtulamadığı Luddculuk, sanayileşme karşıtı önyargı, örneğin hızla nükleer kapasiteyi artırmak suretiyle, ekonomilerimizi daha sürdürülebilir kılmak için gerekli olan, devlet destekli sanayi ve altyapı yatırımına mani oluyor.

Buradan da ilgili görüşteki üçüncü mesele çıkıyor karşımıza: Batılı ülkelerde yurttaşların soyut faydalar karşılığında maddi zenginliklerini azaltacak adımlara kabule yanaşacaklarını varsaysak bile bu türden bir programın uygulanması için ihtiyaç duyulacak, devletin gücündeki muazzam artışa muhtemelen rıza göstermeyecekler.

Pandemi döneminde gündeme gelen otoriterlik ve demokrasiye yönelik saldırı, birçok insanın devletin kontrolsüz gücünden korkmasına neden oldu. Bence gerekli olan, devletin ekonomiye müdahale yetkisi verilmesini şart koşan bir programın yeni bir demokratik toplum sözleşmesini meydana getirene dek destek bulması pek mümkün değil. Başka şeyler yanında, bunu yapabilmek için küreselcilerin ve şirketlerin çıkarlarının gasp ettiği, demokrasiyi tesis edebilecek yegâne kurum olan ulus-devleti onların pençesinden kurtarmak gerekiyor. Ama bu, zamana muhtaç olan bir iş ve küçülmeciler, sürekli zamanımızın kalmadığını söylüyorlar.

Küçülmeciliğin ve her türden kıyametçi çevreciliğin endişe verici yönü şu: “ya her şeyi düzeltiriz ya da hep beraber ayvayı yeriz” diyen kadercilik tuzağına düşen bu kesimler, gezegeni kurtarmak için, otoriter müdahaleler dâhil, her yol meşru diyorlar. Bu anlamda, sıfır Kovidcilere benziyorlar.

Mesele, dünyada hayatın sürmesi ise yapılması gereken işlerin önüne demokratik tartışmadaki ve düşünce sürecindeki karmaşıklıkların engel çıkartmasına izin veremeyiz.

Asıl kaygı verici olan, Saito’nun kitabında pandemiyi, hızlı değişimin mümkün olduğuna dair bir kanıt olarak sunuyor olması. Bu anlamda yazar, o “değişim”in demokratik usullerin kenara itilmesi, anayasal kısıtlamaların getirilmesi, toplumların askerileştirilmesi, özgürlüklerin ezilmesi ve eşi benzeri görülmemiş toplumsal kontrol tedbirlerinin uygulanması suretiyle yaşanmış olmasını hiç dert etmiyor.

Bu anlamda, kadercilik, insanların tüketim düzeylerini aşağı çekmek için başvurulacak, elitlerin başvurdukları en kolay yol olan, sıradan insanları daha da yoksul kılma yolu için politik bir kılıf sunuyor.

Bu da küçülme teorisinin ana kusurunu, yaptığı yanlış tespiti açığa çıkartıyor. Bu teori, kapitalizmin itici gücünün büyüme veya kâr olduğunu söylüyor, oysa kapitalizmi itici gücü, iktidar meselesidir. Kapitalist piramidin en tepesinde oturanlar, küçülme nüfuzlarını artıracaksa, küçülme karşısında daha fazla mutlu olacaklardır. Bu teoriye bağlı kalırsak, egemen sınıfların büyüme hızını düşüren tasarruf tedbirlerini uygulamak konusunda neden bu kadar istekli olduklarını asla anlayamayız.

Küçülmeci komünizmin paradoksu şu: onu savunanlar kapitalizmi yıkmak istiyor olabilirler, ama onların ideolojisi, aslında mücadele ettiklerini söyledikleri küreselci kapitalist elitleri güçlendiriyor.

Thomas Fazi
5 Aralık 2022
Kaynak

25 Haziran 2023

Serotonin Fabrikası: Mutsuzluk Reçetesi

“Mutluluk nedir?” sorusuna yanıt ararken sözcüğün anlamının TDK Güncel Sözlük’te “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut (I), ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” şeklinde geçtiği görülür. Antik Yunan’da mutluluk üzerine yürütülen tartışmalarda ölçü, erdem, duygu gibi kavramlardır. 

Yusuf Has Hacip’in “mutluluk bilgisi” anlamına gelen Kutadgu Bilig adlı eserinde mutluluğa ulaşmanın imkânlarından birinin de ideal bir yönetime bağlanmasıdır. Bu bağlamda her devrin ve kültürün mutluluk tarifi üretim ilişkilerinin sonucu olarak farklılaşır.

Yaşadığımız kapitalist sömürü düzeninde mutluluğun tarifi tüketime ve bireyciliğin güçlendirilmesine bağlanır. Amaç, sömürü düzeninin devam edebilmesi için toplumsal olanın parçalanarak tek boyutlu insanın yaratılmasıdır. Bireyciliğin güçlendirilmesinin sonucu toplumdan ve toplumsal olandan kopuşun gerçeklemesidir. Mutlu olmanın yolu, toplumsal şartlara değil, bireyin kendi biricikliğine yaptığı yatırıma ve diğer insanlardan kendini yalıtmasına bağlanarak simülatif bir mutluluk algısı yaratılır.

Her tarihsel dönemin üretim ilişkilerine bağlı olarak hâkim bir felsefe anlayışı ortaya çıkar. Sömürü düzenini ayakta tutan burjuva ideolojisinin aygıtları ve düşünsel yapısı incelendiğinde, bazı düşünürlerin etkisinin önemli olduğu görülür. Kapitalist düzende “mutluluk” ve “özgürlük” kavramları etrafında bireye yüklenen anlamın ne olduğunun açığa çıkarılmasının yolu, burjuva ideolojisinin çözümlenmesine bağlıdır.

Sömürü düzeninin ideolojisini güçlendiren düşünürlerin başında Max Stirner gelmektedir, fakat onun bu etkisi, tartışma ve inceleme konusu hâline getirilmeyecek kadar önemsiz görülerek hata yapılır. Yaşamda sadece kendisinin önemli olduğunu belirten, en önemli tutkusunu özgürlük diye tarif eden, hiçbir davanın kutsal olmayıp “Halk öldü, yaşasın Ben!” şiarını dillendiren, başka insanlardansa kendine kulak vermesini önemli bulan, kişinin haklı olup olmamasına kendinden başka bir yargıcın karar veremeyeceğini salık veren, biricik olmanın şartını diğer insanlarla bağların koparılmasına bağlayan, aileyi despotluğu artıran bir yapı olarak kabul eden bir düşünür. Kendi düşüncesini anarşizm olarak kabul etmese de anarşist literatürde önemli isimlerinden biri olarak geçer. Stirner’in toplumsala açılan düşüncesi otoriterin olmadığı bir düzendir. Bu düzenin yolu “egoistlerin birliği”nin kurulmasından geçer. Oysaki anarşizmin öncü isimlerinden Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı eserinde mikroskopla görülebilen canlılar dâhil olmak üzere neredeyse canlı türlerinin çoğunun kollektif bir yaşam içinde hareket ettiğini ve doğaları gereği bencil olmadıklarını savunur.

Toplumsalı savunma amacıyla temelleri atılan anarşizm, günümüz dünyasında bireyciliğe ve postmodernizme kapı aralayıp burjuva ideolojisine hizmet eden bir akıma dönüşerek, öncül düşünürlerinden kopuşu gerçekleştirdi. Anarşizmin parçalı bir düşünsel yapıya dönüşme sürecinde otoriterin reddi adı altında uyuşturucu kullanımı, ilkele dönüş, cinsiyetin akışkanlığı, toplumsal olana karşı çıkış, hippi kültürünün benimsenmesi savunulmaya başlanmıştır. Sermaye düzeninden yalıtılarak savunulan bireyin özgürlüğünün ilkel yaşam sürdürmeye çalışılmasıyla da gerçekleşeceği birer “tercih” ve “çözüm” olarak sunulur.

İlkele dönerek ilerlemenin reddedilmesini en keskin savunan düşünür John Zerzan’dır. Gelecekteki İlkel adlı eserinde yazının icadı da dâhil olmak üzere ilerlemenin tüm getirisine savaş açar. İlkel yaşamı günümüz insanı için kurtuluş olarak sunar. Murray Bookchin’in Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi adlı eserinde Zerzan’la röportaj yapan bir gazetecinin aktarımlarına yer verilir. Gazetecinin Zerzan’a “ilkel yaşamı savunuyorsunuz, ama evinizde televizyon kullanıyorsunuz” sorusuna Zerzan’ın yanıtı, “ben de herkes gibi biraz uyuşmalıydım”[1] yönünde olur.

İlkel insandan günümüze insanın yeryüzündeki tarihi incelendiğinde, türün varlığını sürdürmesinin tek yolu, aklın eseri olan ilerlemedir. Evrim sürecinde self determinasyon ve adaptasyon ilkesi gereği insanın ilerlemeci aklın ürünü olarak geliştirdiği araçlar yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamıştır. Tarihin tekerinin geriye dönemeyeceği, değişimin önüne hiçbir şekilde geçilemeyeceği, durma ve geriye gitmenin mümkün olmadığı dikkate alındığında, Zerzan’ın ilkele dönüş önermesinin idealizmle kesiştiği gerçeği belirir.

Doğadan kopuşun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etkilere ve yabancılaşmaya neden olduğu gerçeği inkâr edilemez, fakat doğaya yabancılaşmanın sömürü düzenin eseri olduğu, modern kentlerin kapitalizmin çelişkilerini ve sömürüyü ürettiği merkezlere dönüştüğü gerçeğini yok sayan her düşünce ya da politik kuram, burjuva ideolojisinin değirmenine su taşır. Aynı şekilde, doğa katliamının ve iklim krizinin suç ortağı olarak bireylerin bilinçsizliğini gören, bireylerin gündelik yaşam pratiklerinin sonucunun bu olumsuz tabloya neden olduğunu savunan muhalif çevreci grupların da hatası Zerzanvaridir. Hatta bu suçlama, sadece insan türüne değil, ineklerin “yaşam biçimine” kadar vardırılır.

Sorumluluğun bireylerin pratiklerine bağlanması burjuvazinin suflörlüğünü yapmaya neden olur. Doğa katliamından iklim krizine kadar gezegene zarar veren tüm uygulamalar burjuvazinin doymaz kâr hırsının sonucudur, fakat çevrecilerin kurtuluş reçetesinde uçağa binmemek, araç ve internet kabloları kullanmamak vb. yer alır. Bireylerin bu konuda “bilinçlenmesi/bilinçlendirilmesiyle” sermaye düzeninin çökertileceği yanılması hâkim kılınır.

Günümüz burjuva ideolojisinin felsefi temellerini atan diğer düşünür de Nietzsche’dir. Akla savaş açar, kadını erkekten aşağı gören düşünceleri kaleme alır. İşçi sınıfını “ayak takımı” olarak görür. Efendi-köle ilişkisi bu noktada devreye girer. Onun için ideal insan “üst insan” olarak tarif edilir. Bu iki düşünce, toplumsal olandan kopuşla bireyin yüceltilmesine aracılık eder. Nazizm’in yaşlıları, engellileri ve çalışma kapasitesinden yoksun olanları toplumsal düzenin dışına itmesinin; günümüz sömürü düzeninde aynı kesimlerin sermayeye “külfet” olarak görülmesinin felsefi adımları bu görüşlerle şekillenir. Artı değer üretemeyen insan, burjuvazi için hiçbir değer ifade etmez. Nietzsche’nin görüşlerinin ve biyografisini kurgusal olarak işleyen romanların son yıllarda revaçta olması, güçlendirilmek istenen bireycilik düşüncesinin çabalarının sonucudur.

Sömürü düzenini sürdüren ideolojinin bireyi yüceltmek için beslendiği kaynaklar arasında günümüz feminist anlayışının tezleri, postmodernizm, yapı söküm gelir. Kadın haklarını savunma saikiyle politika sahnesine çıkan feminizmin bugün geldiği aşama, beden teorilerinin tek geçer yola dönüştürülmesidir. Özel mülkiyetinin gelişmesiyle ataerkil bir tarihin işlediği bilimsel bir gerçektir, fakat feminizm bu gerçeği sumen altı ederek burjuvazinin ve egemenlerin “erkek” olduğu tezini savunur. Sınıf çelişkilerinin temel nedenin toplumsal cinsiyet farklılıklarına indirger. Ortodoks bir görüş ortaya çıkar.

Feminizme göre kadın olarak doğulmaz, kadın olunur. Bu noktada toplumsal cinsiyet devreye girer. Toplumsal cinsiyet, kadınlara erkekler tarafından biçilen rollerin ötesine taşınarak bilimsel gerçeklik hiçe sayılıp sınıf çelişkilerinin doğası bulanık bir hâle getirilir. Cinsiyet akışkan olarak kabul edilip biyolojik cinsiyet skalası genişletilir. Cinsiyet, bireyin tercihine bağlanarak bir seçim meselesi tartışmaya açılır. Cinsiyetler arası keskin ayrımın temel sorumlusunun sömürü düzeni olduğu gerçeğinin önemsiz sayılması, kadın ve erkeğin kurtuluşunun birbirinden ayrıştırılmasıdır. Sınıfı bölen bu anlayış, cinsiyet bağlamında bireyin ve onun bedeninin kutsanmasıyla tezahür eder.

Sömürü düzeninin ve mevcut çelişkilerin ezilenlerin birliğinden geçtiği gerçeğini dışlayan her politik tez burjuvaziyi güçlendirir. Beden politikasının bir açmazı da “seks işçiliği” adı altında kadınların bedeninin ve onurunun sömürülmesinin savunulmasıdır. Kadınların ezilme tarihi özel mülkiyetle başlar ve özel mülkiyet yok edilmediği sürece bu açmaz, sömürü düzeninin devam etmesini sağlar. “Seks işçiliği” yapanların patronsuz bir dünyaya ulaşıldığı vakit kurtulacakları iddiası da ayrı bir politik çelişki olarak tartışmaya açıktır.

Feminizmin ve postmodernistlerin ortak tezlerinden biri bütünsel olan yapıların -dil de dâhil- yapı söküme/bozuma uğratılmasıdır. Bu doğrultuda aile ve toplum, bireyi baskılayan yapılar olarak ele alınır. Büyük anlatılar adı altında Marksizm, faşizm, Nazizm totaliter bir düzenin inşasını gerçekleştirerek bireyin özgürlüğünü kısıtlayan ideolojiler olarak kabul edilip aynılaştırılır. Aslolan, bireyin özgürlüğüdür, fakat kapitalist düzende özgürlüğün bir yanılsama olduğu gerçeği görmezden gelinir. Bu tez, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tarihin sonunun geldiğini ve ideolojilerin bittiğini savunan iddiayla örtüşür.

Özgürlük yanılsaması meselesine dönecek olursak, bugün çekilen her fotoğrafta bireyin zafer işareti yapması, sembolün toplumsal olandan bireye nakledildiğini ortaya koymaktadır. Bu sayede “Özgürlük toplumsal şartlarda değil, bireyin elindedir” algısı kitlelere zerk edilmektedir.

Beden teorisinin bir başka yansıması da günümüzde hızla artışa geçen pornografinin geldiği aşamadır. İnsansızlaşmayı ve mahremiyetin yok edilmesini amaçlayan pornografiyi sadece bir sektör olarak tartışmaya açmak hata olur. Pornografi, ideolojik bir aygıttır. Herkesin her anını, konumunu ve tüm bilgilerini sosyal medya aracılığıyla açık etmesi; güvenlik gerekçesiyle herkesin birbirinin sesini ve görüntüsünü kaydetmesi; kamera sistemiyle donatılmamış bir sokağın bulunmaması; yüz tanıma sistemleriyle bilgilerin big data sistemlerinde toplanarak yapay zekâ yazılımlarının eğitilmesi; sohbeti geçen bir ürünün reklâmının akıllı telefonlarda karşımıza çıkması, pornografi-mahremiyet çatışması düzleminde anlam kazanır. Tüm bu uygulamalar, zoraki değil, rıza üretimiyle gerçekleştirilir. Kişiler güvende, mutlu ve özgür olmak saikleriyle teşhir uygulamalarının yeniden üretiminde bir araca dönüşürler. Özgürlük yanılsaması, bu noktada anlam bulur. Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı eserinde “Gösteri, sonuçta uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen zincire vurulmuş modern toplumun gördüğü kötü düştür. Gösteri, bu uykunun bekçisidir.”[2] iddiası, günümüz toplumlarının yaşadığı özgürlük yanılsamasının özetidir.

Sömürü düzeninin ideolojik aygıtları arasında medya önemli bir işleve sahiptir. İdeoloji, özü gereği maddi koşulların çarpıtılarak algılanmasını sağlamaktır. Burjuva medya, bu algının hayata geçirilmesinde devreye girer. Kitle manipülasyonu, görsel ve yazılı medyada yalanın gerçek olarak sunulmasıyla manipülasyona aracılık eder. Bu çerçevede sınıfsal çelişkinin gündeme getirilmediği haber bültenlerinde toplum ve insan, bencil genin ürünü olan doğası gereği kötü bir varlık olarak sunulur. Sosyoloji literatüründeki “acımasız dünya sendromu” bağlamında dış dünya ve toplum, kötülüklerle ve suçla bezenmiş karanlık bir orman olarak betimlenir. Göçmenler, ezilenler, ötekileştirilenler potansiyel olarak suça meyyal “olağan süpheli”dir.

Burjuvazinin işlediği suçlara ise hiç değinilmez. Nietzsche’nin işçi sınıfını “ayak takımı” olarak önermesi medyada hayat bulur. Yapılması gereken toplumsal dinamiğe karışmayan bireyler olarak kendi konfor alanı olan evlerimize çekilmemizdir ki ancak bu şekilde medyaya bağlı kalarak mutlu ve güvende olabiliriz! Televizyon; eğlence programlarından haber bültenlerine kadar şimdiki zamana odaklıdır, geçmiş yoktur. Bu durumu Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence adlı eserinde “Bir ayna yalnızca bugün giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz konusunda sessizdir. Televizyonla da aynı şekilde kafamızı süreksiz bir şimdiki zamana gömeriz.”[3] tespitinde bulunur. Bu, yerinde bir saptamadır, çünkü medya, kişiyi geçmişten koparıp hafızasızlaştırarak acılarını ve çelişkilerini unutan bir toplum dizayn etmeyi arzular. Gündüz kuşağı programlarında aile mahremiyeti hiçe sayılır, adaletin temsilcisi program sunucudur; yargı dağıtılır. Ezilenlerin işlediği üçüncü sayfa niteliğindeki vakalar/suçlar toplumun algısına sunulur. Yaratılan algı, toplumun çürüdüğü yönündedir, fakat çürümenin nedeni, yine ezilenlerin kendi suçu olarak propaganda edilir. Suçu üretenin kapitalist düzen olduğu ters yüz edilir. Bu nedenler doğrultusunda TV başta olmak üzere burjuva medyasının her biçimi simülasyon evreninin yaratılmasının önemli araçlarındandır. Tek boyutlu insanın yaratılması için algının çarpıtılması gerekir. Sömürü düzeninin sürmesinin yolu, maddi koşulların ve sınıfsal çelişkilerin asıl sorumlusunun gizlenmesidir.

Acımasız dünya sendromunu sürdürmenin yollarından biri, Netflix başta olmak üzere dizi platformlarına üye kaydı yaparak, her sezon şimdiye kadarkinin “en iyisi” olan diziyi izlemektir. Bu dizi silsilesinin içeriği, cinselliğin sınırsız ve kontrolsüz şekilde yaşanması, uyuşturucu kullanımının meşrulaştırılması, pedofili ve ensestin normalleştirilmesi, hazzın mutluluğun tek aracı hâline getirilerek bireyin biricikliğinin ve her türlü tüketimin yüceltilmesi, ailenin ve toplumsal olan birlikteliklerin sorumluluk bilincinden azat edilmesi üzerine kuruludur. Kültürel emperyalizmin temel hareket noktası, sömürünün derinleşmesi ve sürdürülebilmesi için algı ve beden kontrolünün sağlanarak, kişinin yalnızlaştırılıp toplumsalın parçalanıp kimliklere bölünerek kamplaştırılması gerektiği üzerinedir.

Evine çekilerek sosyal ilişkilerden koparılan birey, ilk olarak beden kontrolüne tabi kılınır, daha sonra sürekli sunulan birbirinin kopyası şeklindeki yoz kültür ideal yaşam biçimi olarak algı kontrolü gerçekleştirilir. Bu şekilde yozlaştırılan insanın id-ego-süper ego dengesi bozularak yaşamı sürdürmenin tek aracı id olur; değerlerin, yargının, vicdanın otoritesi olan süperego bertaraf edilir; id ile süperego arasında dengeyi sağlayan ego yok edilir.

Dünya halklarının zihinlerini esir alarak burjuva ideolojisinin tek kurtuluş yolu olduğu algısı 11 emperyalist medya tekeli aracılığıyla hayata geçirilir. Tek amaç, medya tekelinin ayakta kalması değildir, emperyalizmin sömürdüğü halkların iç bütünlüğünü bozarak, yerel olanın yok edilip antiemperyalist mücadelenin oluşmasını engellemektir. Marx, başkalarını ezen ulusların özgür olamayacağını belirtir. Emperyalist ülkelerin halklarının durumu yazının ilerleyen bölümlerde tartışılacaktır.

Algılarla kavramlar arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Kullanılan kavramlar, kişinin dünyayı algılayış biçimini de değiştirir. Tek boyutlu insanın yaratılmasında dil üzerine yapılan saldırılar önem arz eder. Fuhuşa “seks işçiliği”, zamlara “fiyat güncellemesi”, saldırıya “müdahale” denildiği anda kavramların çağrışımları değişime uğratılır. Medya ve sosyal medya aracılığıyla dilde yapılacak değişimler, dünyayı algılayış biçiminin manipüle edilmesiyle gerçekleşir.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla kavramların içinin boşaltılma süreci hız kazanmıştır. Bella Ciao (Çav Bella) hak arama mücadelesi için gerçekleştirilen bir mitingde söylendiğinde burjuvazi açısından tehdit anlamı taşırken bar müziği olarak klipleştirildiğinde tehdit ortadan kalktığı gibi burjuvazinin uyuşturma aracına döner. Aynı şekilde, dünya mücadele tarihinin önemli kişilerinin fotoğrafları tişörtlere basılarak pazarlandığında, biyografileri dizi-film olarak çekildiğinde kitleler ehlîleştirilir. Sendikalar STK’ya dönüştürülür. 1 Mayıs kendi alanında tarihsel bağıyla değil de tarihsel bağı olmayan şehir suçu sayılan dolgu alanında ve evinizin -varsa- balkonunda kutlandığında değer kaybeder. Bunun sonucunda mekân tarihsizleşir, kavramlar gerçek bağından ayrıştırılır ve ezilenin çığlığı bastırılır.

Sömürü düzenini ayakta tutacak ideal insan, tüketimi sürdürebilecek insandır. Bu yönüyle kapitalizm, “ihtiyaç” manipülasyonunu gerçekleştirmektedir. Metaların dünyasına hapsolan insanın mutlu olacağı algısı yaratılır. Tüketim sürdükçe mutluluğun süreci telkin edilir. Metalar, doğası gereği, fetişizme yol açan bir yapıya sahiptir, insan, ürettiği metanın kölesi durumuna dönüşerek ona gizemli bir anlam yükler. Her yıl yeni modeli çıkan telefon, araç, teknolojik araçlar birer ihtiyaca dönüştürülür. Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde bu durum hakkında şu tespitte bulunur:

“İnsanlar, kendilerini satın aldıkları metalarda tanımaktadırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, içten-katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadırlar. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir.”[4]

Bu doğrultuda reklâmların dili incelendiğinde, alınan her metanın bizi “mutlu” hissettireceği ve bizim eşsiz varlıklar olarak bunu “hak ettiğimiz” iletisi verilir. Bir yatak reklâmından giysi reklâmına kadar her meta bizim mutluluğumuz için tasarlanmıştır, burjuvazi ve kapitalizm bize hizmet etmek için vardır! 1 yıl boyunca çalışıp 1 haftalık tatilin taksitleri ödenirse mutlu olunabilir. Tüketecek maddi güç yoksa kredi ve kredi kartları devreye girer. Burjuvazinin bütün motivasyonunun insanı mutlu etmek üzerine inşa edildiği yalanı gerçek olarak sunulur.

Sanatın iyileştirici ve birleştirici gücü, insani değeri sömürünün bekası için yok edilerek yerine bireyin haz ve mutluluk duygusu yerleştirilir. Her devrin hâkim müzik anlayışı üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bu bağlamda, 12 Eylül darbesi sonrasında kitlelerin pasifikasyon sürecinde arabesk, 2000’li yıllara girerken eğlencenin yaşamın amacına dönüştürülmesinde pop, bireyin isyanında rock, günümüz hız çağında rap müzik revaçtadır. Hiçbir enstrüman üretimiyle altyapısı hazırlanmadan, bilgisayar programları kullanılarak hazırlanan müziğin üzerine anlam bağı birbirinden kopuk, bireyin isyanını ve öfkesini öne alan ruh hâlini dillendiren rap müzik, bol küfürlü içeriğiyle sadece bir dil kirlenmesini değil, kitleden kopuk bireysel isyanın propagandasını dile getirir. Paraya mülkiyete küfredilir, sistem karşıtıdır, ama çözüm yolunun bireysel isyandan geçtiği bu şekilde ifade edilir. Karşı çıkış varsa çözümün de ne olduğunu göstermek şarttır. Enstrümansızdır, çünkü teknolojinin ürünüdür, sözleri hızlıdır, çünkü hız çağının getirisidir.

Yapay şekilde oluşturulmaya çalışılan Z kuşağı, kültürel değerlerden koparılarak sınıfsal çelişkilerden bihaber şekilde kuşak çatışmasına sürüklenen bir kitleye dönüştürülür. Aynı şekilde k-pop ve BTS müzik grupları popüler hâle getirilip, genç kuşağın giyim tarzına kadar sömürü düzeninin tek tip insan modeli yaratılarak sınır aşırı dünya yurttaşlığı motivasyonu pazarlanır. Müziğin bir hikâyesi yoktur, olmak zorunda değildir, önemli olan, farklı olmaya çalışılarak eğlenip mutlu olmaktır!

Sömürü düzeninde sanat ideolojik bir aygıttır. Muz, tuvale yapıştırılıp idrak sınırları zorlanmaya çalışılır, sanat eseri diye ortaya çıkan meta, milyon dolarlarla pazarlanır. Satın alan komprador muzu yiyince sanat da biter. Burjuvazinin sanat anlayışında insan yoktur. Onun için insan sadece bir araçtır, gerektiğinde de metadır. Uzun metraj filmlerin dönemi kapanır, “insanın dikkat süresi düştü” aldatmacasıyla filmler olabildiği kadar kısa tutulur, kısa film yetmezse sayısız videonun tüketilmesi için vine ve short videolar pazara sunulur. Nitelikli uzun metraj bir film seyretmek zaman kaybıyla eşitlenir, bu süre, binlerce kısa video seyretmeye endekslenir. Mutlu olmanın yolu video tüketimidir, çünkü kendinizle baş başa kalmanız ve başka insanlarla iletişim kurmanız bu şekilde engellenir. Medya, dizi platformları, sosyal medya aracılığıyla iletişim ve yaşam alanları Habermas’ın işaret ettiği gibi kolonileşir. Kolonileştirilen insan yaşamı, mutluluğun düzlemi ve vücut bulmuş hâli olarak sunulur. Bu durumdan nasibini alan toplumsal kurumlardan biri de ailedir. Bencilliğin kıskacına alınan aile de bütünlüğü bozulmuş bir yapı olarak bireyler toplamına indirgenir. Güven duygusu, sıcaklık ve dayanışma değerleri aileden alınır. O da sistemin ideolojik aygıtına dönüşür. Benzer şekilde eğitim sistemi, “21. yüzyıl becerileri” adı altında artı değeri sermaye adına dönüştürecek nesiller yaratmada ve düzene uygun kafalar üretmede kullanılacak ideolojik bir aygıttır.

Sistemin ideolojik aygıtına dönüşen başka bir alan da edebiyat ve kitap okuma kültürüdür. Uzun metraj filmin kaderini roman da yaşamıştır. İki ciltlik roman devri kapanarak öykü de önce kısa öyküye sonra minimal öyküye dönüşmüştür. Her gün yüksek meblağlarla reklâm afişleri bastırılan romanların sözde kişisel gelişim kitaplarından farkı kalmamıştır. Romanda anlatılan; biricik insanın depresif gelgitleri, sınırsız haz arayışı sonrası çöken psikolojisi, yaşamın anlamını bireycilikte aramasıdır. Edebiyat insansızlaştırılmıştır. Kitap okuma kültürü bestseller listesine indirgenerek hurafe üretimi, mutluluk arayışı, insandan kaçış, haz, nasıl zengin olunacağı, mutsuzluğun nedeninin genetik travma yapısından kaynaklandığı üzerine içerik üretilmektedir.

Geçtiğimiz yüzyıla kadar romanın ustaları tip yaratmıştır, fakat bu tipe bireyi değil, birey üzerinden toplumu yansıtan ayna görevi kazandırılmıştır. Orwell’in politik görüşünü onaylamamak şartıyla tekrar Neil Postman’ın görüşlerine başvurulduğunda, ortaya çıkan tablo şu şekildedir:

“Orwell, kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’nin korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell, hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley, hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell, bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley, bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Orwell’in 1984’ünde insanların acı çekerek denetlendiğine dikkat çekilirken; Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında insanlar hazza boğularak denetlenmektedir.”[5]

Kapitalist düzende zaman yönetimi insanın elinden alınarak otomasyon sistemine bağlanmıştır. Özgürlüğün önemli koşullarından biri de zaman yönetiminin kişilerin kontrolünde olmasıdır. Zaman algısının manipülasyonu, sömürü düzeninin zaman işgaliyle gerçekleşir. Hız çağı, mahremiyetin bileşenlerinden biri olan zamanın sistem tarafından ayarlanmasıyla insan, mutsuz, aceleci, belirsizliğe katlanamayan, tahammülsüz ve belirsizliğe katlanamayan, kaygılı (anksiyeteli ve depresif) bir varlığa dönüştürülmüştür. Zaman algısının öznelliği yok edilerek sistem tarafından iş-görev çizelgesinin hâkim kılındığı bir programatik yapıya büründürülmüştür. Uyanacağımız saatten kullanacağımız toplu taşımaya ulaşacağımız saate kadar her şey kapitalist zaman çizelgesinin tekelindedir. Yapılacak bir sınava ya da iş başvurusuna kadar saniyelerle hesaplanan aralık belirlenir. Bu süreyi bir saniye aştığınızda, hayatınızdaki önemli dönüm noktası sonraki yıla ertelenir. Sınavdan önceki belirli bir sürede sınav merkezinin kapıları kapatılır. Toplu taşımaya koşarak yetiştiğinizde otomatik kapıya sıkışabilirsiniz. Yeşil ışık yandığında âdeta maraton başlar, korna sesleri büyük bir ses kirliliğini üretir, sürücü de yolcu 5 saniye fazla beklese tahammülsüzdür, çünkü yetişmesi gereken yer ya da yetiştirmesi gereken bir işi vardır. Her şey dakikası dakikasını gerçekleşmeyip 5 dakika geciktiğinizde iş ve sosyal ilişkileriniz zarar görür, çünkü hız çağında yaşanıldığından kimsenin geç kalma diye bir gerekçesi yoktur. İnsan, robota dönüştürülür; hıza ayak uyduramayan insan toplumsal yapının dışına itilerek mutsuz bir varlık düzlemine çekilip “hastalığa” sürüklenir. Çağımız insanı stres insanıdır.

Zaman algısının öznelliği insandan soyutlanıp dışarıdan algılatılan bir programa endekslendiğinde insan seri üretim yapan bir makineye dönüşür. Kendine yabancılaşma, hiçbir şeye zamanın kalmaması, kendine zaman ayırma bu noktada serzenişe dönüşür. İş yerinden ayrıldığınızda işiniz bitmez; uzaktan yapılan çevrimiçi toplantılar, gece gelen işinizle ilgili whatsapp mesajları adı konulmamış bir mobbing sürecinin zaman yönetiminin aracıdır.

Zamanın sistem tarafından yönetilmesi, insan ömrünün kısa olarak algılanmasına sebebiyet verir. Bu sömürü koşuşturmacası içinde geçen ömür, yaşanmamış bir hayat algısı yaratır. Durmak yoktur, tıpkı trafik gibi bir yaşam düzeni hâkimdir. Araçların hızla gittiği otobanda ani bir arızayla frenine basılan aracın kaza yapıp trafiğin dışına çıktığı gibi hıza ayak uyduramayan ya da stres kapasitesini dolduran insan da zihnen arıza yapar. Mola veremez, çünkü buna hakkı ve maddi gücü yoktur, bu yüzden kaza yapar. İnsanın sistemin belirlediği zaman çizelgesine uyması için kapitalizmin yükselişiyle kol saatleri, alarm sistemleri ve çalar saatler yaygınlaşmıştır. Teknolojinin ilerlemesiyle bu işlevleri üstlenen akıllı telefonlar barındırdığı özellikler nedeniyle insanın değil sömürü düzeninin rahat etmesi için vardır.

Zamanın sistem tarafından işgali neticesinde özgürlüğü ve özgünlüğünden yoksun bırakılan insan bu döngüyü kırma yanılsamasına kapılarak yüksek ücretler ödeyerek “zaman yönetimi” kurslarına gider. Zaman ve hız arasındaki ilişkiyi görmenin somut yollarından biri de metrobüs ile metro durağı arasındaki yürüyüş tünellerinin yürüme merdiveni ve düz yola döşenen yürüme bantlarına dikkati yöneltmektir. İki toplu taşıma durağı arasındaki düz yola yürüme hızını artıran yürüme bantlarının yerleştirilmesinin asıl amacı, sizin yaşamınızı kolaylaştırması değil, sömürü düzeninin üretim çarklarının aksamaması ve hızın kesintiye uğratılmamasıdır.

Akıllı telefondan yürüme bantlarına kadar insan yaşamını kolaylaştırdığı iddia edilen araçlar mutluluğu sağlamanın bileşenleri olarak sunulur, fakat büyük bir yanılgıdır/algının çarpıtılmasıdır. Aksine insan yaşamını zorlaştırır. Tüm bu araçlar beden, zihin ve zaman kontrolünün aparatlarıdır, çünkü kapitalizm için kontrol edilemeyen sokak ve insan, “tehlike” arz eder. Yaşanan bu durum zamana yabancılaşma olarak adlandırılabilir.

Zaman aynı zamanda kapitalist düzen için bir metadır. Gerektiğinde “dinlenme zamanı” olarak da pazara çıkarılabilir. Bu bağlamda otomasyon süreciyle ortaya çıkan yabancılaşmayı Richard Sennett Karakter Aşınması adlı eserinde kapitalizmin insanda değersizlik, faydasızlık, mutsuzluk, tükenmişlik ürettiğine dikkat çeker, çünkü otomasyon sistemi üretimde zaman tasarrufu sağlayıp insanı üretim sürecine ve üretim araçlarına yabancılaştırır. Bu yüzden yazılım, günümüz üretim sistemi içinde revaçta alanlar arasında yer alır.

Yazının bu bölümüne kadar kapitalizmin mutlu insan yaratma sürecinde beslendiği ideolojik aygıtlar, felsefi ve politik temeller, sanat anlayışı, idealize ettiği yaşam biçimi ve pratikleri incelendi. Tüm bu mutlu olma yollarına rağmen hâlen mutlu olunamıyorsa, insana tıbben müdahale edilmelidir, çünkü serotonin seviyeniz mutlu olmanız için yeterli değildir. Nevrotik sorunlarla uğraşıyorsunuzdur, bunu çözmek için terapi desteği gerekse de ya maddi durumunuz yeterli değildir ya da koşullarınızın ve kendi iç hesaplaşmanızı gerçekleştirmeniz için gereken zamanınız yoktur, çünkü bir işte çalışıyorsunuzdur. Sizi mutlu etmek üzerine kurulu ve genin bencil olduğunu iddia eden kapitalizmin suçlarını görmeniz için bu süre size verilmez. Siz suçlusunuzdur; zengin olamamışsınızdır, çektiğiniz kredileri ödeyememişsinizdir, ilişkilerde başarısızsınızdır, serotonin seviyeniz düşüktür!

Dünyada 300 milyonun üzerinde insana depresyon tanısı konulduğuna göre nüfusun önemli bir bölümü suçludur. Terapiye gidecek maddi gücünüz ve zamanınız varsa, terapi adı altında aylar boyu size sunulacak destek, bencilliğinizin körüklenmesi yönünde olacaktır. Doğru terapi, insanı insandan koparmak değildir, onu mevcut koşullarla baş edecek duruma gelmesini sağlayacak desteği sunmaktır.

Oluşan tablo karşısında tek çıkış yolu olarak sigortalıysanız randevu bulduğunuzda sizi 5-10 dakika dinleme imkânına sahip mutluluk otoritesi psikiyatristtir. 1951’den beri antidepresanlar aracılığıyla hayat kurtarıcı rolü üstlenen kapitalist psikiyatri farmakolojisi, kitlelerin uyuşturulmasında önemli görevler üstlenmektedir. Yazılacak sertralin ve antidepresan grubu ilâçlarla serotonin alımı artırılmaya çalışılır. Sizi nevrotik duruma getiren koşullarla mücadele etmeden, sadece uyuşarak yaşam sürdürmenize aracılık edilir, rahatlama hissi sağlanır, fakat bu rahatlama durumu geçicidir, çünkü zihninizi meşgul eden mevcut sorunlar geri planda çalışmaya devam eder. Antidepresanın yaptığı etki, zihninizi işgal eden sorunların bedene vurarak somatizasyon oluşmasını engellemektir. Bu iddiaya karşılık olarak “Antidepresan ve terapi birlikteliği şart” şeklinde bir söylem geliştirilebilir, fakat tüm bunlar yüksek maliyete sahip kurtuluş reçeteleridir.

Bu ilâç grubu her bünyede farklı bir etki yapar. Aşırı neşeden iştahsızlığa, donuk ve tepkisiz bir ruh hâline kadar. Antidepresanların içerdiği etken maddelerden dolayı uzun süreli kullanımlarda kişide önemli hasarlar bıraktığı yönünde bilimsel çalışmalar mevcuttur.

Yakınını kaybeden kişinin acıyla yüzleşmesi ve ölüm gerçeğini kabullenmesi engellenir, çünkü mutlu olmanın tek yolu acıdan kaçıştır. Ölüm acı vericidir, onun acısından kaçılmalıdır. Her türlü acıdan kaçılmalıdır. Önemli olan hazdır ve idin doyurulmasıdır. Kapitalizmin insana bencillik, haz, rekabet, kabalık, ırkçılık, faşizm, mezhepçilik, şiddet, anlayışsızlık, iletişimsizlik dışında vereceği hiçbir değer yoktur. Onun yarattığı insan narsist olmaya mahkûmdur, ölüm de acı da ona yakışmaz, özünde zayıftır.

Ayrılık acısına antidepresan yazılmalıdır, çünkü duygular sizi mutsuz eder ve bir dakika daha mutsuz olmanız sağlığınızı bozabilir. Kapitalizmin ideolojik aygıtına dönüştürülen psikoloji ve psikiyatrinin hâkim anlayışı acılı insandan da kaçmak üzerinedir, çünkü insan, çevresindeki beş insanın toplamıdır! Her şeyde olduğu gibi insan ilişkilerinde de minimalizm! Ne kadar çok minimal varsa o kadar çok tüketim vardır. Sorulması gereken soru şu olabilir: Bir insanın çevresi beş kişiden müteşekkilse, bu insan, dayanışma duygusuna ve insani değerlere, yaşamın dinamiğine ne kadar uzaktır?

2012 yılında ülkemizde 37,2 milyon kutu antidepresan satılmıştır. 2022’de ise bu sayı 61,8 milyona yükselmiştir. Mutlu olmak için Avrupa ülkelerinde yaşamayı tercih edebilirsiniz, fakat İngiltere’de 8 milyon insan antidepresan kullanıyor. Bu insanların 2 milyonu 5 yılı aşkın bir süredir antidepresan kullanıyor. Fransa, Almanya, Çek Cumhuriyeti, İzlanda, İspanya ve diğer Batı ülkelerinin her biri 1000 kişide antidepresan kullanan insan sayısı esas alınarak incelendiğinde, birçoğunda sayıların yüksek olduğu dikkat çeker. Refah seviyesinin yüksek olduğu bu ülkelerdeki bunalımın ve yaygın mutsuzluğun nedeni, kapitalizmin insana hiçbir kültür, değer veya ideal sunamıyor oluşudur.

Kullandığı araçtan açtığı son ses müzikle ve abartı egzozla çevreyi rahatsız ederek gürültü kirliliğini yaratan, bütün nezaketsizliğiyle diğerini ezmeyi insan olmanın gereği sayan insan, kapitalizmin sonucudur. Fırsatçılıkla, Tiktok’la ve sosyal medya hesaplarıyla zengin olma arzusunu taşıdığından, gerektiğinde kendi bedenini metaya dönüştüren insan tipi, kapitalizmin eseridir. Tarihin sonunun geldiği iddia edilen ortamda yaşanan bu çarpıklık, günümüz insanının çıkmazıdır.

Bu bağlamda sosyoloji de ideolojik aygıt olma rolünü yerine getirir. Sosyolojinin araştırma alanı ve hedef kitlesi toplumsal olandan bireysel olana taşınarak, kimlikler ve beden temel çalışma konuları hâline gelmiştir.

Depresyon ve anksiyete bir hastalıksa yüz milyonlarca insan hasta mıdır? Şüphesiz ki milyonlarca insan hasta değildir. Mutsuzluğu da kaygıyı da suçu da üreten, kapitalist sömürü düzenidir. Problemin kaynağı belli olduğuna göre, çözümün kaynağı da aynı yerde aranmalıdır. Kapitalizm önce insanı hasta eder, sonra “tedavi” etmeye çalışır. Bazen de önce ilâcı üretir, sonra insanı hasta eder. Onun doğası, kâr hırsı ve tüketimin sürmesiyle hayat bulur, çünkü insanın herhangi bir değeri yoktur. Kapitalizm öncesi hiçbir çağda mutluluk bir amaca dönüştürülmemiştir. Hiçbir çağda mutluluk, ideolojik aygıt olmamıştır. Her devrin mutluluk ve kaygısı farklı anlamlar taşır. İnsanı yeryüzünde tutan self determinasyon ve adaptasyon süreci; var olma kaygısının, aklının ve zorluklara karşı dayanabilme iradesinin sayesinde gerçekleşmiştir. Bu anlamda, 70 yılı aşkındır piyasaya sürülerek zihinleri esir alan antidepresanlar tarihin hiçbir zorlu döneminde icat edilmemiştir. İnsanî hiçbir özelliği kalmayan bu düzende kaygısız ve mutlu olmak mümkün değildir. Mutluluk, sadece bir avuç sermayedarın tekelindedir. İyi eğitim almak, sanatsal kurslara gitmek, tatile çıkıp dünyayı gezebilmek, ruh sağlığını korumak, sitelerde ve yalılarda hayat sürmek, ihtiyaçlara erişebilmek onların tekelindedir.

Sömürü düzeninin insan biçimlendirme stratejisi dâhilinde başvurduğu araçlardan biri de uyuşturucudur. Uyuşturucu, “özgürlük” olarak takdim edilir ve meselenin özü çarpıtılır. Antidepresan kullanan grubun dışında uyuşturucu kullanan insan sayısı azımsanmayacak derecede yüksektir. Batı’da ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde belirli bir grama kadar uyuşturucu satışının yasallaşması, yaşanan bunalım sonucu kitleleri yönetmenin yollarından birine dönüşmüştür. Aynı şekilde, emperyalizmin sömürdüğü ezilen halklar arasında uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması da dikkat çeken diğer bir husustur. Uyuşturucu kullanımının özgürlük ve mutluluk kavramlarıyla arzu nesnesi olarak sunulması görevinin dünya solunun belirli çevrelerine, postmodernistlere ve anarşist çevrelere verilmesi, çürümenin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir.

Mutlu bir gelecek vaadinin bir başka yolu da hurafenin umuda dönüştürülmesidir. Bugün Youtube platformunda sayısı azımsanmayacak kadar kanal, enerji, telkin ve çekim yasaları aracılığıyla mutlu ve zengin olunacağının propagandasını yapıyor. Bu kanalların video içerikleri incelendiğinde, “hangi şartta ve düzende yaşarsanız yaşayın, evren sizden yana olunca isteğinize kavuşabilirsiniz” iletisi hâkimdir. Hiçbir emek süreci ve maddi koşullara dayanmadan, sözel çabayla koşulların değişeceğinin telkin edilmesi seküler hurafenin yeniden üretilmesine aracılık eder. Benzer şekilde, astroloji, soy ağacının araştırılarak travma genetiğinin avcılığına çıkılması, burçların aşırı önemsenmesi mutluluk arayışının başka araçlarıdır.

Gerek çeşitli internet platformları gerek fiziksel çevremizi kuşatan sayısız tarikat da sömürü düzeniyle mücadele edilmemesi için hayat geçirilen ve büyümesine izin verilen araçlardandır. Marx’ın din için işaret ettiği “kalpsiz dünyanın kalbi” önermesi, günümüz kapitalist düzeninde algı manipülasyonunun aktörü görevine dönüştürülmüştür.

Son olarak dikkat çekilmesi gereken bir husus daha mevcuttur. Gösteri Toplumu’nda kurtuluş reçetelerinin mümkün olmadığı tezi savunulur, çünkü kurtuluş teorilerinin de gösterinin etki alanına maruz kaldığı iddia edilir. Bugün sol değerlerin kapitalist deformasyon sürecine girmesi, bir noktada Guy Debord’u haklı çıkarsa da insanın evrim sürecinde kurtuluş, bilimsel bir gerçek olarak geçerliğini korumaktadır. İnsan iradesinin en zor şartlarda ayakta kalma yetisi, kapitalist düzeninin aşılabileceğini göstermektedir. Diyalektik bir sürecin gereği olarak sınıf çelişkisini aşacak düşünsel temeller ve mücadele araçları tarihin biriktirdiği deneyimlerde vardır. Asıl mesele, tarihin akışına yön verebilecek özne olan başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin burjuvaziye karşı birliğinin sağlanmasıdır.

Sonuç: Su Uyur, İdeoloji Uyumaz

Günümüzde insanın onur gibi yüzyılların mirası olan değerleri, özgünlüğü, özgürlüğü ve mutluluğu kapitalist sistem tarafından yok edilmiştir. Bunun sonucunda insan, yabancılaşma ve tükenme çıkmazına girmiştir. Aileden sanata kadar yaşamın her alanı ve özgün sanılan, ama birbirinin kopyası olan yaşam biçimleri sistemin ideolojik aygıtları olarak çalışmaktadır. İnsanı insan yapan ve yaşama bağlayan değer sistemi, kapitalizmin bencil kültürü tarafından tükenme noktasına getirilmiştir. Her ne kadar kendisinin ideolojiye karşı olduğunu ya da politikadan uzak durarak apolitik olduğunu savunan insanlar olsa da gerçek şudur ki hiçbir insan ideolojinin dışında konumlanamamaktadır. Hiçbir insan, ideolojinin kuşatılmışlığından azade değildir. Toplumsal bir düzenin içinde yaşayan her insan, diğer insanların ve toplumsal kurumların ideolojiyi yeniden üretmesine maruz kalmaktadır. Anlamsızlık, değersizlik ve inanç yitimi çemberine alınmış bir toplumsal düzende mutluluk olsa olsa geçici bir yanılsamadır. Umutsuzluk ve mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.

İnsanın çıkmazını aşacak nitelikler; diyalektiğin kavranarak yaşam biçimine dönüştürülmesinde, kolektivizmin geliştirilmesinde, insan onurunun korunmasına, alın terine sahip çıkılmasına, yaşamın her alanında dayanışmanın ve mücadele azminin güçlendirilmesine, emek mücadelesinin gücünün ve sesinin yükseltilmesine, hangi değerler için yaşadığımızın bilincine varılmasına, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için adım atılmasına bağlıdır. Bireyin kurtuluşu, insanların birlikte kurtuluş mücadelesiyle mümkündür. Bir şiirden bir slogana dönüşen “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” tek çıkar yolumuzdur.

S. Adalı
25 Haziran 2023

Dipnotlar:
[1] Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizmi mi, Kaos Yay., 2. Baskı 2005, Çev.: Deniz Aytaş, s. 73.

[2] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yay., Şubat 1996, Çev.: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, s. 19.

[3] Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence: Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Ayrıntı Yay., 1999, Çev.: Osman Akınhay, s. 154.

[4] Herbert Marcuse, Tek-Boyutlu İnsan, İdea Yay., 1990 İkinci Baskı, Çev.: Aziz Yardımlı, s. 8.

[5] Neil Postman, a.g.e., s. 8.