Başında
Edward Heath’in bulunduğu Muhafazakâr Parti hükümeti [1970-1974] uyguladığı
politikalarla işçi sınıfının büyük bir kısmını birleştirmeyi ve
radikalleştirmeyi başardı. Kitlesel muhalefeti tetikleyen sendika yasası,
grevdeki işçileri devletle karşı karşıya getirdi. Kamu sektöründe birçok işçi,
ilk kez greve çıkıyordu. Sadece daha fazla ücret veya hükümet harcaması talep
etmekle yetinmeyen, ayrıca kapitalist iktidarın bürokratik ve otoriter
biçimlerine meydan okuyan sendikalar, kiracı örgütleri, cemaat birlikleri,
sosyal yardım hakları için mücadele eden gruplar, siyahlar ve kadın örgütleri
bir araya gelmeye başladılar. Artık bu itirazların kitlelerin siyasete katılımı
yönünde kanalize edilmesine dönük boş çabalarla savuşturulması mümkün değildi.
Başbakan Heath, 1974’te eylem içerisinde olan madencilerin grevini boşa
düşürmek için çabalasa da madenciler, sınıfın hükümete karşı verdiği kavganın
somut simgesi hâline gelmeyi bildiler.
Ortada
somut herhangi bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda, bu sembolik birliğe
gerekli politik biçimi vermek, esas olarak İşçi Partisi’ne düştü. Gelgelelim
İşçi Partisi, bürokratik, kesimsel çıkarları gözeten, ekonomist sendika
liderlerinin, ayrıca oportünist vekillerin elindeydi ve bu insanlar, devletin
ve sektörlerdeki ilişkilerin mevcut hâlini korumak için uğraşıyorlardı. Bu
insanlar da taban hareketliliğinin açığa çıkarttığı enerjiyi, coşkulu hâli ve
hayal gücünü tehdit olarak görüyorlardı.
Esasında
kadın ve siyahi işçiler gibi üretim sahasında çalışan işçilerin önündeki en
önemli engel, erkeklerin hâkimiyetinde olan sendika bürokrasisiydi. Aynı
şekilde, birçok kiracı örgütünün ve cemaat birliklerinin arzularının
gerçekleşmesi önündeki başlıca engel de İşçi Partisi mensubu bürokratik
isimlerdi.
İşçi
Partisi, giderek güçlenen sınıf mücadelesine halktaki militanlığı eylemsiz
kılmaya ve halkın arzularını Keynesçi refah devleti çerçevesi içerisinde
boğmaya çalışarak cevap verdi. Önerdiği radikal Keynesçi program, hem servetin
ve gücün yeniden dağıtılmasını hem de devletin sanayiye yoğun olarak müdahale
etmesini öngörüyordu.
Bu
süreçte sendikalar, resmi bir gelir politikası belirlemeksizin, ücretleri
kısıtlama hamlesiyle uzlaşmak durumunda kaldılar. Bu, yayılmacılık ve yeniden
dağıtım esasına göre hareket ettiğini söyleyen hükümetin hazırladığı “toplum
sözleşmesi”nin zorunlu bir sonucuydu.
Planlama
anlaşmaları ve belirli kurumların millileştirilmesi üzerinden işçi sınıfının
yatırımın yön verdiği reflasyon için desteğinin alınması düşünüldü. Bu anlayışa
göre, yatırım temelli ekonomik canlanma hamlesi, para arzının çoğaltılmasına
dönük reflasyoncu adım, önceki talebin yön verdiği reflasyonları zora
sokmayacaktı.
Sola
göre, bu türden bir sanayi politikası, şirketçi politik çerçeve içerisinde
sivil toplumu demokratikleştirecekti. Oysa mevcut İşçi Partisi’nin lider
kadrosunun bu tür bir gelişmeye izin verme niyeti bulunmamaktaydı.
Esasında
İşçi Partisi’nin sanayi stratejisi, özü itibarıyla radikal değildi, hatta
devletin müdahale düzeyine dair değerlendirmeler, diğer birçok kapitalist
ülkede de yapılmaktaydı. Buradaki model Sovyetler Birliği değil, Avusturya,
İsveç, Almanya ve Japonya gibi dinamik kapitalist ülkelerdi. Devletin ilgili
stratejiyi yürürlüğe koymak için ihtiyaç duyulan politika enstrümanlarından,
yetkilerinden ve uzmanlıktan yoksun olduğu koşullarda, bu politikanın
uygulamada teknik sorunlarla yüzleşmesi kaçınılmazdı. Buna karşılık, ana
sorunlar, aslında teknik değil, politikti.
Aslında
sanayi stratejisi, ona karşı gönülsüz olan İşçi Partisi liderlerine sol
tarafından dayatılmıştı. Strateji, temelde sosyalist olan millileştirme ve işçi
katılımıyla ilgili talepleri içeriyordu. Burada esas olarak devlet
müdahalesinin kapsamının genişlemesinden, bunun neticesinde, daha radikal
taleplerin dillendirilmesinden, buna cevap olarak, sermayenin devlete karşı
yoğun bir politik harekât düzenlemesinden, hatta bir yatırım grevi yapmasından
korkuluyordu.
Aslına
bakılırsa, sermayenin bu türden bir baskı uygulamasına bile gerek yoktu.
Hükümet, ödemeler dengesinin bozulduğu, dünyadaki resesyona bağlı olarak
ihracat rakamlarının düştüğü, kârların ve yatırımların azaldığı, enflasyonunsa
yükseldiği, büyük bir ekonomik krize tanık olan dönemde işbaşına gelmişti.
Üstelik hükümet, çoğunluğa da sahip değildi. Bu sebeple, dile getirilen sanayi
stratejisi, hükümetin ilk önceliği ekonomik krizi halledip, yapılacak ikinci
seçim için gerekli desteği toplamak olduğu için ertelendi.
Sanayi
stratejisi ve yatırımın öncülük ettiği ekonomik canlanma hamlesi yerine hükümet,
oy peşine düştü ve destekçilerinin militanlık düzeyinden istifade etmeye
çalıştı. Bu amaç doğrultusunda bütçeyi herkesi kucaklayacak şekilde kullandı,
böylelikle geliri yeniden dağıtma vaadini yerine getirdi ve kamu sektöründe
ücret artışı yapılması önerisini kabul etti. Bunun sonucunda yatırım ve
üretimde artış yaşandı, fakat enflasyon da arttı, kârlar ve yatırım oranları
düştü, güçler dengesi bozuldu. Ücretleri ve kamu harcamalarını artırmakla
hükümet, ortaya çıkmaya başlayan halk hareketini susturmayı bildi. Bu türden
artışların enflasyonun yüksek olduğu koşullarda finanse edilebilmesi için
sermayenin değil, enflasyon karşısında gelirleri eriyen insanların bedel
ödemesi gerekiyordu. Böylelikle enflasyon, yeni ayrışmaları tetikledi, yeni
politik güçlerin açığa çıkmasını sağladı. Bu sayede, krizin derinleştiği
koşullarda, devlet ve sermaye, saldırıya geçme imkânı buldu. İkinci seçimin
ardından hükümet, sermayeye vergi konusunda önemli tavizlerde bulundu, kârları
ve yatırım imkânlarını artırmak amacıyla, fiyatlar üzerindeki kontrolleri belli
ölçüde kaldırdı. Avrupa Ekonomi Topluluğu’na katılımın oylandığı referandum,
İşçi Partisi’nin lider kadrosuna sanayi stratejisini sosyalist zeminde değil,
ulusun yeniden dirilmesi için gerekli bir strateji olarak gören dar şovenizm
temelinde savunan sol kesimi nihai olarak mağlup edecek hamleyi yapma imkânı
sundu.
İngiliz
hükümetinin ekonomiyi büyütmeye çalıştığı koşullarda başka ülkelerdeki
hükümetler, enflasyonu düşürme gayreti dâhilinde belirli politikalar
uyguluyorlardı. İngiltere’de enflasyondaki artış, içteki üretimin ulaştığı
rekabet edebilirlik seviyesini geriye çekti, kârların, yatırım rakamlarının ve
üretimin düşmesine neden oldu, işsizliği artırdı, ödemeler dengesi hızla
bozuldu. Bu süreçte hükümetin dış finansman konusunda yüzleştiği güçlüğe, artan
kamu harcamalarının finanse edilememesi sorunu eşlik etti. Kamu harcamalarının
iki kattan fazla arttığı üç yıl içerisinde zaten sıkıntıda olan finans
piyasalarındaki durum karşısında fiyatlar yüzde 70 civarında arttı. İç borçtaki
artış, faiz oranlarını yukarı çekti ve para arzını bollaştırdı, öte yandan
sterlin giderek artan bir baskıyla yüzleşti.
1975
bütçesi, Keynesçi genişleme politikasının kapı dışarı edilmesine tanıklık etti.
İşsizliğin arttığı koşullarda talep iyice daraldı. Bütçe, işsizlik düzeyinden
çok para arzıyla ilgili hedefler belirlemekteydi. Para politikasına ve kamu
harcamalarının kontrolüne daha fazla ağırlık veren hükümet, bir yandan da bu
tür politikaların yürürlüğe konulması için gerekli olan araçları geliştirmeye
dönük bir gayret ortaya koydu. Bir yandan, Muhafazakâr Parti hükümetinin para
ve kredi artışlarını kontrol edememesi ve artan kamu borcunu finanse etme ihtiyacıyla
yüzleşmesi sebebiyle, İngiltere Merkez Bankası, paranın kontrolü ve borçların
yönetilmesi için daha gelişkin yöntemler geliştirmek zorunda kaldı. Bir yandan
da kamu harcamalarını kamunun kazançlarının mevcut sınırları içerisinde
tutamaması sebebiyle genel harcamalara getirilen sınırlamayı esas alan bir
sistem geliştirildi. Ancak bu türden yöntemler, büyüyen krizin ağırlığını
taşıyamadı. Durum kötüleştikçe hükümet, 1975 yılının sonunda gelir politikasını
devreye soktu, Sendikalar Kongresi ile anlaşmaya vardı, buna karşılık,
sterlinin değeri hızla düştü, enflasyonun baskısı daha da arttı, neticede borç
ihtiyacını azaltmak için kamu harcamalarında kesintiye gidildi. 1976 bütçesinde
artık ana gündem maddesi, para arzının kontrolü meselesiydi.
Bu
süreçte sterlin, IMF’ten ve yabancı merkez bankalarından alınan kredilere
rağmen değer kaybetmeye devam etti. Kısa süreliğine sermaye dışarı kaçtı. IMF’le
yeni bir kredi anlaşması imzalama karşılığında hükümet, 1976 tarihli niyet
mektubunda para akışının kısıtlanmasını ve harcama kalemlerini içeren bir
paketi kabul etmek durumunda kaldı.
1974-1979
arası dönem, İşçi Partisi iktidarına tanıklık etti. Partinin yabancı bankaların
taleplerine teslim olmasıyla birlikte hükümetin stratejisinde büyük bir
değişikliğe gidildi. IMF kredisi, tam da bu dönemde gündeme geldi. Aslında kredi
şartları arasında hükümetin zaten gönüllü olarak kabullendiği kısıtlamalar gibi
hususlar yer alıyordu. 1975 bütçesi, genişlemeci çözümleri kapı dışarı etti, 1976
yılının başında kamu harcamalarında kesintiyi öngören nakit sınırlaması (genel
harcamaların sınırlanması) politikası gündeme geldi. Aynı bütçede para arzıyla
ilgili hedefler belirlendi, Temmuz 1976’da kamu sektörünün borç ihtiyacının
azaltılması için kamu harcamalarında kesintiye gidildi.
Her
ne kadar bakanlar kurulu, krizle başa çıkabilmek için ithalat alanını kontrol
altına almayı düşünse de bu türden tedbirler için aslında çok geç kalınmıştı,
zira sterlindeki değer kaybı, ancak IMF’ten alınacak krediye bağlıydı. Fakat öte
yandan IMF’ten borç almak, belirli sektörler arasında ayrımcılık yapan ticari
tedbirlerin benimsenmesiyle çelişen bir adımdı.
Borç
konusunda isteksiz olan hükümete enflasyonu düşürecek politikaları dayatan IMF’in
vereceği kredi, bir yandan da hükümete politik muhalefeti etkisizleştirme
imkânı ve eleştirilerin yabancılara ve bankacılara yöneltilmesini sağlayacak
bir bahane sunuyor, onun eline kriz üzerinden sterlini destekleyecek araçları
temin ediyor, böylelikle hükümetin enflasyonu düşürecek ama yıkıcı sonuçlara
yol açacak ekonomi paketinin yükünden kurtulmasını sağlıyordu.
Alınan
kredi, sterline güveni tazeledi, finans piyasalarını istikrara kavuşturdu,
hükümetin borç ihtiyacını karşıladı, böylece bütçede belirlenen para arzı hedefine
ulaşılmasını sağladı. Sonuçta IMF’ten alınan kredi, hükümetin ekonomi
politikasını pratikte kısıtlayacak bir sonuca yol açmadı. İşçi Partisi’nin
genişlemeci stratejisini temelsiz bırakan IMF değil, partinin dünyadaki
resesyon karşısında içte enflasyona yol açacak politikalar uygulamak suretiyle
radikal itirazı savuşturmaya çalıştığı koşullarda, giderek olumsuz yönde gelişen
uluslararası ekonomik durumdu.
1974-1976,
Britanya’da Keynesçi sınıf işbirliği stratejisinin ölüm sancılarıyla kıvrandığı
dönemdi. 1974-1975’te ekonomiyi canlandırma hamlesi (reflasyon), esas olarak politik
baskıların bir sonucuydu, ama bu hamle, nihayetinde “yatırım düzeyini içteki
talep düzeyi belirler, bu sebeple engellerin aşılmasını sağlayan talep yönetimi
politikaları, birikime yol açar” fikrini temelsiz bıraktı.
İşçi
Partili Callaghan’ın partisinin 1976’daki konferansında yaptığı konuşmayla
başlayan sürece damgasını vuran “yeni gerçekçilik”, esasında birikimin ana
itici gücünün talep değil, kâr olduğu görüşünün kabul edildiğini ortaya
koyuyordu. Bu görüşe göre, artık işçi sınıfının ücretlerde ve devlet
yardımlarında artışla ilgili istekleri sermayenin sınırları dâhilinde
kısıtlanmalıydı. Bu, sadece ekonomi politikasındaki bir değişikliği değil, aynı
zamanda Keynesçi refah devletine ait kurumların yeniden yapılanmasını ifade
etmekteydi.
Keynesçilik
ülkede zeminini, uluslararası ödemeler dengesindeki bozulmayla bağlantılı
olarak yaşanan finansal krizlerin ördüğü duvara içte uygulanan genişlemeci
politikaların toslaması ile birlikte yitirdi. İşçi Partisi içindeki solculara
göre, bu krizler, temelde sermayenin para gücü ile ulus devletin politik gücü
arasındaki kapışmanın bir neticesiydi ve bu çelişki, partinin radikal sanayi
politikasının uygulanması, bunun yanında ticaret ve uluslararası sermaye
akışlarının kontrol altına alınması üzerinden, sermayenin devlete tabi kılınması
ile, ancak politik düzlemde çözüme kavuşturulabilirdi.
Fakat
solun bu teşhisi, devletin biçimi denilen o kritik meselenin çözümü konusunda
bir deva sunmadı. Devletin politik gücünün sermayenin para gücünün karşısına
çıkartılabileceğini düşünen, iki güç biçiminin arasında esasen kopmaz bağlar
olduğunu görmeyen sol, kapitalist devletin, sermayenin gücü dışında başka bir
güce sırtını yaslayabileceğini sandı.
Keynesçi
refah devleti, doğası gereği, devletin sınıfsal niteliği ile sınıfsal
işbirliğini esas alan, konsensüsü teşkil etme amacı güden mekanizmalar arasındaki
çelişkiyle maluldür. Dolayısıyla, ardı ardına yaşanan krizler, sermayenin
gücüyle devletin gücü arasındaki kapışmanın birer sonucu ve tezahürü değildir.
O
dönem İşçi Partisi’nin lider kadrosu, yalnızca sermayenin gücüne saldırmak
suretiyle devletin kendi temellerini ortadan kaldıracağını düşünüyordu. Solun radikal
stratejisini uygulamaya yönelik her türden adım, sermayenin yatırım grevi yanında,
içte ve uluslararası planda yaşanan finansal kriz karşısında başarısız olmaya
mahkûmdu. Krizin sermayenin şartları uyarınca çözüme kavuşturulması karşısında savunulabilecek
yegâne seçenek, devletin devrimci manada dönüştürülmesi, böylelikle devletle
sivil toplumu 1974’te başlamış olan, ama 1976 yılına gelindiğinde sadece aşırı
solcuların hayal dünyalarında kendisine yer bulabilen, birleşik işçi sınıfının
demokratik arzularını dile dökebilecek örgütlü bir halk hareketi temelinde
yeniden bütünleştirilmesiydi.
Simon Clarke
[Kaynak: Keynesianism, Monetarism and the Crisis of the State, Edward Elgar Publishing, 1988, s. 311-316.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder