Pages

03 Nisan 2023

Orbán Neden Sürekli Kazanıyor?


Viktor Orbán, Avrupa’da iktidarda en uzun süre kalmış olan lider. Nisan ayında yapılan meclis seçimleri ile birlikte Macaristan başbakanı, kısa bir süre sonra yirmi birinci yüzyılda en uzun süre iktidarda kalan Avrupalı lider rekorunu Angela Merkel’in elinden alacak. Uluslararası liberal değerlere açıktan karşı çıkan milliyetçi platform sayesinde elde ettiği başarı, Orbán’ı dünya genelinde yerlici sağın kahramanı hâline getirdi. Nigel Farage, bir vakitler kendisini “Avrupa’nın geleceği” olarak nitelemişti; Donald Trump, yürüttüğü son seçim kampanyasına iki kez destek sundu. Geçen ay Trump hareketinin merkezinde duran ABD kuruluşu Muhafazakâr Politik Eylem Konferansı, video bağlantısı üzerinden eski cumhurbaşkanının da katıldığı Avrupa konferansını Budapeşte’de düzenledi.

Macaristan, çoğunlukla iktidarda olan sağcı popülist liderin yol açacağı tehlikeler konusunda başka yerlerde yaşayan liberalleri ikaz etmek için gündeme getiriliyor. “Duyarcılıkla mücadele”nin varacağı nokta olarak bu ülkeye işaret ediliyor. Demokrasiye diz çöktürmek için devletin ve medyanın yeniden yapılandırılması konusunda hep Macaristan örnek veriliyor. Orbánizmin en kötü senaryo olduğuna hiç şüphe yok. Amerika ve İngiltere’de muhafazakârlar, demokrasi karşıtı mühendislik faaliyetleri yürütme veya kültür savaşlarını teşvik etme konusunda sürece bu kadar çok müdahil olmuyorlar, Orbán kadar öneri sunmuyorlar. Bu tartışmalar dâhilinde Orbán ve partisi Fidesz’in iktidarı nasıl ele geçirdiği ve elinde nasıl tuttuğu meselesine kimse eğilmiyor.

Orbán’ın 2010’dan beri elde ettiği başarılar, esasen 2008’deki finans krizini takip eden dönemle bağlantılı. Adam Tooze’nin Crashed: How a Decade of Financial Crises Changed the World [“Batık: On Yıl Süren Finans Krizleri Dünyayı Nasıl Değiştirdi” -2018] isimli kitabında ortaya koyduğu biçimiyle, ABD’nin gerilediği dönemde Doğu Avrupa devletlerinin gayrisafi yurtiçi hâsılaları ABD’dekine oranla iki kat küçüldü. Macaristan’da kriz, bir önceki on yıl dönem boyunca iktidarda olan Macar Sosyalist Partisi’nin (MSZP) uyguladığı liberalizasyon politikaları sonucu daha da derinleşti. Bunun neticesinde finans sistemi daha fazla yabancıların kontrolüne girdi, yabancı paralarla alınan krediler ve ev kredileri pula döndü. 2003-2008 arası dönemde tüm hanelerin sahip olduğu toplam borç miktarı yüzde 130 arttı. Bu borçların önemli bir kısmını yabancı bir para birimiyle alınmış krediler oluşturmaktaydı. Macar bir işçi, borçlarının değersizleşen Macar para birimi (forint) ile değer kazanan yen arasındaki yarık dâhilinde iki kat arttığına tanık oldu. Kredi çekip aldığı arabasının neden Japonya’daki banka tarafından el konduğuna hiçbir zaman bir anlam veremedi.

Macar Yurttaş Birliği (Fidesz), 2010 seçimini halka tüm bu hakları gerisin geri verme vaadi üzerinden kazandı. İktidardayken parti, yabancı finans şirketlerini ve merkez bankasını suçladı, finans şirketlerine kimsenin beklemediği cezalar kesti, vergiler getirdi, yaptırımlar uyguladı, merkez bankasının patronlara yaptığı ödemeleri kesti. Partinin vekili László Kövér’e göre, “hükümetle uluslararası bankacılık dünyası arasında kaba bir politik iktidar oyunu sergilenmekteydi.” Orbán, özel emeklilik birikimlerine el koymak suretiyle borçları aşağı çekmeyi bildi, kilise varlıklarını vergilendirdi, üniversite fonlarını kesti. Düşük şirket vergisi ve emeği koruyan kanunların kaldırılması ile uluslararası imalatçılar ülkeye çekilmeye çalışıldı. Bu sayede işsizlik azaldı, ücretler nispeten yükseldi. Sosyal yardımlarda kesintiye gidilse de kırsal bölgelerde geçici iş imkânı yaratma amacı güden programlar yürürlüğe girdi, temel ürünlerde fiyatların kontrol altında tutulması politikası akıllıca uygulandı.

Dengeleme amacı güden tüm proje, bir elle alınanı diğer elle verme üzerine kuruluydu. Bazı sektörleri ve yurttaşları ödüllendirmek, bazılarını yoğun müdahalelerle cezalandırmak için solun, sağın ve merkezin kullandığı araçlara başvuruldu.

Sosyolog Dorit Geva, bu yaklaşımı “ordonasyonalizm” olarak nitelendiriyor. 1948 yılında Alman iktisatçılar Walter Eucken ve Franz Böhm’ün çıkarttığı, sosyal piyasa ekonomisini savunan Ordo isimli dergiye atıfla kullanılan bu terim, ulus-devlete yönelik vurguyu, yerli emeğin yüceltilmesini, ülke içindeki kapitalist birikimin kontrolünü, emeğin esnekleştirilmesini, tüketimin toplumsal yeniden üretimin kaynağı olarak teşvikini ifade ediyor. Bu yöntem, radikal neoliberalizmle radikal milliyetçilik arasındaki çelişkilerin çözüm yolu olarak öneriliyor. Önceden yurttaşlar, kontrol ve düzenleme kurumlarının devre dışı kaldığı, çözülmenin yaşandığı bir gerçeklikle yüzleşirken, ordonasyonalist düzende karşılarında düzeni sağlayan, devleti öngörülebilir kılan güçlü bir hükümet buluyorlar. Buna karşın koşullar hiç değişmiyor, emek geri çekiliyor, devlet küçülüyor, ama herkes, her şeyin üzerinde bir el olduğunu hissediyor.

Bu yaklaşımın halktan epey destek aldığı görüldü. Orbán, 2010, 2014, 2018 ve 2022’deki seçimlerde oyların üçte ikisini aldı. Onu iktidar koltuğunda tutan koalisyon, Trump ve İngiliz muhafazakârların kitle tabanına benziyor: orta sınıf Hristiyan muhafazakârlar ve yeterli sayıda işçi seçmen, onun seçimlerde çoğunluğu elde etmesine yetecek oyu veriyor.

Hristiyan muhafazakârlar, bu iktidar sayesinde küçük işletmelere ve uluslararası finansa rağmen ülke içinde zenginleşmiş plütokratlara kavuşuyorlar. İşçilerse çok sayıda iş imkânına ve ucuz temel ürünlere sahip oluyorlar. Her iki grup da Roman, Yahudi, LGBT ve evsizler gibi düşmanlarının ezilmesi karşısında ellerini ovuşturuyor, göçmenlere yönelik şiddete ve güney sınırına saçma bir yaklaşım üzerinden asker yığılmasına alkış tutuyor.

Orbánizm, cazibesini esas olarak kültürel ve maddi açıdan sunduğu tekliflere borçlu. Demokrasi karşıtı denemeleri esas alan ufak tefek tedbirler başarılı kılmadı onu. Sloven Demokrat Partisi’nin seçimde elde ettiği başarısızlık konusunda yapılan bir analiz, bu partinin sadece kültür ayağına odaklanan bir tür Orbánizmin peşinden gittiğini, başarısızlığın bu eksiklik olduğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda Orbán’ın kültür ve maddiyat düzleminde cazip teklifler sunmasına imkân sağlayan koşullar, Macaristan’a has değil. Amerika ve başka ülkeler de sanayideki küçülmenin ve finans krizinin etkilerini hâlen daha yaygın bir biçimde hissediyorlar. ABD’deki siyasetçilerin büyük finans kurumlarıyla savaşma ihtimali bulunmuyor, buna karşın “milliyetçi muhafazakâr” olarak adlandırılan Tucker Carlson, Oren Cass ve Marco Rubio gibi isimler, bugün devlet iktidarından, üretimi ülke içine taşımaktan ve sendikaların önünü açmaktan bahsediyorlar. Bu isimlerin Orbán’a hayranlık duymalarında ve partisine mensup kişileri düzenledikleri gecelerde sahneye çıkartmalarında şaşılacak bir yan yok.

Merkeze ve merkez sol siyasete mensup eski siyasetçiler, görebildiğimiz kadarıyla bu stratejiye karşı fazlasıyla ilgisizler. 2022 seçiminde Orbán’a karşı teşkil edilen altı partili ittifak, Orbán’ın demokratik normları ortadan kaldırmasına ve hoş olmayan görüşlerine odaklandılar, bazen de onu “gerçek” bir Hristiyan muhafazakâr olmamakla suçladılar ve yeni bir “dürüstlük çağı”nın başlaması çağrısında bulundular. Ara sıra emeği koruyacak yeni kanunlardan dem vursalar da seçmenlere maddi bir program sunamadılar. Altılı ittifak, seçimi kötü bir sonuçla kaybettiğinde başbakan adayları Péter Márki-Zay, Orbán’ın karşısına Hz. İsa çıksa Orbán’a hizmet eden propaganda mekanizmasına yenileceğini söyledi. Oysa Hz. İsa, tefecileri tapınaktan kovan, ekmek ve balığı cömertçe dağıtandı. Orbán’ın muhalifleri, kendilerini ayrıksı bir yere yerleştirecek bir çalışma içine girmediler, sadece “normale dönüş” fikrini savundular. Oysa o normal, bizatihi Orbán’ın uyguladığı program eliyle yenilgiye uğratılmış, başka bir düzenle ikame edilmiş bir şeydi. Asıl ürkütücü olansa aynı yanlışın başka yerlerde tekrarlanacak olması.

Stephen Buranyi
8 Haziran 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder