Türkiye’nin
Lübnanlaşma Mutabakatı
“Lübnanlaşma”,
uluslararası ilişkiler, bölgesel güvenlik ve istikrar söz konusu olduğunda
sıkça karşımıza çıkan bir terim. Bu ifade, bir ülkenin etnik, dinsel ve
mezhepsel bir iç çatışmanın içine sürüklenerek, dış müdahale ile sonuçlanan
başarısız devlet (failed state) olma durumu için kullanılıyor.
Özellikle Lübnan’ın 1975-1990 yıllarını kapsayan iç savaşını sona erdirmek ve ABD’nin deyimiyle, “barış içinde bir arada yaşama” (coexistence in peace) adına ülke yönetiminin kritik noktalarında görev alacak üst düzey yetkililerin farklı etnik, dini ve mezhep gruplarına göre dağılması anlamına geliyor.
Dönemin Roma
İmparatorluğu da “Roma Barışı” (Pax Romana) adı altında, farklı
yapıların kendisine tabi olması, bu coğrafyalarda asker konuşlandırmak ve
ticari faaliyetler yürütülmesi karşılığında istikrar sağladığını öne sürüyordu.
1945’ten
bu yana “Yeni Roma İmparatorluğu” olarak tanımlanan Washington’un istikrar
anlayışı ise “karıştır, barıştır” yaklaşımına tekabül ediyor. Yani önce hedef ülkelerde suni ayrışmalar yaratmak, sonra bunları tetikleyerek iç çatışmalara
evrilmesini temin etmek, ardından, hedef devletin düze çıkması adına bir hami
veya vasi olarak ortaya çıkarak arabuluculuk görevi üstlenmek. Elbette söz
konusu arabuluculuk, daima jeopolitik çıkarları ve müttefik sayılan aktörlerin
çıkarlarını gözeterek yürütülmekte.
Lübnan’ın
iç savaş sonrası oluşturulan ve bugün dahi yürürlükte olan anayasa ve idare
hukuku yaklaşımı, Cumhurbaşkanlığı görevinde bir Hristiyan varsa, Genelkurmay
başkanının Şii, Başbakan’ın ise Sünni olması temeli üzerine kurulu. Meclis’te
yasama faaliyeti yürüten vekiller dahi Sünni ve Şii ayrımına göre belirleniyorlar.
Ancak Lübnan’ın iç savaş sonrası tarihi, tam anlamıyla yönetemeyen hükümetlerin
kurulup yıkıldığı bir başarısız devlet hikâyesi. Sünni Başbakan Saad Hariri,
defalarca istifa edip yeniden göreve döndü. Bu dengenin gözetilmemesi hâlinde
ortaya çıkan gerilimler ise kanlı neticeler doğurabiliyor.
Lübnanlaşma
ve Yönetim Krizi
Bu
uzun girizgâh şunun için yapıldı. ABD’de “gölge CIA” olarak ifade edilen Stratfor,
2020 yılında Ortadoğu ülkelerini odağına alan bir rapor yayınlamış ve “Lübnanlaşma”
eğilimine dikkat çekmişti. Söz konusu raporda Türkiye ve Suriye’nin de bu
süreçten etkilenebileceği ifade ediliyordu.
Türkiye’de
de muhalefette olduğu iddia edilen ve seçimlerde iktidara aday olduğu öne
sürülen “Altılı Masa” veya “Millet İttifakı” adlı oluşum, bir süredir kendi
açıklamaları ve yayınladıkları ortak metin ile “güçlendirilmiş parlamenter
sistem”e dönüş, “güçler ayrılığının yeniden tesisi” konularına odaklanıyordu.
Cumhurbaşkanlığı
ve parlamento seçimlerinden önce aday belirleme sürecinin son aşamasında ise
masa etrafında bir araya gelen siyasi partilerin genel başkanları tarafından
imzalanan bir mutabakat metni yayınlandı. Metne göre belirlenen cumhurbaşkanı
adayı, seçimi kazandığı takdirde, masadaki parti genel başkanları da
cumhurbaşkanı yardımcılığı görevlerini üstlenecekler. Yalnız bununla da kalmıyor. Mutabakat,
Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlarının da aynı zamanda
cumhurbaşkanı yardımcısı olmasını beraberinde getiriyor.
Kamuoyunun
söz konusu cumhurbaşkanı adayı ve anketlerde yüksek oranda destek gördüğü öne
sürülen popüler belediye başkanlarına odaklanarak “bu sefer kesin kazanıyoruz”
tepkisiyle gözden kaçan mutabakat metni, yönetim ve idare açısından pek çok
sorunu beraberinde getirme riski taşıyor oysa.
Muhalefetin
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandığı senaryoda mutabakat, aynı yetkilerle
donatılmış en az 5 (+ 2) cumhurbaşkanı yardımcısı anlamına geliyor.
“Güçlendirilmiş
parlamenter sisteme geçiş” vurgusu yapanlar için şunu belirtmekte yarar var.
İmzalanan metne göre, bir görevlendirme ve beraberinde kalıcı düzenleme ve
anayasa değişikliği yapılması hâlinde yasama veya yargı unsurları
güçlendirilmiyor, yürütme parçalanıyor. Bu kompozisyonda iradenin bütünlüğü
ortadan kaldırılmış oluyor. Henüz yarışacak aday seçiminde kriz yaşanıyorken,
kritik ve çıkarların çelişmesi muhtemel kararlar söz konusu olduğunda ülkenin
yönetilemez hâle geleceği aşikâr.
Dahası,
siyasi parti genel başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcısı olduğu bir denklemde,
yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının nasıl sağlanacağı da apayrı bir muamma.
Yargıçlar
ve siyasetçiler arasında şöyle bir ayrım yapılır. Bir yargıç, siyaset
bilmeyebilir. Kanunları uygular ve bu, onun için yeterlidir. Ancak bir
siyasetçi hukuk bilmiyorsa, o artık tehlike arz ediyor demektir.
Yedi
Kocalı Hürmüz Mutabakatı
Edebiyatımızda
orta oyunu olarak geçen ve Sadık Şendil tarafından kaleme alınan Yedi Kocalı
Hürmüz adlı bir piyes vardır.
Bu
piyeste, 1800'lerin sonlarında yaşayan Hürmüz karakteri, birbirinden farklı
mesleklere ve meşreplere mensup yedi koca ile yasal olmayan yollarla evlenir.
Her bir kocayı da haftanın bir günü ağırlayarak gönüllerini hoş eder ve onların
ekonomik sorunlarını çözmeye çalışır. Bunu yaparken de kocaları ve verdiği
hediyeleri de birbirinden gizli tutar. Ancak kocalar, her seferinde birbirleri
ile karşı karşıya gelir ve kavga-gürültü eksik olmaz.
Yedi
Kocalı Hürmüz, izlemesi keyifli bir piyes olabilir. Gelgelelim,
ülke yönetirken değil. Görünen o ki muhalefetin veya ona akıl veren masa
marangozlarının 200 yılı aşkın modernleşme tecrübesinden çıkardıkları,
emperyalist ülkelerin gerçekleştirdikleri darbeler sonrasında geçiş
dönemlerinde ihdas ettikleri başkanlar konseyine denk bir yapı.
Kent-Devletlere
Hoş Geldiniz
İmzalanan
mutabakatta dikkat çeken noktalardan biri de Ankara ve İstanbul büyükşehir
belediye başkanlarının, “cumhurbaşkanı yardımcısı” sıfatıyla yetkilerinin dikey
hiyerarşi bakımından diğer tüm bakanların da üzerinde ve onları bypass edecek
şekilde konumlandırılması.
İddia
edildiği kadarıyla bu fikir, Türkiye’nin 2011’den 2016’ya dek uyguladığı Suriye
politikasının mucidinden gelmiş. “Arap Baharı” adı altında Türkiye’ye atılan on
yıllık kazık, bu kez başka şekillerde, ama daha büyük bir ölçekte masaya konmuş,
besbelli.
Söz
konusu yerel yöneticiler, merkezî bütçenin karara bağlanmasında etki sahibi
iken, imar, altyapı, finans yönetimi gibi stratejik alanları da merkezî
otoriteden özerk bir biçimde şekillendirecek.
Dahası,
sözü edilen belediye başkanları, devlet başkanı düzeyinde sözleşmeleri
imzalayabilecek veya anlaşmalardan çekilebilecek.
Ankara
ve İstanbul gibi ülke nüfusunun dörtte birine ev sahipliği yapan, boğazlar ve
havalimanlarına yönelik tasarruflar göz önünde bulundurulduğunda, tanınacak bu
yetkilerin küresel sermayenin iştahını kabartması kuvvetle muhtemel. Söz konusu
düzenleme ve yetki tanımının hayata geçmesi hâlinde, Ankara ve İstanbul’da
yaşayan yurttaşların finans kapitalin sağladığı fonlara bağlı vassallar
tarafından yönetilmesi ve merkezî idareden çok küresel şirketlere göbekten
bağlı müşteriler olması beklenecektir.
Söz
konusu yöneticilerin, vilayetlerin mülki idare amirleri üzerinde
konumlandırılması da idare hukuku açısından da büyük bir çelişki. Yaşanan
deprem felâketinde görüldüğü üzere, negatif anlamda şehirde bir asayiş, afet,
acil durum sorunu yaşandığında, ilgili bakanlık ve kurumlar yerel yönetim
bürokrasisinden “onay” almak zorunda.
Devlet
başkanı yardımcısı düzeyinde yetkilerle donatılan bir yerel yönetici (ifade
bile çelişkili) “kent anayasası” yazmak ve yürürlüğe koymak istediğinde ne
yapılacak mesela?
Hatırlanacağı
üzere, “kent anayasası” kavramı, mevcut İstanbul büyükşehir belediye başkanı
tarafından 2018 yılında gündeme getirilmiş ve “İstanbul, Ankara’dan yönetilemez”
sloganıyla ifadelendirilmişti. Bu kavram, bir kez değinilip rafa kaldırılmış da
değil. 2019 yılında Kent Anayasası Forumu adı altında bizzat belediye
başkanının katılımıyla etkinlikler de düzenlendi.
Peki
söz konusu “kent anayasası” yürürlükteki anayasa ile çeliştiği takdirde hangisi
dikkate alınacak?
Anlaşılan,
muhalefetin mevcut hükümet sistemi karşısında önerdiği yapı, yönetim krizlerini
devlet idaresine, kent-devletleri üniter yapıya, müşteriliği ise yurttaşlığa
tercih eden bir küresel mutabakat.
Yüksel Serdar Oğuz
8 Mart 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder