Pages

18 Ocak 2023

Yolu Tükenenler


Dilce susup / Bedence konuşulan bir çağda / Biliyorum kolay anlaşılmayacak / Kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın / Yanık yağda boğulan yapıların arasında / Delirmek hakkını elde bulundurmak”[1]

Homeros’un Odesa adlı eserinde Truva Savaşı’ndan dönen Odysseus’un tanrılar tarafından cezalandırılarak yurduna dönüşünün engellenmesi ve bu -on yıllık- süreçte denizde yolunu kaybetmesi anlatılır. Tanrılar tarafından yurduna dönüşüne izin verildiğinde bu yolculuk kolay olmayacaktır. Mitolojiye göre, bugünkü Foça yakınlarında bulunan Orak Adası’nda yaşayan Sirenler, tatlı ezgileriyle gemicileri bu adaya çekip gemilerinin parçalanmasına yol açarlar. Odysseus ve askerleri Sirenler’in yaşadığı adaya yaklaşmadan önce tanrıça Kirke ona bir uyarıda bulunur: Sirenler’in tatlı ezgilerini dinlerse askerlerine gemiyi bu adaya sürmelerini isteyecektir, fakat böyle olursa yurduna kavuşamayacaktır. Tanrıça Kirke, askerlerin kulaklarının bal mumuyla kapatılmasını önerir. Odysseus’a ezgileri dinlemesi, fakat adaya gemiyi sürme emrini askerlere vermemesi için gemideki direğe kendisini bağlatarak ağzının süngerle kapatılması da salık verilir. Odysseus, Sirenler’in tatlı ezgilerini dinler, ama askerler bu sesleri duymaz; askerlere emir vermek ister, fakat ağzı kapalı ve kolları bağlıdır. Odysseus, memleketi İthaka’ya ancak bu şekilde sağ salim dönerek eşiyle evlenmek isteyen talipleri yenilgiye uğratabilmiştir. Eşi Penolop da taliplere türlü oyunlar oynayarak evlilik sürecini uzatıp Odysseus’u beklemektedir.

Odesa hikâyesi sembolik düzlemde de okunabilir. 74 affının eseri olan bir dönemin kitleselleşen solunun 12 Eylül ertesi içine düşüp hâlen çıkamadığı bunalım durumu, bu sembollerle açığa çıkarılabilir. Odysseus, şüphesiz bugünün reformist çevrelerinin yolculuğuyla eşleşir. Odysseus, Sirenler’in tatlı ezgilerini askerlerin dinlememesi için onların kulaklarını bal mumuyla kapatmıştır ve kendisi de yanlış emri vermemek için ağzını süngerle kapatmıştır. Avrupa merkezli 68 hareketiyle liberalleşen sol, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Sirenler’in tatlı ezgilerine kanarak gemilerini kayalıklara vurmuş, parçalanan gemilerden elde kalan birkaç tahta parçasıyla denizde yollarını şaşırarak bir türlü yurtlarına dönememiş, 12 Eylül sonrası sığındıkları anti-komünist Avrupa’yı da yurt bellemiştir. Avrupa’nın bu sosyalistleri niye kabul ettiği sorusunun cevabı da merak konusudur çünkü ikiye bölünmüş Almanya, karşıt iki ideolojiyi yaşatmaktadır.

Bugün reformist solu ve sendikaları yöneten, Avrupa’nın ideolojisi ve kültürüdür. Sirenler’in tatlı ezgileri de felsefi düzlemde postmodernizm, ideolojik anlamda yarı-anarşist sivil toplumculuk, kültürel açıdan burjuvazi, mekânsal bağlamda bar ve meyhane, beslenme biçimi veganlık, deşarj olma yöntemi alkol ve yogadır. Düşünür olarak Biricik ve Mülkiyeti adlı eserinde “Halk öldü, yaşasın Ben!” diyerek ideal toplumu “egoistlerin birliği” olarak tarif eden Max Stirner, işçi sınıfını “ayaktakımı” olarak gören üst-insan idealiyle faşizme kapı aralayan nihilist Nietzsche, Marksist filozof diye piyasaya sürülen anti-Marksist Zizek[2], cinsiyeti akışkan olarak kabul edip insanın kendine yabancılaşmasını savunan Judith Butler’dır. Nietzschevari toplum karşıtı bir solun oluşması, 12 Eylül’ün ertesine denk düşer. Günümüzde aşağıdaki görselde belirtilen tarzda kitapların yazılması sol, seküler ve pozitivist aydınlanmacı kesim içindir. Bu kitapların muhafazakâr kesim için yazılmadığı gayet açıktır.

Kitabın kapağında da görüldüğü gibi, asıl bozulması gereken yapı “aile”dir. Sol, yanına aldığı postmodernistlerle birlikte Marksist kılıflar oluşturup aileye saldırmaktadır. Boşanma oranlarının arttığı günümüzde, aile değerinin en fazla hangi kesimde aşındığı da görülecektir. Aileye savaş açanların bir bütün olarak toplumu nasıl yöneteceği sorusu bu çevrelere yönetilmelidir. Bu kitaba uygun şekilde paylaşımları sosyal medyada görmek mümkündür.

Solun halka bakışı sıkıntılıdır. Gitmediği mahalle hakkında ahkam kesmek, Nietzschevari üst-insancılığın tezahürüdür. Geçtiğimiz yaz Beykoz-Tokatköy’deki kondu yıkımı sırasında, ilgili mahalle sakinlerinin verdiği oy yönsemesine göre solcu kişilikler tarafından “yargılanması”, bu paylaşımdan okunabilir. Paylaşımda 80 öncesine kadar gidilmektedir, fakat o tarihte sol tarafından kurulan mahallelerin bugünkü durumu incelenirse, sosyo-politik-ideolojik-etik açıdan nasıl bir gerileme yaşandığı da anlaşılabilir. Müteahhitlik ve emlak bürosuna dönen “sol” mahalleler…

Sirenler’in tatlı ezgilerinin dinlenip ya da içilip hülyalara dalınan bir yer de sol çevrelerin işlettiği bar ve meyhanelerdir. Bu ülkedeki bu mekânları muhafazakâr çevre işletmemektedir. Bu ülkede bar ve meyhanelerin metropollerde yoğunlaşması ve bu ticari alanın büyük ölçüde “sol”a bırakılması egemenlerin solu kontrol ederek emekçi halk yığınlarını sol eliyle kültürsüzleştirme, uyuşturma ve yozlaştırma politikasının sonucudur. Bu bağlamda, Birgün gazetesinin Pazar ekinde Barış İnce’nin “İyiliği İcat Etmek” başlığı altında geleneği icat ettiği yazısına bakmak gerekir. Güncel olması açısından bu yazı önemlidir. Yazıda seçimin yaklaştığı ve önemsenmesi gerektiği, yüzde bir, binde bir denen partilerin küçümsenmemesi gerekliliği, yaşanan süreci kötülük-iyilik kavramlarıyla açıklamanın yanlış olduğu, muhalefetin yanlışlarının seçim öncesi süreçte eleştirilmeyip bu eleştirilerin ileri bir tarihe ertelenmesinin doğru olacağı ifade ediliyor. Yazının son paragrafında geçen şu cümleler ise yaşanan süreci özetlemesi açısından önemli:

“Sol dediğimizde ‘yüzde bir binde bir’ diye gevrek gevrek gülerek konuşanlara, o yüzde birlerin her kritik evrede milyonları nasıl harekete geçirdiğini hatırlatırım. Belki biraz oksijen için, meyhanelerden aşağı inip, Gümüşsuyu ile Talimhane arasındaki yeşil alanda yürümek iyi gelebilir. Belki orada kafamıza bir elma da düşebilir, aklımıza bir icat gelebilir!”.[3]

Bu eleştiriler, büyük ihtimal yazdığı gazeteye ve onun yakın durduğu siyasi çevreye yönelik. Yazar; “Birgün’lük Festival” düzenleyerek kitleye alkol eşliğinde küfür, uyuşturucu, anti-sınıfsal, arabesk-rap şarkılar söyleyen Gazapizm’i dinletenlerin hangi gazete olduğunun ya farkındadır ya da bunda bir beis görmemektedir. Liberal Gazeteduvar tarafından parlatılan Bandista’nın 1 Mayıs sahnesine çıkarılması da benzer anlayışların bilinçli politikasının ürünüdür. Aynı şekilde, yazıdan iki hafta önce Cihangir’de değil de Taksim’de “Meclis” meyhanesinde “dayanışma” adı altında -yılbaşına birkaç gün kala- sendikal bir etkinlik düzenleyen anlayışın hangi çevreye yakın olduğu da merak konusudur. Aynı şekilde “dayanışma, meyhane, devrimci, sendika, meclis” kavramlarının aynı potada eritilmesinde beis görmemeli miyiz? Bir çevrenin yaptığı bir şey sadece o çevreyi değil tüm solu ilgilendirmez mi? Aşındırılan kavramlar ortak değerlerimize işaret ediyorsa sessiz mi kalmalıyız? “Demokrat” bar-meyhane işletmecisinin sol bir çevreye ya da sendikaya indirim yapması da bu dayanışmanın bir bileşeni midir? KESK üyelerinin yaşadığı ihraçlar sürecinde “dayanışma” adı altında hangi barda etkinlik düzenlendiği ve ihraç üyenin meyhane (kafe değil) açmasına yardımcı olan (ya da onu motive eden) atmosfer de nasıl bir tarihsel sürecin sonucudur! Bu bağlamda ilgili yazıya dönersek Taksim’deki “solcu” barların işletmecilerine değil de Cihangir’deki meyhanelere “sitem” edilmesinin nedeni de yerel seçimde kaybedilen Beyoğlu’nun faturasının Cihangir’e kesilmesinden kaynaklanabilir. Nihayetinde bazı anlayışların yolu farklı olabilir ama o yolun bir sonu varsa yollarımızın sonunda buluşacağımız nokta aynı değildir.

Bu noktada şu soruyu da sormak gerekmektedir: Sosyalist olduğunu iddia eden bir gazetenin “Kızıl Soros” denen bir burjuvadan para alarak gazetesini ayakta tutması, hangi düzlemde değerlendirilmelidir? Burjuvazi için sakıncasız bir sol mümkündür, ama makul mudur? Bazıları için belki geçmiş hâlen tüketilmedi, ama bugün, gelecek ve yol, onlar için çoktan tükendi. Şiirde de geçtiği gibi çürüyüp dökülen bir zincir var, kimilerinin yolunda…

Her şey o kadar normalleştirildi ki kimse “Dayanışma gibi bir değerle meyhane nasıl yan yana gelebilir ki!” diye tepki gösteremiyor ya da gösterince gürültüye getirilip sesi kısılıyor. Hem uyuşturucunun her yere yayıldığı günümüzde, solun gündemi neden bu konular olsun ki(!)

Festival’de yer alan diğer sanatçı da artık yeni bir şey üretemeyince arabesk bir şarkıyı alıp “cover”layıp klip çeken Kardeş Türküler. Gülmemiz Gerek adlı şarkıya Kadıköy’de çekilen klipte, insanların amaçsızca güldüğü, neye güldüğü belli olmayan, gülünecek bir ortamın hâlen oluşturulamamasına rağmen insanlara “katıla katıla” gülünmesi gerektiği salık verilen sahneler mevcut.[4] Solun dergâhlarından biri olan Kadıköy’de çekilen klipte, “Bizi bize düşman eden öfkeyi / İçimizden çıkarıp atmamız gerek” sözleri dillendiriliyor. Sormamız gerek: Bizi bize “düşman eden” öfkenin mahiyeti ve nedeni nedir? Ayrıca “biz” hangi sınıflardan oluşmaktadır? Burjuvazinin sömürdüğü emekçi halk yığınlarının içindeki öfkeyi atıp katıla katıla gülmesi mi gerekmektedir? Tekstil atölyelerinde çalınan arabesk şarkının Kadıköy sokaklarında klipleştirilip sol adına “cover”lanması… Evet, gülmemiz gerek ama nasıl? Çok basit çünkü gülemiyorsanız, Antalya’da yaşamadığınızdan ya da seçtiğiniz belediye başkanından dolayıdır. Neden mi? Antalya Belediyesi ve Konyaaltı Belediyesi size bu “hizmeti” sunuyor:

“DHA’nın haberine göre; nefes çalışmasıyla başlayıp 'şifa topu çalışması' ve 'derin gevşeme meditasyonu' ile devam eden çalışmalarda kadınların attıkları kahkahalar, metrelerce uzaklıktan duyuldu. Park içinde yürüyüş yapanlar da kahkaha yogasını izledi. Kadınları duyanlar da kahkaha atarak eğlenceli etkinliğe ortak oldu.”[5]

Sirenler’in tatlı ezgileri nelere kadir! “Gülmek, kahkaha, yan yana gelmek, öznellik, güzellik, farklılıklarımız” gibi birbirinden seçmece kavramlarda kulaç atan sol… Biz bu konuda Edip Cansever gibi hissederek gülmenin bir halk gülüyorsa gerçekten gülmek olabileceğini belirtiyoruz.

Öte yandan işçi sınıfının gazetesi de Sirenler’in tatlı ezgilerinden nasibini alan başka bir kesimi oluşturmaktadır. Emperyalistler Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası düzenleyenler, şirketlere ve CEO’lara hazırladığı projelerle danışmanlık yapan akademisyenler, Ukrayna liderini güzelleyen yazılar yazanlar, aynı yerde buluşuyor.

Geçtiğimiz günlerde ölüm yıldönümünde anması yapılan Metin Göktepe için Ferhat Tunç tarafından bestelenen Metin’e Ağıt adlı türkü, Mert Onat adlı DJ tarafından “remix” yapılarak disko görüntüleriyle klipleştirildi. Bu durum karşısında gazete, sadece Ferhat Tunç ve birkaç kişinin verdiği tepkiyi içeren bir haber yaptı.[6] Gazetenin kurumsal anlamda bir tepkisi var mıdır? Henüz rastlanmadı! Haberde “acılarımızın üzerinde tepinilmesinden” bahsediliyor fakat değerlerimizin üzerinde sol ve bazı çevreler tepinirken neden sessiz kalındı? Sessiz kalan her süreç gelir size sirayet eder. Geçmişteki ideolojilerini anarşizan, maceracı ve işçi sınıfından kopuk bulanların anlaması güç olan değerler, yaşamın her anında kendini hissettirir.

Aynı gazeteye yakın siyasi çevrenin sendikalarda anlaşamadığı anlayışlarla ülke seçimlerinde ittifak kurması da sürecin bir başka tutarsızlığı. İşçi sınıfının ideolojisini savunup buna karşı olanı “sivil toplumcu” olarak değerlendirdikten sonra karşı çıktığınız anlayışla birlikte yeni bir ülke tahayyül etmek, nasıl bir açmazın eseridir? Yorumsuz.

Aynı ittifakta yer alan başka bir siyasi çevrede de burjuva dâhil her sınıftan kadını kız kardeşi kabul eden ve eşi emperyalist vakıflardan fon alan figürler var. Tüm bu toplamın ve daha fazlasının “mutabakat ilkesi” adı altında yönetemedikleri sendikalardan yola çıkarsak, onların ülke tahayyülü bu halka ve sınıfa çok uzak durmaktadır. Sendikaların da eğlence ve dayanışma anlayışı alkollü etkinliklerden ibaret. Uzağa gitmeye gerek yok: Yaklaşık beş bin üyesi ihraç edilen KESK’in sessizliği ve sürece yabancı kalması, sendika yöneticilerinin her fotoğrafta gülen pozlarla yer alması, salgında hepimizin eve kapatılmasını talep etmesi, hâlen etkinlikleri alkolsüz yapamama motivasyonu, hangi gerçeklikte yaşadığımızı karşımıza çıkarmaktadır. Neye gülündüğü, niye gülündüğü, niye bu kadar neşeli olunduğu, ne için kadeh kaldırıldığı da bilinmelidir.

Şaşırmamak gerekir, çünkü 74 affının eseri olan kitlesel sol da 12 Eylül’ün bir günde her şeyi “bitirdiği” söylemini yıllarca dillendirdi. Gerçek öyle değil, ama öyle bile olsa, bir günde bittiyseniz, zaten hiç yoktunuz demektir. Bu tutarsızlığı 12 Eylül’de halk gördü. Eylüle karşı siz durdunuz mu ki halk yanınızda konumlandı? Bir günde bitmişsiniz ya hani! Emekçiler de benzer gerçeği yanlarında sendikalarını bulamayınca gördü. Tarih, birikimli bir süreçtir, bu gerçek, dünden bugünü; bugünden yarını şekillendirir. Yine de DİSK ve KESK’e çok söz etmemek gerekir, çünkü kimse “kendini” onlara “dayatamaz”(!)

Sirenler’in seslerine aldanan başka bir çevre de Kadıköy’de açtığı bar/kültür merkeziyle solda bu kültürü kurumsallaştıranlardır. Komünist olma tekelini elinde tutanlar, bayraklarındaki orak çekicin yanına LGBT’nin gökkuşağını eklemekte beis görmemektedir. Mesele, cinsel kimlik düzleminde ele alınmamalıdır. Emperyalizmle kurduğu fon ilişkisi çerçevesinde her türlü liberalizmi sola zerk etmeye çalışan, ideolojik olarak anti-sınıfsal karaktere sahip bir kesimin simgelerinin orak çekiçle ne ilgisinin olduğu tartışmaya açılmalıdır. Unutanlar için bir hatırlatma: Gökkuşağı eklemeye çalıştığınız bayrak için 27 milyon Sovyet, Hitler faşizmine karşı can verdi.

Sizin için artık Sovyetler de ideolojisi de yok, hepsi Berlin Duvarı’nın altında kaldı! Önemli olan emperyalistlerden aldığı fonla kendisine alan açan ve kitleselleşen LGBT ve onun savunduğu “seks işçiliği”dir. Bugün pozitivist açıdan öyle bir ortam yaratıldı ki “gerici” görünmemek adına reformistler ve belirli çevreler, postmodern popülasyondan dışlanmamak adına ve onların imkânlarından yararlanmak için “Seks işçiliği olur mu, böyle bir ‘iş’ (işse eğer!) hangi insana önerilebilir, bizim mücadelemiz böyle bir sömürünün yok edilmesine yöneliktir!” tepkisini veremiyor. Halktan neden kopuk olunduğunun bir nedeni de burada aranmalıdır. Reformistleri de aşan radikal çevreler, el yükselterek Avrupa’da “sosyalist” bir festival düzenleyip dansöz oynatarak, bunu da savunup karşı çıkanları da ahlakçılıkla suçlayabiliyor. Ne günlerden geçiyoruz, tuz kokuyor.

Sirenler’in ezgileriyle kuşatılmış yeni dünya düzeninde ele aldığımız sol ve onların yönetemediği sendikalar, olsa olsa burjuvazinin sol kanadıdır. Aklı da kalbi de Avrupa’dadır. O, artık aşağıdaki dizeleri kaleme alan Nazım’ın ideolojisinden de hayata bakışından da uzaktır:

“Yarısı burdaysa kalbimin
                  yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
                  ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
                   Yunanistan'da kurşuna diziliyor.”[7]

* * *

Şükrü Erbaş bir şiirinde, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz.”[8] der. Bu dizeler, bugün hepimizin yaşadığı sıkışmışlık durumunu açığa çıkarmaktadır. Yazıda özetlediğimiz sol gibi bunaldığımız şeylerin biçimini almamak için zor zamanlardan geçiyoruz.

Kapitalizm, değdiği her yerin/şeyin özünü boşaltıp onu değersizleştirerek kirletiyor. Bugün için ihtiyacımız olan değerlerin doğru ve tutarlı mücadele çizgisiyle oluşacağı nettir. İnsanın insana ve kendine yabancılaştığı, kadın erkek ilişkisinin mekanik bir ilişkiye indirgendiği, değerlerin hiçe sayıldığı, insanlar arasında güvenin parçalandığı, mahremiyet hakkının hiçe sayılıp gizli kalması gerekenin şeffaflaştırılmaya zorlanarak şeffaf kalması gerekenin saklandığı, aileden topluma insanı insan yapan tüm bütünselliklerin saldırı altında olduğu, anti-sınıfsal ideolojinin hâkimiyetiyle zihinlerin, kişiliklerin, ilişkilerin ve tarihin işgal edildiği çağımızda, tek çıkar yolumuz, ideolojik, insani ve etik mücadeleyi her türlü eksikliğimize rağmen geliştirmektir. Eksiklerimizin tamamlanma süreci, mücadeleyle şekillenecektir. Bize hiçbir şey katmayan, sır tutmaktan uzak; dedikoduya, yalana, takiyeye, kullanmaya-kullanılmaya, bencilliğe dayanan; güven, samimiyet, sorumluluk bilinci ve disiplin içermeyen; cinselliğin ve uyuşmanın kavramlarıyla/pratikleriyle hareket edilen dejeneratif her türlü ilişkiden uzak durmak, ideolojimizi her dakika canlı tutmamızı sağlayacaktır. Bizi biz yapan değerlerin aşındırılmasına, o değerleri temsil eden kavramların yoz değerlere işaret eden kavramlarla aynı cümlede/mekânda eşitlenmesine hiçbir şekilde müsaade edemeyiz. Değerlerimize sahip çıkmakta cesur olmazsak yaşamın her alanında korkak ve silik kalarak savrulmayı kabullenmek zorunda kalırız. Aksi durumda bizden geriye ne kalabilir!

Bugün kapitalizmin her türlü saldırısına, solun önemli bir kesimin özünden/ideolojisinden uzaklaşıp karşı ideoloji safında yer alarak, burjuva kültürüne ve yaşam biçimine destek olmasına rağmen depresyondan, düzenin kirinden pasından, yaşamın anlamsız olduğu savunusundan, umutsuzluktan, kapitalizmin yarattığı yaşam biçiminden ve yoz değerlerinden, antidepresandan ve çeşitli uyuşma/uyuşturma biçimlerinden uzak duruyorsak, hâlen ideolojimizin ve mücadele içinde yaratılarak bize miras bırakılan değerlerin tek kurtuluş yolu olduğunda ısrar edişimizdendir. Bu gerçeği dayatmak zorundayız. Uzun bir süreç de olsa diyalektik ve yaşamın doğasının gereği olarak değişim, bir şekilde yaşanacaktır, iş ki bu değişimi ve tarihin akışını özlemini ve ihtiyacını duyduğumuz düzenin lehine çevirebilmek. Yaşamanın bu kadar zorlaştığı, her türlü insani ihtiyacımızı karşılamaktan uzak şekilde doğru yaşam diye bize dayatılan çamur içinde milyonların debelendiği bu çağda, idealimiz olandan farklı bir yaşam düşünemiyoruz. Bütün öfkemiz de mücadelemiz de bundandır. Bu yaşamı burjuvazinin sol kanadı vermeyecektir. Bu yüzden ideolojik mücadeleyi yaşamın her alanında geliştirmek, birbirimizi bulup geliştirerek mücadele etmek, bizim için bir tercih değil zorunluluktur. Sonuçta Turgut Uyar’ın şiirinde geçtiği gibi her şey naylondan ve korkulacak bir şey de bulunmuyor:

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.”[9]

S. Adalı
17 Ocak 2023

Dipnotlar:
[1] Özel İsmet. Erbain. İstanbul: Şûle Yayınları, 2010.

[2] Tomasz Kurianowicz, Slavoj Zizek Söyleşisi, Aralık 2020, Birgün.

[3] Barış İnce, “İyiliği İcat Etmek”, 8 Ocak 2023, Birgün.

[4] Kardeş Türküler, “Gülmemiz Gerek”, Youtube.

[5] “Antalya’da Kadınlar Kahkaha Yogası Etkinliğinde Buluştu”, 20 Kasım 2022, Enson.

[6] “Metin’e Ağıt’a Remix Tepki Topladı”, 13 Eylül 2022, Evrensel.

[7] Nazım Hikmet. Seçme Şiirler. İstanbul: Adam Yayınları, 1997.

[8] Erbaş, Şükrü. Bütün Şiirleri-1. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013.

[9] Uyar, Turgut. Büyük Saat. İstanbul: YKY, 2011.

1 yorum:

  1. Yazıdaki bir çok tespiti bizde yapıyoruz. Ancak belki netleştirmemiz gereken yer net bir ideolojik hat çizmek ve örgütsel bir yapıya kavuşturmak olmalı diye düşünüyorum. Yazıyı okuyanlar boşluğa düşmemeli

    YanıtlaSil