Kavramlara ve Yöntemlere Dair
“Postçu Akımlar Üzerine” ve Diğer Makaleler
Önsöz
Bu çalışmada yer alan makaleler,
hem teori sahasında hem de günümüzde ortaya konulmuş olan politik pratikte yaşanan
gelişmelerin yüzleştikleri kimi ideolojik meseleleri kavramaya yönelik
çabalarımın birer dışavurumudur. Zorunlu “izin”le siyasi faaliyetlerin dışında
kalmamdan çok önce ben, bazı dergiler için yazdığım makaleler aracılığıyla, bu
yönde bir çalışma ortaya koymuştum. Bu fikirlerin bazıları takdim edildi, şimdi
ise burada derinleştiriliyor. Umarım bu çalışma, o fikirleri daha da güçlü
kılar.
Tüm bu makaleler, tek bir konu
başlığı üzerine kurulu: mekanik düşüncenin eleştirisinin derinleştirilmesi. Bu
süreç dâhilinde ben, aynı zamanda Marksizmi eleştiren görüşleri de ele almaya
çalıştım. Bu çalışmada bana şu fikir rehberlik etti: Marksizm, farklı düşünce
akımları ve sonrasında aralarında oluşturulan sentezleri eleştirerek bugüne
gelmiştir. Dolayısıyla Marksizmin geleceği de bu özelliğini muhafaza etmesine
ve onu, dünyayı değiştirme pratiğiyle ilişkisi dâhilinde devreye sokmasına
bağlı. Bu anlamda, bu iş konusunda ne ölçüde başarılı olduğum konusunda
verilecek hüküm, okura ait.
İlk makale, bu türden bir düşünce
akımını, benim “postçuluk” olarak nitelediğim bir yönelimi ele alıyor. Bu
postçuluk biçimleri, postmodernist düşüncenin kimi türevlerini ve uzantılarını
içeriyor. Bunun dışında, bir de teorik paradigmasının dışında olsa bile, onu
etkileyen düşünce tarzı var. Bu geniş kategorizasyon gayet meşru, çünkü tüm bu
akımlar, ortak bir hattı takip ediyorlar ve bu düşünce hattı, her şeyi kendi
bütünlüğünde kavramaya inatla karşı çıkıyor.
Son üçü hariç tüm bu makaleler
hapiste yazıldı. Bu üç makalenin teorik arka planı anlama konusunda okura
yardımcı olacağını düşündüğüm için onları derlemeye eklemeyi uygun gördüm.
Kerala eyaletinden ünlü bir gazeteci olan K. P. Sethunath ile yapılan ve farklı
konuların ele alındığı söyleşi de çalışmaya eklendi. Hapishanede yazılmış olan
makaleler, yoldaşlarım Varavara Rao ve Vernon Gonzalves’in dikkatli okuma
çalışmasından istifade ettiler. Son hâlin hazırlanmasına dönük çalışma
dâhilinde üsluba dair kimi değişiklikler yaptım ve makalelere açıklayıcı notlar
ve kaynakça ekledim. Makalelerin önemli bir bölümü, sonraki süreçte J. Mouwafad
Paul’ün yaptığı aydınlatıcı önerilerle birlikte geliştirildi. Saroj Giri’nin
kaleme aldığı akademik derinliği olan takdim yazısı, makalelerin geniş bir
bağlam içerisine yerleştirilmesine katkıda bulundu. Her iki isme de teşekkürü
bir borç bilirim. Ayrıca kitabın baskı ve yayın sürecine katkıda bulunan
Foreign Languages Press (Paris) ve kitabın çıktısını alacak olan arkadaşlar
için elyazmasının hazırlanmasına katkıda bulunan tüm yoldaşlara ve arkadaşlara
teşekkür ederim. Kitabın Güney Asya baskısını Kanal Publishing Centre yapıyor.
Murali (Ajith)
Postçu Akımların Kavramları ve
Yöntemleri Üzerine
Aşağıda sunulan, postkolonyal
teori ve postmodernizm dâhilinde gördüğümüz kimi kavram ve yöntemlere yönelik
eleştiri, Economic and Political Weekly dergisinde yayımlanan makalelerde
gördüğümüz uygulamaları temel alıyor. Bu makalelerde dile getirilen argümanlar,
radikal değişimi esas alan teori ve pratik nezdinde ciddi sonuçlara yol açtı.
Bu argümanlara karşı çıkılmalı. Dahası, bu argümanlara esas olarak “postçu”
düşünceye ait önemli ve yaygın görülen yöntemsel yaklaşımlar yön veriyor. Bu
yaklaşımlar da temel aldıkları özel kavramlardan ayrı olarak eleştirilmeli.
Bir alıntıyla başlayalım:
“Avrupa dışı toplumlar, kendi içsel dinamiklerine sahip ve bu
toplumlar, Avrupa’daki tarih anlayışının sınırlarına hapsedilemezler. Bu yeni
Marksizm okuması, aynı zamanda belirli bir evrimci modeli taklit eden, tek
hattı izleyen, belirli bir amaca doğru ilerleyen, yani ‘alt’ toplumlardan ‘üst’
toplumlara doğu hareket eden bir tarihin olmadığını söylüyor. Bu anlamda söz
konusu yeni tarih modeli, kabile toplumlarının ‘alt’ toplum tipi olmadığını,
kapitalizm aşamasından geçmeden bu toplumların ‘doğrudan devrim’
yapabileceklerini ortaya koyuyor.”[1]
Bu alıntı, Marksist tarihyazımına
karşı sürekli dillendirilen eleştiriyi içeriyor. Bu eleştirinin farklı türleri
mevcut. Bazıları, Marx dâhil herkesi suçluyor. Bazıları da Marx’ı mazur
görüyor. Oysa gerçekler, bize daha karmaşık bir resim sunuyor.
Batı Avrupa tarihinin evrensel
model olduğu fikrine yönelik itirazın kökleri, aslında Marx ve Lenin’e dek
uzanıyor. Marx, bu konuyla ilgili görüşlerini Rus komünistlerine yazdığı
mektuplarda dile getiriyor, yorumlarını bu mektuplar aracılığıyla aktarıyor.[2]
Lenin ise Halkın Dostları Kimlerdir çalışmasında görüldüğü üzere,
kendisini açıktan indirgemeci “evrensel modelleme çabası”ndan ayrı tutuyor, ama
nedense bu eleştiri, kimsenin dikkatini çekmiyor.[3]
Sonrasında yaygın biçimde
savunulan tarihsel materyalizm versiyonu, bu görüşlerden kopuyor. Beş aşamalı
tarihsel gelişme anlayışı, baskın hâle geliyor. Marksist tarihyazımı, ilgili
şemanın önceden belirlediği tarihsel aşamayla belirli bir toplumun
benzerliklerini belirleyen ve o toplumu o aşamanın bir biçimi olarak gören bir
anlayışa indirgeniyor. Bu konuda tabii bazı istisnalar söz konusu. Peru
Komünist Partisi kurucusu Jose Carlos Mariategui ve Hintli tarihçi D. D.
Kosambi, iki önemli örnek olarak karşımızda duruyor.
Bu isimlerin ortaya koyduğu
eserler, başta yaptığım alıntıda dile getirilen “yeni okuma”yı esas alan
argümanlara onay vermek yerine, o okumayı temelsiz bırakıyorlar. Her toplumsal
formasyon, kendi iç dinamiklerine ve özelliklerine sahiptir. Ama öte yandan,
tüm bu özgüllüklerin içerisinden soyutlanıp evrensel kabul edilebilecek bir
şeyler olduğunu söylemek gerekir.
Marksizm, bu özgüllükleri tarihin
yasalarına ait veçheler olarak anlar. Bu noktada bazıları bu türden görüşlerin
Marksizmi tahrif ettiğini söyler. Tarihin yasalarıyla ilgili belirlemenin
Engels’e ait olduğu iddia edilir. Onlara göre, bu kavram Marx tarafından hiç
kullanılmamıştır.
Ne olursa olsun, şu husus asla
inkâr edilemez: Marx, kavramsal bir çerçeve ortaya koymuş, o çerçeve dâhilinde,
tüm toplumsal formasyonlarda ve tarihsel dönüşüm sürecinde belirli faktörlerin
ortak olduğunu söylemiştir.
Politik Ekonominin Eleştirisine
Katkıya Önsöz’de Marx, tarihsel dönüşüm dinamiklerine dair
anlayışını özetler. Hatta daha da öncesinde Marx, Alman İdeolojisi’nde
üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin her bir toplumsal formasyonun yapısını
meydana getirdiğini söylemiştir. Aynı çalışmada, üretim ilişkileriyle üretim güçleri
arasındaki diyalektik ilişkinin tarihsel dönüşümde oynadığı role de
değinilmiştir. Mariategui ve Kosambi, bu türden “evrenseller”i rehber kabul
ettikleri için, içinde yaşadıkları toplumların özgül yanlarını aydınlatma
imkânı bulabilmiştir.
“Yeni okuma” derken, daha çok
Marksizmin “postçu” versiyonu kastedilmektedir. Diğer postçu düşünceler gibi
burada da maddi gerçeklik görmezden gelinmekte, buradan da tarihin aşağıdan
yukarıya doğru ilerlemediği iddia edilmektedir. Evet, kapitalizm de tarihi
buradan okur ve bu sayede kendisini toplumsal ilerlemenin zirvesine
yerleştirir. Fakat sadece kapitalizm değil, tüm zulüm düzenleri, kendilerini,
kültürlerini, ekonomik sistemlerini ve sosyopolitik ilişkilerini diğerlerinden
üstün kabul ederler. Bu durum, kabile toplumlarına yönelik yaklaşımlarında daha
net görülür. Kastçı-feodal yapı, etnik toplulukları “ormanlılar” gibi
tabirlerle ele alırlar ve bu insanları kötülemek için bu tür ifadelere
başvururlar. Doğal olarak bazı topluluklar alta, bazıları üste yerleştirilir ve
bu, hiç de ayıplanacak bir tavırmış gibi görülmez. Böyle diye, ilgili yaklaşım,
teleolojik bir görüşü veya toplumsal bir kibri temel alıyor diye, çöpe
atılamaz. Ne kadar itiraz edilmeyi hak ederse etsin, burada hükümde bulunurken
verilen değerin belirli bir maddi zemini mevcuttur. Bu değerlendirme, egemen
düzenin dar sınıfsal (veya kastsal) çıkarlarını aşar. Bu gerçek görülmezse,
teleolojik okumayı reddedeceğim diye, tarihsel veya toplumsal gelişme denilen
gerçeklik inkâr edilir.
İşbölümü, teknoloji ve üretkenlik
açısından kabile toplumları, sonradan ortaya çıkan ve sömürüyü esas alan
toplumların altında kalıyorlar. Bu, inkâr edilemeyecek bir gerçeklik. Neticede
ideolojik alanda kimi gelişmeler yaşanıyor ve bu gelişmeler, kabile
toplumlarının üretim kapasitelerini etkiliyor. Esasında alt ve üst yerine
basit/karmaşık veya ileri/geri kavramlarını kullanmak arasında bir fark
bulunmuyor. Eğer materyalistsek, karmaşık ve ileri olanın basit ve geri olandan,
en azından maddi ilişkiler dâhilinde, yüce olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Bu, üstte olanı idealize edip yücelttiğimiz anlamına gelmiyor. Ayrıca bu
yaklaşım, üstte olanın değerlerini ve ilişkilerini altta olana ait değerler ve
ilişkilere atıfta bulunarak eleştirel bir incelemeye tabi tutmamamızı
gerektirmiyor. Marksist ilkel komünizm anlayışı, örtük olarak tam da bunu
söylüyor. Her ne kadar ilkel de olsa ilkel komünizm, sömürücü bir sınıf
içermediği için, komünal ilişkilerin ve değerlerin yaşamasını sağlıyor.
Ezilenler açısından bu, yüceltilmesi ve bilince çıkartılması gereken bir vasıf.
Sömürücü toplumlarda görülen yavan bencillik meselesi üzerinden kıyaslandığında,
ilkel komünizmin yüce ve üstte olduğunu söylemek gerekiyor.
Marx, Rus köy topluluklarının
ileride yüzleşeceği ihtimallerle ilgili tartışmaya müdahale ederken, tam da bu
anlayıştan istifade ediyor. Bu topluluklar, komünal yaşam ve üretim pratiğini
önemli ölçüde muhafaza ediyorlar. Mevcut özellikleri dâhilinde bu toplulukların
doğrudan komünizme geçip geçemeyeceği tartışılıyor. Marx, geçebileceklerini
söylüyor, üstelik “bu geçiş kapitalist bir ara döneme ihtiyaç duymadan
gerçekleşebilir” diyor. Ama Marx’ın bu tespiti, üst ve alt toplum biçimleri
arasındaki ayrıma itiraz etmek için kullanılamaz. Böylesi bir okuma, çok önemli
bir hususu gözden kaçırır.
Marx, komünizme doğrudan geçişe
onay verir, ama bunu Rusya’da proletaryanın varlığına ve niceliksel açıdan
büyümesine dayandırır. Kapitalizm sayesinde lider konuma gelen proletaryanın bu
hâli zaruri bir koşuldur. Neticede bu sınıf, ideolojik rehberlik görevini üstlenir.
Kapitalist modernitenin tüm pozitif kazanımları geleceğe bu kanaldan taşınır.
Bu süreç dâhilinde söz konusu köy topluluklarının varolduğu feodal ortam tahrif
ve tahrip edilmelidir.
Bu noktada komünal değerlerin ve
özelliklerinin yanında, dinsel gericilik ve ataerkillik gibi gericilik
hâllerinin köy topluluklarının önemli birer bileşeni olduğu görülmelidir.
Şurası açık ki Marx, bu kötü özelliklerinin doğrudan devrimle komünizme
taşınmasını istiyor değildi.
Söz konusu doğrudan geçiş, içsel
bir devrime ihtiyaç duyuyor. Yeni komünist toplum, en nihayetinde köy
topluluklarındaki komünal değerleri ve ilişkileri sentezlemek durumunda. Bu tür
bir sentez, ancak yeni toplum göz önünde bulundurularak gerçekleştirilebilir.
Kim nasıl tarif etmek isterse istesin, bu yeni sentez, illaki köy
topluluklarına nazaran daha üstte, daha ileri ve daha yüksekte olacaktır.
Marx, kendi geliştirdiği yaklaşım
dâhilinde materyalist konumu sürekli muhafaza ettiği için, şemalara takılmadan,
Rusya’daki durumun doğasından kaynaklanan yeni imkânları kavrayabiliyor.
Böylelikle Marx, Rus köy topluluklarının potansiyelini, ülkedeki proletaryanın
büyümesi ve dünya kapitalizminin ortaya çıkışı bağlamında tanımlama imkânı
buluyor.
“Avrupa’nın tarihe dair
fikirleri”nden kaynaklanan “evrensel tarih modelinden kopmak istiyorsak, bizim
de materyalizme bağlı kalmamız gerekiyor. Önce bu kavramların maddi zeminini
Batı Avrupa’nın fiili tarihsel seyri, kapitalizmin geliştiği ve dünyayı
dönüştürdüğü içerisinde ele almalıyız.
Birbiriyle bağlantılı olan, ama
öte yandan ayrı düşünsel kanallardan ilerleyen iki eğilim, “evrensel tarih
modeli” üzerinde duruyor. Aydınlanma’dan istifade eden ve onun kendisini
biçimlendirmesine izin veren Batı Avrupalı aydınlar, kendi tarihlerini diğer
tüm ülkelerin kaçınılmaz olarak yürüyecekleri yol olarak gördüler. Parçası
oldukları kapitalizm, ideal toplum olarak görülüp yüceltildi. Fikri ortamı
tanımlayan ilk asıl akım bu. Diğer akımsa Üçüncü Dünya aydınlarının bu düşünce
yapısını içselleştirmeleriyle ilgili.
Batı Avrupa’da gelişen ve kendi
koşullarını genele teşmil eden teori ilk değildi. Üçüncü Dünya da bu süreçte
pay sahibiydi. İkisi, temelde menzilleri ve tüm dünyayı kucaklama imkânları
ölçüsünde ayrışıyordu. Kapitalizmin yayılması ve geri kalan dünyanın
sömürgeleştirilmesi sayesinde bu teori, alanını genişletti. Kapitalizmin,
mevcut olan diğer tüm toplumsal sistemlerle kıyaslandığında gelişkin imkân ve
becerilere sahip olması, bu genişleme için gerekli zemini meydana getirdi. Ama
bu süreç, tek bir hat boyunca veya önceden belirlenmiş bir plan uyarınca
ilerlemedi. Ortada, Rönesans’la başlayan sürecin ister istemez Sanayi
Devrimi’ne ulaşmasını güvence altına alan hiçbir şey yoktu. Sanayi Devrimi’ni
bir dizi rastlantısal olay koşulladı. Bir kez kudret kazanınca üstünlüğü sorgulanamaz
hâle geldi. Dünyadaki toprakların ve kaynakların büyük bir kısmı üzerinde tesis
ettiği kontrol, kapitalizmin gelişmesini mümkün kıldı, bu gelişim için gerekli
yakıtı temin etti.
Sömürgecilik, diğer tüm alanlarda
olduğu gibi düşünce alanında da önemli sonuçlara yol açtı. Sömürgelerde düşünce
gelenekleri ölümcül bir darbe yedi. Bu geleneklerin kendi bölgelerine has referans
noktaları dâhilinde, farklı düşünce okulları arasındaki rekabet ve sentez
üzerinden yaşadığı gelişme durduruldu. Güney Asya’da Advaida örneğinde olduğu
gibi, Batılı aydınlar, şu veya bu okulu yücelttiler ve seçmediklerini ise ölü
bellediler. O okulların felsefi ve teolojik tartışmalardaki varlığı göz ardı
edildi. Mevcut döneme ait olduğu görülmedi. Bölgedeki düşün faaliyetine ait
meseleler ve konu başlıkları, sömürgeciler eliyle sökülüp atıldı. Batı Avrupa
fikriyatının belirlediği çerçeve, belirleyici hâle geldi.
Birçok Batılı aydın, Platon’u
veya Aristo’yu yaşayan, hâlen daha geçerli bir referans noktası olarak
görebiliyor. Batı’nın tarihinde önemli yere sahip isimleri, düşünce sürecinin
halkaları hiç kopmadığı için, bir şekilde güncel ve çağdaş kabul edilebiliyor.
Fiili tarihte Elen felsefesi, Avrupa’ya Arap felsefe okulları üzerinden
ulaştı.[4] Ama Arap coğrafyasından dolanarak gelmiş olmasının bir önemi yok,
çünkü asıl önemli olan, düşüncedeki süreklilik.
Buna karşılık Güney Asyalılar,
Çarvaka, Kanada, Kapila veya Nagarcuna’yı, hatta yakın zamana ait olan Ramanuca
ve Madhva’yı düşünsel kaynaklar olarak görmüyorlar. En iyi hâliyle, ara sıra bu
tür önemli isimleri tartışmakla yetiniyorlar. Bu isimlerin geliştirdiği
kavramlar, yöntemler ve argümanlar, yürütülen tartışmaların parçası hâline
gelemiyor, referans noktası veya rehber olamıyor. Bizim için bu okulların
popüler kıldıkları düşünce çerçeveleri, basit manada birer çalışma konusundan
ibaret.
“Postkolonyal teori”, bizim en
son teoriyi raftan indirip, onu dar Avrupai kökenine bakmadan, kendi
bağlamımıza uygulamaktan kaynaklanan düşünsel rahatsızlığın sebebinin, o
teorinin doğası gereği evrensel olduğuna kanaat getirmemiz olduğuna inanmamızı
istiyor.[5] Hayır. Bu rahatsızlığın sebebi, bizim Avrupa kaynaklı düşünsel
çerçeveyi içselleştirip, onu gönüllü olarak değilse bile, sömürgecinin şiddet
araçlarıyla dayatması sonucu kendi malımız görmemizdir. “Platon ve Aristo’yu
okumak tabii ki meşrudur, fakat bunun, sömürgecilik öncesi düşünürlere
bugündeki konumumuzdan yaklaşmamızın imkânsız olmasının da sebebi olduğunu
görmek gerekmektedir.”[6]
Maddiliği sürekli ve inatla kapı
dışarı eden postkolonyal teori, Batı’daki felsefi düşüncede görülen sürekliğe
temel teşkil eden faktörlerin o düşünce geleneğinin kendi içinde mukim olduğunu
söylüyor. Bu anlamda postkolonyal teori, söz konusu sürekliliği, Avrupa
geleneğini bir ürünü olarak görüyor. Kant’tan itibaren teorinin
tarihselleştirmeden azade kılındığını iddia ediyor. “Tarihselleştirilmeye yönelik
bu direnç de Platon’dan Marx’a, oradan Deleuze’e uzanan Avrupalı düşünürler
zincirinin güncel bir olguymuş gibi görülmesini sağlıyor.”[7]
Bu argümanın yüzeyselliği, geniş
bir bağlama oturtulduğunda, net bir biçimde görülüyor. Zira “tarihselleştirmeden
azade olmak” denilen mesele, Batı düşüncesine has bir şey değil. Örneğin
Advaida, ebedi olduğunu iddia ediyor ve köklerini Vedalar’da buluyor. Peki o
zaman bu Güney Asya’ya ait okul bu dine mensup diğer okullar gibi neden bugüne
taşınıp güncel kılınamıyor?
Postkolonyal teorilerin başvurup
durduğu o dar çerçeve, Batı’yı sabitleme çabasının bir ürünü ve bu türden
soruları asla soramıyor, cevaplamıyor. Hatta bu türden teoriler, söz konusu
sabitleme çabası sebebiyle, tarihselleştirme konusunda ısrarcı olmuş Marx ve
Engels’in teorik çalışmaları türünden çalışmaları, genelde Batı’da ortaya
çıkmış ve zıt şeyler söyleyen akımları görmezden gelmek durumunda kalıyor. Bu
teorilerin, onca ısrarına rağmen, kendi düşünsel çalışmalarında ta antik
çağlardan bugüne uzanan Batılı felsefi düşünce geleneğinden nasıl istifade edebildiğini
anlamak güç.
Postkolonyal teori, maddi
faktörleri görmezden geliyor. Bu körlüğe bir de “postçu” “teori” anlayışı eşlik
ediyor. Bu anlayışa göre “teori, çoğunlukla kendi soyutlama pratiği içerisinde
anlaşılıyor.”[8] Devamında bu teori, bu soyutlamanın Güney Asya düşünce dünyasında
da görüldüğünü söylüyor. Hatta genelleme yaparak, bu soyutlamanın her türden
teoride mevcut olduğunu iddia ediyor. Buradan anlıyoruz ki postkolonyal teori,
soyutlama anlayışına karşı. Onun kural koyuculuğuna, düşüncenin evrensel boyutu
oluşuna veya düşüncenin en yüksek aşaması olduğuna dair fikre karşı çıkıyor. Tüm
bu hususlar, Batı düşüncesinin özellikleri olarak ele alınıyor. Peki bu ayrım,
bir farklılığa yol açıyor mu?
Somut ilişkilerden veya
süreçlerden istifade eden bir soyutlama, kural koyucu bir pratik kabul
edilebilir. Ama bu, soyutlama pratiğinde içerilen evrensellik veya her türden
teorizasyon çabası için gerekli soyutlamayı inkâr etmek için bir gerekçe olarak
sunulamaz. Burada mesele, bir kişinin “anlayış”ı değildir. Evrensellik ve teorizasyon,
düşünce sürecine içseldir. Soyutlama pratiğini ortadan kaldırdığınızda,
elinizde teori diye bir şey kalmaz.
Ayrıca evrenselliği meydana
getiren, onun tüm tarihi kuşatacak ölçüde geçerli olduğu iddiası değildir. Bu, özellik
ona atfedilir. Bunun da kaynağı ve yeri evrenselliğin haricindedir. Niteliğine uygun
olarak her türden evrensellik, genele teşmil etme çabası, nispidir. Çünkü bu
çaba, ifade ettiği özgül hususlarla birlikte varolur. O özgül hususlar, tüm
özel yanları içerir.[9] Bu sebeple tarihaşırılık iddiası, tüm tarihi kuşatma
iddiası, ancak evrensellik soyutlandığı somut ilişkilerden zorla kopartıldığı
vakit gündeme gelebilir.
İdealizm ve metafizik, özelle genel,
evrenselle yerel arasındaki diyalektik ilişkiyi kopartır. Devamında idealizm ve
metafizik, evrensel olanın yücede durduğu, katı bir hiyerarşi inşa edip dayatır.
Bunlar, maddi gerçeklikten soyutlama çabası üzerinden elde edilen düşünce ürünü
olarak maddi nesneye dair fikri kavrayamazlar. Bunun yerine idealizm ve
metafizik, nesnenin “fikrin” tezahürü olduğunu veya bizzat “fikrin” tanımladığı
ve belirlediği bir şey olduğunu söyler. Aydınlanma kaynaklı düşünceler,
meseleleri bu şekilde tersyüz ederler ve geliştirdikleri normatif modelleri bu
tersyüz etme pratikleri üzerine kurarlar.
Gerçeğin kendisinden türediğini
iddia eden evrensel modelleri imal eden idealist ve metafizik düşünce yapısını
belirlemek, bize bu düşünce yapısına yönelik eleştiriyi Doğu-Batı ikiliğinin dayattığı
zincirlerden kurtarmamızı sağlar. Bu türden sapmalar, esasen dün olduğu gibi
bugün de salt Batılı olgular ya da sadece Aydınlanma’nın ürünü olan şeyler
değildirler.
Neticede Doğu’nun idealizmi daha
az zararlı değildir. Advaida’daki yalan dünyanın örtüsünden sızan, nihai
gerçekliğin (Tanrı’nın) somut bir biçimi olmadığını söyleyen Nirguna Brahman
anlayışının bir yansıması olarak görülebilecek, hissi evren anlayışı, Samkhya’da
karşımıza çıkan, yeni meydana gelen vasıfları inkâr eden, nedensiz neden olarak
Prakriti’de her türden özelliğin potansiyel olarak varolduğunu söyleyen anlayış
ve tüm çeşitliliğin tek bir birliğin tezahürleri olduğuna dönük ısrarı, Güney Asya’da
bulabileceğimiz idealist ve metafizik düşünceye dair örneklerdir.
Bugün şu soru sorulmalıdır:
postkolonyal teori şahsında Batılı teoriyle kurduğumuz, bağımlılığı ve onun
türevi olmayı emreden ilişki, neden hâlâ devam ediyor? Bu ilişki, sömürgeci
geçmişimizden kalan bir miras mıdır? Bu sorulara cevap vermek için bizim “postkolonyal”
teorinin sunduğu paradigmadan kurtulmamız gerekmektedir.
Bu teoriyle haşır neşir olan
isimler, konuyla ilgili farklı yaklaşımlar geliştirmektedir. Bazıları, emperyalizmin
devam eden rolüne işaret etme ihtiyacı duymaktadır. Bu türden yaklaşımlara
rağmen söz konusu düşünce okulu, bugün eski sömürgelerin artık bağımsız
oldukları varsayımını temel almaktadır. Bağımlılığın dayattığı bağların
varlığının muhafaza edildiği gerçeği kabul edilse bile bu teorisyenler söz
konusu bağları tali görmektedirler. Bu anlamda postkolonyal teori, özünde yeni
sömürgeciliği, yani emperyalizmin dolaylı araçlar üzerinden eski sömürgelerde
hâkimiyetini muhafaza ettiği, sömürüyü bu düzlemde sürdürdüğü iddiasında olan
yaklaşımı redde tabi tutmaktadır.
Yeni sömürgecilik koşullarında
eski sömürgeler bağımsızlıklarına kavuştular. Gerçekte yeni sömürgecilik,
bağımsızlık kisvesi altında varlığını sürdürdü. Sömürgecilik koşullarında
açıktan yürüyen sömürü temelli hâkim ilişkiler filtrelendi, tersyüz edildi ve
bağımsızlık denilen yanlış bilinç üzerinden yaşandı. Yeni sömürgeci akıl, Batı’nın
ürettiği en son düşünce ürünlerini eleştirmeden edinime tabi tuttu, kendi
çevresini ve ortamını Batı’nın sunduğu yeni araçlarla veya kavramlarla
yorumladı. Üstelik bu yaklaşım, hiçbir şekilde yabancı kuyrukçuluğu olarak
görülmedi. Bilâkis, kişilerin kendi düşünce geleneklerinin doğal uzantısı
olarak değerlendirildi.
Sömürgecilik koşullarından yeni
sömürgecilik koşullarına geçişte düşünce geleneği hiçbir kopuş yaşamadı. Eski sömürgecilerin
geliştirdikleri teoriler ve yöntemler, en geçerli ve en alakalı teori ve
yöntemler olarak görülmeye devam ettiler. Bu teoriler ve yöntemleri uygulamaya
koyanlar, bu çabanın bağımsız bir ülkeyi doğurduğuna, ona hizmet ettiğine
inanıyorlar.
Bu açıdan kalkınma meselesi,
öğreticidir. Sömürgeciliğin biçimlendirdiği ekonomik ortama hiç dokunulmadı,
ama öte yandan, emperyalist finans kapitalin ülkeye girmesi için yeni kapılar
açıldı. Eskiden emperyalist hâkimiyete ilişkin örnekler olarak görülüp lanetlenen
hususlar, kalkınma ve güçlü bir ulus inşası için zaruri görülmeye başlandı.[10]
Postkolonyal teori, yeni
sömürgeciliğin sattığı bağımsızlık kisvesini koşulsuz kabul ediyor. Onun sermayenin,
bugünlerde finans sermayesinin dünyayı biçimlendirmedeki rolüne devam ettiğini
söyleyen Marksist tespiti göz ardı ediyor ve bu tespiti “evrensel tarih gibi
bütünleştirici teorik kategori ve sermayenin genele teşmil edilmiş olan dürtüsünden
söz eden anlatı” olarak görüp çöpe atıyor.[11]
Peki geçmişteki diğer
toplumlardan farklı olarak, “Batı, kendi özel tarihini dünya tarihinin itici
gücü olarak takdim etme imkânını nasıl bulabildi?”[12] Bu aslında özel olan “evrensel
tarih”, kendi hegemonik teorisini tüm dünyaya dayatma konusunda nasıl başarılı
oldu?
Postçuluk, maddi olanı temel alan
muhakemeyi redde tabi tutuyor. Bizi kapitalist Batı’nın düşünce geleneğinin sahip
olduğu güç üzerinden birikmiş olan “evrensel tarih”e ait kimi gizemli
özelliklerle yetinmeye zorluyor. Bu açmazdan bir türlü kurtulamayan postkolonyal
teori, kapitalizmin evrenselleştirme iddialarına yönelik eleştirinin derinleştirilmesiyle
alakalı çabaların önünü alıyor.
Kendi içinde daha fazla artık
değer temellük edinme eğilimine sahip olan sermaye, yeni yollar açıyor, yeni
alanlar buluyor. Bu yolları ve alanları, artık değer temininin özgül bir biçimiyle
ilişkilendiriyor. Bu, kapitalizmin dünyayı kendi görüntüsünde yeniden
biçimlendirme eğilimine işaret ediyor.
Kapitalizmin kendisini genele
teşmil etme eğilimi, kendi özel tarihini genel tarih olarak dayatma becerisi,
esasen bu maddi dinamiklerden kaynaklanıyor. Küresel ticaret ağları antik
çağdan beri var. Sömürgeci imparatorluklar da kapitalizme has şeyler değiller. Ama
bu toplumsal sistemin dönüştürücülüğü, derinlik ve genişlik açısından emsalsiz.
Marksizm, bu ayrım üzerinde duruyor. Ama öte yandan, artık değer konusunda
duyduğu susuzluk, kapitalizmin dünyayı dönüştürme rolünü sınırlıyor. Marx,
yazılarında bu sınırlardan söz ediyor.
Örneğin “Hindistan’daki Britanya
İdaresi” isimli yazısında Marx, sömürgelerin şu veya bu şekilde kapitalist
manada dönüşeceği beklentisini aktarıyor.[13] Britanya sömürgeciliği,
kapitalist ilişkileri dayatıyor ve kast feodalizmini dönüştürüyor. Ama onu
ortadan kaldırmıyor. Kapitalizm, emperyalizme evriliyor, o büyük yatırımlar ve
farklı sektörlerin inşası bu süreçte temel bir değişikliğe yol açmıyor.
Sömürgecilik, ülkedeki kapitalizmin gelişimi önünde engel olarak varolmaya
devam ediyor. Kast feodalizmi, dönüşüme uğramış biçimleri dâhilinde varlığını
sürdürüyor. Kast, hem ekonominin eski hem de modern sektörleri içerisinde önemini
koruyor.
Tüm bu hususları dikkate alan
Üçüncü Enternasyonal’de de dile getirildiği biçimiyle, Marksizmin iskeletini
meydana getiren, kapitalizmin sömürgelerde gelişme ihtimalleri ile ilgili önermeleri
dile dökülüyor. Burada sömürgeciliğin ülkedeki kapitalizmin gelişmesini
ketlediği, feodalizmin toplumsal zemini teşkil ettiği ve sömürgelerin ekonomilerinde
dağılmalara yol açtığı üzerinde duruluyor.
Bu temelde, ezilen ülkede devrim
yapmış olmanın kazandırdığı deneyimin ışığında Mao, meseleyi netliğe
kavuşturuyor. Mao, Çin’de emperyalizmin meydana getirdiği kapitalizmi bürokrat
kapitalizmi olarak tanımlıyor. Burada Mao, devletin kapitalizmin meydana
geldiği ve varolduğu süreçte oynadığı dolaysız role dikkat çekiyor. Bürokrat
kapitalizminin feodalizmle ve komprador ilişkileri iç içe geçirdiğini söyleyen
Mao, sınıfları tasnif ediyor ve komprador bürokrat burjuvaziyi yerli sermayeyi
temsil eden milli burjuvaziden ayırıyor.
Bu bürokrat kapitalizmi
anlayışını Perulu Maoist Abimael Guzman (Gonzalo) geliştirdi. Onun tespitine
göre bürokrat kapitalizmi, hem emperyalizme hem de feodalizme hizmet ediyor,
aynı zamanda zengin köylülerin geleneksel bir uygulaması olarak varlığını
sürdürüyor.
Bürokrat kapitalizmine ait bu
özellikler, sömürgecilik koşullarında moderniteyi kavrama konusunda gerekli
olan anahtarı temin ediyor.
Kapitalist moderniteye ait birçok
özelliğin yanında, sömürgelerde kapitalizm öncesi ilişkilerin ve değerlerin
ısrarla varolduğunu birçok isim dillendirdi. Bu koşul, “sömürge modernitesi”
olarak tarif edildi ve bu modernitenin kapitalist ülkelerde görülen
moderniteyle arasındaki farklar üzerinde duruldu. Bu koşul, genelde “eksik
modernleşme” olarak yorumlandı, ama aslında bu yorumu dile getirenler,
meselenin özünü gözden kaçırıyorlardı. Eksiklik değil, burada daha çok bürokrat
kapitalizmi sayesinde eskinin, geleneksel olanın kimi özelliklerinin yeniden
üremesi, dirilişi söz konusuydu. Bu noktada bürokrat kapitalizminin sürekli
dönüşmesi ve yeni bir şeyi müjdeliyor oluşunun bir önemi yoktu. Sömürge modernitesinin
temel özelliği buydu.
Sömürge ülkeler, emperyalist
baskıya tabi olduğu, bürokrat kapitalizmi yürürlükte kaldığı sürece, bu
dönüşüm-diriliş diyalektiği varlığını sürdürecektir. Bu diyalektiği yeni
sömürgecilik koşullarında görüyor olmamızın sebebi budur.
“Sömürge modernitesi” kavramının
karşısına bugün “çoklu moderniteler” kavramı çıkartılıyor. Böylece evrensel
modernite modelini temel alan Batılı hegemonik fikirler redde tabi tutuluyor. Burada
klasik modernleşme teorilerinin Batı içerisindeki farklılaşmaları görmezden
gelme eğilimi içerisinde olduğu, yani Batı dışı dünyayı zaten görmediği
üzerinde duruluyor. Bu her şeyi düzleyen eleştiri, Batı (kapitalist ülkeler) ve
Batı dışı (ezilen ülkeler) arasındaki temel ayrımı silikleştiriyor. Batı’da
modernleşme tüm çeşitliliğiyle, kapitalizme geçmişin doğal bileşeni olarak ele
alınırken, Batı dışı dünyada modernleşme sömürge, yarı-sömürge koşullarında kapitalizm
öncesi toplumların zorla dönüşümünün bir uzantısı, bürokrat kapitalizminin
oluşumu ve gelişiminin bir sonucu olarak görülüyor.
Bu temel ayrım yapılmayınca,
sömürgelerde eski ve yeninin uyumunda rol oynayan gerçek dinamikler gözden kayboluyor.
Onun yerine, “Batı dışı toplumlar, modernitenin kimi bileşenlerini kültürel
geleneklerinin özgün unsurlarından vazgeçmeden benimsediler. Batı dışı
toplumlar modernitenin verili modeline ait tüm yönleri kabul etmediler” türünden
akıl almaz laflar ediliyor.[14]
Akıl almaz laflar, çünkü burada
söz konusu ülkelerin arzuladıkları moderniteye ait unsurları seçme ve tercih
etme özgürlüğüne sahip olduğu varsayılıyor. Burada berbat bir fikir dile
getiriliyor ve bu fikir, sömürgecilik koşullarında bu ülkelerin şiddet
araçlarıyla bastırmayı ve dayatmayı esas alan pratiklere maruz kaldığı
gerçeğini gizliyor. Bu tür bir argüman, ister istemez, “emperyalist zulüm ve
baskı diye bir şey yok” sonucuna ulaşmak zorunda.
Sömürge modernitesinin karmaşık
ve çelişkili özelliklerini belirleme çabasına zerre katkı sunmayan “çoklu
moderniteler” tezi, temelde bu belirleme işini ortadan kaldırmak için
uğraşıyor. Bunun yerine, her şeyi kuşatan bir önermeyle çıkılıyor sahneye ve “Hindistan’da
modernite geleneksel kültürel değerlerin ve tarihsel deneyimlerin etkisi
altındaymış gibi görünse de esasen belirgin bir biçimde moderndir”
deniliyor.[15]
Her türden toplumsal formasyonun
kendine has özellikleri sömürgeci toplumsal sistem tarafından aşılıp belirli
bir biçime sokulsa da varlığını sürdürür. Teslimiyet ve yeniden kalıba dökülme
sürecini tümüyle sömürgeciler tayin etmezler. Önceden varolan değerler ve
ilişkiler varlığını korurlar, bunun yanında teslim alınan ülkenin belirli
kesimleri direnç geliştirirler. Bu iki husus da tüm süreçte tali de olsa aktif
bir rol oynar. Bu nedenle sömürgecilik, farklı ülkelerde farklı çerçevelere ve
özelliklere sahiptir. Hatta ülke içerisindeki milliyetler ve bölgeler açısından
bile belirli bir farklılık söz konusu olacaktır. Ama öte yandan, bu özgünlüğüne
rağmen tüm sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ortak özelliklere sahiptirler. Bu özellikleri
farklı şekilde ortaya koyarlar. Üstelik bu işi yeni sömürgecilik koşullarında
da yaparlar. “Sömürgeci modernite” denilen geniş kapsamlı kavramın kullanımı bu
düzlemde meşrudur. Onun yerine “Hint modernitesi”, “Çin modernitesi” gibi
yapılardan bahsedilemez.
Hint modernitesinin varolduğunu
söyleyen tez, “onun geleneksel kültürel değerlerin etkisi altında” olduğunu
kabul ediyordur. Peki bu modernite, basit bir görünüm meselesi midir? Burada
zahirde görülen geleneksel kabul ediliyordur, ama o, sömürgecilik koşullarında
modernite için temel ve zaruri olan bir şey olarak görülmemektedir. Dolayısıyla
yarı-feodalizm olgusu da inkâr edilir. Özel olanı anlayacağım diye bu tezde
ısrar, önemli ve tanımlayıcı özel yanların üzerinin örtülmesiyle sonuçlanır.
Israrla Doğu ile Batı’yı karşı
karşıya getirenler ve Batı’nın genelleştirme” çabalarını eleştirenlerde
görüldüğü üzere, bu ayrımı en önemli ayrım çizgisi olarak belirleyenler, diğer
uca savrulurlar. Bu sefer de açıktan olmasa da, aynı ölçüde idealist bir
yaklaşım dâhilinde, Doğu “genelleştirilir”, evrensel bir şeymiş gibi takdim
edilir. Bu durumda “Doğu”nun koşulları ve düşünce yapıları eleştirel incelemeye
tabi tutulmaz, böylelikle Doğu “genele teşmil edilir”. Bu anlamda, her şeyi
kapsayan yegâne felsefe olma iddialarının, her şeyi kucakladığı iddiasında olan
anlayışların, halkların ve ırkların ötekileştirilmesine dönük yaklaşımların Batı
kadar Doğu’da da görüldüğü gerçeğine karşı körleşilir. Mutlak monizm (Advaida) ve
dualizm (Samkhya), bazı düşünce okullarında (Bauddha, Jaina, Dao) görülen
çoğulculuk anlayışları, sadece Doğulu düşünce dünyasına has şeylermiş gibi
takdim edilir. Oysa hiçbir şey hakikatin ötesine geçemez.
Örneğin Advaida, Nirguna Brahma
anlayışını tanımlanamaz olarak tanımlamak suretiyle onu merkeze yerleştirmek suretiyle
tüm özel ve özgül olan hususları yutar. Bu gerçeğin idraki, bunun yanında
kişinin benliğinin o tanımlanamaz şeyle tanımlı kılınması, yüce bilgi olarak
kabul edilir. Pratikle, hatta ibadetin kendisiyle bile lekelenmemiş saf tefekkürün
bu idrake uzanan hakiki yol olduğu iddia edilir.
Şurası açık ki sadece bilgi için,
pratik çıkarlar tarafından kirletilmemiş bilginin peşinde koşmanın yüceltilmesi,
postkolonyal teorinin erbâbınca iddia edildiği biçimiyle, hiç de klasik Elen felsefesinin
tekelinde olan bir şey değildir.[16] İdealizm felsefesi içerisinde yer alan tüm
mutlakçı okullar coğrafi konumlarından bağımsız olarak, bu görüşü paylaşırlar.
Murali (Ajith)
[Kaynak: Of Concepts
and Methods “On Postisms” and Other Essays, Foreign Languages Press, Paris
2020, Birinci Baskı, s. 36-48.]
Dipnotlar:
[1] “History from Below,” Murzban Jal, EPW, Cilt. 52, Sayı. 11, s. 28.
[2] Önerilen “yeni okuma”,
buradan çıkış almalı.
[3] “Hiçbir Marksist, Batı’da
kapitalizm var diye ‘Rusya’da da kapitalizm olmalı’ dememiştir. Hiçbir
Marksist, Marx’ın teorisini özel bir toplumsal-ekonomik formasyonun açıklaması
olarak görmüş, onu tarihin zorunlu olarak boyun eğeceğimiz felsefi şeması
şeklinde değerlendirmemiştir.” V. I. Lenin, “Bay Mihailovski’nin Nasıl Mücadele
Ettiğini Anlayalım”, “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal Demokratlarla Nasıl
Mücadele Ederler. MIA. Buradan şu söylenebilir: Lenin,
aslında “Devlet” başlıklı konuşmasında “kölelik, feodalizm, kapitalizm” dizgesinden
bahsetmiyordu, üstelik bu yaklaşımın temelini Marx ve Engels’te (Alman
İdeolojisi) bulmak mümkün. İki örnekte dile getirilen ifadelerin uygun olduğunu
söylemek gerek. Zira ikisinde “tarihin evrensel planda zorunlu olarak boyun
eğeceğimiz felsefi şeması”na değil belirli, özgül bölgelere atıfta bulunuluyor.
[4] Martin Bernal’ın Kara
Atina’sı ve Samir Amin’in Avrupamerkezcilik çalışması, Doğu’nun Batı
fikriyatına sunduğu katkıların üzerindeki toprağı kaldırıyor.
[5] “The Work of Theory-Thinking
Across Traditions,” Prathama Banerjee vd., EPW, Cilt 51, Sayı. 37, s.
42.
[6] A.g.e., s. 46.
[7] A.g.e., s. 46.
[8] A.g.e., s. 43.
[9] Lenin’in “Diyalektik Meselesi
Üzerine” (“Philosophical Notebooks,” Collected Works, Cilt 38) ve Mao
Zedung’un Çelişki Üzerine isimli çalışması, evrensel-genel diyalektiğine
ilişkin önemli değerlendirmeler içeriyor.
[10] Bu tersyüz etme çabasını “Yeni
Sömürgeci Zihnin İşleyişi” başlıklı bölümde ele aldım, s. 108.
[11] The work of theory, A.g.e.,
s. 45.
[12] A.g.e., s. 45.
[13] Bkz.: “Re-reading Marx on
British India”, bu kitapta s. 178’de.
[14] “Female Education,” Ambika
Kohli, EPW, Cilt 52, Sayı. 8, s. 62.
[15] A.g.e., s. 63.
[16] The Work of Theory, a.g.e., s. 43.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder