Geçmişteki
yanlışları yeniden yapmamak ve tarihi yinelememek için yaptığımız tarihsel
öncüllerimize dair değerlendirmelerin bilerek ve yaygın biçimde yanlış
yapıldığı önemli bir sosyopolitik dönemdeyiz.
Faşizm,
Avrupalıların Batı Afrika sahilleriyle ilk temas kurdukları anda başlamış olan,
yönetim konusunda devreye sokulmuş bir sosyo-ekonomik ve politik proje ve
sistemdir. Avrupa ve Amerika burjuvazisinin sonrasında pazarları genişletip
sermayenin kaynaklarını artırmak amacıyla fetih çalışmaları üzerinden yerlilere
ait toprakları işgal etmesiyle ilgili süreç devam etti. Bu sürecin sonunda
bugün Amerika diye bildiğimiz ülke ortaya çıktı. En güçlü ve teknolojik açıdan
en ileri düzeyde olan bu ülke, dünyanın bugüne dek tanık olmadığı bir sömürgeci
şiddeti ve hâkimiyet kurma amaçlı politikaları uyguladı. Aşırı askerileşmiş,
hapishane pratiğini ve polis devletini esas alan bu güç, sömürgeci, emperyalist
ve kapitalist şiddeti sürekli başka ülkelere taşıdı.
Son
dört yıl içerisinde birçoklarının Trump ve şürekasıyla alakalı olduğunu
düşündüğü şiddet ve açığa çıkan çelişkiler, esasen sermayenin ve onunla el ele
ilerleyen beyaz üstünlükçülüğünün talepleri ve yol açtığı maddi sonuçlarla
alakalı meseleler. Trump’ı veya idaresini istisnai kabul edenlerin görüşleri,
tehlikeli ve alabildiğine dar bir bakış açısını esas kabul ediyorlar. Gerçekte
başa hangi başkan geçse, bu türden bir rolü ve sorumluluğu üstlenecekti.
Buna
karşın, son dört yıl içerisinde liberal medya kurumları ve egemen sınıf, Batı’nın
geçmişte Hitler’e yönelik yaklaşımına benzer bir yaklaşım içerisinde, Trump’ı
istisnai bir kötülük olarak tarif etti, daha önce onun yaptıklarını yapanın
olmadığını söyledi, böylece Trump’ın işlediği politik suçlardan kendilerini
ayrıştırma imkânı buldu. Zenginler, bu tuhaf ve tarihe aykırı değerlendirmeyi
kendi çıkarlarına uygun olarak dile getirdiler.
Oysa
ne Hitler ne de Trump ilk kez çıkıyordu sahneye. Üstelik son da olmayacaklar.
Tıpkı Hitler gibi Trump da beyaz üstünlükçüsü patriarkal kapitalizmin kendince
doğallaştırdığı düzeni ve idareyi sürdürmek için ürettiği veya geliştirdiği
sistemde yapabilecekleri açısından istisna değil, kural olarak görülmeli.
Trump’ı
ve bugüne dek biraz da kitaba aykırı bir biçimde yaptıklarını istisnaiymiş
göstermeye devam etmelerine izin verirsek, bu sefer bizi daha az küstah, ama
daha etkili başka bir Trump’la kandırma şansı bulacaklar.
Batı’nın
revizyonist tarihi ve profesyonel liberal medyası, bizim öyle olduklarına
inanmamızı istiyorlar, ama Hitler de Trump da sadece kendi bireysellikleriyle
sınırlı, kendilerine has suçlar işliyor değiller. Aslında ırkçı terör, şiddet
ve soykırım, Batı’nın yürüttüğü projenin ana unsurlarıdır. Bunlar, Batı’yı
meydana getiren dokunun bileşenidirler. Tüm Avrupa ve Amerika, bu gerçeği
kültürel ve politik düzlemde bilir. Politik ekonomileri bu şekilde sürdürülsün
diye teröre ve şiddete devam ederler. Tüm projenin yaşaması buna bağlıdır.
Küresel
kapitalist politik ekonominin temeli ırkçı şiddettir ve o, bu şiddet sayesinde
ayakta durur. Dolayısıyla, şiddet belirli bir politik liderle veya sözde
başkanla sınırlı tutulamaz. Her ikisi de kötü kişiler olsalar da ve suçlanmayı
hak etseler de Hitler ve Trump, kötülük konusunda istisnai isimler değillerdir.
Her batılı liderin, ABD’deki her bir başkanın elinde kan vardır.
Tüm
liderler, tek tek ve hep birlikte sayısız insanı terörize edip kıyımdan
geçirmiştir. Emperyalizmin, yeni sömürgeciliğin ve küresel kapitalizmin
elindeki araçları kullanan bu insanların yürüttükleri politikalar ve ABD
hegemonyasını ayakta tutma gayretleri, bu türden ölümcül sonuçlara yol
açmıştır.
“Radyoyu açıp
Amerika’da siyahilerin linç edildiği haberini işitince dedim ki bunlar ‘Hitler
öldü’ dediler, ama aslında yalan söylediler. Radyoyu açıp haberlerde
Yahudilerin hakaretlere, baskılara ve kıyımlara maruz kaldığını işitince dedim
ki bunlar ‘Hitler öldü’ dediler, ama aslında yalan söylediler. Radyoyu açıp
Afrika’da zorla çalıştırmanın gündeme geldiğini ve yasallaştırıldığını işitince
dedim ki ‘Hitler öldü’ diyenler bize yalan söylediler.”
[Aime Cesaire]
Burada
ben “Hitler” derken bir kişiden değil, tam da Aimé Césaire’in tarif ettiği
biçimiyle, hem soyut hem de somut olan, küresel sonuçlara yol açan rejimin
bekası için yürütülen çalışmaların ve batı medeniyetinin doğasında bulunan bir
bağlamdan söz ediyorum.
Hitler, ilhamını ABD’nin Siyahilere ve Kızılderililere yönelik yaklaşımından almış bir
isim. Buna karşın, ABD ve en geniş manada Batı, Hitler’i istisnai bir figür
olarak takdim ediyor, böylelikle kendisini Hitler’in işlediği suçlardan ahlaken
ve politik açıdan azade kılabileceğini düşünüyor.
Hitler’in
dün, Trump’ın bugün işlediği suçların benzerlerinin dünya genelinde ırkçı
saldırılara maruz kalan halklara karşı işlendiği vakit profesyonel liberal
aygıtın neden hiç gıkı çıkmıyor? Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt,
Harry Truman, John F. Kennedy ve Barack Obama gibi liberallerin hayran
oldukları isimler, dünya genelinde halklara karşı benzer suçları işlediklerinde,
o liberaller aynı öfkeyi neden sergilemiyorlar, neden bu politik liderleri
mahkûm etmiyorlar?
Köleleştirme
faaliyetleri, tecavüz, hırsızlık, mülksüzleştirme ve sömürü pratiği, Batı
sermayesinin amaç ve talepleri doğrultusunda diğer sömürge ulusların ve
halkların aleyhine kullanılan bir tür şablon olarak devreye sokulan Afrikalılar
için Hitler nedir?
ABD’nin
ve tüm siyasetçilerimizin destek sunduğu, finanse ettiği, hâlen daha devam eden
soykırımın ve terörün kurbanı olan Filistinler için Hitler nedir?
ABD
emperyalizmi ve küresel kapitalizm önünde boyun eğdirilmeye çalışılan İran,
Kore ve Çin halkı için Hitler nedir?
Avrupa-Amerika
sermayesinin ve idaresinin yol açtığı sonuçlara maruz kalan, ırkçılığın,
emperyalizmin veya sömürgeciliğin her türden pratiğine maruz kalan uluslar ve
halklar için Hitler nedir?
“İkinci Dünya Savaşı
süresince ülkede insanların öfkesi Almanlara değil, Japonlara yönelikti. Bu
süreçte Almanlar değil, Japonlar hapse atıldılar. Şimdi İranlılar ve benzeri
halklar aynı durumdalar. Avrupa ve Amerika, elindeki silâhın namlusu kendilerine
dönene dek Hitler’e hiç karşı çıkmadı.”
[James Baldwin]
Faşizm,
ABD ve Almanya gibi başından beri kapitalist, sömürgeci ve/veya emperyalist
olan ülkelerde seçim siyasetiyle mağlup edilecek bir şey değildir. Becerikli ve
istekli bir faşistin başa geçmesi, düzene payanda olması, hatta onu çeşitli
yollardan ilerletmesi mümkündür. Fakat şunu görmek gerekir: faşizm, söz konusu
bireyin veya sandığa atılan oy pusulasının başlatıp son verebileceği bir şey değildir.
Egemen
sınıf, tebaasını seçim denilen yanıltıcı seçenekle kandırır, sistemi kimin
ayakta tutacağını tayin eder. İdeolojiler ve şiddet, bu noktada devreye girer.
Liberallerin
Trump’ın şiddet üzerine kurulu rejimini istisnai gösterme çabaları ifşa
edilmelidir. Egemen sınıf, her zaman Trump’a verdiği görevleri geri alır, beyaz
üstünlükçü faşist düzenine verdiği desteği geri çeker, onun yerine, beyazların
iktidarını daha zarif ve daha mahir bir üslupla sürdüreni geçirir. Halkın
çoğunluğunun ona destek vermesini sağlar.
Amerikalıların
büyük bir kısmı, politik şiddetin dünyanın geneline nasıl ve ne ölçüde ihraç
edildiğinin farkında değildir. Kendisini ilerici addeden kişilerin veya açıktan
yeni muhafazakâr olduğunu söyleyen kişilerin içinden seçilen liderlerin başka ülkelerdeki
şiddetin, terörün ve ölümün ne kadarından sorumlu olduğunu kimse bilmez.
Tekrarlarsak;
Faşist düzen, ABD’de 2016’da gerçekleştirilen seçimle değil, Avrupalıların Batı
Afrika sahillerine ayak bastığı gün kurulmaya başladı. Hitler’in doğduğu günden
çok önce Avrupalılar ve Amerikalılara eşlik eden Almanya, yüzlerce yıl
Afrikalıları köleleştirip katletti. Bizse bugün faşizmin Hitler’le veya 2016
yılında Trump’la birlikte başladığına inanıyoruz.
Marx’ın
bize öğrettiği biçimiyle sermayenin işlediği suçlar, “tepeden tırnağa, derideki
her bir gözenekten akan kan ve kirle birlikte” gündeme geliyor. Bu işlenen
suçlar, Avrupa’nın gayrimeşru çocuğu Amerika’ya ebelik yapıyor.
Birçok
ülkenin dâhil olduğu, çok sayıda insanın kan döktüğü, Sovyetler’in Almanya’daki
faşist canavarı mağlup etmek için verdiği savaşta ABD, kendi hegemonyasının
tehdit altında olduğunu görünce sürece müdahil oldu.
Neticede
faşizm, sandığa gidip oy kullanarak mağlup edilebilecek bir şey değil.
Amerika,
Avrupa’nın daha fazla sermaye üretmek adına yeni pazarlar bulmayla ilgili politik,
kültürel ve libidinal arzunun ideolojik uzantısı olarak doğdu.
Hitler
ölmedi. ABD’nin değerlerinin, kurumlarının ve dünyadaki meşruiyetinin, sömürgeler
dünyasına geçirdiği pençenin zayıfladığı koşullarda Hitler’in ölmediği gerçeği
konusunda daha fazla kanıtla yüzleşiyoruz.
Profesyonel
liberal sınıf, bugünkü polis devletini ve uygulanan politik baskıyı Trump ve
onun gibi isimlere atfediyor, öte yandan aynı sınıf, pandemi koşullarının ve
ekonomik karışıklığın ortasında çile çeken milyonlarca insanı görmezden
geliyor. Bu durum, özünde beyaz üstünlükçü kapitalizmin bir ürünüdür, bugün
ertelenmiş, ama kesinlikle kaçınılmaz olan ölümüne yönelik tepkisidir.
Yasal
ve yasadışı tüm destekçileriyle birlikte devlet, sermayenin ve beyazlığın
ihtiyaçlarına ve arzularına cevap geliştiriyor. Kimin başkan olduğundan
bağımsız olarak bu çelişkiler daha da derinleşecek, çünkü sermayenin ve beyazlığın
ihtiyaçları beyaz olmayanların ve yoğun sömürüye maruz kalanların hilafına
olacak şekilde karşılanacak. İniş çıkışlarla ve karışıklıklarla malul olan bu
düzenin sürekli korunmaya ve uyuma ihtiyacı var. Hitler, tam da bu sebeple
ölmedi.
“Şu gerçeği kabul etmek
ve onu dillendirmek zorundayız: Burjuvazi, her gün daha fazla öfkeli, daha
fazla hiddetli, arsız, özetle daha fazla barbar olmaya mahkûm. Kanundur: Ölümün
eşiğinde olan her sınıf, tarihin tüm kirli sularının biriktiği kaba çevirir
yüzünü. Ortadan kaybolmadan önce her sınıf, önce kendisini her alanda tümden
rezil eder. O bok çukuruna baş aşağı gömülmezden önce ölmekte olan toplumlar,
son gösterilerini yaparlar.”
[Aimé
Césaire, Discourses on Colonialism]
İster
Hitler isterse Trump şahsında somutlaşsın, faşizm, tüm ekonomisi savaş, terör
ve şiddet üzerine kurulu olan, yeni pazarlar için mücadele edip kendisine alan
açan küresel kapitalist sistemin kaçınılmaz bir sonucudur. Hitler ölmedi.
Faşizm, “çürümekte olan kapitalizm”dir. Dolayısıyla, faşizme bir son vermek
veya en azından ona kafa tutmak istiyorsak, kapitalizmi ortadan kaldırmak için
çalışmalıyız.
Faşizmi
yanlış ele alan anlayışlar, esasen neoliberalizmi faşist düzenin alternatifi
veya karşıtı olarak görüyorlar. Oysa tarih bize neoliberalizmin faşizmin bir türü
olmasa bile, onunla işbirliği içerisinde hareket eden bir ideoloji olduğunu
gösteriyor.
Liberal
demokratlar, o kibirli hâlleriyle, hep “orta yol yok, tarafını seç” diyorlar. Bu
tür cümleler, kötüleşen maddi koşullar ve iklim felâketi karşısında, faşizmle
sosyalizm arasında seçim yapmayı gerekli kılan bu önemli sosyopolitik momente
vurgu yapmak için değil, cumhuriyetçiler karşısında demokratlara oy vermemizi
sağlamak adına bizi suçlu psikolojisine sokmak için dillendiriliyorlar.
Liberal
demokratların aslında faşist düzeni istikrara kavuşturan ve onu muhafaza eden
güç olduğu artık görülmüş olmalı. Bu insanlar, liberal demokrasinin, batı
kapitalizminin ve en geniş manada beyazlara ait iktidar yapısının yol açtığı
sonuçlara ve maddi gerçeklere karşı muhalefet edildiğine dair bir yanılsamanın
oluşmasını sağlıyorlar. Bir yandan da neoliberal faşist düzene payanda
oluyorlar ve en ufak bir ilerleme ihtimalini ortadan kaldırıyorlar.
Burjuvazinin
seçim denilen müsameresinden kopmuş olan sol radikaller sürekli eziliyorlar. Küçük
tavizlerden daha fazlasını talep ettiler diye hor görülüyorlar. Oysa sonrasında
başa Cumhuriyetçi bir başkan geçince bu reformlar, delik deşik ediliyor, altı
boşaltılıyor, güçsüzleştiriliyor sonra da hükümsüz kılınıyor. Bu yolu ise
uysal, ümit vermekten uzak, kariyeriyle emperyalizme hizmet eden Demokrat
adaylar açıyorlar.
Liberal
demokratlar, şiddetten arınmış bir dünya talep ettikleri, sermayeye teslim olmayan
temsilciler istedikleri, seçim müsameresinde iki kötü arasında ehveni şer olanı
seçmeyi reddettikleri için radikalleri “çocuksu” buluyorlar ve onları boş yere “saflık”
peşinde koşan kişiler olarak görüyorlar.
Oysa
şurası açık: müesses nizama bağlı liberal demokratlar ve onların düzenine
hizmet eden oportünistlerin bu dünyadaki mülksüzlerle, sömürgelerle, ırkçı
saldırılara maruz kalanlarla, sömürülenlerle, yeryüzünün lanetlileriyle bir alakası
yok. Onların derdi, daha iyi bir dünya inşa etme arzumuzu ortadan kaldırmak
veya bu yönde ortaya konulacak çalışmaları sürekli ertelemek, böylece bizim
müesses nizama teslim olmamızı sağlamak.
Liberal
demokratlar, faşizmin sol kolu olarak iş görüyorlar. Onlar, Cumhuriyetçi “kötü
polisler”in yanında duran “iyi polisler”. Aleni faşistlerle zımni faşistlerin “kavga”sı
bu.
Asıl
kötü olansa bu iki tarafın da hâlen daha polis olması ve birlikte faşist
sistemi o kaçınılmaz sona doğru sürüklemeleri. Demokratlar, ideolojik açıdan
sağcı olmasına rağmen halk nezdinde meşru ve kabul gören tek politik “sol” partiyi
temsil ediyorlar. Bunlar, güneyin yoksul ülkelerinin ve üçüncü dünyanın teslim
alınması sürecinde suç ortaklığı yapıyorlar ve bu ülkelerde yaşayan insanların
hilafına olacak şekilde, ırkçı, sömürgeci, mülksüzleştirici ve sömürücü düzenin
bekası adına ufak tavizler verilmesini sağlıyorlar.
Liberal
demokratlar, sosyal medyada öfkeli cümleler yazıyorlar, kameralar önünde
Cumhuriyetçilerin uyguladığı şiddete karşı bağırıp çağırıyorlar, ama bir yandan
da bu şiddete karşı boş laftan ve gösterişli hareketlerden başka bir tavır
geliştirmiyorlar, herhangi bir direniş ortaya koymuyorlar, o şiddete asla
muhalefet etmiyorlar. Onların tek derdi, insanların kendilerine oy verip
vermemeleri. Çünkü onlar da Cumhuriyetçilerin kötü polis rolünü kabulleniyorlar
ve bu pratiğin keyfini çıkartıyorlar. Neticede her iki parti de birbirine mecbur,
biri olmazsa diğeri de olmaz. Her ikisi de faşizmin sürdürülmesi ve büyümesi
konusunda sermayeye sundukları hizmet açısından alabildiğine faydalı.
Orta
yolculuk, muhafazakârlık ve cumhuriyetçilik, ekonomiyle alakalı ideolojiler
değiller. Bunlar, daha çok sermaye düzeni dışında bir dünyanın olmadığına iman
ediyorlar ve bunu söyleyen önermeyi temel alıyorlar.
Peki
o zaman bu tür sebeplere bağlı olarak bu iki parti neyimize lazım? Sadece taktikler
ve yaklaşımlar açısından farklılaşan bu iki parti de aynı, her ikisi de
ekonomik neoliberalizm, yani kapitalizmin savunulması konusunda birleşiyor.
“Ya
neoliberalizm ya faşizm” diyen liberaller yalan söylüyorlar. Bunlar, neoliberalizmin
faşizme alternatif teşkil ettiğini, ona karşı olduğunu, faşizmi ötelediğini
iddia ediyorlar. Oysa tarih boyu faşizmle işbirliği içerisinde olmuş bir
ideoloji, faşizme alternatif olamaz.
Hâlihazırda
yaşanan barınma krizine, işsizlik sorununa ve ekonomik karışıklığa denk gelen Kovid
döneminde devlet eliyle uygulanan şiddete, politik baskılara, kötü muamelelere
ve ihmallere en çok da Demokratların yönettiği “liberal” şehirlerde yaşayan
insanlar, bilhassa mahpuslar, göçmenler ve evsizler maruz kaldı. Bu durum, bize
çok şey söylüyor olmalı.
Kimin
başkan olduğunun bir önemi yok. Beyaz üstünlükçü kapitalizmin marazları her iki
parti eliyle görünür hâle geliyor. Kamuoyundaki belirli olaylara ve politik
şiddete dair algı ve liberal medyanın bu olayları ve şiddeti haber yapma
yöntemi, birbiriyle uyumlu.
Esasen
dört yıldır, çöküşte olan bir imparatorluğun hem dünyayı hem de kendi halkını
kontrol altında tutmak için attığı adımlara şahit oluyoruz. Bu süreçte ülke ve
dünya genelinde ayaklanmalar ve isyanlar yaşanıyor. Venezuela ve Bolivya gibi
ülkelerde darbe girişimleri başarısız oluyor. Bu darbeleri ve ayaklanmaları
liberaller eleştiriyorlar, ama onları antiemperyalist bir açıdan ele
almıyorlar, sadece Trump’ı emperyalizmi etkin kılamadığı için suçlamakla
yetiniyorlar.
Trump
Hitler’se, o vakit Libya halkının, Suriye halkının veya Pakistan halkının
gözünde Obama nedir? George W. Bush Jr. Iraklıların gözünde nedir? Bill Clinton,
Sudan halkı için ne ifade ediyor? Veya Yugoslavya için?
Bu
başkanları kafeslere konulup sınır dışı edilen göçmenler, her gün sokaklarda
polis tarafından katledilen Siyahiler, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını
karşılayacak araçlardan mahrum bırakılan işçiler, her gün gözetlenen on milyonlarca
insan nasıl değerlendirsin? Tüm bunlar Trump’tan önce de vardı, ondan sonra
yoğunlaşmaya ve artmaya devam edecek.
İmparatorluk
yaşıyor. Şimdilik. Hitler’se ölmedi.
Joshua Briond
3 Kasım 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder