Üçüncü Dünya’da
komünist hareket, en çok da ateizmle ilişkisi ve dine yönelik düşmanlığı
yüzünden zarar gördü. Dinî inancın yaygın, dinin otoritesinin güçlü olduğu, dine yönelik saldırıların sömürgecilerin işgal pratikleriyle
ilişkilendirildikleri ülkelerde antikomünistler, Marksizmin materyalizme
ideolojik düzlemde bağlı oluşunu ve Sovyetler’de dine uygulanan baskıları komünizmin
cazibesini azaltmak için kullandılar.
Neticede Sovyet
dış politikası, dinin çoğunlukla önemli bir rol oynadığı sömürgecilik karşıtı
hareket içerisinde destek bulabilmek adına, “kitlelerin afyonu” anlayışının
ötesine geçmenin yollarını bulmak zorunda kaldı. Belirli dönemlerde Komintern
ve Lenin, sömürgeler dünyasında dinî güçlerle ortak bir zemin bulmak için
gayret sarf etti. Örneğin Endonezya Komünist Partisi, yirmilerde ülkedeki en
önemli milliyetçi örgüt olan Sarekat İslam ile işbirliğine girdi ve bu ilişki,
Komintern’den destek gördü.
Fakat Endonezya
deneyiminin de ortaya koyduğu biçimiyle, bu türden işbirlikleri istikrarsız bir
seyir izledi. Üstelik Komintern, dini hâlen daha mevcut politik düzene destek
çıkan gerici bir güç olarak görüyordu.[1] Dolayısıyla Sovyetler, belirli bir
noktada sömürgeler dünyasında dine yönelik belirli bir yaklaşım geliştirdi ve
ortak emperyalist düşmanın varlığı karşısında işbirliğinin belirli koşullarda
faydalı olacağını düşündü, ama aynı zamanda Sovyetler, Marksizmin dinin
temelde gerici bir niteliğe sahip olduğuna dair anlayışını yeniden, köklü bir
biçimde ele almanın gerekli olduğunu düşünmüyordu.
Fakat ülkelerin
sömürgeci prangalardan kurtulması sonrası dinle nasıl ilişki kurulacağı sorusu,
daha da çetrefilli bir hâl aldı. Artık mesele, basit manada milliyetçi gayeler
uyarınca ortak bir emperyalist düşmana karşı işbirliği içine girmek değildi. Artık
mesele, iç siyaseti ilgilendiren bir meseleydi. Bu noktada dinî kurumlara ve
dinî politik partilere nasıl yaklaşılacağı, dindar halkla sosyalizmin inşası
yolunda ilerlemeyi teşvik etmek için nasıl ilişki kurulacağı gibi bir yakıcı
meseleyle yüzleşildi.
Kapitalist olmayan
kalkınma yolunu savunan en önemli isimlerden, Sovyetler Birliği Komünist Partisi
Uluslararası İlişkiler Dairesi başkan vekili Rostislav Ulyanovski, Ocak 1966’da
partinin teorik dergisi Kommunist’te bu meseleleri ele aldı. Ulyanovski’nin
tespitine göre, “halkın belirli kesimlerde görülen dinî görüşler, sosyalizmin
inşası önünde aşılması mümkün olmayan bir engel meydana getirmemekte”ydi, bu
anlamda Marksist-Leninistler, din üzerinden harekete geçen eylemcilerle “ortak
bir dil” bulmak zorundalardı.[2]
Ulyanovski’nin
iddiasına göre, Sovyetler Birliği’nde kilise, belirli özgül tarihsel koşullar
üzerinden ele alınmıştı. Kilise karşıtı faaliyetlerin esas sebebi, kilisenin
çara destek sunmuş olması, karşı-devrimci güçlerle ittifak kurması ve geniş
arazilere sahip olmasıydı. Lenin’in ezilen milletlerin milliyetçiliği ile ezen
milletlerin milliyetçiliği arasında yaptığı ayrıma atıfta bulunan Ulyanovski,
Budizmi ve İslam’ı sömürgenin, Hristiyanlığı da sömürgecinin dini olarak
görüyordu. Konuşmasının devamında Ulyanovski, Sovyetler’in Orta Asya’da İslam’la
uzlaşmasına dair örnekler sundu, oysa gerçekte Sovyet idaresinin pratikteki
uygulamaları ile Ulyanovski’nin çizdiği pembe tablo hiç örtüşmüyordu.[3] Onun
kanaatine göre, gelişmekte olan ülkelerde dinin önemli bir konumda olması, sosyalizmin
ilerlemesi önünde bir engel teşkil etmemekteydi.
Ulyanovski’nin
konumuna itiraz eden kimi isimler, gelişmekte olan dünyada dinin siyaset
sahasında oynadığı rol konusunda onun kadar iyimser değillerdi. Liudmila
Polonskaia ve A. D. Litman, aynı yıl içerisinde Sovyet şarkiyatçılarının
çıkarttıkları Narody Azii i Afriki [“Asya ve Afrika Halkları”] isimli
dergide dinin sömürgecilik karşıtı mücadelede önemli bir rol oynadıklarını,
çünkü sömürgeciliğin köylülerin ve zanaatkârların tecrübe ettikleri “Ortaçağ”a
has yaşam tarzını bir biçimde muhafaza ettiğini, neticede bu durumun
sömürgecilik öncesi döneme dair “idealize edilmiş” bir imajı meydana getirdiğini
söyledi. Yazarlara göre bu imaj, sonrasında Hintli Gandi ve Pakistan’ın ruhani
babası olarak görülen Muhammed İkbal şahsında cisimleşmiş, “dini rönesans” ve “ütopik
sosyalizm” anlayışlarını temel alan milliyetçi hareketlerin oluşmasını sağladı.
Polonskaia ve
Litman’a göre bu hareketler, geçmişte önemli bir rol oynamış olsalar da
gelişmekte olan dünyada Atatürk ve Cevahirlal Nehru gibi isimler üzerinden, laiklik
yükselişteydi. Nehru, ekonomik sorunların dinle alakasının bulunmadığını, dinin
pratikte ülkelerin ahlaki ve manevi gelişimine zarar verdiğini söylüyordu.
Yazarlar, her ne kadar gerici güçlerin kendi amaçları doğrultusunda dini kullanabileceklerini,
dinî inanışların devrimci demokratik güçlerin bilimsel sosyalizmin tohumlarını
ekmesine mani olduğunu söyleseler de dinî anlayışların her zaman ilk elden şu
veya bu sınıfın ve politik örgütün çıkarlarıyla bağlantılı olmadığını iddia ediyorlardı.
Sosyal adalet veya milletin kendisini savunması ile ilgili dinî görüşlerin her
zaman pozitif şeylermiş gibi ele alınamayacağını söyleyen yazarlara göre din,
herkesin şu veya bu biçimde işine gelen bir rol oynayabilirdi.
Polonskaia ve Litman’a
göre, dinin politik işlevini belirlerken asıl önemli olan, dini bir bütün
olarak analiz etmek değil, din içerisinde hangi geleneklerin canlandırılacağını
ve geleneklerin kimlerin çıkarları için destekleneceğini belirlemekti.[4]
Bu tespit, dinin
ilerici bir rol mü oynayacağı yoksa gerici bir rol mü oynayacağı, komünistlerin
dinle nasıl ilişki kuracağı ile ilgili kapsamlı bir tartışmaya kapı araladı. Bu
süreçte Asya Halkları Enstitüsü, “Günümüzde Doğu Halklarında Toplumsal Düşünce
ve Din” başlıklı bir yuvarlak masa oturumu gerçekleştirdi. Bu tartışmada bazı akademisyenler,
Ulyanovski’nin dinî güçleri muhtemel müttefikler olarak gören yaklaşımına
destek verirlerken, bazı isimlerse, dinin esas olarak gericiliğin elindeki bir
araç olduğunu, hatta dinin Hindistan ve Endonezya gibi yerlerde milliyetçi
hareketleri birleştirmek yerine böldüğünü söylediler.
Sovyet şarkiyatçıları,
laikliğin desteklenmesi gereken ve yükselişte olan bir eğilim olup olmadığı
konusunda olduğu gibi Hristiyanlığın içinden geçtiği reform sürecinden önemli
ölçüde farklı olan “İslamî reform”a yönelik belirli bir ideolojik yönelimin
mevcut olup olmadığı hususunda da anlaşmazlık içine düştüler. Özel çalışmaları
ile bölge konusunda edindiği uzmanlıktan istifade eden Alla Ionova, reformcu
yaklaşım konusunda Endonezya’daki Nehdatü’l Ulema partisine işaret ederken, İran
İslamı ve siyaseti çalışmış önemli Sovyet akademisyenlerinden Elena Doroşenko, İran
Şiiliğinin ülkedeki milliyetçi hareketin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını,
Şii ulemanın altmışların başından itibaren İran siyasetinde ilerici bir işlev gördüğünü
söyledi.[5]
Sovyetler’de
dinin rolünü yeniden değerlendirmeye tutan bu türden çalışmalara bir süre sonra
sömürgecilerin dini olduğu söylenen Hristiyanlık da dâhil edildi. Altmışların başında,
Ekim 1962-Aralık 1965 arası dönemde toplanan İkinci Vatikan Konsülü’nün Katoliklerin
dinî pratiklerine getirdiği kimi değişiklikler ve Papa XXIII. John’un kilise
ile toplumsal ilerleme meselesine odaklanan genelgesi [Mater et Magistra –“Ana
ve Hoca”] Moskova’yı epey şaşırttı.
Sovyet dış politikasını
ele alan ve önemli bir yere sahip olan Mirovaia ekonomika i mezhdunarodnye
otnosheniia [“Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler”] dergisinin Ocak
1966 tarihli nüshasında M. Andreev, papanın genelgesini ve kilisedeki
reformları özel mülkiyetin kutsallığı yaklaşımını bir kez daha teyit eden, Batı’daki
Fordist sosyal refah sistemlerini besleyen, ama işçi haklarını iyileştirmeyen
bir girişim olarak değerlendirdi. Bir yandan da yazar, kilisenin işçiler
içerisinde nüfuz sahibi olma girişimlerinin göz ardı edilemeyeceğini, kilisenin
işçilere bu şekilde dikkat kesilmesinin kapitalist dünyada hiçbir şeyin iyi
olmadığının delili olarak görülmesi gerektiğini söyledi.
Andreev yazısında,
ayrıca ekonomideki önemli alanların millileştirilmesi ve toprak reformu için
mücadele eden, komünistlerle açıktan işbirliği içine girmekten çekinmeyen,
başını Kolombiyalı Camilo Torres’in çektiği Latin Amerikalı “isyancı” rahiplere
de değinmekteydi.[6]
1969’da Moskova’da
Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın düzenlendiği bir sırada dine
ilişkin bu yeni değerlendirme çabaları, hareketin resmi öğretisi içerinde karşılık
buldu. Toplantıya katılan partiler, kapitalist dünyadaki gerilimlerin “belirli
bir dine inanan geniş halk kitleleriyle devrimci işçi hareketinin teşkil
ettikleri tekelcilik ve emperyalizm karşıtı üsleri birleştirme ihtimalinin
ortaya çıkmasını sağladı”ğını söyleyen bir bildirinin altına imza attılar.[7]
Ancak bu tür bildirilerin
ve açıklamaların da ortaya koyduğu biçimiyle, yeni din değerlendirmesinin kimi
sınırları mevcuttu. Bu değerlendirme, din adamları sınıfına veya dindar düşünür
ve eylemcilere değil, dindar ve mümin halk kitlelerine odaklanıyor, ayrıca bu
halk kitlelerini sadece devrimin ilk aşamalarını ifade eden tekelcilik ve
emperyalizm karşıtı dönemin müttefiki olarak görüyor, ama sosyalizmin inşası bağlamında
böylesi bir ittifaktan söz edilmiyordu.
Yetmişlerin başında
bu dindarlara dair izlenimler değişmeye başladı. Latin Amerika’da öne çıkan kurtuluş
teolojisindeki militanlık düzeyi, Sovyet akademisyenlerinin de dikkatini çekti.
Bu isimlerden biri olan İrina Griguleviç, 1972 yılının sonunda konuyla ilgili Miatezhnaia
Tserkov’ v Latinskoi Amerike [“Latin Amerika’nın İsyankâr Kilisesi”] isimli
kitabını kaleme aldı.[8]
Salvador Allende’nin
başta olduğu dönemde Şili’de muhabir olarak çalışan İrina Zorina’ya göre,
Griguleviç, meseleyi tüm yönleriyle analiz edememişti. Kitabı Mirovaia
ekonomika i mezhdunarodnye otnosheniia [“Dünya Ekonomisi ve Uluslararası
İlişkiler”] dergisi için değerlendiren Zorina, Sovyet yazarlarının mevcut
mekanizmayı derinlemesine analiz etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Zira bu mekanizma
üzerinden kitlelere yakın duran kimi rahipler, gericilik koşullarında toplum
dâhilinde açığa çıkan şiddete yönelik itirazlarını dillendiriyorlardı. Zorina’ya
göre bu radikal rahipler,
“ideolojilerinin oluştuğu özel mekanizma
sayesinde, kendiliğinden eylemlere katılıyor, politik deneyimleri sınırlı
olmasına rağmen, resmi propaganda aygıtının ağır baskı üzerinden, bu rahipler
sloganlarını ve programlarını değiştiriyor, zamanla bu sloganlar ve programlar
doğalında bilimsel sosyalizme mesafeli hâle geliyorlardı. Komünistlerin solcu
Katoliklerle ilişkileri, onlarla diyalog kurma çabasında belirleyici olan
aradaki anlaşmazlıklar değil, gerçekte varolan toplumsal çelişkilerin çözülmesi
için verilecek mücadele ve ortak pratik çalışma biçimleriydi.”[9]
Şili Komünist
Partisi’nin Sovyetler desteğiyle Hristiyan Demokrat Parti ile Allende
hükümetini kurtaracak bir anlaşma imzalamaya çalıştığı dönemde bu satırları
kaleme alan Zorina’nın ifadeleri, esasen devrim sürecinde dinî aktörlere verilen
roldeki değişimin somut karşılığı idi.
Latin Amerika
siyasetinde kurtuluş teolojisinin hâlen daha merkezden uzak olduğu bir dönemde
İslam dünyası önemli değişimlere tanıklık ediyordu. 1967’de Altı Gün Savaşı’nın
kaybedilmesi, sonrasında Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın ölümü,
panarabizmin çöküş sürecini tetikledi. Bu gelişmeyle birlikte, Sovyetler’in
benimsediği, laikleşmenin Ortadoğu’da hâkim eğilim olabileceğine dair anlayışı
da gücünü yitirdi. Artık İslam’ın siyaset sahnesindeki rolü giderek artıyor, bu
sürece İslamî sosyalizm dalgasındaki yükseliş eşlik ediyordu.
21 Ekim 1969 günü
General Muhammed Siad Barre, Somali’de askerî darbe gerçekleştirdi. Yeni kurulan
Yüksek Devrim Konseyi, bir yıl sonra Somali’nin nihai amacının bilimsel
sosyalizmi inşa etmek olduğunu açıkladı.[10] Ancak Siad’ın aklındaki bilimsel
sosyalizm, İslam’la ve İslam’daki eşitlikçilikle alakalı değerlerle uyumlu bir
fikirdi. Böylesi bir konum alınmasının bir sebebi de ülkedeki muhalefetin Somali’nin
İslam sebebiyle yeni politikayı benimseyemeyeceğini düşünmesiydi.
Uzun zamandır
askerle ilişkileri bulunan Mogadişu’daki Sovyet elçiliği, kendisine direnç geliştiren
din adamlarını kendi safına çekmesi konusunda Siad’a yardım etti, onları
Sovyetler Birliği’ne davet eden elçilik, bu din adamlarının Sovyet Müslümanları
ile bir araya gelmesini sağladı, buna ek olarak, ülkedeki dindar kitleyi ikna
etme konusunda gerekli propaganda araçlarını ve bu çalışmaya yön verecek
politikaları temin etti.[11]
Sonrasında SBKP
Uluslararası İlişkiler Dairesi, Somali’nin Tarihsel Tercihi isminde bir
kitap çıkarttı. Kitabın yayımlanmasında amaç, ülkenin sosyalizmi seçme sürecinde
ihtiyaç duyduğu propaganda araçlarını üretmekti. Bu kitabın hazırlanması
konusunda Sovyet Afrika Enstitüsü görevlendirildi. Ulyanovski, söz konusu
çalışmaya Siad’ın konuşmaları yanında, sosyalizm ve İslam ile ilgili
materyalleri göndermek suretiyle katkıda bulundu.[12]
Siad’ın
değerlendirmesi şu şekildeydi:
“tüm bu ilkelerin sosyalizmi tasdik ettiğini
ancak kör bir insan göremez. Manevi boyutu olan bir inanç olarak İslam, bu
ilkelerin ahlaki temeliyse sosyalizm de onları pratikte uygulayacak olan
sosyo-ekonomik sistemdir, bu anlamda, bilimsel sosyalizmin teorisi, böylesi bir
sistemin inşası için gerekli planı verir. Buna karşılık, diğer tüm sosyo-ekonomik
sistemler, Peygamber’in öğretisiyle çelişen, zulme ve sömürüye dair unsurları
içerir.”[13]
Sovyetler’in bu
türden sözleri İslam dünyasında sosyalizmin önünü açmak ve kitleleri sosyalizme
örgütlemek için kullanması, onun genelde dinin, özelde İslam’ın devrim sürecinde
olumlu bir rol oynama ihtimalini kabul ettiğini ortaya koyuyordu.
Aslında Moskova,
gelişmekte olan dünyada ilerici siyasetin bir parçası olarak dindar müttefikler
ve dinî öğretiyi kabul etmekten başka bir seçeneği olmadığını düşünüyordu. Sovyetler’de
çalışma yürüten ve 1966 yılında dinin rolü konusunda pek iyimser bir tutum
içerisinde olmayan, Güney Asya uzmanı Liudmila Polonskaia, 1973’te kapitalizminin
itibarını yitirdiği, sömürgecilik öncesi dönemin idealize edildiği sürecin
kaçınılmaz olarak dinin gelişmekte olan dünyada kapitalist seçeneklere dair
anlayış kapsamında önemli bir rol oynamasını sağlayacağını söyledi. Dinin gerici
kullanım biçimleri konusunda önceden dile getirdiği endişelere rağmen Polonskaia,
artık eski konumuna zıt bir konum alıyor, dinî aktörlerin reformcu ve gelenekçi
olarak tasnif edilmesinin hata olduğunu, zira birçok gelenekçinin Batı’nın
kitleleri manevi düzlemde köleleştirmesine karşı çıktığını söylüyordu. İslam
hukukuna dair anlayışların adil bir ekonomik ve politik sistem inşası için nasıl
kullanılacağı hususunda Müslüman modernleşmecilerin fikirlerini ciddiyetle ele
alan Polonskaia, Sovyet yazarlarının sahte sosyalizm anlayışlarını gerçek
sosyalizmden ayrıştırmak için kullandıkları “ütopik” veya “küçük burjuva” gibi
sıfatlara başvurmaktan kaçınıyordu.
Bu değişikliğin
bir sebebi de jeopolitikti. ABD de İslam’ın politik açıdan önemli hâle geldiğini
görüyor, bu anlamda İslamî siyasetin antikomünizme meyletmesi için çalışmalar
yürütüyordu. Bu çalışmaların en önemli unsurlarından biri de 1972’de Suudi
Arabistan’ın Cidde kentinde toplanan Üçüncü Dışişleri Bakanları İslamî Konferansı
idi. Bu konferansta antikomünist mücadele konusunda ortak bir karar alındı.
Polonskaia, işte tam da bu bağlamda “eski dinî biçimleri yeni bir içerikle
buluşturmanın Asya ve Afrika’daki genç devletlerde ilerici toplumsal düşüncenin
gelişimin kaçınılmaz bir aşaması” olduğunu söylüyordu.[14]
Sovyetler’in gelişmekte
olan dünyadaki siyaset sahnesinde dinin oynadığı role yönelik ilgisi, yetmişlerde
daha da arttı.[15] Bu ilgiyle bağlantılı olarak bir dizi inceleme, makale ve
kitap kaleme alındı, konferanslar düzenlendi. Bu konferanslardan biri de 25-26
Aralık 1978’de, İran şahının ülkeyi terk etmesinden günler önce düzenlenen
büyük konferanstı.
“Gelişmekte Olan
Ülkelerin İdeolojik-Politik Mücadelesinde Dinin Yeri” adını taşıyan konferans, Din
İşleri Konseyi’ni, Afrika Enstitüsü’nü, Asya ve Afrika Ülkeleri Enstitüsü’nü,
Yakın ve Ortadoğu Ülkeleri Enstitüsü’nü, Etnografya Enstitüsü’nü, Felsefe Enstitüsü’nü,
Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü’nü, Şarkiyatçı Enstitüsü’nü, Asya
ve Afrika Halkları ile Asya ve Afrika’nın Bugünü dergilerini,
bunların yanında Felsefenin Sorunları dergisini ve daha birçok kurumu
bir araya getirdi.[16] Liudmila Polonskaia’nın başkanlık ettiği konferansa Güney
ve Güneydoğu Asya’dan birçok akademisyen makale sundu.
On yılı aşkın bir
süre boyunca başını iki dünya arasındaki köprüyü kuran, SBKP Uluslararası
İlişkiler Dairesi başkanı Rostislav Ulyanovski’nin çektiği Sovyet
akademisyenleri ve siyasetçiler, dinin gerici veya ilerlemeyi engelleyen politik
bir güç olduğu fikrini aşıp, gelişmekte olan dünyada ilerici siyasetin önünü
açmak için dinin kaçınılmaz ve önemli bir araç olduğu sonucuna ulaştılar.
Katolik Kilisesi gibi kimi dinî kurumlara ve aktörlere hâlen daha şüpheyle
yaklaşılıyor olsa da dinin sömürgecilik karşıtı hareketlerle kurduğu ilişki ve
Batıcılık karşıtlığı ile “kültürel otantiklik” gibi söylemler, dinî aktörlerin
güven duyulacak politik müttefikler hâline gelebileceklerinin delili olarak
görüldüler.[17] Dindarlarla sosyalizm adına birlikte çalışma isteği Sovyetler’in
Şili’ye, Somali’ye ve başka ülkelere yönelik siyasetinde karşılık buldu. Ama
dinin ilerici rolüne dair görüş, asıl bu söylemde kendisine pek yer bulmayan
İran’da sınandı.
Jeremy
Friedman
[Kaynak: Ripe
for Revolution: Building Socialism in the Third World, Harvard University
Press, 2021, s. 214-220.]
Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz.: “Bakû Birinci Doğu Halkları Kurultayı Dördüncü Oturumu” 4
Eylül 1920, MIA.
[2] Rostislav Ul’ianovskii,
“Nekotorye voprosy nekapitalisticheskogo razvitiia osvobodivshikhsia stran” [“Özgürlüğüne
Kavuşmuş Ülkelerin Kapitalist Olmayan Gelişimiyle Bazı Sorular”], Kommunist
1 (1968): s. 117–118.
[3] Örneğin bkz.:
Artemy Kalinovsky, Laboratory of Socialist Development: Cold War Politics and
Decolonization in Soviet Tajikistan (Ithaca, NY: Cornell University Press,
2018); Timothy Nunan, Humanitarian Intervention: Global Development in Cold
War Afghanistan (Cambridge: Cambridge University Press, 2016); Gregory
Massell, The Surrogate Proletariat: Muslim Women and Revolutionary
Strategies in Soviet Central Asia, 1919–1929 (Princeton, NJ: Princeton University
Press, 2015); ve Eren Tasar, Soviet and Muslim: The Institutionalization of
Islam in Central Asia (Oxford: Oxford University Press, 2017).
[4] L. P.
Polonskaia ve A. D. Litman, “Vliianie religii na obshestvennuiu mysl’ narodov Vostoka”
[“Dinin Doğu Halklarının Toplumsal Düşüncesi Üzerindeki Etkisi”], Narody
Azii i Afriki 4 (1966): 9, s. 14, 15.
[5] Alla Ionova, “Religiia
i sovremennaia obshestvennaia mysl’ narodov zarubezhnogo Vostoka” [Yabancı Doğu
Halklarının Toplumsal Düşüncesi ve Din”], Narody Azii i Afriki 4 (1966):
264–270. Ayrıca bkz.: Elena Alekseevna Doroshenko, Shi’itskoe dukhovenstvo v
sovremennom Irane [Günümüz İran’ında Şii Din Adamları”] (Moskova: Nauka,
1975).
[6] M. Andreev, “Katolitsizm
v bor’be za vliianie na rabochii klass” [“İşçi Sınıfını Etkileme Mücadelesinde
Katoliklik”], Mirovaia ekonomika i mezhdunarodnye otnosheniia 1 (1966): s.
51–59.
[7] Irina
Grigulevich, “Tserkov’ i revoliutsiia v Latinskoi Amerike” [“Latin Amerika’da
Kilise ve Devrim”], Mirovaia ekonomika i mezhdunarodnye otnosheniia 2
(1973): s. 78–79.
[8] Irina
Grigulevich, Miatezhnaia tserkov’ v Latinskoi Amerike [“Latin Amerika’da
İsyankâr Kilise”] (Moskova: Nauka, 1972. Griguleviç’in sonradan yayınladığı ve
bu kitabı temel alan makalesi için bkz.: Mirovaia ekonomika i mezhdunarodnye
otnosheniia 2 (1973): s. 68–79.
[9] Irina Zorina,
“Katoliki i revoliutsiia” [“Katoliklik ve Devrim”], Mirovaia ekonomika i mezhdunarodnye
otnosheniia 8 (1973): s. 157.
[10] Bu dönemde
Sovyetler’in Somali ile kurduğu ilişkiye daha fazla bilgi temin etmek için
bkz.: Radoslav A. Yordanov, The Soviet Union and the Horn of Africa during
the Cold War: Between Ideology and Pragmatism (Londra: Lexington Books,
2016), s. 85–118.
[11] Alexei
Pasiutin’in Dinî İnanışlar Konseyi’ne ve Sovyet Bakanlar Kurulu’na mektubu, 2
Şubat 1971, F.5 O.63 D.590, Rossisskiǐ Gosudarstvennyǐ Arkhiv Noveisheǐ Istorii (“Rusya Devleti Çağdaş Tarih Arşivi” -bundan
sonra RGANI olarak anılacak), s. 16–22.
[12] Rostislav Ulyanovski’nin
Afrika Enstitüsü müdürü Vladimir Solodovnikov’a mektubu, 31 Ağustos 1972, F.5
O.63 D.590, RGANI, s. 75–133.
[13] Muhammed
Siad Barre’den aktaran: Ulyanovski’nin Solodovnikov’a mektubu, 31 Ağustos 1972,
s. 128.
[14] Liudmila
Polonskaia, “Religii sovremennogo Vostoka” [“Çağdaş Doğu’nun Dini”], Mirovaia
ekonomika i mezhdunarodnye otnosheniia 1 (1973): s. 68, 76, 77–79, 80, 82.
[15] Örneğin
bkz.: Doroshenko, Shi’itskoe dukhovenstvo v sovremennom Irane; Alla I. Ionova,
Musulmanskii natsionalizm v sovremennoi Indonezii [“Günümüz Endonezya’sında
Müslüman Milliyetçiliği”] (Moskova: Nauka, 1972); ve Liudmila R. Polonskaia, Musulmanskie
techeniia v obshchestvennoi mysli Indii i Pakistana: Kritika ‘musulmanskogo
natsionalizma’ [“Hindistan ve Pakistan’daki Toplumsal Düşüncede Müslüman
Eğilimler: ‘Müslüman Milliyetçiliği’nin Eleştirisi”] (Moskova: Izdatelstvo Vostochnoi
Literatury, 1963).
[16] Bkz.: Narody
Azii i Afriki 3 (1979): s. 165–166.
[17] A. G. Belskii, “Kontseptsii ‘kul’turnoi samobytnosti’ v ideologii razvivaiuschikhsia stran” [“Gelişmekte Olan Ülkelerin İdeolojisinde ‘Kültürel Otantiklik’ Anlayışı”], Narody Azii i Afriki 6 (1972): s. 222–224.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder