“Zafer Sarı Yelekliler’in Olacak”
“Sınırlarını zorlayan düşünce olmaksızın ne strateji,
dolayısıyla ne taktik, ne eylem, gerçek muhakeme süreci
veya inisiyatif, ne
yazı pratiği, ne müzik, ne resim, ne heykel vs. mümkündür.”
[Louis Althusser]
Kelimenin
gerçek manasıyla, “kıyametin koptuğu” zamanlarda yaşıyoruz. Bir şeylerin ifşa
olduğu, açığa çıktığı zamanlar. İlk gösterdiği şey, 2008’deki politik kopuşlar
dönemini tetikleyen finansal çöküş. “Ya faşizm ya devrim” seçeneğinin gerçekte
bir karşılığı, dengi yok, çünkü biz, hâlihazırda neofaşist, cinsiyetçi, ırkçı
güçlerin yarattığı, görünüşe göre karşı konulamaz olan bir dizi “politik
kopuş”un içinde yaşıyoruz, çünkü şu moment için devrimci kopuş, sadece basit
bir hipotez ve bu hipotezi bize kapitalizmle mücadele eden güçler teorisini ve
eylemini hafızadan silme konusunda başarılı olan neoiberalizm dayatıyor.
Üstelik bu, neoliberalizmin en önemli zaferi.
Bu
zamanlar, aynı zamanda yeni faşizmin neoliberalizmin öteki yüzü olduğunu ortaya
koyuyor. Wendy Brown, bu gerçeğe karşı çıkan isimlerden:
“İlk neoliberallerin
gözüyle baktığımızda, Trump’ı, Brexit’i, Orbán’ı, Nazileri veya Alman
Parlamentosu’nu, İtalya Parlamentosu’ndaki faşistleri içeren kütle, neoliberal
rüyayı kâbusa çeviriyor. Hayek, ekonomik liberalizmin Alman türevi olan
ordoliberalizm, hatta Şikago Okulu bile neoliberalizmin mevcut biçimini,
özellikle üzerine geçirdiği en son gömleği redde tabi tutardı.”[1]
Bu
tespit, olgular açısından yanlış, ayrıca sermaye ve onun gücünü kullanma
tarzına dair anlayış düzleminde de sorunlu bir tespit. Latin Amerika’daki eli
kanlı diktatörler şahsında cisimleşmiş olan neoliberalizmi inşa eden şiddeti
silen kişi, hem teorik hem de politik bir hata yapıyordur: sadece ekonomiyi,
kurumları, hukuku ve yönetim mekanizmalarını koruyan, ilkin Pinochet döneminde
Şili’de uygulanan şiddete yoğunlaşıp sermayeyi modernleşmenin faili, yeniliklerin
arkasındaki güç olarak takdim eden kişi de, öte yandan dünya devrimini ve
sermayenin dünya genelinde ortaya koyduğu tepki anlamında “küreselleşme”nin
kaynağı ve sebebi olan bu devrimin yaşadığı yenilgiyi silen de hata
içerisindedir.
Bu
tarz bir fikriyatın ürünü olan iktidar anlayışı, teskin edicidir. Eylemi
eylemle, hükümeti davranışlarla teskin eder (Foucault), kişilere karşı, savaşın
ve iç savaşın zirvesini ifade ettiği eylem uygulamayı öngörmez. İktidar,
doğalında hafif bir şiddet uygulayan insan dışı aygıtlarla bütünleştirilebilen
bir şeydir. Oysa tam tersi geçerlidir: neoliberalizm, iç savaş mantığı üzerine
kuruludur ve bu mantık, massedilebilen, silinebilen bir şey değildir, yerini
ekonomi, hukuk ve demokrasideki işlerlik alamaz.
Kıyametin
koptuğu zamanlar gösteriyor ki yeni faşizm biçimleri yeniden harekete
geçiyorlar. Üstelik ortada kapitalizmi ve mülkiyeti, savaş ile yönetebilirlik
arasındaki ilişkiyi tehdit eden bir komünizm de yok.
Bugün
hukuk devleti ile istisna hâlinin arasındaki sınırların silikleştiği, ikisinin
melezlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Yeni faşizmin elindeki hegemonya, sadece
sahip olduğu örgütlerin kudretiyle değil, devlete, politik sisteme ve medyaya
sızma kapasitesi ile ölçülmelidir.
Kıyametin
koptuğu zamanlar, demokratik çehresinin altında, o ekonomik, toplumsal ve
kurumsal “yenilikler”in gerisinde duran sınıfsal nefretle ve stratejik
çarpışmanın yol açtığı şiddetle yüzleşeceğimizi göstermiştir. Devrimci, hatta
reformist bile olmayan Sarı Yelekliler türünden bir kopuşa yol açan hareket,
tek başına “Versay ruhu”nun dirilmesini sağlamaya yetmiştir. O ruhta sembolik
düzeyde bile iktidarı ve mülkiyeti tehdit etmeyen “pislikler”i kurşuna dizme
arzusu kabarmıştır.
Sermayenin
çarkına çomak sokulduğunda, burjuva bir gazetenin yayın yönetmeni bile birazcık
olsun gerçeği ifşa edebilir:
“Mevcuttaki nefret üzerine
kurulu imparatorluk, bazen üzerine toprak serpilmiş olan, sınıf ve kastlar
arası sınırları belirginleştiriyor. […]. Bugün nefret denilen kemirgenin
demokrasiyi kemirip tükettiğine, birden dağılmış, çözülmüş, istikrarını,
dengesini yitirmiş, kırılganlaşmış, öngörülemez hâle gelmiş politik bir
toplumun ortaya çıkışına şahit oluyoruz. Eski çağın nefreti, yirmi birinci
yüzyılın tereddüt içerisindeki Fransa’sında yeniden yüzeye çıkıyor. Modernite
kendi altında nefreti saklıyor.”[2]
Kıyametin
koptuğu zamanlar, ayrıca 2011’den beri sermayenin yüce iktidarına kafa tutmaya
çalışan politik hareketlerin güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkartıyor.
Bu
çalışma, tam da Sarı Yelekliler’in ayaklandığı dönemde tamamlandı. Bu türden
bir hareketi (ayrıca ondan farklı olan Arap Baharı eylemleri, ABD’deki Wall
Street’i İşgal Et Hareketi, İspanya’daki kemer sıkma politikalarına karşı
gelişen 15 Mayıs Hareketi ve Brezilya’da 2013 Haziran’ında gerçekleşen
eylemleri) anlamak, ne dediğini işitmek adına “dünya devrimi” bakış açısını
benimseyen çalışma, fazla iddialı veya fazla hayalci bulunabilir. Oysa
“sınırlarda düşünmek”, sadece altmışlarda dünya devriminin yaşadığı tarihsel
yenilginin yanında, ayrıca kuzeyde ve güneyde farklı cereyan eden, günümüzdeki
hareketler içerisinde ürke ürke ilerleyen devrimlerin yol açtıkları
“gerçekleşmemiş ihtimaller”den de başlamak demektir.
Altmışlarda
devrimci sürecin verili biçimi değişmiş olsa da o süreç, aşılması mümkün
olmayan bir engelle, yirminci yüzyıldaki devrimler kuşağını başlatan 1917’deki
modelden farklı bir model icat etme konusunda gösterilen beceriksizlikle
yüzleşti.
Leninist
modelde devrim, hâlen daha devrimin gerçekleştiği fikrini öne çıkartan bir biçime
sahipti. İşçi sınıfı, kapitalizmin ilga edilmesiyle ve komünizmin kurulmasıyla
ilgili koşulları zaten kendi bağrında taşıyan bir özneydi. “Kendinde sınıf”tan
“kendisi için sınıf”a geçiş, bilinç denilen kaldıraçla ve iktidarın alınmasıyla
gerçekleşebilecek bir süreçti ve bu süreç, bizatihi işçilerin “sendika”
pratiklerinde eksik olanı dışarıdan taşıyan parti öncülüğünde örgütlenecek, ona
gene parti öncülük edecekti.
Ancak
altmışlardan itibaren devrimci süreç, devrimin olduğu fikrini öne alan bir
biçime kavuştu. Politik özneler, zaten orada oluşmakta olan bir şey olarak
değil de öngörülemeyen bir şey olarak ele alınmaya başlandı. (Sarı Yelekliler,
bu öngörülemezliği gayet iyi anlatan bir örnektir.)
Artık
politik özneler, tarihteki zaruretin cisimleşmiş hâli değil, politik çatışma
ihtimalinin ta kendisidirler. Politik öznelerin teşkili, “bilince varması”,
programları, örgütleri (yönetilmeye dönük) itiraz, kopuş, her türden demokrasi
ve adalet vaadiyle tatmin olmayan radikallik temelinde meydana geliyor.
Rancière’e
atıfla, ayaklanmanın kendi “nedenler”i ve “sebepler”i olduğunu söylemek
gerekiyor. Sarı Yelekliler felsefecilerden daha zekiler, çünkü onlar, “üretim”
ile “dolaşım” arasındaki ilişkinin ters yüz edildiğini “anlamışlar”. Dolaşım,
paranın dolaşımı, emtia, insanlar ve enformasyon, bugün “üretim”den daha önemli
hâle geldiler. Artık insanlar fabrikaları değil, kavşakları işgal ediyorlar,
enformasyonun dolaştığı kanallara saldırıyorlar (paranın dolaşımı, nispeten
daha soyut bir mesele, onu hedef almak için başka bir örgütlenme ve eylem
düzeyine ihtiyaç var.)
Şurası
açık ki politik sürecin ortaya çıkışının önkoşulu, onu üreten “nedenler”den ve
“sebepler”den kopmak. Yalnızca mevcut düzenin çarkına çomak sokmak, yalnızca
hükümet edilen sahanın dışına çıkmak suretiyle, yeni bir politik sürecin önü
açılabilir, çünkü direnseler bile “yönetilenler”, iktidarla ilişkisi dâhilinde
ondan iki kat daha güçlüdürler. Hâkimiyetin esas olduğu dönemden, ortaya
çıkmazdan önce hayal bile edilemez bulunan yeni imkânları yaratmak suretiyle
çıkmak, bizim ve dünyanın dönüşümü için gerekli koşulları meydana getirir.
Artık isyanı gizemlileştiren fikirlere de ayaklanmayı idealize eden
yaklaşımlara da ihtiyaç yoktur.
Politik
öznenin teşkil edildiği, örgütlerin kurulduğu, mücadele imkânlarının geliştiği
süreçleri mümkün kılan, iktidarın çarkına sokulan çomaktır. Bu süreçler,
karşılarında ayaklanmanın yok edemediği kâr, mülkiyet ve miras gibi “nedenler”i
bulur. Bu nedenlerse tam aksine, saldırgandırlar, birden düzeni yeniden
sağlamak gelir akıllarına, polisi ön safa yerleştirirler, bir yandan da hiçbir
şey olmamış gibi, “reformlar”ın duyurusunu yaparlar.
Bu
noktada radikal seçenekler gündeme gelir: yeni politik süreç, ya sermayenin
“nedenler”ini değiştirecek ya da aynı nedenler, o politik süreci
değiştirecektir. Politik imkânlar kapısının açılmasına karşılık iki kat ağır
başka bir sorun gündeme gelir. Bu düzlemde politik özneyle birlikte sermaye
iktidarı da tesis edilecektir, çünkü politik özne, ancak sermaye iktidarı ile
birlikte meydana gelebilir.
Arap
Baharı eylemlerinin, Wall Street’i İşgal Hareketi’nin, Brezilya’da Haziran
2013’te yaşanan olayların bu sorulara verdiği cevaplar, esasen oldukça zayıf
cevaplardır. Bu hareketler, gerçek stratejilere ulaşmadan kimi deneyler yapmaya
devam ediyorlar. Bu türden açmazların, İspanya’da Podemos’un uyguladığı “sol
popülizm”le aşılması mümkün değil. Hareketin stratejisi, neticede 1968 sonrası
başlamış olan devrimi tasfiye etti. Bu tasfiye sürecinde, Marksizmleri esasen arızalı
olan birçok Marksistin katkısı var.
Çelişkiler
ve özneleşme alanı olarak demokrasi, “kapitalizm ve devrim” denkleminin yerini
alıyor (Lefort, Laclau, Rancière), üstelik bu, sermayenin elindeki mekanizmanın
kelimenin tam anlamıyla “demokratik temsil” denilen olguyu yalayıp yuttuğu bir dönemde
gerçekleşiyor.
Claude
Lefort’un “demokraside iktidar alanı boştur” sözü, ta yetmişlerin başında
itirazla karşılamış, bu itirazı dillendirenler, o yerde kendince “egemen” olan
sermayenin durduğunu söylemişlerdi. O alana yerleşen her parti, ancak “imza
yetkilisi” olarak iş görebilir (Marksizmin bu konuyla ilgili tespitine dudak
büken birçok kişi, onun Fransız cumhuriyetinin son cumhurbaşkanı Emmanuel
Macron şahsında, üstelik en karikatür hâliyle doğrulandığına şahit oldu.)
Sol
popülizm, artık varolmayan bir şeye yeni bir hayat verme derdinde. Temsiliyet
ve meclis denilen olguların hiçbir gücü yok. Hatta meclis, bugün tümüyle
yürütmenin elinde ve bu yürütme gücü, neoliberalizm koşullarında “halkın” veya
genel çıkarın emirlerini değil, sermayenin ve mülkiyetin emirlerini uyguluyor.
2008
sonrası ortaya çıkan hareketleri politikleştirme arzusu gösteriyor ki bu çaba,
esasen gerici, çünkü o, altmışların devriminin redde tabi tuttuğu, bugün ortaya
çıkan her hareketin de karşı çıktığı, karizmatik lider, partinin “aşkınlığı”,
temsilcilerin seçilmesi, liberal demokrasi ve halk gibi başlıkları siyaset
sahasına dayatıyor.
Sol
popülizmi konumlandırıp, teorik planda sisteme kavuşturmaya çalışan Laclau ve
Mouffe türü isimler, aslında düşmanın adıyla çağrılmasına mani oluyorlar. Sol
popülizmin geliştirdiği “kast”, “yukarıdakiler” ve “aşağıdakiler” türü
kategoriler, komplo teorisine çalıyorlar. Bu tür fikirlerde ısrarcı olanlar,
bir sonraki aşamada, finans yoluyla dünyayı kontrol eden “beynelmilel
Yahudiliği” mahkûm etmeye başlıyorlar.
Solun
esasen imkânsız olan popülizmini teorize edenler ve solcu liderlerce diri
tutulan bu türden kafa karışıklıkları, hareketlere musallat olmaya devam
ediyorlar. Sarı Yelekliler örneğinde bu kafa karışıklıklarını medya ve politik
sistem de besledi. Öte yandan, bu türden bir fikrî ortamda kopuşun alacağı
biçimlere dair tartışma da hükmünü yitirdi.
Bu
noktada şunu görmek lazım: günümüzde maruz kaldığımız, elli yılın
karşı-devrimciliğinin beslediği politik çoraklıkta yön bulmak, gerçekten zor mesele.
Sarı
Yelekliler gibi 2011 yılından beri ortaya çıkmış olan hareketlerin sınırları
görüldü. Öte yandan, eskiden Bolşeviklerin yaptığı gibi, hiçbir parti, hiçbir
“dışsal güç” sahneye çıkıp, “ne yapılacağını”, nasıl yapılacağını gösterme
becerisini ortaya koyabilmiş değil. Bunlar, ancak içeriden ortaya
konulabilirler, ancak harekete içkin olan gösterebilir bunları. İçeriyi ise
başka şeylerin yanında, bilgi, deneyim, başka politik hareketlerin görüşleri
teşkil eder, çünkü “işçi sınıfı”ndan farklı olarak, Sarı Yelekliler’in ortaya
koyduğu mücadeleler, tüm proletaryayı temsil etme, kapitalizme ait mekanizmayı
meydana getiren tüm hâkimiyet ilişkilerini eleştirme becerisini haiz değildir.
Sarı
Yelekliler, kuzey/güney ayrımı düzleminde teşkil edilmiş, merkezdeki ülkelerde
“üçüncü dünya”yı yeniden üreten, ister istemez hem içteki ayrışmayı hem de
sermayenin beynelmilel hâkimiyetini, aynı zamanda işgücünün ve gezegene ait
kaynakların küresel sömürüsünü eleştirebilen, “içeriden
sömürgeleştirilmişler”in hareketinden mahrumdur. Kapitalizmin bu “ırksal” ve
beynelmilel boyutunu görmeyen bir hareket, illaki Fransa-merkezci milliyetçilik
gömleğini giymek zorunda kalacaktır.
Oysa
artık millet denilen alana dair her türlü vehimden uzak durulmalı: on dokuzuncu
yüzyılda ulus-devlet, varlığını sömürgeci kapitalizmin küresel boyutuna, refah
devleti ise varlığını dünya devrimi ve gezegen genelinde Soğuk Savaş’la girilen
stratejik kavgaya borçludur.
“Sömürgeler”i
mağdur eden ırksal fay hattı, sadece dünya genelinde emek örgütlerini değil,
altmışların devrimini dahi böldü. Bugün dünya devrimini mümkün kılacak
koşulları, bir yandan her şeyden önce göçmenler gibi yeni sömürgeleştirilmiş
halk hareketlerinin fiziken meydana getirdikleri, dünya genelinde oluşan ağlar
sayesinde kadın hareketlerinin hâlihazırda pratiğe döktüğü yeni
enternasyonalizmin ortaya çıkışında, bir yandan da sadece emek alanıyla sınırlı
tutulmaması gereken kapitalist hiyerarşilere yönelik eleştiride aramak
gerekiyor.
Cinsel
ve ırksal ayrışmalar, sadece sermayenin yeniden üretim sürecini değil, ayrıca
toplumsal işlevlerin ve rollerin dağıtıldığı süreci de yapılandırıyor. Bugün
“toplum meselesi”ne odaklanmış bir hareket, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda
olunduğu gibi sosyalist olamaz, çünkü tüm güç ilişkilerini içeren küresel ve
toplumsal devrim, bu toplum meselesinin ötesine geçmiştir. Irksal ve toplumsal
ayrışmaları eleştirmeksizin hareket, bugüne dek her şeye rağmen karşı koymayı
bildiği sağcıların ve aşırı sağcıların dirilişi meselesiyle yüzleşiyor.
Sol
popülizmin iddiasının aksine, mücadeleleri bu türden farklı hâkimiyet
ilişkilerine karşı yürüten öznellikler, halk denilen “boş gösteren”in birliğine
kapatılamazlar. Bu anlamda, kendi bütünlüğü içerisinde, ortak politik eylem ve
sermaye iktidarı denilen iki sorun varlığını hâlen daha sürdürüyor. Sermaye
iktidarını sömürü ve hâkimiyet kurma pratiği “emek” alanı ile sınırlı olmayan,
orada kalmayan küresel ve toplumsal bir mekanizma olarak analiz edememiş
olmamız, altmışlarda yaşanan yenilginin ana sebeplerinden biridir. Bu açıdan
bakıldığında, stratejinin değiştiği, bizim bugün belirli bir stratejiden uzak
olduğumuz görülür.
2011’den
beri hareketler, çatışma mekânının ve zamanının seçilmesinde gösterdikleri
yaratıcılık, radikal demokrasi, örgütlenme tarzlarında gösterdiği muazzam
esneklik, temsiliyetin ve liderlerin reddi, partinin merkezileştirici ve
bütünleştirici pratiğinden uzak durma gibi özellikleri açısından “devrimci” bir
nitelik arz ediyorlar, ama öte yandan hareketler, düşman tanımı ve talepler
konusunda “reformist” bir konum alıyorlar (bu anlamda hareket, Mübarek’i
devirdi, ama iktidarın mevcut sistemi yerinde kaldı, aynı şekilde, halk,
eleştirilerinin odağına Macron’u koydu, oysa Macron, zerre şüpheye yer
bırakmayacak şekilde, sermayenin elindeki mekanizmanın basit bir bileşeniydi.)
Kopuş,
önemli değişikliklere yol açıyor, ama bu değişiklikler, iktidar ve mülkiyetin
örgütsel yapısı değil, isyancıların öznelliklerinde cereyan ediyor. Kısa vadede
hareketler yenilse bile, öznel değişimler, kişilerde yaşanan değişiklikler,
muhtemelen politik etkilere yol açmaya devam ederler. Yeter ki kimse, “politik
devrim” olmadan “toplumsal devrim” gerçekleşebilir, yani kapitalizmin ötesine
geçilebilir vehmine kapılmasın.[3]
68
sonrası süreç, toplumsal devrim politik devrimden ayrıştırıldığı vakit, onun
kapitalist mekanizmaya sermaye birikiminin yeni bir kaynağı olarak kolaylıkla
entegre edilebileceğini ortaya koydu.
Bugün
sermayenin, dolayısıyla, neofaşizmde tezahür eden, sermayeye ait yıkım ve
özyıkıma ait gücün bir unsuru olmak istemiyorlarsa devrimciler, “devrimci
olmak” denilen, bizatihi öznel dönüşüm sürecinin gündeme getirdiği şeyi
“devrim” denilen olgudan ayrıştırmamalıdırlar.
Maurizio Lazzarato
2021
[Kaynak:
Capital Hates Everyone: Fascism or Revolution, Çeviren: Robert Hurley,
Brill, 2021, s. 1-7.]
Dipnotlar:
[1] Wendy Brown, “Le néoliberalisme sape la démocracie,” AOC, 5 Ocak 2019.
[2]
Alain Duhamel, “Le triomphe de la haine en politique,” Libération, 9
Ocak 2019.
[3] Tam da bu sebeple Samuel Hayat, Sarı Yelekliler konusunda şu açıklamayı yapıyor: “Burada karşımızda, dar politik anlamıyla devrimi olmayan bir devrimci hareket var: o, en azından süreç içerisinde gerçekleşen bir toplumsal devrim.” [Samuel Hayat, “Liberation movements have to adapt to circumstances,” Ballast, February 20, 2019, Revue.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder