Giriş
Altmışlarda
kitle iletişim araçlarında bir patlama yaşandı. Bu anlamda, Marshall McLuhan’ın
dile getirdiği “küresel köy” bağlamında, hareketli kameralar ve genel anlamda
film çekiminde yeni teknolojiler kullanılmaya başlandı, ama aynı zamanda daha
da politikleşen seyirci, sinemanın yol açtığı dürtülerin etkisi altına girdi.
Tüm bu süreç, hem kurgu hem de belgesel filmler aracılığıyla devrimci
hareketlerle ilgili bilgilerin yayılmasında önemli bir rol oynadı. Bu kısa
makale, söz konusu eğilimi temsil eden en önemli çalışmaları aktarmaya
çalışacak.
Tarihsel
Bağlam
Devrimci
sinema pratiğinin kaynağı Sovyet sineması, daha da özelde Dziga Vertov’un Kinopravda’sı
(“Hakikat Sineması”), Sergei Eisenstein’ın fikri montajı ve Aleksandr
Medvedkin’in Kino-Train’idir (Sinema Treni). İspanya İç Savaşı’ndaki
muharebelerin ve Çinlilerin Japonlara karşı verdikleri savaşın o destansı
realizmi, Hollandalı efsanevi yönetmen Joris Ivens’in İspanya Toprağı
(1937) ve Dört Yüz Milyon (1938) isimli belgesel filmlerinde karşılık
buldu. Ünlü foto muhabiri Henri Cartier Bresson’un L’Espagne vivra (“İspanya
Yaşayacak” -1939) filmi, bu gelenek dâhilinde, altmışlarda devrimci bir araç
olarak ele alındı.
André
Bazin gibi sinema teorisyenleri, sinemayı kitleleri eğitme yolu olarak gördüler
ve kitlelerin sinema denilen kamusal eğlence aracı ile politik bilince
kavuşturulabileceğini, onlarda sinema aracılığıyla belirli bir farkındalığın
yaratılabileceğini söylediler.
Kolektif
bir deneyim olarak sinema, televizyondaki pasif tüketim pratiğiyle çelişen bir
niteliğe sahipti. O dönemde ayrıca perdenin yüksekte tutulmasının sinema
seyircisinde doğrudan filmin içine girdiğine dair bir hissiyata yol açtığıyla
ilgili tartışmalar yürütüldü.
Altmışların
sonunda bu sefer sinemanın demokratikleştirilmesi meselesi tartışıldı. Bu
tartışmada, esasen 16 milimetrelik film üretimi ve dağıtımıyla yaşanan
teknolojik ilerlemelerin üzerinde duruluyor, söz konusu ilerlemelerin bağımsız
sinemanın oluşumunu mümkün kıldığından bahsediliyordu.
Sinema
teorisyeni Amos Vogel’in de dediği gibi, “bu süreçte öğrenciler, bağımsız
yönetmenler ve politik film kolektifleri binlerce film çektiler, bunların
yanında, Yeni Sol’un kontrolünde olan dağıtım şirketleri kuruldu.”[1] Fransa’da
Sinemanın Genel Hâlleri (Les États Généraux du Cinéma) isimli oluşum,
sinema endüstrisinin tümüyle yeniden biçimlendirilip yapılandırılması
çağrısında bulundu. Tüm bu isimler, devrimci sinemanın gerekli olup olmadığına,
antiemperyalist direnişin bir aracı olarak film çekim pratiğinin çoğaltılması
için genel bir bağlamın oluşturulması meselesine dair sorular sordular.
Altmışların
ortasında ve sonunda toplumsal meseleleri ele alan, suçlayıcı bir dili kullanan
sinema yükselişe geçti ve sinemanın hem içeriğini hem de biçimini
devrimcileştirdi. Bu eğilimin en önemli filmlerinden biri de İtalyan yönetmen Gillo
Pontecorvo’nun sömürgecilik karşıtı başyapıtı Cezayir Savaşı’ydı (1966).
Sinema tarihinin en ilham verici politik filmlerinden biri olan bu film,
politik sinema denilen yeni bir türün güçlü bir zemine kavuşmasını sağladı.
Bu
süreçte, Cezayir Savaşı sürecine atıfta bulunan birçok Fransız filmi çekildi.
Fransız İmparatorluğu’nun son kalesi olan Cezayir’de 1954’te başlayan çatışma
süreci, ağır baskı politikaları ve ülkede giderek güçlenen Cezayir Kurtuluş Ordusu
isimli direniş hareketinin eylemleri ardından, Cezayir’in bağımsızlığıyla
neticelendi. Alain Resnais, efsanevi filmi Gece ve Sis’te (1955) ve Muriel’de
(“Acı Hatıralar” -1963), Jean-Luc Godard ise Le Petit Soldat (“Küçük
Asker” -1963) filminde Fransızların savaş sürecince uyguladıkları zulümlerden
bahsetti. Fransa’nın içinde olduğu bir savaşa doğrudan atıfta bulunmanın tabu
kabul edildiği bir dönemde, bu işi dolayımsız ve tüm çıplaklığıyla yapmayı bir
tek Pontecorvo başardı.
Antiemperyalist
Direnişin Çığır Açıcı Sinema Örnekleri
Cezayir’de
çekilen Cezayir Savaşı filmi, bilhassa General Mathieu’nün başında
bulunduğu paraşüt birliğinin ülkeye gelmesi ardından artan sömürgeci şiddeti ve
zulmü ifşa ediyor, buna karşılık, sorgu tekniği olarak işkencenin kullanımını
artıran ve işkence pratiğini kurumsallaştıran, savaşı Kasbah Muharebesi’yle
tırmandıran General Massu’ya örtük olarak değiniyor.
Film,
her iki tarafın uyguladığı şiddeti güçlü bir dille aktarıyor. Yönetmen, FLN’nin
sivillere karşı, ayrım gözetmeden düzenlediği bombalama eylemlerini
methetmiyor, ama gene de açık bir biçimde bir taraf tutuyor. Filmdeki
sömürgecilik karşıtı dil, FKÖ gibi kurtuluş hareketlerinin, hatta Kara
panterler ve IRA gibi radikal örgütlerin bile referans noktası hâline geliyor.
Sinemasal
açıdan Cezayir Savaşı, bizzat olayın geçtiği mekânda çekilen bir film.
Gerçek olayları aktarıyor. Hatta FLN’nin ikinci komutanı Sadi Yasef de filmde
oynuyor. Olayların aktarımında gerçekliği olduğu veren film, bu anlamda
aktüalite filmlerine benziyor. Politik açıdan uzlaşmaz bir dili benimseyen film,
ana akım sinemanın bilinen aktörlerini ve Ennio Morricone’un kusursuz müziğini
kullanıyor.
Pontecorvo,
ele alınması zor konularla ilgili politik filmler çekti. Marlon Brando’nun
oynadığı Burn! Filminde Portekiz sömürgeciliğini ele aldı. Gian Maria
Volonté’nin oynadığı Ogre Operasyonu (1979) filminde ETA’nın 1973’te
Madrid kentinde Amiral Carrero Blanco’ya düzenlediği suikastı anlattı. Kendi
ülkesi İtalya’da sol terörizmin yaptığı eylemler, bilhassa 1978’de Kızıl
Tugaylar’ın Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmesi ardından Pontecorvo, filmin sonunda
ETA yanlısı konumunu yumuşatmak durumunda kaldı.
Pontecorvo’nun
sol siyaseti popüler sinema diliyle buluşturan girişiminin karşısına Jean-Luc Godard
başka bir yaklaşımla çıktı. Giderek uzlaşma bilmez biri hâline gelen Godard,
sinemadaki burjuva estetiği eleştirdi ve bu çizgisini somutlamak adına, Dziga-Vertov
Grubu üzerinden kolektif sinema çalışması içerisine girdi. Godard’a göre sinema,
sahip olduğu radikal içeriğini aynı ölçüde radikal olan bir biçimle
buluşturmadığı sürece gerçek manada devrimci olamazdı. Çinli Kız (1967) ve
Şeytan İçin Sempati (1968) isimli filmlerinde “burjuva” sinema ile
ilgili görüşlere meydan okudu. Bu itirazı dâhilinde Godard, sinemayı çizgisel
akışı önemsemeyen, düşünceye vurgu yapan, sinema filmini makale olarak gören
bir yaklaşımla tanıştırdı. Bu filmi makale yazar gibi çekme anlayışı, aynı
zamanda Maoizm ve üçüncü dünyacılığı propaganda etme, Vietnam’da savaşan ABD
emperyalizmine karşı koyma yolu olarak ele alınmaktaydı.
Dziga
Vertov Grubu’nda Jean-Pierre Gorin ile birlikte çalışan Godard, Diğer
Filmlere Benzemeyen Bir Film (1968), İngiltere’den Sesler / Mao’da
Görüşürüz (1969), Doğu Rüzgârı (1969), İtalya’daki Mücadeleler
(1969) ve Her Şey Yolunda (1972) gibi filmler çekti. Bu filmlerde
Godard, film çekim sürecinde politik ve toplumsal eleştiriyi en uç noktaya
taşımak adına, anlatı meselesine itiraz eden bir yaklaşım benimsiyordu. Burada
nihai amaç, seyirciyi rahat koltuğunda dürtmek ve onu aktif bir konuma taşımak,
böylelikle seyirciyi konuya ortak etmekti. Fakat seyirciye özbilinç kazandırma
hedefine ancak küçük aydın ve öğrenci gruplarında ulaşılabildi. Filmlerdeki
şifreli dili ve bağlantısız hâli bir tek onlar anlayabildi.
Arjantinli
yönetmenler Fernando Solanas ve Ottavio Getino, daha radikal bir dil
tutturdular. Bu isimler, devrimci üretime ilişkin değerleri temel alan
eleştirel makaleler olarak gördükleri sömürgecilik karşıtı filmler çektiler. Bu
eğilim, “Üçüncü Sinema” olarak isimlendirildi.
Bu
akım, ticari olmayan, militan bir tarzda ele aldıkları sinemayı politik
mücadele için bir tür silâh olarak kullanıyorlar, belirli politik davaları
perdeye aktarıyorlar ve seyirciyi doğrudan eyleme geçmeye davet ediyorlardı. Stüdyoda
çekilen filmleri ifade eden birinci sinema ile yönetmen sineması olarak anılan,
biçimciliğin ve entelektüelizmin damgasını vurduğu, politik bir mesaj verirken
yönetmenin yaratıcı kişisel vizyonunu yansıtan ikinci sinemanın yanına bir de
üçüncü sinema eklendi.
Üçüncü
Sinema’nın en güzel örneği, hiç şüphe yok ki Solanas ve Getino’nun çektiği Fırınların
Saati’dir (1968). Film, anti-emperyalist sinemanın dönüm noktasıdır. Film,
Avrupa ve Amerikan emperyalizminin sığır eti üzerindeki tekel veya demiryolları
sistemi üzerindeki kontrol aracılığıyla Arjantin’in ulusal ekonomisi üzerinde
kurduğu hâkimiyete dair görüntüleri üst üste bindirerek, seyirciyi bu
görüntülerle bombardımana tabi tutuyor. Böylece film, sadece yeni sömürgeciliği
mahkûm edecek bir fikriyatı oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda medya ile
enformasyonun kitlelerin yönlendirilmesi noktasında üstlendikleri rolü de
eleştiriyor. Film, ayrıca İngiliz ve ABD yeni sömürgeciliğini de sert bir dille
eleştiriyor, bunun yanında, sınıf mücadelesine işaret eden film eleştiri
oklarını Peronizmi savunanlara da yöneltiyor.
Filmde,
Fanon’un şiddetin sömürgeyi arıtan ve özgürleştiren gücüne atıfta bulunuluyor.
Guy Debord’un kurgulanmış imajlarla uyuşturulmuş olan seyircinin uyandırılması
gerektiğine dair yaklaşımına işaret ediliyor. Ayrıca Jean- Paul Sartre gibi
“Avrupalı’nın kendisini ancak köleler ve canavarlar imal ederek insan
kılabildiğini”[2] söyleyen yaklaşımı temel alınıyor.
Filmin
oldukça önemli bir yerinde ölü Che Guevara’nın gözleri perdeye aktarılıyor. Bu
İsa’ya benzetilen görüntü, tüm perdeyi kaplıyor. Ona arka planda Afrika davulu
eşlik ediyor. Böylelikle Che’nin ölümünün bir kurtuluş eylemi olduğu
söyleniyor. Filmin adı da zaten Che’nin antiemperyalist devrimci şiarından
alıntı: “Şimdi fırınları yakmanın vaktidir. Ki onlar, alevlerden başka bir şey
göremesinler.”
Solanas
ve Getino, birlikte çalıştıkları militan örgütlerle bilgi alışverişinde
bulunmak suretiyle filmi düşünce temelli bir yapıya kavuşturmaya çalışıyorlardı.
Film, bilhassa alternatif kesimler nezdinde efsaneleşti. Brezilya’da Yeni
Sinema, özelde Glauber Rocha’da (“Antonio-das-Mortes”, 1969), Saul Landau
ve Haskell Wexler’de (“Brezilya: Bir İşkence Raporu”, 1971) gibi
isimlerde karşılık buldu.
Film
gösterimdeyken Solanas ve Getino, sinema ve devrim arasındaki ilişkiyi tekrar
tekrar ele almalarına neden olan yorumlarla ve eleştirilerle yüzleşti. Neticede
bunları filme eklediler. Bu çalışmanın neticesinde yönetmenler, “Üçüncü
Sinemaya Doğru” isminde bir manifesto kaleme aldılar. Orada, sinemanın devrimci
bir araca dönüştürülebileceğinden ve kültürün sömürgecilikten azade
kılınabileceğinden bahsettiler. O sonradan ünlü olan ifadede manifesto şunu
söylüyordu: “Sinema makinesi, her saniyede 24 kez ateş edebilen bir tabancadır.”
Üçüncü Sinema, zamanla emperyalizm karşıtı kolektivizmin ana mekânı” hâline
geldi.[3]
Vietnam
ve Şili: Ivens, de Antonio, Alvarez, Guzmán
Antiemperyalist
sinemada Vietnam savaşı karşıtı filmler önemli bir yer tutuyor. Joris Ivens, bu
akımın önemli isimlerinden. On Yedinci Paralel (1967) ile Halk ve
Silâhlar (1968) gibi filmler çekmiş olan Ivens, Büyük Atılım ve Kültür
Devrimi yıllarında Maoist Çin’e yaptığı seyahatin ardından bu çalışmalara imza
attı. Olayların yaşandığı sırada orada olmayı öne alan antiemperyalist sinemada
kaba gerçekçilik, söz konusu akımın bir parçası hâline geldi. Aynı zamanda
Ivens’in filmleri, Vietnam köylülerini romantize eden, bir yığın ara başlık
üzerinden Brechtçi didaktizmi benimsemiş çalışmalardı. Bu çalışmaları Godard ve
Jean-Pierre Gorin’in bilhassa Jane’e Mektup (1972) filmiyle kıyaslamak
mümkün. Film, Vietnam Savaşı karşıtı çalışmalara katılan Jane Fonda’ya yer
veriyordu.
Jerry
Snell’in Vietnam köylerini bombalayan ABD helikopterlerine ait görüntülere yer
veren belgesel filmi Kalpler ve Akıllar (1974) ile Lee Savage’ın sadece
bir dakikalığına çizgi film karakterleri tüm savaş yanlısı hâlleriyle savaşa
gitmeye gönüllü oldukları, ama Vietnam’a vardıktan kısa bir süre içinde
öldükleri Mickey Mouse Vietnam’da (1968) filmi, Vietnam Savaşı karşıtı
filmler içerisinde en ilginç olanlarıdır.
Bu
kategori dâhilinde, Emile De Antonio’nun yönettiği Domuz Yılı (1969) filmini
özel olarak ele almak gerekmektedir. Amerikalı Marksist De Antonio, filmde Ho
Chi Minh’i sevimli biri olarak takdim ediyor, öte yandan Hint Çini’ndeki
Fransız idaresini olabildiğince eleştiriyor, ayrıca Amerika’nın Vietnam’a
gidişini yeni sömürgecilik mirasının uzantısı olarak değerlendiriyordu.
Yirmilere ve otuzlara ait nadir bulunan orijinal görüntüleri ve Roman Karmen’in
1954’teki Dien Bien Phu savaşını sahnelediği filmden görüntüleri altmışlı
yıllara ait Vietnamlı keşişlere ait görüntülerle harmanlayan yönetmen, böylece
Batı’nın Güneydoğu Asya’daki varlığını eleştiren dinamik bir kolaj çalışması
ortaya koyuyordu.
Aynı
çatışma sürecini merkeze koyan diğer bir yönetmen de Kübalı yönetmen Santiago
Alvarez’dir. Hanoi 13. Salı (1967) isimli filminde Alvarez, “bombardıman
altındaki Hanoi kentinde gündelik hayatın genel dokusunu aktarmaktaydı”.[4] Yönetmen,
sonrasında Fidel Castro’nun Salvador Allende’nin başta bulunduğu Şili’ye, Eylül
1973’teki ABD destekli Pinochet darbesinden kısa bir süre önce gerçekleştirdiği
seyahati aktaran filmi çekti (“Ben Amerika’nın Oğluyum ve Ben Ona Borçluyum”
[1971]).
Şili
ve Allende’nin sosyalist hükümetinin çöküşü, Şilili yönetmen Patricio Guzmán’ın
önemli belgeseli Şili Savaşı’nda konu edildi. Üç bölümden oluşan bu çalışmanın
birinci filminin adı Burjuvazinin İsyanı (1975), ikincisinin adı Darbe
(1976), üçüncüsü de Halk İktidarı (1979) idi. Filmde, ülkedeki devrimle
ve karşı-devrim arasındaki savaşın tarihçesi ve ABD’nin karşı-devrimin
zaferinde oynadığı önemi rol üzerinde durulmaktaydı.
Mayıs
1968-Albaylar Diktatörlüğü Arası Dönem
Chris
Marker, ayrı bir kategori dâhilinde ele alınması gereken bir yönetmen. Nevi
şahsına münhasır bir isim olan Marker, 1955 yılında Alain Resnais ile birlikte
çektiği Heykeller de Ölür filmiyle antiemperyalist sinemaya yeni bir
akımın eklenmesini sağladı. Afrika’daki sömürgecilik deneyimini ele alan ilk
film olan bu film, Fransa’da sansürlendi.
Sonrasında
Marker, Küba’ya Evet! (1961) filmini çekerek, aynı yolda yürümeye devam
etti. Fakat esasen onun başyapıtı Kedisiz Gülümseme filmidir. Altmışlara
dair genel bir bakış atan, Fransa’daki Mayıs 1968 olaylarını Vietnam Savaşı’nı,
ABD’deki savaş karşıtı hareketi Che ve Fidel’in üçüncü dünyacı hareketiyle ve
Küba devriminin bürokratikleşme süreciyle ilişkilendiren film, hem sağcıları
hem de solcuları rahatsız etti. Aynı zamanda bu 45 dakikalık sürükleyici filmde
Bolivyalı askerleri Che’yi yakalasınlar diye sahaya süren, kravatlı bir
Amerikalı “askeri eğitim timi” üyesi, gerilla liderinin ölümü sonrası oluşacak
efsaneye şimdiden mani olmak adına öldürülmemesinin daha akıllıca olup
olmayacağını sormaktaydı. Edgar Morin ve Jean Rouch’ın kurduğu “gerçek sinema”
akımına yakın bir dil tutturan Marker, filmlerinden aldığı görüntüleri dinamik
bir şekilde montajlamak suretiyle bir sesler korosu meydana getirmekteydi. Bir
tarih ders kitabındaki gibi olayları düz bir çizgi üzerinden aktarmak yerine,
Marker, “anlamın ve duygunun akışkanlığı” üzerinde duruyor, yirminci yüzyılın
ikinci yarısında açığa çıkan kurtuluş hareketleriyle bağlantılı devrimci
ütopyaları ve tarihsel süreçleri bu akışkanlıkla aktarma yolunu seçiyordu.
Marker’ın
meydana getirdiği gelenek, en çok da Sonbahar’da Almanya (1978) isimli
antiemperyalist Batı Alman filminde karşılık buldu. Efsanevi yönetmen Rainer
Werner Fassbinder’in yanı sıra Alf Brustellin, Alexander Kluge, Bernhard Sinkel
ve benzer konularda (Katharina Blum’un Son Varlığı -1975) gibi politik
filmler çeken Volker Schlöndorff’tan oluşan bir kolektifin çektiği film, Rosa
Luxemburg ve Karl Liebknecht’ten Kızıl Ordu’ya uzanan süreçte sol militanlığı
çizgisellik dışı bir yöntemle aktarıyor, Almanya’daki Amerikan üslerini ve
ülkenin Amerika’dan alınan ilhamla uyguladığı politikaları ağır bir dille
eleştiriyordu.
1968
ile antiemperyalizm arasındaki bağ söz konusu olduğunda, Guy Debord’un Gösteri
Toplumu (1973) çalışmasına da bakmak gerekiyor. Durumculuğun araçlarını ve
dilini kullanan çalışma, savaşa dair özcü görüntülere ve meta fetişizmine karşı
çıkıyor.
Bu
bağlamda, ayrıca William Klein’ın güçlü bir hicvi içeren Özgürlüğüm
(1969) çalışmasından da bahsetmek gerekiyor. Film, Paris’teki olaylar sırasında
ülkeyi komünistlerin ele geçirmesine mani olmak için Fransa’ya gelen Amerikalı
bir kahramanın hikâyesini aktarıyor. Ayrıca Klein’ın Eldridge Cleaver (1970)
isimli belgeseli de önemli. Bu filmde ABD’de faal olan Kara Panter Partisi’nin
önde gelen isimlerinden birinin Cezayir’e sürgün edilişinden bahsediliyor.
Klein,
esasen ilginç bir isim. Hem Panafrika Festivali gibi konuları ele alan,
toplumsal meselelere eğilen filmler çekiyor hem de Vogue dergisiyle
çalışan ünlü bir moda fotoğrafçısı. Çelişkilerle yüklü olan kariyeri dâhilinde
gündüzleri Vogue için çalışan, geceleri Kara Panterler’i anlatan Klein,
esasen altmışların o güçlü izini üzerinde taşıyor ve söz konusu akımın en
önemli temsilcileri ile yan yana gelebiliyor: Michelangelo Antonioni’nin Cinayeti
Gördüm (1966) filmi ile eşdüzlemde çalışmalar ortaya koyuyor.
Kara
Panterler’in antiemperyalist pratiği konusunda film çeken bir isim de İtalyan
yönetmen Antonello Branca. Bu konuda partiyi içeriden anlatan çalışması Zamanı
Ele Geçirin (1970) filminden bahsetmek gerekiyor. Belgelerle beslenmiş olan
film, ABD emperyalizmini örten bir kılıf olarak ırksal gerilimleri militan bir
örgüt üzerinden anlatıyor.
Bu
bağlamda Constantin Costa-Gavras’ın ve Elio Petri’nin politik filmlerinden de
bahsetmek gerek. Gavras’ın Z (1969), Kuşatma Hâli (1973) ve Kayıp
(1982) filmleri ABD’nin farklı bağlamlarda oynadığı rolü eleştiriyorlar. İlk filmde,
Yunanistan’daki diktatörlük yanlısı polis şiddeti (1967–74), ikincisinde CIA’in
Uruguay’da oynadığı rolü, üçüncüsünde ise Pinochet’nin Şili’de işlediği suçları
anlatıyor. İtiraf (1970) ise 1948 sonrası Çekoslovakya’da Stalinist
totalitarizmi, sürükleyici bir dille aktarıyor.
Gavras’ın
gözde görüntü yönetmeni Raoul Coutard, Hint Çini, Afrika ve San Salvador’da
çekilen savaş sahnelerinde elle taşınan kamera kullandı, böylece sinemaya
belgesel tadı kattı. Her Türlü Şüphenin Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında
Soruşturma (1970) ismini taşıyan, baskıcı devlet aygıtını ele alan politik
filminde Elio Petri, Gavras gibi saf militan film çekmekten nefret eden bir
isim. Ona göre politik meseleler konusunda en geniş kitleyi ikna edecek ölçüde
ana akıma yakın duran filmler çekilmeli. Bu anlamda, Gavras’ın Z filmi
ve Petri’nin Soruşturma filminin En İyi Yabancı Film dalında Oskar
alması, onlardaki ticari ve herkesi kuşatan sinema anlayışının ne denli etkili
olduğunu ortaya koyan bir gelişme.
Z filminin
karşıt kutbunda duran başka bir filmden bahsetmek gerek. Dimos Theos’un çektiği,
gene Yunan diktasını ve Amerikan elçiliğiyle gizli servislerin darbede oynadığı
rolü ele alan Kierion filmi (1968), kara film akımına mensup bir çalışma
olarak, dünya çapında belirli bir etkiye yol açmasa da, çekim esnasında düşük bir
bütçe kullanılmasına, siyah-beyaz çekilmesine rağmen kült statüsüne ulaştı. Sinema
eleştirmeni Mel Schuster’e göre, muhtemelen düşük bütçeli çekildiği için böylesi
bir değere ulaşan film “seyircinin sürece dâhli konusunda ürkütücü bir sonuç”
ortaya koydu.[5] Amerikalı yetkililerin Yunan solcularını fişlediğinden
bahseden film, 1967’deki Arap-İsrail çatışmasına eşlik eden dönemde Amerikalı
gazetecileri nasıl etkisizleştirdiğini anlatıyor. Kierion, seyirciyi
harekete geçiren sinema tarzının önemli bir örneği. Sonrasında ünlenen Pantelis
Voulgaris ve Theo Angelopulo gibi yönetmenleri büyük ölçüde besliyor.
Angelopulo,
yakın dönem Yunan tarihi konusunda epik sinemaya örnek teşkil edecek önemli
filmler çekiyor. Ayrıca emperyalist müdahalelerin trajik sonuçlara yol açtığını
söyleyen filmlere de imza atıyor. Karanlık korkusunu tetikleyen, ışığın
sızmadığı o 36 Günleri (1972) filmi, otuzlu yıllarda Yunanistan’daki
otoriter devletle ilgili, ama aslında 1967-1974 arası dönemde başta olan
diktatörlükle ilgili yorumlar aktaran bir çalışma. Angelopulo’nun başyapıtı Kumpanya
(1975) hikâyeyi düz bir çizgi dâhilinde anlatmayan bir film. İngilizlerin ve Amerikalıların
Yunanistan’ın içişlerine karışıp ülkeyi yıkıma sürüklediği olayları etkili bir
dille anlatıyor.
Aynı
durum, Bernardo Bertolucci’nin önemli filmi 1900 (1976) için de geçerli.
Kapsamı ve yiğitçe dövüşüp yenilmiş sola yönelik beğenisiyle film, yakın döneme
ait tarihsel olayları yeniden kurgulayan sinema dilini benimsemiş bir akımı
başlattı.
“Doğu
Bloğu”ndan Antiemperyalist Filmler
Antiemperyalist
sinema deyince sosyalist ülkelerde ve Doğu Bloku’nda çekilen filmlerden de
bahsetmek gerek. Mikhail Kalatozov’un Ben Küba’yım (1964) Sovyet-Küba
ortak yapımı olması anlamında ilginç bir çalışmadır. Ülkede destalinizasyonun
düzeni belirlediği dönemde çekilen filmde Sovyet yönetmen, Küba Devrimi’nin
gerçekleştiği koşulları perdeye aktarıyor. Uzun çekimler, hareketli sahneler, koreografik
açıdan iyi bir kurguya sahip olan film ilk dönem Sovyet sinemasının gergin
kurgu anlayışından kopuyor ve Küba’daki hayatın ve devrimin hâlen daha yol
açmakta olduğu sonuçları ortaya koymayı amaçlıyor. Çok para harcanan filmde
Kalotozov, 200 kişilik bir ekipten istifade ediyor. Sonuçta ortaya görsel
açıdan muhteşem bir film çıkıyor. Öte yandan film, Küba Devrimi’ni tanıtacak
güçlü bir propaganda silâhı olarak kullanılmak yerine, sinemalarda kendisine yer
bulduktan sonra unutuluyor. Havana’da yerel halkı egzotik varlıklarmış gibi
gösterdiği için ağır bir dille eleştirilen film, Moskova’da sosyalist geleceğe
dair umudunu açık bir dille ortaya koysa bile, devrimci gayrete yer vermediği için
eleştiriliyor. Çok az etkiye yol açan ve Batı’daki kamuoyunun izleme fırsatı
bulamadığı film, doksanlarda Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola tarafında
keşfedilince birden ünleniyor.
Aynı
ölçüde önemli olan bir diğer film de Yaşama Zamanı. Sovyet-Bulgar ortak
yapımı olan bu propaganda filmi, 1968’de Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da
düzenlenen Dokuzuncu Komünist Gençlik Festivali’ni aktarıyor. Amerika karşıtı
dile sahip olan ve bu dil üzerinden Vietnam Savaşı’nı eleştiren film, bir
yandan da halklararası dayanışmayı, dünya barışını ve özgürlüğe methiyeler
diziyor.
Bu
bağlamda Çekoslovak ve Yugoslav sinemasının da öne çıktığını söylemek gerek.
Jan Nemec’in Prag İçin Oratoryo (1968) filmi, Prag Baharı sürecinde
ülkedeki açılımları ve sonrasında bu açılımların şiddet yoluyla bastırılmasını
anlatıyor. Bu anlamda film, 1968’de Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgal edişini
anlatan tek belgesel çalışma.
İsimsiz
olarak Çekoslovakya dışında çekilip dağıtılan Jan Palach (1969) ismini Ocak
1969’da Sovyet işgaline karşı yürütülen protesto eylemleri esnasında Prag’daki
Wenceslas Meydanı’nda kendisini yakan öğrenciden alıyor.
Sonrasında
Yugoslav sineması, Doğu’daki antiemperyalizm konusunda ilginç çalışmalar ortaya
koydu. Želimir Žilnik’in Haziran’daki Kargaşa (1968) isimli filmi, Doğu’da
1968’i güçlü bir dille aktarıyor, ayrıca iktidardaki komünist elitlerin baskıcı
emperyalist eğilimlerini eleştiriyor. Žilnik’in filmi Belgrad’da gerçekleşen,
Prag Baharı’ndan ilham alan ve daha fazla özgürlük talep eden eylemleri aktarıyor.
Bu listeye kendine has filmler çeken Dušan Makavejev’in William Reich:
Organizmanın Esrarı (1971) ve Tatlı Film (1974) gibi çalışmalarını
da eklemek gerekiyor. Bu filmler de radikal Yugoslav sinemasına özgü bir
yaklaşım dâhilinde, hem komünistlerdeki hem de kapitalistlerdeki aşırılıklar
eleştiriliyor. Bu bağlamda, Andrej Wajda’nın Fransız Devrimi sonrası yaşanan
terör dönemini ele aldığı Danton (1983) filminden bahsetmek gerekiyor.
Wajda, bu filmi esasen Stalinizmi ve General Jaruzelski’nin 1981’de
gerçekleştirdiği askeri darbeyi anlatmak için çekiyor.
Sinemadaki
antiemperyalist yön, seksenlerde zayıflıyor. Bu akım, güçlü ve önemli bir akım
olmaktan çıkıp, Ken Loach (Ülke ve Özgürlük, 1995), Raoul Peck (Lumumba,
2000) ve Göran Olsson (Kara Panter Karışık Kaseti 1967–1975, 2011) hatta
Michael Moore (Columbine İçin Bovling 2002) gibi ana akıma mensup
yönetmenlerin mirasından istifade ettikleri ufak ve marjinal bir akım hâline
geliyor.
Sonuç
Bunun
eksik ve her şeyi içermeyen bir makale olduğuna hiç şüphe yok. Bu anlamda
makale, hem alternatif sinema hem de ana akım sinema dâhilinde yirminci
yüzyılda çekilmiş önemli antiemperyalist filmlerin listesini sunuyor, ayrıca bu
ana akım sinema ile alternatif sinema arasındaki kesişim noktalarını ele
alıyor. Makale, Avrupa ve ABD’deki, ama esas olarak buralarla sınırlı olmayan,
altmışlı ve yetmişli yıllarda toplumsal meselelere odaklanmış, politikanın yön
verdiği sinemaya odaklanmak suretiyle, politik sinema bağlamında, sinemanın tarih,
tarihin sinema için sahip olduğu önemi incelemeye çalışıyor.
Bir
dizi filmden istifade eden makalenin ulaştığı sonuca göre, altmışlarda ve
yetmişlerde toplumsal ve politik muhayyile ile antiemperyalist militanlık ve eyleme,
radikal mesajlar iletmeye çalışan özel kimi filmler eşlik ediyor. Bu bağlamda,
bugün güvenle söyleyebiliriz ki sinemanın gerçekleştirdiği antiemperyalist
direniş, bilhassa altmışlı yıllardan sonra, hem sinema tarihinde hem de radikal
politikada kalıcı bir iz bırakmıştır.
Kostis Kornetis
[Kaynak:
The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism, Yayına Hazırlayanlar:
Immanuel Ness ve Zak Cope, İkinci Baskı, Palgrave Macmillan, 2021, s. 395-401.]
Dipnotlar:
[1] Amos Vogel, Film as a Subversive Act, Londra: C.T. Editions. 1974, s.
122.
[2]
Jean Paul Sartre, Önsöz, F. Fanon (Ed.), Wretched of the Earth içinde.
Londra: Grove Press.Sartre (2007 [1961]), s. Lviii.
[3]
Anthony Guneratne ve Wimal Dissanayake. Rethinking Third Cinema. Londra:
Routledge. 2003, s. 148.
[4]
Kevin Macdonald ve Mark Cousins. Imagining Reality: The Faber Book of Documentary.
Londra: Faber&Faber. 1996, s. 291–297.
[5] Mel Schuster, The Contemporary Greek Cinema. New York: Scarecrow Press. 1979, s. 132.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder