Pages

22 Ekim 2022

Altuzerci Politikanın Sınırları

Kanaatimce Althusser’in politika, politik pratik ve örgütlenme sorunlarıyla nasıl yüzleştiği meselesine dair yapılacak bir inceleme, hem Althusser’in teorik gayretinin politik niteliğini ve onun teorik müdahalesinin ardındaki siyaseti, hem de bu çabanın sınırlarını idrak etmemizi sağlayacaktır.

Althusser, kamuya mal olmuş bir aydın olarak yol almasının artık imkânsızlaştığı ömrünün son aşamasına dek devrimci politikanın parti dışında, yeni toplumsal ve politik mücadele biçimleri üzerinden yürütülebileceği fikrine karşı çıktı. Althusser, kendisini, politik çizginin teorik planda düzeltilmesine, sonrasında da sınıf mücadelesi ile teori arasındaki ilişkiye vurgu yapan ilk teorik faaliyetlerindeki idealizmi ve bilimciliği birlikte ifade eden teori içi politikayla sınırlamakla yetindi. 

O, komünist hareketin krizini derinlemesine inceleme imkânı bulamadı, bu krizi kabullenmedi. Çubuğu diğer tarafa bükme stratejisi gereği önemli görüşler sunan teorisyenleri ve kavramları elinin tersiyle itti, bu bağlamda, örneğin Gramsci’yi redde tabi tuttu, Poulantzas’ın aldığı konumlara karşı rahatsızlıklarını dile getirdi. Her şeyin ötesinde Althusser, proleter hegemonya için yeni bir devrimci stratejinin geliştirilmesine dair düşünce pratiği denilen o yükün altına hiç girmedi.

Tüm bu hususlar, hep birlikte, esasen Altuzerci politikanın imkânsız olduğunu ortaya koyuyorlar. Althusser’in o karmaşık ve eşitsiz gelişime tabi müdahalelerini iç tutarlılığa sahip bir strateji dâhilinde tefekkür ettiğimizde veya dillendirdiğimizde, Altuzerci politika diye bir şeyin olamayacağı görülür. Ayrıca, Althusser’in bu tür konularla ilgili sessizliği de bu olamazlığın delilidir.

Ama öte yandan, dikkate almamız gereken başka teorik sınırlar da mevcuttur. Esas olarak bu sınırlar, sınıf politikasının alabildiğine karmaşık yapıda olması ile alakalıdır. Birçok örnekte görüldüğü üzere Althusser, işçi sınıfını şematik bir yaklaşımla ele alır ve onu devrimci güç olarak görür. Bu noktada, işçicilerin kullandıkları ifadeyi ödünç alacak olursak, Althusser, işçi sınıfının “toplumsal ve politik bileşimi”ndeki çelişkileri ele almaz. Bu yaklaşım, basit manada, güçlü hareketlerle krizdeki komünist partileri karşı karşıya getirir.

Buna karşılık, bir de politik örgütlerin ve devletin krizine dair bir anlayışa ihtiyaç duyulur. Zira komünist hareketin ve solun, bilhassa Avrupa’da, neoliberal dönemin başlarında yüzleştiği kriz, güçlü hareketlerle stratejisi olmayan partiler arasındaki çelişki üzerinden tarif edilemez. Bu dönemde işçi hareketi, bir dizi yenilgi yaşamış, kapitalizm, yeniden yapılanma sürecine girmiş, ardından, neoliberal reformların ilk dalgası kıyıya vurmaya başlamış, üstelik bu reformları bizatihi sosyal demokrat hükümetler yapmış, bunun yanında, işçilerdeki militanlığın ve radikal politikanın elindeki kaleler düşmüş, birlik hâli dağılmış, bunun neticesinde sol ve işçi hareketinin krize gireceği koşullar oluşmuş, sol siyasetin lehine olan kolektif temsil ilişkileri aşınmış, yeni bölünmeler meydana gelmiş, farklı toplumsal ittifakların yeniden kurulması gibi bir güçlükle yüzleşilmiş.

Althusser, yetmişlerde yaptığı müdahaleler dâhilinde, bahsini ettiğimiz gelişmeler neticesinde, başka bir çelişkiyle boğuşmak zorunda kaldı. Her ne kadar sağcı sapmaya karşı çıksa da o, birçok Batı Avrupalı komünist partinin paylaştığı hâkim anlayıştan bir türlü uzaklaşamadı, bu anlamda, halk kitlelerinin inisiyatifiyle ve güçlü bir solun nüfuzu ile gerçekleşecek “ilerici” değişim için mevcut durumun yeterince gelişkin olduğu fikrine mesafe alamadı. İlgili anlayış, devrimci veya radikal bir değişim ihtimalini ortaya çıkartmadığı gibi, Batı’da devrimin aldığı ikinci yenilgi olarak tarif edilebilecek ucu açık sorularla da yüzleşmedi.

Poulantzas gibi “solcu avrokomünistler”in aldıkları konumları politik ve teorik düzeyde karşıya atan Althusser, süreç içerisinde Poulantzas’ın “demokratik sosyalizm yolu” anlayışına karşı alternatif bir strateji geliştirmek yerine, ayrım çizgileri çekmekle yetindi.

Dahası, Althusser, toplumsal ittifak veya daha da berbat bir öneri anlamında, seçim ittifakı düzleminde bir “tarihsel blok” anlayışı bile geliştirmedi, bunun yerine, toplumsal ittifak, politik program, örgüt ve devrimci strateji arasındaki o çok katmanlı diyalektik ilişki üzerinde durdu.[1] Neticede bu tutum, Althusser’in politik parti fikriyatındaki sınırları tahkim etti. Onun devrimci partilerin açık ve demokratik olması gerektiğine ilişkin ısrarı, bu anlamda, devrimci partilerin toplumsal hareketlerle ilişkisi dâhilinde bu hareketlerin özerkliğine saygı duyması, bunun yanında, onların kaynaklık ettiği bilginin ve onlardaki dinamiklerin önemini kabul etmesi gerekliliğine dair tespitleri, hiç şüphe yok ki bugün için gerekli çıkış noktalarıdır. Ancak, Althusser, Gramsci’de görülen türden, partiyi kitlelerin düşünce ve bilgi ürettiği bir laboratuvar olarak gören bir anlayışa sahip değildi.

Bunun dışında, Althusser, yaptığı müdahalelerin önemli bir kısmında, daha çok komünist projenin yeniden çıkış alacağı sürece kafa yordu ve bu süreci teorik yenilenme ve hareketlerden kaynak alan radikalizmin meydana getirdiği bileşke üzerinden, komünist partilerin kendi kendilerini solcu bir yerden reforma tabi tutacakları bir pratik olarak ele aldı.

Althusser, bu bağlamda, komünist hareketin politik ve örgütsel eklemlenme ve sentez üzerinden “yeniden kurulacağı” karmaşık ve eşitsiz gelişen sürecin bir ihtiyaç olduğunu göremedi.

Neticede komünist hareket, yeni politik biçimler almalı, toplum, siyaset ve teori düzleminde antikapitalist kolektif deneyimlerle buluşmalı, buradan da komünist politika ve işçi sınıfı hegemonyasının mümkün olup olmadığını yeniden düşünmeliydi. Bu görev, seksenlerin başında görülmeye başlandığı biçimiyle, Batı Avrupa komünizminin yüzleştiği krizin tüm boyutlarıyla patlak verdiği, bunun yanında Sovyet “sosyalizm”inin gerileyip çökmesi ile birlikte daha da acil hâle gelmişti.

Burada belirtmekte fayda var: “Altuzerci politika olamaz” demek, “bugün radikal, hatta devrimci politikayı yeniden düşünmeye dönük her türden çaba, Althusser’in eserlerine asla ihtiyaç duymuyor” demek değildir. İhtiyacın gerekçelerini şu başlıklar üzerinden ele almak gerekmektedir:

1. Devrimci politika, genelde politikanın kendisi, tarihin yasalarının veya metafizik bir zeminin belirli bir biçiminin basit bir ifadesi ya da tezahürü değildir. Dahası devrimci politika, beklenmeyeni beklemeyi şart koşar. Politika, konjonktür içerisinde kalıp oraya, oradaki dinamiklere müdahale etmek, kalıcı deneyimler elde etmek için çalışmaktır. Politika, konjonktüre nüfuz etme veya onu etkileme ile konjonktürün tesadüflere bağlı belirliliği (bir anlamda belirsizliği) tarafından sürekli koşullanma arasındaki diyalektik ilişkiye tabidir. Bu anlamda devrimci politika, her daim istisnai olanla, tekil vakalarla, özel bir konjonktürle, tarihsel açıdan özgül olan bir güçler dengesinin ister istemez tesadüflere bağlı oluşuyla ilgilenir.

Yapısal, yani mukavim olan eğilimlerin ve belirleyici unsurların bilgisi, tabii ki gereklidir. Bu bilgi, mücadele alanına dair kapsamlı bir idrakin edinilmesini sağlar, ama belirli bir momentte devrimci politika, fiiliyatta verili momenti kavrayıp, hiçbir güvencesi olmayan kimi tercihlerde bulunmamızı talep eder. Yani bu noktada hem belirli olan hem de eşitsiz işleyen bir diyalektik devrededir: devrimci politika, hem örgüt inşası, eğitim, ittifak meydana getirme, bağlar kurma ve temsil ilişkileri oluşturma (Gramsci’nin ifadesiyle, “mevzi savaşı” verme) gibi pratiklerden oluşan uzun dönemin tüm o sabırla, iğneyle kuyu kazarak yürütülecek işlerini, ama aynı zamanda, hem ümit verici hem de ham olan koşullarda, hazırlıksız bir biçimde hareket edebilme becerisini içerir.

2. Devlet iktidarı, politik iktidarın dillendirilebilmesinde belirli bir öneme sahiptir. Ana böyle olsa bile devrimci politika, pratiğinin merkezine devleti koyamaz. Eğer Marksizm, teorik planda ekonomi ile politika arasında belirli bir kısa devre işlemi gerçekleştirip, ekonomi ile politika arasındaki ayrımın ötesine geçiyorsa, o vakit komünist siyaset de hem devleti hedeflemeli, hem de onun ötesine bakmalıdır. Bu, farklı bir muhteva veya farklı bir politik hat değil, yeni bir politika pratiğini ifade eder.

Politik iktidarı ve yönetsel gücü amaçlayan devrimci politika, her zaman kitlelerin iktidar karşıtı pratiklerini ve bu konuda aşağıdan inşa edilmiş deneyimleri edinmeli, hareketlerin özerk alanlarını görmeli, özyönetim biçimlerini tanımalı, yeni ve üretken pratiklerin deneyimleriyle beslenmeli, kurumsal açıdan devletten kabul görse bile, bu hareketlerin devlet karşısında sahip oldukları özerklikle ilişki kurabilmelidir. Özetle, ikili iktidarın güncel biçimi, buradan tarif edilmelidir.

Bugünkü hareketlerin ortaya koydukları özörgütlenme ve koordinasyon pratikleri, bunların yanında, cemaat oluşturmaya dönük farklı pratikler ve dayanışma ağları, potansiyel ikili iktidarın rüşeym hâli olarak görülebilir. Aynı zamanda bunlar, politikanın toplumsallaşması olarak da değerlendirilebilir. Zira toplumsal hareketler, böylesi pratikler dâhilinde karar alma süreçlerine dâhil olmakta, toplumun ve işçilerin kontrolüne ilişkin pratiklerin kapsamını genişletmekte, adalet sistemi türünden alanlara halkın katılımına dair imkânları artırmakta, soyut yurttaşlık yerine, işin veya sınıfın belirlediği temsil biçimleri üretmekte, bir yandan da toplumsal olan politikleşmekte, bu anlamda, üretken pratiklerin dönüştürülmesi için politik mücadele verilmekte, emek kolektiflerinin yetkileri artırılmakta, özyönetim yeni biçimlere kavuşmaktadır.

Öte yandan devrimci süreç, devletle halk iktidarı biçimlerinin veya özyönetim biçimlerinin istikrarsızlık arz eden birlikteliğine de indirgenemez. Sonuçta devlet aygıtının derinlemesine, devrimci manada dönüştürüldüğü süreç, zaruridir. Bu süreç, bir yandan da doğrudan demokrasiye ilişkin yeni biçimleri, toplumsal kontrolün ve işçi kontrolünün kurumsallaşmış biçimlerini ve baskı aygıtının dağıtılmasını içermelidir: Özetle; ilgili süreçte devlet devrimcileştirilmeli, liberal geleneğin sınırlarının ötesine geçecek biçimde, devletin sınıfsal niteliği “ortadan kaldırılmalıdır.”

3. Politik partiler ve örgütler, politik gerçeklerin taşıyıcıları olarak görülemezler. Onlar, daha çok politik bir hattın derinleştirilmesine katkıda bulunabilecek düğüm noktaları ve politik prosedürlerdir. Politikada bir hareketin sahip olduğu güç belirleyici bir faktör hâline gelebilir, hatta bu güç, verili bir konjonktürde doğru çizginin belirlenmesinin “epistemolojik koşul”u bile olabilir.

Partiler ve örgütler, fiili mücadelelerden kaynak alan dinamiklere ve çelişkilere açık olmalı, özcü olmaya dair her türden basit düşünceden uzak durmalıdır. Bu özellikleri, parti içi demokrasi meselesine yeni bir boyut katacaktır. Mesele, basit manada militanların hakları veya özgürce tartışma meselesi değildir. Bu işler, politikayı “hukuk” veya “parlamento” temelinde kuran anlayış içerisinde gayet iyi halledilebilmektedir.

Parti demokrasisi, esasen partinin toplumsal ve politik dinamiklere açık olabilmesi, bunun yanında, ilgili dinamiklerin politik çizgiye ve programa yedirilmesi için zaruri olan bir meseledir.

Bugün parti denilen mücadele biçimi, bir mesele olarak yeniden ele alınmalıdır. Zira mevcut dönemde bize sadece direniş ve mücadele değil, en azından “zincirin zayıf halkları”nda hegemonya karşıtı projeler, programlar, somut ütopyalar, tüm toplumların geleceğine dair alternatif anlatılar, bunun yanında, parti biçimiyle ilgili yeni ve taze bir anlayış gerekmektedir.

Her şeyin ötesinde biz, radikal sol partilere, politik cephelere ve örgütlere dair kafa yormalı, bunları, kitlelerin eleştirel düşünce pratiklerinin yeni biçimlerinin üretildikleri laboratuvarlar ve bilginin uygulamaya döküldüğü alanlar olarak görmeliyiz.

Ekonomik ve politik krizle yüklü olan, aynı zamanda kapitalist düzene kafa tutma konusunda yeni ihtimallerin açığa çıktığı bir dönemde politik örgütle ilgili meseleler yeniden geçerlilik kazanmaktadır.

Örgüt, sadece kitleleri harekete geçirmek için gerekli iletişim becerileri, seçimle alakalı olarak oluşturulan cepheler veya taktikler açısından ele alınmamalıdır. Biz, sadece koordinasyonu ve ağ inşasını mümkün kılan, demokratik tartışma yürüten, etkin kampanyalara imza atan değil, aynı zamanda farklı deneyimleri bir araya getiren, mücadelenin farklı alanlarından gelen bilgileri eleştirel teoriyle cem eden, bir yandan da hem somut analizler ortaya koyup, hem de kitlesel ideolojik pratiklerin ve radikal “sağduyu” biçimlerinin altına imza atan örgüt biçimlerine ihtiyacımız vardır.

4. Marksizmin devrimci politikada kullanılabilirliğini asıl tayin eden, sınıf mücadelesidir. Marksizm, proleter ideolojiyi (pratik bilgilerin karmaşık bileşimini, temsiliyeti, ezilen sınıfların ekonomik, toplumsal ve politik pratiklerinden neşet eden özgürlük vizyonlarını) reddetmez. Ama Marksizm, basit manada proleter ideolojinin derinleştirilmesi, kavranması ve teorik planda dillendirilmesinden ibaret de değildir. Marksizm, ezilen sınıfların ideolojik temsillerinin dönüşümünün, “hâkim ideoloji”deki boşlukların, çelişkilerin, burjuvazinin hegemonik bir güç hâline geldiği sürece eşlik eden teorik ve ideolojik unsurların doğası gereği sahip oldukları çelişkilerin ve o burjuvazinin proleter direnişle travmatik sonuçlar doğuran yüzleşmesinin bir sonucudur.

Neticede Marksizm, her daim eksik bir teoridir. O, çelişkilerle, sorularla ve teorik boşluklarla maluldür. Marksizmin işçi hareketinin tarihi dışında gelişip dönüştüğünü kimse iddia edemez. Ayrıca, onun gelişimi, fiili mücadelelerin ve kolektif deneyimlerin ürettikleri “deneysel süreçler” olmaksızın tahayyül edilemez.

Cevapsız kalmış sorular elbette ki vardır. Teorik planda tüm alanlar tabii ki ele alınmamıştır. Bu anlamda, Althusser’in Marksizmi bitmemiş bir teorik proje olarak görüp, ondaki sınırları ortaya koyan teorik faaliyeti, bugün geçmişe nazaran daha fazla geçerlidir. Marksizmin sınırları konusunda yapılan bu tespiti kabul etmek, Marksist teorinin yenileneceği sürecin başlaması için gerekli koşuldur.

5. Her şeyin yanlış yönde ilerleme ihtimali her zaman mevcuttur. Mevcut güçler dengesi, hareketlerin ve politik solun politik çizgisini ve stratejilerini derinleştirmelerini gerekli kılar. Komünist hareketin krizlerle yüklü o uzun tarihi, düşmanının mantığına veya faaliyet alanına çoğu kez bilinçsizce teslim olmanın ne denli kolay olduğuna dair örneklerle doludur.

Düşmana teslim olan sapmaların mantığı hep şu şekilde işler: Maddi her türden eğilim veya potansiyel, bir “yanlış” ya da “günah” olarak görülmez. Teorik ve politik her türden eleştiri ve özeleştiri, tam da bu sebeple devrimci politikanın zaruri bir unsurudur. Belirli bir toplumsal ve politik konjonktürde kaldıraç işlemi için gerekli Arşimet noktaları mevcut değilse, o vakit örgüt ve hareket, her daim hata yapma ihtimalini bilerek hareket etmeli, o, eleştiriye ve özeleştiriye sürekli açık olabilmelidir. Sürekli gündeme gelen sapma ihtimaliyle veya yanlış politik tercihlerle baş etmenin yegâne yolu budur. Bu yol, sadece Marksizmin “bölücü” niteliğiyle uğraşmak anlamında, teoride değil, ayrıca politik çizginin, stratejinin ve taktiklerin derinleştirilmesinde ve genel anlamda politikada da zaruridir. Bu eleştiri-özeleştiri süreci, salt parti içi tartışmayla ve demokrasiyle sınırlı tutulamaz, o, aynı zamanda kitlelerden öğrenmek adına, “kitlelerin eleştirisi”ne tabi olmak suretiyle, hareket ile politik biçimler arasındaki tüm müşterek alanı da içermelidir.

Bu başlıklar, Althusser’in komünist politikanın sorunlarıyla teorik, son kertede, politik düzlemde yüzleştiği o uzun yolculuğunda tespit edilebilecek, bugün hâlen daha geçerli ve gerekli olan çıkış noktalarıdır. Bu anlamda, Althusser’de gördüğümüz kusurlar bile faydalıdır.

Her ne kadar Altuzerci politika hiçbir vakit pratikte varolmamışsa da Althusser’in teorik yolculuğu, bugün devrimci politikayı yeniden tefekkür etme arzusunda olan herkes için vazgeçilmezliğini bir biçimde muhafaza etmektedir. Bugün yaşanan gelişmeler ve dünya genelinde kitlesel gösterilere ve radikal taleplere yeniden tanık olunması, esasında tarihin hayal gücünün bizdeki hayal gücünden daha büyük olduğunu ortaya koymaktadır.

Panagiotis Sotiris

[Kaynak: A Philosophy for Communism: Rethinking Althusser, Brill, 2020, s. 523-528]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder