Kanaatimce
Althusser’in politika, politik pratik ve örgütlenme sorunlarıyla nasıl
yüzleştiği meselesine dair yapılacak bir inceleme, hem Althusser’in teorik
gayretinin politik niteliğini ve onun teorik müdahalesinin ardındaki siyaseti,
hem de bu çabanın sınırlarını idrak etmemizi sağlayacaktır.
Althusser, kamuya mal olmuş bir aydın olarak yol almasının artık imkânsızlaştığı ömrünün son aşamasına dek devrimci politikanın parti dışında, yeni toplumsal ve politik mücadele biçimleri üzerinden yürütülebileceği fikrine karşı çıktı. Althusser, kendisini, politik çizginin teorik planda düzeltilmesine, sonrasında da sınıf mücadelesi ile teori arasındaki ilişkiye vurgu yapan ilk teorik faaliyetlerindeki idealizmi ve bilimciliği birlikte ifade eden teori içi politikayla sınırlamakla yetindi.
O, komünist hareketin krizini derinlemesine
inceleme imkânı bulamadı, bu krizi kabullenmedi. Çubuğu diğer tarafa bükme
stratejisi gereği önemli görüşler sunan teorisyenleri ve kavramları elinin
tersiyle itti, bu bağlamda, örneğin Gramsci’yi redde tabi tuttu, Poulantzas’ın
aldığı konumlara karşı rahatsızlıklarını dile getirdi. Her şeyin ötesinde
Althusser, proleter hegemonya için yeni bir devrimci stratejinin
geliştirilmesine dair düşünce pratiği denilen o yükün altına hiç girmedi.
Tüm bu
hususlar, hep birlikte, esasen Altuzerci politikanın imkânsız olduğunu ortaya
koyuyorlar. Althusser’in o karmaşık ve eşitsiz gelişime tabi müdahalelerini iç
tutarlılığa sahip bir strateji dâhilinde tefekkür ettiğimizde veya
dillendirdiğimizde, Altuzerci politika diye bir şeyin olamayacağı görülür.
Ayrıca, Althusser’in bu tür konularla ilgili sessizliği de bu olamazlığın
delilidir.
Ama öte
yandan, dikkate almamız gereken başka teorik sınırlar da mevcuttur. Esas olarak
bu sınırlar, sınıf politikasının alabildiğine karmaşık yapıda olması ile
alakalıdır. Birçok örnekte görüldüğü üzere Althusser, işçi sınıfını şematik bir
yaklaşımla ele alır ve onu devrimci güç olarak görür. Bu noktada, işçicilerin
kullandıkları ifadeyi ödünç alacak olursak, Althusser, işçi sınıfının
“toplumsal ve politik bileşimi”ndeki çelişkileri ele almaz. Bu yaklaşım, basit
manada, güçlü hareketlerle krizdeki komünist partileri karşı karşıya getirir.
Buna
karşılık, bir de politik örgütlerin ve devletin krizine dair bir anlayışa ihtiyaç
duyulur. Zira komünist hareketin ve solun, bilhassa Avrupa’da, neoliberal
dönemin başlarında yüzleştiği kriz, güçlü hareketlerle stratejisi olmayan
partiler arasındaki çelişki üzerinden tarif edilemez. Bu dönemde işçi hareketi,
bir dizi yenilgi yaşamış, kapitalizm, yeniden yapılanma sürecine girmiş,
ardından, neoliberal reformların ilk dalgası kıyıya vurmaya başlamış, üstelik
bu reformları bizatihi sosyal demokrat hükümetler yapmış, bunun yanında,
işçilerdeki militanlığın ve radikal politikanın elindeki kaleler düşmüş, birlik
hâli dağılmış, bunun neticesinde sol ve işçi hareketinin krize gireceği
koşullar oluşmuş, sol siyasetin lehine olan kolektif temsil ilişkileri aşınmış,
yeni bölünmeler meydana gelmiş, farklı toplumsal ittifakların yeniden kurulması
gibi bir güçlükle yüzleşilmiş.
Althusser,
yetmişlerde yaptığı müdahaleler dâhilinde, bahsini ettiğimiz gelişmeler
neticesinde, başka bir çelişkiyle boğuşmak zorunda kaldı. Her ne kadar sağcı
sapmaya karşı çıksa da o, birçok Batı Avrupalı komünist partinin paylaştığı
hâkim anlayıştan bir türlü uzaklaşamadı, bu anlamda, halk kitlelerinin
inisiyatifiyle ve güçlü bir solun nüfuzu ile gerçekleşecek “ilerici” değişim
için mevcut durumun yeterince gelişkin olduğu fikrine mesafe alamadı. İlgili
anlayış, devrimci veya radikal bir değişim ihtimalini ortaya çıkartmadığı gibi,
Batı’da devrimin aldığı ikinci yenilgi olarak tarif edilebilecek ucu açık
sorularla da yüzleşmedi.
Poulantzas
gibi “solcu avrokomünistler”in aldıkları konumları politik ve teorik düzeyde
karşıya atan Althusser, süreç içerisinde Poulantzas’ın “demokratik sosyalizm
yolu” anlayışına karşı alternatif bir strateji geliştirmek yerine, ayrım
çizgileri çekmekle yetindi.
Dahası,
Althusser, toplumsal ittifak veya daha da berbat bir öneri anlamında, seçim ittifakı
düzleminde bir “tarihsel blok” anlayışı bile geliştirmedi, bunun yerine,
toplumsal ittifak, politik program, örgüt ve devrimci strateji arasındaki o çok
katmanlı diyalektik ilişki üzerinde durdu.[1] Neticede bu tutum, Althusser’in
politik parti fikriyatındaki sınırları tahkim etti. Onun devrimci partilerin
açık ve demokratik olması gerektiğine ilişkin ısrarı, bu anlamda, devrimci
partilerin toplumsal hareketlerle ilişkisi dâhilinde bu hareketlerin
özerkliğine saygı duyması, bunun yanında, onların kaynaklık ettiği bilginin ve
onlardaki dinamiklerin önemini kabul etmesi gerekliliğine dair tespitleri, hiç
şüphe yok ki bugün için gerekli çıkış noktalarıdır. Ancak, Althusser,
Gramsci’de görülen türden, partiyi kitlelerin düşünce ve bilgi ürettiği bir
laboratuvar olarak gören bir anlayışa sahip değildi.
Bunun
dışında, Althusser, yaptığı müdahalelerin önemli bir kısmında, daha çok
komünist projenin yeniden çıkış alacağı sürece kafa yordu ve bu süreci teorik
yenilenme ve hareketlerden kaynak alan radikalizmin meydana getirdiği bileşke
üzerinden, komünist partilerin kendi kendilerini solcu bir yerden reforma tabi
tutacakları bir pratik olarak ele aldı.
Althusser,
bu bağlamda, komünist hareketin politik ve örgütsel eklemlenme ve sentez
üzerinden “yeniden kurulacağı” karmaşık ve eşitsiz gelişen sürecin bir ihtiyaç
olduğunu göremedi.
Neticede
komünist hareket, yeni politik biçimler almalı, toplum, siyaset ve teori
düzleminde antikapitalist kolektif deneyimlerle buluşmalı, buradan da komünist
politika ve işçi sınıfı hegemonyasının mümkün olup olmadığını yeniden
düşünmeliydi. Bu görev, seksenlerin başında görülmeye başlandığı biçimiyle,
Batı Avrupa komünizminin yüzleştiği krizin tüm boyutlarıyla patlak verdiği,
bunun yanında Sovyet “sosyalizm”inin gerileyip çökmesi ile birlikte daha da
acil hâle gelmişti.
Burada
belirtmekte fayda var: “Altuzerci politika olamaz” demek, “bugün radikal,
hatta devrimci politikayı yeniden düşünmeye dönük her türden çaba, Althusser’in
eserlerine asla ihtiyaç duymuyor” demek değildir. İhtiyacın gerekçelerini şu
başlıklar üzerinden ele almak gerekmektedir:
1.
Devrimci politika, genelde politikanın kendisi, tarihin yasalarının veya
metafizik bir zeminin belirli bir biçiminin basit bir ifadesi ya da tezahürü
değildir. Dahası devrimci politika, beklenmeyeni beklemeyi şart koşar.
Politika, konjonktür içerisinde kalıp oraya, oradaki dinamiklere müdahale
etmek, kalıcı deneyimler elde etmek için çalışmaktır. Politika, konjonktüre
nüfuz etme veya onu etkileme ile konjonktürün tesadüflere bağlı belirliliği
(bir anlamda belirsizliği) tarafından sürekli koşullanma arasındaki diyalektik
ilişkiye tabidir. Bu anlamda devrimci politika, her daim istisnai olanla, tekil
vakalarla, özel bir konjonktürle, tarihsel açıdan özgül olan bir güçler
dengesinin ister istemez tesadüflere bağlı oluşuyla ilgilenir.
Yapısal,
yani mukavim olan eğilimlerin ve belirleyici unsurların bilgisi, tabii ki
gereklidir. Bu bilgi, mücadele alanına dair kapsamlı bir idrakin edinilmesini
sağlar, ama belirli bir momentte devrimci politika, fiiliyatta verili momenti
kavrayıp, hiçbir güvencesi olmayan kimi tercihlerde bulunmamızı talep eder.
Yani bu noktada hem belirli olan hem de eşitsiz işleyen bir diyalektik
devrededir: devrimci politika, hem örgüt inşası, eğitim, ittifak meydana
getirme, bağlar kurma ve temsil ilişkileri oluşturma (Gramsci’nin ifadesiyle,
“mevzi savaşı” verme) gibi pratiklerden oluşan uzun dönemin tüm o sabırla,
iğneyle kuyu kazarak yürütülecek işlerini, ama aynı zamanda, hem ümit verici
hem de ham olan koşullarda, hazırlıksız bir biçimde hareket edebilme becerisini
içerir.
2. Devlet
iktidarı, politik iktidarın dillendirilebilmesinde belirli bir öneme sahiptir.
Ana böyle olsa bile devrimci politika, pratiğinin merkezine devleti koyamaz.
Eğer Marksizm, teorik planda ekonomi ile politika arasında belirli bir kısa
devre işlemi gerçekleştirip, ekonomi ile politika arasındaki ayrımın ötesine
geçiyorsa, o vakit komünist siyaset de hem devleti hedeflemeli, hem de onun
ötesine bakmalıdır. Bu, farklı bir muhteva veya farklı bir politik hat değil,
yeni bir politika pratiğini ifade eder.
Politik
iktidarı ve yönetsel gücü amaçlayan devrimci politika, her zaman kitlelerin
iktidar karşıtı pratiklerini ve bu konuda aşağıdan inşa edilmiş deneyimleri
edinmeli, hareketlerin özerk alanlarını görmeli, özyönetim biçimlerini
tanımalı, yeni ve üretken pratiklerin deneyimleriyle beslenmeli, kurumsal
açıdan devletten kabul görse bile, bu hareketlerin devlet karşısında sahip
oldukları özerklikle ilişki kurabilmelidir. Özetle, ikili iktidarın güncel
biçimi, buradan tarif edilmelidir.
Bugünkü
hareketlerin ortaya koydukları özörgütlenme ve koordinasyon pratikleri,
bunların yanında, cemaat oluşturmaya dönük farklı pratikler ve dayanışma
ağları, potansiyel ikili iktidarın rüşeym hâli olarak görülebilir. Aynı zamanda
bunlar, politikanın toplumsallaşması olarak da değerlendirilebilir. Zira
toplumsal hareketler, böylesi pratikler dâhilinde karar alma süreçlerine dâhil
olmakta, toplumun ve işçilerin kontrolüne ilişkin pratiklerin kapsamını
genişletmekte, adalet sistemi türünden alanlara halkın katılımına dair
imkânları artırmakta, soyut yurttaşlık yerine, işin veya sınıfın belirlediği
temsil biçimleri üretmekte, bir yandan da toplumsal olan politikleşmekte, bu
anlamda, üretken pratiklerin dönüştürülmesi için politik mücadele verilmekte,
emek kolektiflerinin yetkileri artırılmakta, özyönetim yeni biçimlere
kavuşmaktadır.
Öte
yandan devrimci süreç, devletle halk iktidarı biçimlerinin veya özyönetim
biçimlerinin istikrarsızlık arz eden birlikteliğine de indirgenemez. Sonuçta
devlet aygıtının derinlemesine, devrimci manada dönüştürüldüğü süreç,
zaruridir. Bu süreç, bir yandan da doğrudan demokrasiye ilişkin yeni biçimleri,
toplumsal kontrolün ve işçi kontrolünün kurumsallaşmış biçimlerini ve baskı
aygıtının dağıtılmasını içermelidir: Özetle; ilgili süreçte devlet
devrimcileştirilmeli, liberal geleneğin sınırlarının ötesine geçecek biçimde,
devletin sınıfsal niteliği “ortadan kaldırılmalıdır.”
3.
Politik partiler ve örgütler, politik gerçeklerin taşıyıcıları olarak
görülemezler. Onlar, daha çok politik bir hattın derinleştirilmesine katkıda
bulunabilecek düğüm noktaları ve politik prosedürlerdir. Politikada bir
hareketin sahip olduğu güç belirleyici bir faktör hâline gelebilir, hatta bu
güç, verili bir konjonktürde doğru çizginin belirlenmesinin “epistemolojik
koşul”u bile olabilir.
Partiler
ve örgütler, fiili mücadelelerden kaynak alan dinamiklere ve çelişkilere açık
olmalı, özcü olmaya dair her türden basit düşünceden uzak durmalıdır. Bu
özellikleri, parti içi demokrasi meselesine yeni bir boyut katacaktır. Mesele,
basit manada militanların hakları veya özgürce tartışma meselesi değildir. Bu
işler, politikayı “hukuk” veya “parlamento” temelinde kuran anlayış içerisinde
gayet iyi halledilebilmektedir.
Parti
demokrasisi, esasen partinin toplumsal ve politik dinamiklere açık olabilmesi,
bunun yanında, ilgili dinamiklerin politik çizgiye ve programa yedirilmesi için
zaruri olan bir meseledir.
Bugün
parti denilen mücadele biçimi, bir mesele olarak yeniden ele alınmalıdır. Zira
mevcut dönemde bize sadece direniş ve mücadele değil, en azından “zincirin
zayıf halkları”nda hegemonya karşıtı projeler, programlar, somut ütopyalar, tüm
toplumların geleceğine dair alternatif anlatılar, bunun yanında, parti
biçimiyle ilgili yeni ve taze bir anlayış gerekmektedir.
Her şeyin
ötesinde biz, radikal sol partilere, politik cephelere ve örgütlere dair kafa
yormalı, bunları, kitlelerin eleştirel düşünce pratiklerinin yeni biçimlerinin
üretildikleri laboratuvarlar ve bilginin uygulamaya döküldüğü alanlar olarak
görmeliyiz.
Ekonomik
ve politik krizle yüklü olan, aynı zamanda kapitalist düzene kafa tutma
konusunda yeni ihtimallerin açığa çıktığı bir dönemde politik örgütle ilgili
meseleler yeniden geçerlilik kazanmaktadır.
Örgüt,
sadece kitleleri harekete geçirmek için gerekli iletişim becerileri, seçimle
alakalı olarak oluşturulan cepheler veya taktikler açısından ele alınmamalıdır.
Biz, sadece koordinasyonu ve ağ inşasını mümkün kılan, demokratik tartışma
yürüten, etkin kampanyalara imza atan değil, aynı zamanda farklı deneyimleri
bir araya getiren, mücadelenin farklı alanlarından gelen bilgileri eleştirel
teoriyle cem eden, bir yandan da hem somut analizler ortaya koyup, hem de
kitlesel ideolojik pratiklerin ve radikal “sağduyu” biçimlerinin altına imza
atan örgüt biçimlerine ihtiyacımız vardır.
4.
Marksizmin devrimci politikada kullanılabilirliğini asıl tayin eden, sınıf
mücadelesidir. Marksizm, proleter ideolojiyi (pratik bilgilerin karmaşık
bileşimini, temsiliyeti, ezilen sınıfların ekonomik, toplumsal ve politik
pratiklerinden neşet eden özgürlük vizyonlarını) reddetmez. Ama Marksizm, basit
manada proleter ideolojinin derinleştirilmesi, kavranması ve teorik planda
dillendirilmesinden ibaret de değildir. Marksizm, ezilen sınıfların ideolojik
temsillerinin dönüşümünün, “hâkim ideoloji”deki boşlukların, çelişkilerin,
burjuvazinin hegemonik bir güç hâline geldiği sürece eşlik eden teorik ve
ideolojik unsurların doğası gereği sahip oldukları çelişkilerin ve o
burjuvazinin proleter direnişle travmatik sonuçlar doğuran yüzleşmesinin bir
sonucudur.
Neticede
Marksizm, her daim eksik bir teoridir. O, çelişkilerle, sorularla ve teorik
boşluklarla maluldür. Marksizmin işçi hareketinin tarihi dışında gelişip
dönüştüğünü kimse iddia edemez. Ayrıca, onun gelişimi, fiili mücadelelerin ve
kolektif deneyimlerin ürettikleri “deneysel süreçler” olmaksızın tahayyül
edilemez.
Cevapsız
kalmış sorular elbette ki vardır. Teorik planda tüm alanlar tabii ki ele
alınmamıştır. Bu anlamda, Althusser’in Marksizmi bitmemiş bir teorik proje
olarak görüp, ondaki sınırları ortaya koyan teorik faaliyeti, bugün geçmişe
nazaran daha fazla geçerlidir. Marksizmin sınırları konusunda yapılan bu
tespiti kabul etmek, Marksist teorinin yenileneceği sürecin başlaması için
gerekli koşuldur.
5. Her
şeyin yanlış yönde ilerleme ihtimali her zaman mevcuttur. Mevcut güçler
dengesi, hareketlerin ve politik solun politik çizgisini ve stratejilerini
derinleştirmelerini gerekli kılar. Komünist hareketin krizlerle yüklü o uzun
tarihi, düşmanının mantığına veya faaliyet alanına çoğu kez bilinçsizce teslim
olmanın ne denli kolay olduğuna dair örneklerle doludur.
Düşmana
teslim olan sapmaların mantığı hep şu şekilde işler: Maddi her türden eğilim
veya potansiyel, bir “yanlış” ya da “günah” olarak görülmez. Teorik ve politik
her türden eleştiri ve özeleştiri, tam da bu sebeple devrimci politikanın
zaruri bir unsurudur. Belirli bir toplumsal ve politik konjonktürde kaldıraç
işlemi için gerekli Arşimet noktaları mevcut değilse, o vakit örgüt ve hareket,
her daim hata yapma ihtimalini bilerek hareket etmeli, o, eleştiriye ve
özeleştiriye sürekli açık olabilmelidir. Sürekli gündeme gelen sapma
ihtimaliyle veya yanlış politik tercihlerle baş etmenin yegâne yolu budur. Bu
yol, sadece Marksizmin “bölücü” niteliğiyle uğraşmak anlamında, teoride değil,
ayrıca politik çizginin, stratejinin ve taktiklerin derinleştirilmesinde ve
genel anlamda politikada da zaruridir. Bu eleştiri-özeleştiri süreci, salt
parti içi tartışmayla ve demokrasiyle sınırlı tutulamaz, o, aynı zamanda
kitlelerden öğrenmek adına, “kitlelerin eleştirisi”ne tabi olmak suretiyle,
hareket ile politik biçimler arasındaki tüm müşterek alanı da içermelidir.
Bu
başlıklar, Althusser’in komünist politikanın sorunlarıyla teorik, son kertede,
politik düzlemde yüzleştiği o uzun yolculuğunda tespit edilebilecek, bugün
hâlen daha geçerli ve gerekli olan çıkış noktalarıdır. Bu anlamda, Althusser’de
gördüğümüz kusurlar bile faydalıdır.
Her ne
kadar Altuzerci politika hiçbir vakit pratikte varolmamışsa da Althusser’in
teorik yolculuğu, bugün devrimci politikayı yeniden tefekkür etme arzusunda
olan herkes için vazgeçilmezliğini bir biçimde muhafaza etmektedir. Bugün
yaşanan gelişmeler ve dünya genelinde kitlesel gösterilere ve radikal taleplere
yeniden tanık olunması, esasında tarihin hayal gücünün bizdeki hayal gücünden
daha büyük olduğunu ortaya koymaktadır.
Panagiotis Sotiris
[Kaynak:
A Philosophy for Communism: Rethinking Althusser, Brill, 2020, s.
523-528]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder