Başlıktaki sorunun yanıtı için Fatih Yaşlı’nın “Bu
bir Ara Güler yazısı değildir” başlıklı
son köşe yazısına bakmak, oldukça
fikir vericidir. Türkiye solundaki en sorunlu tespitlerin âdeta geçit töreni yaptığı yazı, içerdiği gericilik övgüsüyle Yaşlı’nın gerçek
çizgisinin, yaygın kanının aksine, gericilik olduğunu ortaya koymaktadır.
Önce “iyilik-kötülük” ekseniyle faşizmin tarihsel
niteliğini çarpıttığı şu satırlara bakalım:
“[…] ‘Kötülük’
belki metafizik bir kavram olabilir,
ama bazen metafizik kavramların da bir açıklayıcılığı olabilir. Almanya’da
Nazilerin iktidara gelişinin elbette ki maddi temelleri, tarihsel bir arka
planı vs. vardı, ama Naziler, aynı zamanda ‘kötü’ydüler, kötülüğü örgütlenmiş bir şekilde icra
ediyorlar ve bunu bir siyasal edim olarak görüyorlardı.”
Faşizmin sınıfsal niteliğini örtmek için liberal
düşünürlerin sık başvurduğu “kötülük” kavramına (örneğin Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” hatırlanacaktır) başvuran Yaşlı, bunu yaparken
metafiziğe de derin bir övgüde bulunuyor.
İlk sorundan başlayacak olursak, gerek Nazi iktidarının mensupları ve gerekse
toplumsal tabanı politikalarını kötülük olarak görmüyor ve kendilerini “iyi” ve
düşmanlarını “kötü” olarak tarif eden bir düşünceyle hareket ediyordu.
Nazizmin Alman işçi sınıfından destek alması da Alman burjuvazisinin
tavizleriyle ve Alman işçi sınıfının tüketim düzeyini diğer ulusların
işçilerinden daha yüksek bir düzeye çıkarma vaadini bir düzeyde
başarabilmesiyle mümkün olmuştur. Bir başka ifadeyle, Alman işçisinin Nazizme desteği “kötülükle” alakalı
olmayıp, örneğin her Alman işçinin bir Volkswagen araba sahibi olacağı vaadinin
bir düzeyde gerçekleştirilmiş olmasıyla ilgilidir.
İkinci sorunda ise, metafizik ve metafizik kavramlar, Yaşlı’nın öne sürdüğü gibi tarihi açıklamakta
başarılı olsaydı, bilime ve
materyalizme kuşkusuz gerek olmazdı. İyilik-kötülük ekseni, ilk büyüme çağında çocukların kendini koruyabilmesi
ve tehlikelerin farkına varabilmesi için verilen temel bir ahlaki eksen olarak, sınırlı düzeyde işlevsel olmakla birlikte, toplumun
ve tarihin bilimsel bir şekilde açıklanmasında yanıltıcı rol oynamaktadır. Bu
nedenle bu ekseni kullanan yazarlar,
genelde gericiler ve tarihi çarpıtmak isteyen kalemlerdir.
Sonuç olarak Yaşlı,
yukarıdaki kısacık pasajda bir taşla iki kuş vurarak, hem faşizmin gerçek niteliğini çarpıtıyor hem de
metafizik düşünceye, yani gericiliğe sahip çıkma utancına imza atıyor.
Yaşlı, daha
sonra bu düşüncesini bugünün Türkiye’sinde kullanıyor:
“Bugün
Türkiye’de bir merkez tarafından, bir siyasal akıl tarafından örgütlenen,
siyasallaşmış bir kötülük var. Toplumu kutuplaştırmaktan, siyaseti dost-düşman
ikiliği üzerine kurmaktan, insanların en ilkel duygularını, din ve
milliyetçiliği suiistimal etmekten beslenen bir kötülük bu. Kamu kaynaklarını
üç kuruşa satmaktan tutun da tahtakurusu olmayan yatakta uyumak istemeyen
işçileri cezaevine atmaya, 12 yaşındaki bir çocuğun cesedi üzerinde tepinmekten
tutun da annesini meydanlarda yuhalatmaya uzanan, ülkesine, ülkesinin ormanına,
ağacına, denizine, ırmağına ve elbette ki insanına düşmanlık eden, kendi
varlığını devam ettirmesinin yolu bundan geçen bir kötülükten bahsediyoruz.”
Yaşlı’nın bu iyilik-kötülük ekseni, Naziler için olduğu gibi bugünün Türkiye’si için de
hatalıdır. Türkiye burjuvazisinin uzlaşmacı olmayan, kutuplaştırıcı bir siyaset
izlemesini “kötülükle” açıklamak,
aslında tam da metafizik bir kavram olduğu için maddi temellerinden yoksun
olan, havada duran bir olgu tarif ederek,
hiçbir şey açıklayamamakta ve meseleyi çarpıtmaktadır.
Bilimsel bir yaklaşım, burjuvazinin kutuplaştırıcı siyasetine yönelik bir
açıklamayı, örneğin emperyalist
sistemin genelindeki ekonomik tıkanıklıkların farklı ülkelerin burjuva
sınıfları arasındaki çelişkileri ve Türkiye burjuvazisi içindeki çelişkileri
şiddetlendirmesine dayandırmaya çalışacaktır. Gerici bir yaklaşım ise kaynağı
belli olmayan, içten gelen bir “kötülük” açıklamasına başvuracaktır.
Yaşlı,
sonrasında ise Türkiye solunun bir diğer kritik hatası olan “normallik-anormallik” eksenine başvurarak,
şunları yazıyor:
“Çok
basit bir gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Burası ‘normal’ bir ülke
değil, iktidarda ‘normal’ bir parti yok, siyaset ‘normal’
koşullarda yapılmıyor. Bu iktidar normalleşme istemiyor, toplumsal uzlaşma
işine yaramıyor, toplumun tam ortasından ikiye bölünüp birinin diğerine düşman
edilmesi iktidarda kalmasının temel koşulunu oluşturuyor. Bu gerçeği kabul
etmeden söyleyeceğimiz her söz, örgütlü kötülüğe ve onun üzerinde yükseldiği
büyük yalana katkı, büyük yalana hizmet anlamına geliyor.”
Bu satırlar,
her şeyden önce Yaşlı’nın emperyalist ülkelerdeki liberal demokrasiyi “norm” olarak
gördüğünü gösteriyor. Anlamadığı veya kasıtlı
olarak çarpıttığı şey ise böyle bir yönetimin dayandığı uzlaşmanın, ancak belirli ekonomik koşullarda olabileceği ve bu
koşulların olmadığı ülkelerde ise siyasetin “normunun” çatışma ve kutuplaşma olduğudur. Dolayısıyla tarih
incelendiğinde, Türkiye ve benzeri
ülkelerde mevcut durumun norm olduğunu ve göreli olarak uzlaşmanın olduğu
dönemlerin ve açılımların (örneğin “müzakere süreci” vb. gibi) ise aslında
anormal olduğu görülebilir.
Daha da kötüsü ise Yaşlı’nın bu alıntının son
cümlesinde “anormal” olarak tarif ettiği mevcut yönetime karşı “normal” olarak
gördüğü liberal demokrasi için mücadele vermeyi bir önkoşul olarak dayatmaya
kalkarak, sosyalizm mücadelesinin meşruiyet temellerini yıkmaya
çalışmasıdır. Sınıf işbirlikçiliği temelinde yükselen Batı türü bir “normal” yönetimi
savunmayı bir önkoşul olarak dayatmanın tek anlamı, sosyalizm mücadelesini liberalizmin peşine takma
çabasıdır ve Yaşlı’nın da yıllardır yaptığı zaten tam olarak budur.
Ayrıca belirtmek gerekir ki genel olarak “uzlaşmayı” bu
kadar hararetle savunan bir yazarın işçi sınıfının çıkarlarını savunması mümkün
değildir. Çünkü toplumun iki kutba bölünmesi,
Yaşlı’nın iddiasının aksine, “bir
merkezin” işi olmayıp egemen üretim
ilişkilerinden kaynaklanmaktadır ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki
çatışma-uzlaşma diyalektiği, her gün
ve her an tekrar tekrar yeniden kurulup bozulmakta ve bu süreç, tarihsel olarak uzlaşmaz bir çıkar çatışması yönünde
ilerlemektedir. Uzlaşmayı genel olarak fetişleştiren bir yaklaşımın bu nedenle
işçi sınıfından yana olması mümkün değildir.
Yaşlı, son
olarak tüm hatalarını bulamaç hâline
getirdiği şu satırlarda, hem eski restorasyon
tezini hem de bununla alakalı “suni
dengeci”
yaklaşımını sergiliyor:
“Hiçbir
şeyin normal olmadığı, iktidarın iktidarda kalmaya ancak süreklileşmiş
düşmanlık üzerinden devam edebildiği bir ülkede, insanlara bakışımızı
belirleyenin bu normal olmayan duruma, bu örgütlü kötülüğe, bu büyük yalana ne
dedikleri olması kadar doğal bir şey olabilir mi? Eğer ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ten
söz ediyorsak, ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olmamızı belirleyen, örgütlü kötülük karşısında
aldığımız tavır, örgütlü kötülükle kurduğumuz ilişki değil midir?”
Birincisi, mevcut
iktidarın aslında sonunun geldiği ve düşmanlık vb. manevralarla ayakta
kalabildiği iddiası, “suni dengeci” bir yaklaşım olarak iflas etmiş restorasyon tezinin
bir kalıntısıdır.
İkincisi, Türkiye’de
söz konusu olan “örgütlü kötülük” değil, örgütlü ve egemen bir sınıf ve onun
üstyapılarıdır.
Üçüncü ve son olarak, tam da iktidarı destekleyen gerici toplumsal tabanın
da iyilik-kötülük ekseninde baktığı ve kendisini “iyi” ve
düşmanlarını “kötü” olarak tarif ettiği ortadayken, Yaşlı’nın sunduğu
çerçeve, bu gerici yaklaşımı sol içinde propaganda etmekten
başka bir şey değildir.
Yazının son cümlesinde kendisini kurtarmak adına “apolitik iyiliği” eleştirdiği
şu satırı yazması ise bu durumu değiştirmemektedir:
“Kıymeti
kendinden menkul ve apolitik bir ‘iyiliğin’ bizi götürebileceği bir yer ise yoktur, ‘iyi’ olmak, her şeyden önce ‘kötülük’le mücadele etmeyi gerektirir çünkü.”
Bu çağrı,
yazıdaki gerici çerçeveyi değiştirmeyip,
esasen bunun ahlakla sınırlı tutulmayarak siyasete tahvil edilmesine
yöneliktir. Dolayısıyla Yaşlı, ne kadar
iktidara karşı gibi görünürse görünsün,
ortaya koyduğu düşünsel çerçeve, sermaye
iktidarının elini güçlendiren gericiliğin sol içindeki hâlidir.
Mehmet Karaoğlu
23
Ekim 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder