Kızıl
bölükler, bugün uçsuz bucaksız bir cephe hattı boyunca dövüşüyorlar. Moskova’dan
başlayarak herhangi bir yönü doğru uzanan bir hat çekin, harita üzerinde çizdiğiniz
bu hattı hiç tereddüt etmeden uzatın, o vakit bugün Sovyet Rusya için
kahramanca savaşan Kızıl Ordu’nun belirli bir bölümünün nerelerde olduğunu
öğreneceksiniz. Bu ordunun örgütlenmesi, devrimin ulaştığı etkinlik düzeyinin
çok önemli bir göstergesidir.
Savaşın
“halkın yüzleştiği bir sınav” olarak adlandırılmasına hiç şaşmamalı. Elbette
savaşın kendisi büyük bir barbarlıktır ve bütün sosyalistler, savaşın yok
edilmesinde kararlıdırlar. Ne var ki savaş üstesinden gelinmesi gereken bir
meseledir, yani, koşullar değiştirilmelidir ki, savaş sadece gereksiz değil,
aynı zamanda imkânsız hâle gelsin. Halkın etrafı emperyalizmin çakallarıyla kuşatılmış,
dolayısıyla, savaş, bu çakalların ağızlarından o kana değip deliye dönmüş
dişler sökülüp atılana dek, öyle bir anda üzerinden atlanılabilecek bir engel
değildir. Eğer halk savaşa mecbur edilmişse, o vakit savaş ve saldırı
kabiliyeti dâhilinde halkın elindeki tüm kaynaklar, ekonomik güç, örgütlenme
gücü, kitlelerinin ortalama maneviyat düzeyi, liderlik için gerekli malzeme
miktarı gibi kaynaklar devreye sokulur.
Dolayısıyla
soruyu bu açıdan ele alarak, bizimki gibi bitkin, talan edilmiş ve alabildiğine
harap olmuş bir ülkede başka hiçbir rejimin bir ordu örgütleyemeyeceğini
güvenle söyleyebiliriz. Örneğin Almanya’da ne Ebert’in ne de Scheidemann’ın bir
ordu örgütleyebileceğini artık kesin olarak söyleyebiliriz. Halkın sırtını güvenle
yaslayabileceği, sosyalist cumhuriyete ait bir duvar olarak orduyu ancak ve
sadece iktidarı kendi ellerine alan ve bu iktidarın işçi sınıfının çıkarları, endişeleri
ve sorunları haricinde başka hiçbir çıkar, endişe ve sorun tanımadığını
pratikte ortaya koyan komünistler inşa etme imkânı bulacaklardır.
Önce
Kızıl Muhafız bölüklerini kurduk. Bu bölüklere işçileri de kabul ettik, üstelik
bu işçilerin arasında eline ilk kez silâh alanların sayısı hiç de az değildi.
Görevi, savaşan burjuvaziyi, Prusyalı aristokratları, beyaz muhafızları,
öğrenci gruplarını vb. alt etmek iken olan Kızıl Muhafızlar, devrimci ruh ve
kararlılıklarında eşi benzeri görülmemiş bir kusursuzluk düzeyine ulaştılar.
Çok kısa bir süre içinde Kızıl Muhafız bölükleri, Sovyet iktidarını ülkenin her
yerine yaydılar. Ancak geçen yılın Şubat ayında Almanların taarruzu ile durum aniden
değişti. Eğitimsiz, kötü silâhlanmış insanlardaki coşku, Prusyalı aristokratların
liderliğinde hareket eden, iyi organize edilmiş Hohenzollern bölükleri
karşısında zayıf düştü. Girilen daha ilk savaşta bu bölüklerin zayıf oldukları
görüldü, muharebe, bölüklerde ve askerlerimizde morallerin düşmesine neden
oldu. Bu moralsizliğin neticesinde dağılma sürecine girildi.
O
dönemi düşünün. Eski ordu, tüm Rusya’yı eli silâhlı bir dilenciye dönüştürmüştü,
tüm istasyonları, arabaları dolduruyor, demiryollarında işçilere doğrudan
saldırılar düzenliyor, demiryollarını mahvediyor, yiyecek kaynaklarını zorla çalıyordu.
Düşman, bize batıdan saldırdı ve Ukrayna’yı aldı. Kazaklar, Don nehri boyunca
ayaklandılar: Doğu’da Çekoslovaklar ve kuzeyde Archangel bizden alındı. Etrafımızdaki
çember giderek daralıyordu. Sonra Menşevikler, Sovyet iktidarının “can çekişen bedeni”
ile ilgili yazılar yazmaya başladılar. Sadece işçi sınıfının doğrudan
düşmanları değil, bazı işçi dostları da çıkış yolu olmadığını, kurtuluşun imkânsız
olduğunu düşündüler.
Devrim,
bu ölümcül tehlikeyle yüzleştiği anda, kurtulup kurtulamayacağı sorunuyla
boğuşmak zorunda kaldı. “Sosyalist Anavatan tehlikede” parolası, emekçi
kitlelerin en ileri unsurlarını ayağa kaldırdı. Bu, devrimin sınandığı bir andı.
Şimdi işçi devriminin sınavı geçtiğini güvenle söyleyebiliriz.
Peki
şimdi askerleri nereden bulacağız? Emperyalist savaştan bu yana henüz nefes alma
fırsatı bulamamış olan köylüleri işçi ordusuna nasıl katacağız? Halk, genel
seferberliği kabul edecek mi? Komuta kadrosunu nereden bulacağız? Eski subaylar,
yeni işçilere, Rusya’ya hizmet edecekler mi? Bu soruların her biri, sorunun
kaynağına da işaret ediyordu aslında. En baştan beri bu sorunların ağırlığı
altında ezilip durduk. Ama devrim, karamsarlara ve şüphecilere gülüp geçti;
Petrograd, Moskova ve diğer şehirlerin proletaryası içerisinde yer alan gençler,
mücadelenin Sovyet Cumhuriyeti’nin yaşamı ya da ölümü için olduğunu anladıkları
vakit, emekçi kitlelerin mizacında ve her şeyden önce kızıl bölüklerde
gerçekten harika bir dönüşümü gerçekleştirdiler.
Bu
değişime geçen yılın Ağustos ayında Kazan surlarının altında, daha
sonra güney cephesinde Voronej ve Balaşov yakınlarında ve başka yerlerde bizzat
şahit oldum. Düşmanın kalelerini o muhteşem darbesiyle ancak devrim
yıkabilirdi.
Ordumuzda
sıkı bir disiplin rejiminin tesis edilmiş olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Savaş
savaştır, ordu da ordu. Madem savaşmak zorundayız, o vakit galip gelmeliyiz,
zafer de demir disiplin olmadan imkânsızdır. Dünya emperyalist savaşından sonra
böylesi bir disiplin, ancak her bilinçli işçinin, köylünün ve Kızıl askerin
vicdanında derin bir ahlakî karşılık bulduğu için mümkün olabilmiştir. Çatışma,
İşçi ve Köylü Cumhuriyeti’nin varlığı adına devam etmektedir. Her bilinçli
asker, bunun kendi savaşı olduğunu, kaçakların ve rüşvetçilerin emekçi
kitlelerin genel refahına ihanet etmiş hainler olduklarını, en âdil olanın, bu
hainlere en ağır cezanın verilmesi olduğunu, bu cezayı asıl emekçi halkın
devrimci onurunun kestiğini hissediyor, anlıyor. Artık orduya güven, bir sorun
olmaktan çıkmıştır. Orduya güvensizlik duyulmasına neden olacak ajitasyon
çalışmaları ve tartışmalar yürütülüyorsa, bilinmelidir ki bu çabaların pratikte
hiçbir etkisi olmayacaktır. Partimizin yaklaşan konferansının, partinin en ileri
işçilerinin yardımıyla savaş içerisinde en hararetli dönemlerde edindiği
deneyimi ile uygulamaya konulan ve bu zamana kadar en iyi sonuçları ortaya
çıkartmış olan sistemi kendi otoritesiyle güçlendireceğinden hiç şüphem yok.
Cepheye
ne zaman gitsem, komünist komiserlerle el ele çalışan, karşılıklı güven ve
saygı ile sorumluluklarını yerine getiren yeni komutanlar gördüm. O dönemde
işçi köylü ailelerine ve onlara yakın kişilere eğitimler veren sayısız subay
kursu ve akademik subay grupları örgütlenmişti.
Ordunun
ihtiyaç duyduğu teçhizatı örgütleme işi de epey zor bir meseleydi, ama bugün bu
tür zorlukları aşabiliyoruz. Bu meseleler, çoğu vakit emekçi kitlelere tahsis
edilen arazi payları üzerinden aşılıyor ve bu durumu kimse tartışma gereği bile
duymuyor. Mesele, her bilinçli işçi için açıktır. Savaşın korkunç bir yoksulluk
demek olduğunu her işçi biliyor. Bunu midesinde hissediyor, çocuklarının
hayatında görüyor, ama savaşın bize işçi sınıfının düşmanları tarafından
dayatıldığını ve emperyalizmin toplarına ve mermilerine karşı konuşmalar ve
makalelerle kendimizi savunamayacağımızı o da biliyor.
Bu
nedenle her işçi, Menşeviklerin bize yaptığı, dürüstlükten uzak, esasen kalleşçe
olan “iç savaşı durdurun” çağrısını kendi zihninde tartıp değerlendiriyor.
Sovyet hükümeti, tüm ülkelerin hükümetlerine açıktan şunu beyan etti: “Barış
istiyoruz; büyük tavizler ve ağır kayıplar pahasına, bu barışı satın almaya
hazırız.” Bu doğrudan ve resmi olan teklifimize hiçbir cevap alamadık. Düşman, saldırılarına devam ederken ve emperyalist çeteler Petrograd’ı tehdit ederlerken,
Cizvit hainleri bize, “Silâhını bırak, iç savaşı durdur” diyorlar. Bunlar,
proletarya devriminin yüzleştiği ölümcül tehlike anında Sovyet hükümetinin “can
çekişen beden”i hakkında konuşup yazanlarla aynı kişilerdir.
Kızıl
Ordu’nun kuruluş yıldönümü, umut verici olarak adlandırılabilecek uluslararası
ve siyasi koşullara tanık olduğumuz bir döneme denk geliyor. Böylesi bir dönemde,
uluslararası durum dâhilinde bizim için en önemli faktör, Kızıl Ordu’muzdur. Kızıl
Ordu, on milyonlarca işçi ve köylünün kararlılıkla ve kahramanca bir yaklaşımla
sunduğu destekle var oluyor, savaşıyor, düşmanlarını kovalıyor, büyüyor, bir
oluyor.
Böyle
bir orduyu örgütleyen işçi sınıfı, mağlup edilemez.
Lev Trotskiy
8
Kasım 1919
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder