Nasyonal
Sosyalist İdeolojide Doğa
Yukarıda ana hatları ortaya konulan gerici ekolojik fikirler, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki merkezî figürlerin çoğu üzerinde güçlü ve kalıcı bir etki yarattı. Ne de olsa Weimar kültürü bu tür teorilerle dolup taşıyordu, ancak Naziler, onlara tuhaf bir renk kattılar. Bir tarihçinin tanımladığı gibi, Nasyonal Sosyalist “doğa dini”, ilkel cermenik doğa mistisizminin, sözde bilimsel ekolojinin, irrasyonalist anti-hümanizmin ve toprağa dönüş yoluyla ırksal kurtuluş mitolojisinin değişkenlik arz eden bir karışımıydı.
Baskın
temaları “doğal düzen”, organikçi bütüncüllük ve insanlığın aşağılanmasıydı:
“Yalnızca Hitler'in değil, çoğu Nazi ideologunun yazıları boyunca, insanların
doğa karşısında temelden aşağılandığını, bunun mantıkî sonucu olarak da insanın
doğaya hâkim olma çabalarına saldırıldığını görebiliriz.”[1] Bir Nazi
eğitimcisinden alıntı yapan aynı kaynak, şöyle devam ediyor: “Genel olarak
insan merkezli görüşlerin reddedilmesi gerekiyordu. Çünkü bu görüşler, doğanın sadece
insan için yaratıldığını varsayıyorlardı. Bu tavrı kesinlikle reddediyoruz.
Bizim doğa anlayışımıza göre, insan da diğer organizmalar gibi doğanın canlı
zincirinde bir halkadır.”[2]
Bu
tür argümanların çağdaş ekolojik söylem içinde geçerlilik kazanması, gerçekten
rahatsızlık vericidir: toplum-doğa uyumunun anahtarı, “doğanın süreçlerinin
ebedi yasalarını” (Hitler) tespit etmek ve toplumu bunlara karşılık gelecek
şekilde düzenlemektir. Führer, “doğanın sonsuz yasası karşısında insanlığın
çaresizliğini” vurgulamaya özellikle düşkündü. [3] Haeckel ve Monistleri
tekrarlayan Kavgam’da şu söyleniyordu:
“İnsanlar, doğanın demir
mantığına başkaldırmaya kalkıştıklarında, insan olarak varlıklarını borçlu
oldukları aynı ilkelerle çatışırlar. Doğaya karşı eylemleri kendi çöküşlerine
yol açmalıdır.”[4]
Bu
insanlık ve doğa görüşünün otoriter çıkarımları, Nazilerin bütünsellik ve
organikçilik vurgusu bağlamında daha da netleşir. 1934’te Reich Doğa Koruma
Ajansı müdürü Walter Schoenichen, biyoloji müfredatı için aşağıdaki hedefleri
belirliyordu: “Gençler, çok erken yaşlarda, 'organizma'nın yurttaşlık için
taşıdığı öneme, yani tüm parça ve organların hayatın tek ve yüce görevinin yararına
olacak şekilde koordineli kılınmasının önemin dair bir anlayış
geliştirmelidirler.”[5] Şimdilerde çok aşina olduğumuz şekilde, biyoloji
kavramlarının toplumsal olgulara doğrudan uyarlanması, yalnızca Nazi iktidarının
totaliter toplumsal düzenini değil, aynı zamanda Lebensraum’un (yaşam
alanının) yayılmacı politikasını da haklı çıkarmaya hizmet etmekteydi (Doğu
Avrupa’da Alman halkı için “yaşam alanının” fethedilmesi planlanmaktaydı).
Ayrıca bu ilişkilendirme çabası, çevresel saflık ve ırksal saflık arasındaki
bağlantıyı kuruyordu:
“Biyoloji eğitiminin iki
ana teması [Nazilere göre] bütüncül bir perspektiften neşet eder: doğanın
korunması ve öjeni. Doğayı birleşik bir bütün olarak görürseniz, öğrencilerde
otomatik olarak ekoloji ve çevreyi koruma duygusu gelişecektir. Aynı zamanda,
doğayı koruma konsepti, dikkatleri kentleşmiş ve ‘aşırı uygarlaşmış’ modern
insan ırkına yönlendirecektir.”[6]
Nasyonal
Sosyalist dünya görüşünün pek çok çeşidinde ekolojik temalar, geleneksel tarım
romantizmi ve kentsel uygarlığa düşmanlıkla bağlantılıydı ve hepsi de doğada
köklenme fikri etrafında dönüyordu. Bu kavramsal kümelenme, özellikle de
doğayla kopmuş olan o bağı kurma çabası, özellikle Heinrich Himmler, Alfred
Rosenberg ve Walther Darré olmak üzere, Nazi liderliğindeki neo-pagan unsurlarda
belirgin olan görüşü temel alıyordu. Rosenberg, Yirminci Yüzyılın Efsanesi isimli
önemli eserinde şunları yazıyordu:
“Bugün kırsal kesimden
şehre sürekli cereyan eden, Halk için ölümcül olan akışa tanıklık ediyoruz.
Şehirler daha da büyüyor, Halk ümitsizliğe sürükleniyor, insanlığı doğaya
bağlayan ipler kopuyor; bu akış, maceracıları ve her renkten vurguncuyu cezbediyor,
böylece ırkların karışma sürecini besliyor.”[7]
Bu
tür düşünceler, basit bir retorikten ibaret değildi; Nazi hiyerarşisinin en
tepesinde yer alan ve bugün geleneksel olarak ekolojik tutumlarla
ilişkilendirilen inançlarda ve uygulamalarda karşılık bulan düşüncelerdi bunlar.
Hitler ve Himmler, hem katı vejetaryenler hem de hayvanseverlerdi, doğa
mistisizmine ve homeopatik tedavilere ilgi duyuyorlardı, ayrıca deney için
hayvanların katledilmesine ve onlara yönelik zulme şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Himmler, SS taburlarına ilâç üretmek amacıyla deneysel organik çiftlikler bile
kurmuştu. Ayrıca Hitler, kimi noktalarda karşımıza çevreci bir ütopyacı olarak
çıkıyordu. Kömüre alternatif olarak çeşitli yenilenebilir enerji kaynaklarını
(çevreye uygun hidroelektrik ve çamurdan doğal gaz üretme gibi seçenekleri) yetkin
ve detaylı bir üslupla tartışan Hitler, gelecekte enerjinin “su, rüzgâr ve
gelgitler”den elde edileceğini söylüyordu.[8]
Nazi
liderleri, savaşın ortasında bile, kendileri için ırksal gençleşmenin temel bir
unsuru olan ekolojik ideallere bağlılıklarını sürdürdüler. Aralık 1942’de
Himmler, Polonya’nın yeni ilhak edilen bölgelerine atıfta bulunarak, “Doğu
Topraklarında Arazilerin İşlenmesi Üzerine” bir kararname yayınladı:
“Irkımıza mensup köylüler,
toprağın, bitkilerin ve hayvanların doğal güçlerini artırmak ve tüm doğanın
dengesini korumak için her zaman dikkatli bir şekilde çaba göstermişlerdir. Onlara
göre, ilahi yaratıya saygı, tüm kültürün ölçüsüdür. Bu nedenle, yeni Lebensräume
(yaşam alanları) yerleşimcilerimiz için bir anavatan olacaksa, doğaya uygun peyzajın
oluşturulabilmesi için onun planlı bir düzenlemeye tabi kılınması önemli bir
önkoşuldur. Peyzaj, Alman Halkını güçlendirecek üslerden biridir.”[9]
Bu
pasaj, klasik ekofaşist ideolojinin içerdiği neredeyse tüm mecazları özetliyor:
Lebensraum, Heimat (vatan), tarım kökenli mistisizm, Halkın
sağlığı, doğaya yakınlık ve doğaya saygı (açıkça toplumun yargılanacağı
standart olarak inşa edilmiştir), doğanın istikrarsız dengesi, toprağın ve onun
yaratıklarının dünyevi güçleri. Bu tür motifler Hitler, Himmler ya da Rosenberg’in
kişisel mizaçlarına uygun düşüncelerdi; Goebbels’le birlikte, Naziler
içerisinde ekolojik fikirlere en az sıcak kişi olan Göring bile, zaman zaman
kararlı bir korumacı gibi görünüyordu.[10] Ayrıca ilgili fikirlere yönelik
beğeni, partinin üst kademeleriyle de sınırlı değildi. Weimar döneminde öne
çıkan Naturschutz (doğa koruma) örgütünün üyelik listeleri üzerine
yapılan bir araştırma, 1939 yılına kadar bu korumacıların yüzde 60’ının Nazi
Partisi’ne katıldığını ortaya koydu (üyelerin yaklaşık yüzde 10’u yetişkin
erkekti, yüzde 25’i öğretmen ve avukattı).[11] Bu anlamda, çevrecilik ve
Nasyonal Sosyalizm arasındaki bağ çok güçlüydü.
İdeoloji
düzeyinde, ekolojik temalar, Alman faşizminde hayatî bir rol oynuyorlardı. Dolayısıyla
ekolojik temaları, Nazizmin gerçek karakteri olan devasa bir teknokratik-sanayici
güç olma vasfını gizlemek için zekice kullanılan basit birer propaganda aracı
olarak görmek hata olur. Almanya’daki şehircilik karşıtlığının ve tarım
romantizminin tarihi, bu görüşle çelişiyor:
“Önde gelen Nasyonal
Sosyalist ideologların çoğunun, herhangi bir içsel kanaat olmaksızın ve
yalnızca seçim ve propaganda amaçlarıyla, halkı kandırmak için, alaycı bir
şekilde tarım romantizmi ve şehir kültürüne düşmanlık sergilediklerini
varsaymaktan daha yanlış bir şey olamaz. [...] Gerçekte, önde gelen Nasyonal Sosyalist
ideologların çoğu, hiç şüphesiz, az ya da çok tarımsal romantizme ve şehircilik
karşıtlığına eğilimliydi ve ekonominin nispeten daha fazla tarım ağırlıklı
kılınmasının gerekli olduğuna dair fikre ikna olmuşlardı.”[12]
Ancak
soru şu: Naziler, on iki yıllık iktidarları boyunca çevre politikalarını
gerçekte ne ölçüde uyguladılar? Partideki “ekolojik” eğilimin, bugün büyük
ölçüde göz ardı edilmesine rağmen, partinin saltanatının çoğunda hatırı sayılır
bir başarı elde ettiğine dair güçlü kanıtlar var. NSAİP’nin bu “yeşil kanadı”,
her şeyden önce, faşist ekolojiyi pratikte şekillendiren dört figür olan
Walther Darré, Fritz Todt, Alwin Seifert ve Rudolf Hess tarafından temsil ediliyordu.
Resmi
Doktrin Olarak Kan ve Toprak
1930’da
Richard Walther Darré, “Kan ve toprağın birliği yeniden sağlanmalıdır” diyordu.[13]
Bu ünlü ifade, “kan” (ırk veya Volk) ile “toprak” (vatan ve doğal çevre)
arasındaki yarı-mistik bağın tesis edilmesi üzerinde duruyordu. Söz konusu
anlayış, Cermen halklarına özgüydü ve örneğin Keltler ve Slavlar arasında yoktu.
Blut und Boden (“kan ve toprak”) meraklıları için, Yahudiler özellikle
köksüz, gezgin, toprakla kurulan her türden gerçek ilişkiden mahrum kalmış,
aciz insanlardı. Başka bir deyişle, Alman kanı, kutsal Alman toprağı üzerinde
özel bir hak iddiası doğuruyordu. “Kan ve toprak”, en azından Wilhelm
döneminden beri Halkçı (völkisch) çevrelerinin dilinde olan bir ifade
iken, onu önce bir slogan olarak popülerleştiren ve ardından Nazi düşüncesinin
yol gösterici ilkesi olarak kutsallaştıran, Darré oldu. Darré, Arndt ve Riehl’e
geri dönerek, ırkın sağlığını ve ekolojik sürdürülebilirliği sağlamak için
yeniden canlandırılmış, çiftçilere has köylülüğü esas alan, Almanya ve Avrupa’nın
kapsamlı bir biçimde kırsallaşmasını öngörüyordu.
Darré,
partinin önde gelen “ırk teorisyenlerinden” biriydi ve aynı zamanda otuzların başlarındaki
kritik dönemde köylülerin Nazilere destek vermesini sağlayan isimdi. 1933’ten
1942’ye kadar Nazi iktidarında Köylü Lideri ve Tarım Bakanı görevlerinde
bulundu. Bu, küçük bir derebeylik değildi; tarım bakanlığı, savaşta bile
sayısız Nazi bakanlığının dördüncü en büyük bütçesine sahipti. [14] Bu
pozisyondan Darré, çeşitli ekolojik yönelimli girişimlere hayatî destek sunma
imkânı buldu. Nasyonal Sosyalizmdeki belirsiz ilk-çevreci eğilimleri
birleştirmede önemli bir rol oynadı:
“Nazi seçkinlerindeki
uygarlık karşıtı, liberalizm karşıtı, modernlik karşıtı ve gizli şehir karşıtı
duyguları köy kökenli mistisizm üzerinden inşa eden, Darré'ydi. Görebildiğimiz
kadarıyla, Darré'nin Nasyonal Sosyalizm ideolojisi üzerinde muazzam bir etkisi
vardı. Nazi ideolojisi içerisinde yer alan tarım toplumuna dayalı değerler
sistemini oluşturan, bu tarım modelini meşrulaştırıp, Nazi politikasına
tarımsal faaliyeti birçok alanda yeniden hâkim kılma hedefini kazandıran oydu.”[15]
Bu
hedef, yalnızca Lebensraum adına emperyalist yayılmayla oldukça uyumlu
olmakla kalmayan, aynı zamanda bu yayılmaya ana gerekçeyi, hatta motivasyon kaynağını
temin eden bir hedefti. Organizmaya dair biyolojiden beslenen mecazlarla örülü
bir dile başvuran Darré, şunları söylüyordu:
“Kan ve Toprak anlayışı
bize, Halkımızın bedeni ile jeopolitik dünya arasında bir uyum sağlamak için
Doğu’da gerektiği kadar toprağı ele geçirme konusunda gerekli ahlakî meşruiyet
ve haklılık zeminini temin ediyor.”[16]
Doğu
Avrupa’nın sömürgeleştirilmesi işlemine yeşil bir gömlek giydiren, bu faaliyeti
çevrecilik ambalajına saran Darré, Nazi iktidarının tarım politikasının temelini
teşkil edecek çevreye duyarlı ilkeleri uygulamaya çalıştı. En üretken
evrelerinde bile, bu ilkeler, Nazi doktrininin simgesi olarak kaldılar. 1934'te
ikinci Alman Çiftçiler Kongresi’nde (tarım sektörünün verimliliğini artırmaya
yönelik bir plan olan) “Üretim Savaşı” planı ilân edildiğinde, programın ilk maddesi
“Toprağı sağlıklı tutun!” olarak belirlenmişti. Ancak Darré'nin getirdiği en
önemli yenilik, önemli ölçüde “lebensgesetzliche Landbauweise” olarak adlandırılan
ve “yaşamın yasalarına göre çiftçilik” yapan büyük ölçekli organik tarım
yöntemleriydi. Terim, bu kadar çok gerici ekolojik düşüncenin altında yatan
doğal düzen ideolojisine bir kez daha işaret ediyordu. Bu benzeri görülmemiş
önlemlerin ardındaki itici gücü ise, Rudolf Steiner’in (“doğru eğitim ve
kişisel disiplinle insanın manevi dünya deneyimine sahip olabileceğini savunan
inanç sistemi” anlamında) antroposofi anlayışı ve biyodinamik yetiştirme
teknikleri temin etti.[17]
Organik
tarımı kurumsallaştırma kampanyası, Almanya genelinde on binlerce küçük mülkü
ve malikâneyi kapsıyordu. Başta Backe ve Göring olmak üzere, Nazi
hiyerarşisinin diğer üyelerinden hatırı sayılır bir direnişle karşılaştı. Ancak
Darré, Hess ve diğerlerinin yardımıyla, (çevreci eğilimleriyle pek ilgisi
olmayan bir gelişme dâhilinde) 1942'deki zorunlu istifasına kadar politikayı
sürdürebildi. Ayrıca bu çabalar, hiçbir şekilde sadece Darré'nin kişisel tercihlerini
temsil etmiyordu; Alman tarım politikasının standart tarihinin işaret ettiği
gibi, Hitler ve Himmler, “bu fikirlere tamamen sempati duyuyorlardı.”[18] Ekolojik
açıdan sağlam tarım yöntemleri ve arazi kullanım planlaması için o güne dek hiçbir
devletin vermediği desteği Alman devletinin vermesini sağlayan şeyse, büyük
ölçüde Darré’nin Nazi aygıtındaki nüfuzuydu.
Bu
gibi sebeplere bağlı olarak Darré, bazen günümüzdeki çevreci hareketin öncüsü
olarak kabul edilir. Aslında biyografisini yazan kişi, bir keresinde ondan
“Yeşillerin babası” olarak söz etmişti.[19] Darré hakkında hem Almanca hem de
İngilizcede kaleme alınmış en iyi kaynağın yazarı olarak Anna Bramwell, Blood
and Soil [“Kan ve Toprak”] isimli kitabında Darré’nin düşüncesindeki tehlikeli
faşist unsurları sürekli olarak önemsiz şeylermiş gibi takdim ediyor, öte
yandan, onu yanlış yola sapmış bir tarım radikali olarak tasvir ediyor. Darré
konusunda verilen bu hüküm, ciddi ölçüde hatalı ve bu hata, esasen “ekoloji”nin
yarattığı haleye kapılmış olmanın yol açtığı kafa karışıklığının bir sonucu.
Darré'nin
yirmili yılların başına kadar yayımlanmış yazıları bile onu, özellikle kaba ve
nefret dolu bir antisemitizme eğilimli, aşırı ırkçı ve şoven bir ideolog olarak
suçlamak için yeterli kanıt sunuyor (Yahudilerden açıkça “yabancı otlar” olarak
bahsediyor). On yıl boyunca Nazi devletine sadık bir hizmetkâr olarak hizmet eden
Darré, aynı zamanda o devletin mimarlarından biri. Dolayısıyla onu Hitler’in deliliğinin
eseri olan politik davaya bağlı bir isim olarak görmek gerekiyor. Hatta bir değerlendirmeye
göre, Hitler ve Himmler’i Yahudileri ve Slavları yok etmenin gerekliliğine ikna
eden, Darré.[20] Bu anlamda, onun fikriyatındaki ekolojik boyutu, Nazilerin
teşkil ettiği genel çerçeveden ayıramayız. Darré, Nasyonal Sosyalizmin “kurtarıcı”
yönlerini somutlaştırmak şöyle dursun, iktidardaki ekofaşizmin meşum hayaletini
temsil ediyor.
Ekofaşist
Programın Uygulanması
Nazi
ideolojisi ve politikasındaki tarımsal ve romantik boyutun, Nazi iktidarının hızlı
modernleşmesinin teknokratik-sanayici hamlesiyle tam bir çelişki içinde olmasa
da, sürekli bir gerilim içinde olduğuna sıklıkla işaret edilir. Ama bu tespiti
yapanlar, şu hususun üzerinde pek durmazlar: Söz konusu modernleştirici
eğilimler bile önemli bir ekolojik bileşene sahiptirler.
Yoğun
sanayileşme sürecinin orta yerinde çevreciliğin muhafaza edilmesi işini ise Silâhlanma
ve Mühimmat Bakanı Fritz Todt ve yardımcısı, üst düzey planlamacı ve mühendis
Alwin Seifert üstlendi.
Todt,
teknolojik ve endüstriyel politika sorunlarından doğrudan sorumlu olan “en
etkili Nasyonal Sosyalistlerden biriydi.”[21] 1942’de öldüğünde, yarı resmi bir
teşkilât olan Todt Teşkilâtı’na liderlik ediyor, ayrıca bakanlar kurulunda üç
farklı bakanlığın başında bulunuyordu. “Nazi iktidarının yürüttüğü temel kimi
teknik görevleri bizzat yürüttü.”[22] Halefi Albert Speer’e göre, Todt “doğayı
severdi” ve “Obersalzberg çevresindeki araziyi yağmalamasına karşı çıkarak
Bormann’la birkaç kez ciddi sorunlar yaşadı.”[23] Başka bir kaynak, onu basitçe
“bir ekolojist” olarak adlandırıyor.[24] Sahip olduğu itibarını ise temelde bu
yüzyılda üstlenilen en büyük inşaat girişimlerinden biri olan otoban inşaatını
mümkün olduğunca çevreye duyarlı hâle getirme çabalarına borçlu.
Alman
mühendisliğinin önde gelen tarihçisi, bu bağlılığı şöyle tanımlıyor: “Todt,
tamamlanacak teknoloji çalışmasının doğa ve manzara ile bir uyumlu olmasını
istiyordu, bu anlamda o, hem modern ekolojik mühendislik ilkelerini hem de Halkçılık
ideolojisinden kök alan, kendi çağının 'organolojik' ilkelerini de uygulamaya
koyuyordu.”[25] İnşaat işine yönelik bu yaklaşım, belirgin bir ekolojik boyut
içeriyordu. Ama burada estetik gerekçelerle doğal çevreye uyum meselesini aşan
bir taraf söz konusuydu. Todt, ayrıca sulak alanlara, ormanlara ve ekolojik
olarak hassas alanlara saygı gösterilmesi için katı kriterler belirlemişti. Ama
tıpkı Arndt, Riehl ve Darré'de olduğu gibi, bu çevreci kaygılar, halkçı-milliyetçi
bakış açısıyla alakalıydı. Todt, bu bağı kısa ve öz bir şekilde ifade ediyordu:
“Alman otoyol inşaatının nihai amacı, sadece ulaşım amaçlarının yerine
getirilmesi değildir. Alman otoyolu, çevresindeki manzaranın ve Almanya’nın
özünün bir ifadesi olmalıdır.”[26]
Todt’un
çevre konularında danıştığı isim Alwin Seifert’ti. Todt, bu yardımcısını “bağnaz
bir ekolojist” olarak nitelendiriyordu.[27] Seifert, Almanya Peyzaj Müşaviri
resmi unvanını taşıyordu, ancak parti içindeki takma adı “Bay Toprak Baba” idi.
İsminin hakkını veren Seifert, “teknolojiden doğaya tam bir dönüşüm”[28] hayali
kuruyor, Alman doğasının harikaları ve “insanlığın” dikkatsizliğinin trajedisi
hakkında sık sık şiirler kaleme alıyordu. 1934 gibi erken bir tarihte Hess’e su
sorunlarına dikkat edilmesini söyledi ve “doğaya uyumlu çalışma yöntemleri”nin
geliştirilmesini istedi.[29] Resmi görevlerini yerine getirirken Seifert, bir
yandan vahşi yaşamın önemi üzerinde duruyor, bir yandan da tek tip ürün
üretimine ve sulak alanlardan su çekilmesine ve kimyasal tarıma güçlü bir
biçimde karşı çıkıyordu. Hatta Seifert, Darré'yi fazla ılımlı olmakla eleştiriyor,
“sermayeden bağımsız olan, köylülere has, doğal ve basit çiftçilik yöntemini
öne çıkartan bir tarım devrimi”nin gerçekleştirilmesini istiyordu.[30]
Nazi
iktidarının uyguladığı teknoloji politikasının bu gibi isimlere emanet
edilmesiyle, Nazilerin devasa endüstriyel birikimi bile belirgin bir şekilde
yeşil bir renk aldı. Partinin felsefî arka planında doğanın öne çıkması sayesinde,
kimi radikal girişimler, genellikle Nazi devletinin en yüksek makamlarında
sempatiyle karşılandı. Otuzların ortalarında Todt ve Seifert, “tüm yaşamın bu
yeri doldurulamaz temelinin sürekli kaybını önlemek adına” Toprak Ana'nın
Korunması için gerekli her şeyi kapsayan bir kanunun çıkartılması için yoğun
bir çaba ortaya koydu.[31] Seifert’e göre, bir bakanlık dışında tüm bakanlıklar
işbirliği yapmaya hazırdı; sadece ekonomi bakanı, madencilik sahası üzerindeki
nüfuzuna bağlı olarak, tasarıya karşı çıkıyordu.
Fakat
gelgelelim, NSAİP’nin “yeşil kanadına” parti hiyerarşisinin en tepesinde
güvenli bir alan sağlayan Reich Şansölyesi Rudolf Hess’in desteği olmasaydı,
çevreciler, böylesi kanunların tasarı hâline geldiğine bile tanık olamazlardı.
Hess, Nasyonal Sosyalist rejimin karmaşık hükümet mekanizması içerisinde
belirli bir güce ve önemli bir yere sahipti. Partiye 1920 yılında 16. üye
olarak katılmış olan Hess, yirmi yıl boyunca Hitler’e sadık kalmış ve ona kişisel
olarak hep yardımcı olmuş bir arkadaşıydı. “Hitler'in en yakın sırdaşı”[32]
olarak bilinen Hess’i Hitler, “en yakın danışmanı” olarak görüyordu.[33] Hess, partinin
en tepesindeki lider ve Göring’den sonra Hitler’in yerini alacak ikinci isim
olmanın yanında, tüm yasaların ve her türden kararnamenin yürürlüğe girmeden
önce imzasından geçmesi gereken kişiydi.
Steinerciliğe
sıkı sıkıya bağlı bir doğa âşığı olarak Hess, insan biyodinamiğini esas alan
bir yeme rejimini takıntılı bir biçimde uyguluyordu. Hitler’in uyduğu o katı
vejetaryen standartlar bile onun için yeterince iyi değildi. Ayrıca Hess, “çivi
çiviyi söker” mantığı uyarınca hastaya onu hasta eden şeyden az miktarda
verilmesini öngören homeopati tedavisi için kullanılan ilâçları kullanmayı
tercih ediyordu. Darré’yi Hitler'e tanıtan ve böylece “yeşil kanat”ın ilk güç
üssünü güvence altına alan, Hess oldu. Organik tarımın Darré’den daha inatçı
bir savunucusuydu ve Darré’yi yaşamın yasalarına göre çiftçilik (lebensgesetzliche
Landbauweise) fikrini desteklemek için daha açıklayıcı adımlar atmaya
zorladı.[34] Başında bulunduğu makam aynı zamanda, Seifert’in ekolojik
yaklaşımını paylaşan bir dizi uzmanı istihdam ederek, Almanya genelinde arazi
kullanım planlaması işinin tüm sorumluluğunu doğrudan üstlenmişti.[35]
Hess’in
coşkulu desteğiyle “yeşil kanat”, en önemli başarılarını elde etmeyi başardı.
Mart 1933 gibi erken bir tarihte, ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde çok
çeşitli çevreci kanunlar onaylandı ve uygulandı. Ağaçlandırma programlarını,
hayvan ve bitki türlerini koruyan kanun tasarılarını ve endüstriyel gelişmeyi
engelleyen korumacı kararnameleri içeren bu önlemler, kuşkusuz “o dönemde
dünyanın en ilericileri arasındaydı”.[36] Planlama yönetmelikleri, vahşi yaşam
habitatının korunması için tasarlandı ve aynı zamanda kutsal Alman ormanına
saygı gösterilmesini talep etti. Nazi devleti, ayrıca Avrupa’daki ilk doğa
koruma alanlarını da oluşturdu.
Darré’nin
tarımı ekonomide başat kılma ve organik tarımı destekleme çabalarının yanı sıra
Todt ve Seifert’in çevreye duyarlı arazi kullanımını esas alan planı ve sanayi
politikasını kurumsallaştırma girişimleriyle birlikte, Nazi ekolojistlerinin en
büyük başarısı, 1935’teki Reichsnaturschutzgesetz’di (“Alman Doğa Koruma
Kanunu”). Bu tamamen benzeri görülmemiş “doğa koruma kanunu”, Alman İmparatorluğu
genelinde flora, fauna ve “doğal anıtlar”ın korunmasına yönelik yönergeler
oluşturmakla kalmadı; ayrıca kalan vahşi alanlara ticari erişimi de kısıtladı.
Ek olarak, kapsamlı yönetmelik, “tüm ülkeden, eyaletlerden ve kentlerden
sorumlu kişilerin kırsal kesimde köklü değişiklikler yaratacak herhangi bir
önlem almadan önce Naturschutz (“doğa koruma”) yetkilileriyle zamanında
görüşmesini gerekli kılıyordu.”[37]
Mevzuatın
etkinliği sorgulanabilir olsa da, geleneksel Alman çevreciler, onun geçişinden
çok memnun kaldılar. Walter Schoenichen, bunu “Halkçı-romantik taleplerin
yerine getirilmesi” olduğunu söyledi.[38] Schoenichen’in halefi, Almanya Doğa
Koruma Ajansı başkanı Hans Klose, Nazi çevre politikasını Almanya’da “doğa
korumanın en yüksek noktası” olarak nitelendirdi. Belki de bu önlemlerin en
büyük başarısı, “Alman Naturschutz’un fikri açıdan yeniden düzenlenmesini” ve
ana akım çevreciliğin Nazi girişimine entegrasyonunu kolaylaştırmaktı.[39]
“Yeşil
kanadın” başarıları, ürkütücü olsa da abartılmamalı. Ekolojik girişimler,
elbette, parti içinde genel manada o kadar da popüler değildi. Örneğin
Goebbels, Bormann ve Heydrich, bu tür girişimlere karşıydı, hatta Darré, Hess
ve arkadaşlarını güvenilmez hayalperestler, eksantrikler veya salt güvenlik
riski olarak görüyordu. Güvenlik riskiyle ilgili şüpheyi, bir bakıma Hess, 1941
yılında İngiltere'ye kaçarak haklı çıkartmış oldu. O günden sonra çevreci
eğilim, büyük ölçüde ezildi. Todt, Şubat 1942’de bir uçak kazasında öldü ve
kısa bir süre sonra Darré, tüm görevlerinden alındı. Nazi yangınının son üç
yılında “yeşil kanat” aktif bir rol oynamadı. Ancak o zaten çalışmalarıyla uzun
zaman önce silinmez bir iz bırakmıştı bile.
Faşist
Ekoloji
Bu
ürkütücü ve rahatsız edici analizi daha makbul kılmak adına, insan, bazen en
fazla kınanması gereken politik girişimlerin bile kimi vakit övgüye değer
sonuçlar ürettiğine dair tümüyle yanlış bir çıkarıma ulaşmanın cazibesine kapılabilir.
Fakat bu anlattığım süreç, başka türde bir ders sunmaktadır: En övgüye değer
sebepler bile saptırılabilir ve vahşetin hizmetinde araçsallaştırılabilir.
Nazi
partisinin “yeşil kanadı”, bir grup masum, kafası karışmış ve parti içerisinde
bir biçimde kullanılmış bir avuç reformcu değildi. Bu insanlar, açıkça insanlık
dışı olan ırkçı şiddete, kitlesel siyasi baskıya ve dünya çapındaki askerî
tahakküme adanmış aşağılık bir programın bilinçli destekçileri ve
uygulayıcılarıydı. “Ekolojik” katılımları, bu temel vaatleri dengelemek şöyle
dursun, onları derinleştirip radikalleştirdi. Neticede uygulamaya konulan çevre
politikaları, esasen örgütlü bir biçimde yürütülmüş olan o kitlesel katliamlardan
doğrudan ve büyük ölçüde sorumluydu.
Nazi
projesinin hiçbir yönü, soykırımdaki etkisi incelenmeden tam olarak
anlaşılamaz. Burada da ekolojik argümanlar, kötü bir rol oynadılar. “Yeşil
kanat”, yalnızca geleneksel gerici ekolojinin iyimser antisemitizmini
yenilemekle kalmadı; organik dokunulmazlık ve siyasi intikamla ilgili korkunç
ırkçı fantezilerin pıtrak gibi çoğaldığı süreci hızlandırdı. Anti-hümanist
dogmanın doğal “saflığın” fetişleştirilmesi fikriyle birleşmesi, Nazi
iktidarının en iğrenç suçları için yalnızca bir gerekçe sunmakla kalmadı, aynı
zamanda bu suçları teşvik etti. Sinsi çekiciliği, daha önce kullanılmayan
öldürücü enerjileri açığa çıkarttı. Son olarak, çevresel yıkıma dönük toplumsal
analizin yerini mistik ekoloji aldı ve bu anlayış, nihai çözümün ayrılmaz bir parçası
olarak iş gördü:
“Alman halkının doğayla
olan bağını sorgulamadan kırsalın yıkımını ve çevresel tahribatı açıklamak,
ancak çevresel tahribatı toplumsal bir bağlamda analiz etmeyip, onları çatışan
toplumsal çıkarların bir ifadesi olarak görmeyi reddedenlerin düşebileceği bir
yanılgıdır. Bu yanılgıya düşülmeseydi ve gerekli sorgulamayı esas alan açıklama
yapabilseydi, Nasyonal Sosyalizm, bu tür güçlere karşı bağışık olmadığı için illaki
eleştiriye tabi tutulacaktı. Naziler tek çözümü, bu tür çevresel sorunları
diğer ırkların yıkıcı etkisiyle ilişkilendirmekte buldular. Nasyonal Sosyalizm,
Alman halkının doğuştan gelen doğa anlayışının ve duygusunun kendini
göstermesine izin vermek ve böylece gelecek için doğaya yakın duran, onunla
uyumlu bir yaşamı güvence altına almak için diğer ırkların ortadan kaldırılma
çabası içerisindeydi.”[40]
İktidardaki
ekofaşizmin gerçek mirası şudur: “çevre koruma kisvesi altında bir gereklilik hâline
gelen soykırım.”[41]
* * *
Alman
faşizminin “yeşil kanadı”nın ortaya koyduğu deneyim, ekolojinin politik açıdan
değişkenlik arz ettiği konusunda her zaman tetikte olmamızı söyleyen bir andaç
niteliğindedir. Bu deneyim, ekolojik meseleler ile sağcı politikalar arasında
doğal veya kaçınılmaz bir bağın bulunduğuna tabii ki işaret etmez; Burada
incelenen gerici geleneğin yanı sıra, başka yerlerde olduğu gibi Almanya’da da
sol-liberter ekoloji, aynı ölçüde önemli bir miras ortaya koymayı bilmiştir.[42]
Ama gene de burada genel bir hattın oluştuğunu söylemek mümkündür:
“İnsanoğlunun doğa
üzerindeki hâkimiyetinin artmasıyla ortaya çıkan sorunlar, çok farklı
ideolojileri benimsemiş insanlarca giderek daha fazla dert ediniliyor olsa da ‘doğadan
yana düzen’ fikrini en tutarlı şekilde savunup, bu fikri politik düzlemde
somutlamak, radikal sağa düşmüştür.”[43]
“Doğadan
yana düzen” fikri, çevreciliğin yalnızca muhafazakâr, hatta güya politika dışı
tezahürlerini doğrudan her türden faşist eğilime bağlayan ortak bağdır.
Tarihsel
kayıtlar, kuşkusuz, “toplumu doğaya göre reforme etmek isteyenlerin ne sağcı ne
de solcu, sadece zihni ekolojiyle şekillenmiş kişiler” olduğuna dair iddianın
boş ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.[44] Çevreyle alakalı konu başlıkları,
hem sağın hem de olsun çıkış noktası olabilir, gerçekte ise bu konu
başlıklarının belirli bir politik değere sahip olabilmeleri için açık bir toplumsal
bağlama ihtiyaç vardır. “Ekoloji”, tek başına bir politika önermez; politik bir
anlam elde edebilmesi için ekoloji yorumlanmalı, bazı toplum teorileri dolayımı
ile ele alınmalıdır. Toplumsal olan ile ekolojik olan arasındaki bu karşılıklı
ve dolayımlı ilişkiyi önemsememek, gerici ekolojinin ayırt edici özelliğidir.
Yukarıda
belirtildiği gibi, bu önemsememe hâli, en yaygın olarak “toplumu doğaya göre
reforme etme”, yani “doğal düzen” veya “doğal kanun”un bir versiyonunu formüle
etme, insan ihtiyaçlarını ve eylemlerini ona tabi kılma çağrısı biçimini alır.
Sonuç olarak, insanların çevreleriyle ilişkilerini oluşturan ve şekillendiren
temel toplumsal süreçler ve yapılar incelenmeden bırakılır. Bu türden bir kastî
cehalet, doğayla ilgili tüm anlayışların toplumsal olarak nasıl üretildiği
gerçeğini gizler ve aynı zamanda onlara görünüşte “doğal olarak emredilmiş” bir
statü sağlar, bir yandan da iktidar yapılarını sorgulama gereği duymaz. Bu
nedenle, toplum-doğa diyalektiğindeki karmaşıklık bir kenara atılıp, sadece o saf
Birlik anlayışına iman edildiği için, açık fikirli bir toplumsal-ekolojik
araştırma sürecinin yerini, ekolojiyi mistisizme mahkûm eden anlayış alır ve bu
anlayış, korkunç politik sonuçlara yol açar. İdeolojik anlam yüklenmiş “doğal
düzen” anlayışı, uzlaşmaya asla yer bırakmaz ve mutlak, tartışılmaz iddialar
dillendirmekle yetinir.
Tüm
bu nedenlerle, bugün Yeşillerin önemli bir kısmı tarafından ileri sürülen, “Ne
sağdayız, ne soldayız, öndeyiz” sloganı, tarihsel olarak çocukça, politik
açıdan da tehlikeli bir slogandır.
Bu
bağlamda, özgürleştirici bir ekolojik politika oluşturulmalıdır ve böylesi bir
proje, klasik ekofaşizmin mirasına ve günümüz çevre söylemiyle kavramsal
sürekliliklerine dair keskin bir farkındalık ve anlayışa ihtiyaç duymaktadır.
Önem arz eden toplum düzlemini görmeyen ve sadece açılacak ekolojik yola
kilitlenen anlayış, tehlikeli sonuçlara yol açabilecek ölçüde dengesizdir.
Faşist ekolojinin sicili, doğru koşullar altında böyle bir yönelimin hızla
barbarlığa yol açabileceğini ortaya koymaktadır.
Peter
Staudenmaier
22 Aralık 2010
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Robert Pois, National Socialism and the Religion of
Nature, Londra, 1985, s. 40.
[2] A.g.e., s. 42–43. Alıntı şu
çalışmadan: George Mosse, Nazi Culture, New
York, 1965, s. 87.
[3] Hitler, aktaran: Henry Picker, Hitlers Tischgespräche im Führerhauptquartier 1941–1942, Stuttgart,
1963, s. 151.
[4] Adolf Hitler, Mein Kampf, Münih, 1935, s. 314.
[5] Akt.: Gert Gröning ve Joachim
Wolschke-Bulmahn, “Politics, planning and the protection of nature: political
abuse of early ecological ideas in Germany, 1933–1945”, Planning Perspectives 2 (1987), s. 129.
[6] Änne Bäumer, NS-Biologie, Stuttgart, 1990, s. 198.
[7] Alfred Rosenberg, Der Mythus des 20. Jahrhunderts, Münih, 1938, s. 550.
Rosenberg, en azından başlarda, Nazi hareketinin baş ideologuydu.
[8] Picker, Hitlers
Tischgespräche, s. 139–140.
[9] Akt.: Heinz Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft und Agrarpolitik im deutschen
Sprachgebiet, Band II, Münih, 1958, s. 266.
[10] Bkz.: Dominick, The Environmental Movement in Germany, s. 107.
[11] A.g.e., s. 113.
[12] Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, s. 334. Ernst Nolte şu çalışmasında aynı
şeyi söylüyor: Three Faces of Fascism, New
York, 1966, s. 407–408, ama çeviride bazı hususların atlandığı görülüyor. Ayrıca
bkz.: Norbert Frei, National Socialist Rule in Germany, Oxford,
1993, s. 56: “Yüzlerin toprağa çevrilmesi, bir seçim taktiği değildi. Bu
değişim, Nasyonal Sosyalizmin temel ideolojik unsurlarından biriydi.”
[13] R. Walther Darré, Um Blut und Boden: Reden und Aufsätze, Münih, 1939, s.
28. Alıntının kaynağı 1930 tarihli, “Nordik Irkın Hayatının Temelleri Olarak
Kan ve Toprak” başlıklı konuşma.
[14] Bramwell, Ecology in the 20th Century,
s. 203. Ayrıca bkz.: Frei, National Socialist Rule in Germany, s. 57. Burada, Darré’nin
tarım politikası üzerindeki kontrolünün Nazi sistemi içerisinde kendisine
kimsede olmayan özel ve güçlü bir konum bahşettiğinden söz ediliyor.
[15] Bergmann, Agrarromantik und
Großstadtfeindschaft, s. 312.
[16]
A.g.e., s. 308.
[17] Steinerci fikirlerin Darré
üzerindeki biçimsel etkisi konusunda bkz.: Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, s. 269–271 ve
Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 200–206.
[18] Haushofer, Ideengeschichte
der Agrarwirtschaft, s. 271.
[19] Anna Bramwell, “Darré. Was This Man
‘Father of the Greens’?” History Today, Eylül
1984, Cilt. 34, s. 7–13. Bu berbat makale, Darré’yi Hitler karşıtı bir kahraman
olarak göstermeye yönelik, tarihi tahrif eden bir makale dizisinin içerisinde
yer alıyor. Makale, hem saçma hem de mide bulandırıcı.
[20] Roger Manvell ve Heinrich Fraenkel, Hess: A Biography, Londra, 1971, s. 34.
[21] Franz Neumann, Behemoth. The Structure and Practice of National Socialism
1933–1944, New York, 1944, s. 378.
[22] Albert Speer, Inside the Third Reich, New York, 1970, s. 263.
[23] A.g.e., s. 261.
[24] Bramwell, Ecology in the 20th Century,
s. 197.
[25] Karl-Heinz Ludwig, Technik und Ingenieure im Dritten Reich, Düsseldorf,
1974, s. 337.
[26] Aktaran: Rolf Peter Sieferle, Fortschrittsfeinde? Opposition gegen Technik und Industrie von der
Romantik bis zur Gegenwart, Münih, 1984, s. 220. Todt da Darré ve
Hess gibi Nazi idi; Antisemitist politikalara bağlılığının kapsamı ve ölçüsü
konusunda bkz.: Alan Beyerchen, Scientists Under
Hitler, New Haven, 1977, s. 66–68 ve 289.
[27] Bramwell, Blood and Soil, s. 173.
[28]
Alwin Seifert, Im Zeitalter des
Lebendigen, Dresden, 1941, s. 13. Kitabın yayınlandığı tarih
dikkate alındığında ismi (“Yaşama Çağında”) pek uygun değil.
[29] Alwin Seifert, Ein Leben für die Landschaft, Düsseldorf, 1962, s.
100.
[30] Bramwell, Ecology in the 20th Century,
s. 198. Bramwell, çalışmasında Darré’nin makalelerini alıntının
kaynağı olarak gösteriyor.
[31] Seifert, Ein
Leben für die Landschaft, s. 90.
[32] William Shirer, Berlin Diary, New York, 1941, s. 19. Shirer ayrıca Hitler’in
Hess’in “hami”si olduğunu (s. 588), “dünyada tümüyle güvendiği tek insan”
olduğunu (s. 587), ama öte yandan Darré ve Todt’un mevcut duruşuna da onay
verdiğini (s. 590) söylüyor.
[33] Aktaran: Manvell ve Fraenkel, Hess, s. 80. Çevreci hizbin kaleme aldığı mevzuatı
onaylayan Hitler, Todt ve Hess için “sadece ikisine gerçekten ve samimiyetle
bağlıyım” diyordu (Hess,
s. 132).
[34] Bkz.: Haushofer, Ideengeschichte
der Agrarwirtschaft, s. 270, ve Bramwell, Ecology in the 20th Century,
s. 201.
[35] A.g.e., s. 197–200. Todt’un
çalışmalarının önemli bir kısmı da Hess’e bağlı olarak yürütülüyordu.
[36] Raymond Dominick, “The Nazis and the
Nature Conservationists”, The Historian
Cilt. XLIX Sayı. 4 (Ağustos 1987) s. 534.
[37] A.g.e., s. 536.
[38] Hermand, Grüne
Utopien in Deutschland, s. 114.
[39] Dominick, “The Nazis and the Nature
Conservationists”, s. 529.
[40] Gröning ve Wolschke-Bulmahn,
“Politics, planning and the protection of nature”, s. 137.
[41] A.g.e., s. 138.
[42] Linse’nin Ökopax und Anarchie isimli
çalışmalarına benzer çalışmalar, Almanya’da ekoanarşizmin tarihi konusunda
detaylı bir değerlendirme sunuyor.
[43] Pois, National
Socialism and the Religion of Nature, s. 27.
[44] Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 48.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder