Sol Melankoliyi Aşmak: Militan Yol Üzerine Düşünceler
Yenilgiyi
Politikleştirmek
Faaliyetlerine
yetmişlerin sonlarında başlamış, “seksenlerin o büyük kâbusu”nda (François
Cusset)[1] yirmilerinde olan tüm radikal isimler ve komünist
solcular gibi beni de yenilgiler eğitti. Ben de o insanlar gibi gerekli eğitimi,
yaşanan yenilgilerin içerisinde aldım.
Ama bu süreç, hiç de düz ve
homojen bir seyir izlemedi. Albaylar Cuntası’nın (1967-1974) yıkılmasını takip
eden on ilâ on beş yıllık dönem içerisinde Yunanistan’da politik alan, dönemi
Fransa ve İtalya gibi ülkelerden farklı tecrübe etti. (Bu noktada Kuzey Avrupa
ülkelerinden hiç bahsetmiyorum bile.)
Yetmişli yıllar, toplumun belirli
kesimlerinde, özellikle gençlik nezdinde öfori ve sol radikalleşme yılları
olarak yaşandı. Bu dalga, takip eden on yıllık dönem
içerisinde Yunanistan’da sosyalistlerin (Ekim 1981’de) iktidara gelmesiyle
birlikte dindi, böylelikle belirli bir normalleşme süreci başladı, ama hiç
kimse, yenildikleri hissine kapılmadı.
Büyük
kısmını komünistlerin teşkil ettiği radikal sol, öğrenci gençliğin, lise
gençliğinin, sendikaların ve kültürel hayatın yanında, seçim pratikleri
dâhilinde de önemli mevziler elde etmeyi bildi. Azınlıkta olmasına karşın
radikal sol, ahlaken belirli bir itibara sahipti ki bu itibar, militanlarının
göğüs gerdikleri o uzun ve kanlı zulüm sürecinin ve onların iç savaş süresince
faşizme, emperyalizme ve bu dönemde teşkil edilmiş olan istisnai hâl rejimine
karşı geliştirdikleri, diktatörlüğün yıkıldığı güne dek devam eden direnişin
bir sonucuydu.
Dolayısıyla,
1983 yılında Fransa’da okumak için ülkeden ayrılmak, beni gerçek manada şoke
etmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen hâlen daha bu olayın düşüncelerimi ve
eylemimi biçimlendirmeye devam edip etmediğini merak etmişimdir.
Seksenler,
bilhassa Fransa’da korkunç bir dönemdi. Her düzeyde büyük yenilgilerle
yüzleşildi. Neoliberal sapmaya tanık olundu, iktidara gelen sol, halka ihanet
etti, işçi hareketi dağıldı, halk sınıfları bölündü, Fransız tarihinde işçi
sınıfı ve toplum içerisinde gerçek kökleri bulunan yegâne parti olan Fransız
Komünist Partisi çöktü, Soğuk Savaş liberalizminin sahip olduğu hegemonyanın
ardından entelektüel tartışma ortamı beklenmedik bir biçimde dağıldı, tüm
eleştirel düşünce, tek bir taş atmadan geri çekildi, üstelik, bu tartışmanın
belkemiğini teşkil eden Marksizm de Fransa’da o “kısa yirminci yüzyıl”
(1914-1989) boyunca kendine kapandı.
Bu
bağlamda, söz konusu dönüm noktasına asıl damgasını vuran olayların Berlin
Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler’in çöküşü olduğu söylense de gerçekte Çin’in
kapitalizme yüzünü çevirmesini de eklememiz gereken bu olaylar dizisi, on yıl
boyunca dünya genelinde yaşanan neoliberal karşı-devrimin ardından zaten tanık
olunan değişim sürecine vurulmuş birer mühürden başka bir şey değildi.
Benim
politik yolculuğumdaki önemli momentlerle de yakından ilişkili olan bu döneme
başka şekilde de bakılabilir. Neticede yenilgi dönemlerinde de sınıf mücadelesi
devam eder. Muktedir sınıflar, toplumsal dengeyi zor kullanarak dağıtırlar ve
saldırıya geçerler. Aynı sebeplere bağlı olarak, kısmen örtük bir biçimde,
muktedir sınıflar ve ideologları, intikamlarını alırlar ve süreç içerisinde
kendilerinden kopartılan tavizleri ortadan kaldırmaya çalışırlar.
Dolayısıyla
burada mesele, akademiyi ve medyayı yıllardır kuşatmış olan geçmişi yad etme
değil, yeniden inşa meselesidir. Bu aşamada politik bir yaklaşım geliştirilmeli
ve mevcut sessizlik duvarı parçalanmalı, tahrifata son verilmeli, önyargılar
ortadan kaldırılmalı, halk mücadelelerini günbegün kuşatan, işçi sınıfını boğan
bu duvar yıkılmalıdır.
2000’li
yıllarda, Fransa İsyanda: Politik Mahfiller ve Toplumsal Mücadele isimli
2007 tarihli, Fransızca yayımlanmış olan ve başka yazarların yazılarını da
içeren, esas olarak 1986-2006 arası döneme yoğunlaşan bir dizi metin ile bu
pratiğe mütevazı da olsa bir katkı yapmaya çalıştım.[2] Bu çalışmada amacım, insanların
dediğinin aksine, tüm bu döneme, savunma amaçlı da olsa basit manada direnişin
ötesine geçen önemli toplumsal mücadelelerin damgasını vurduğunu göstermekti.
Başka bir ifadeyle, bu kitapta, şu veya bu şekilde emsal teşkil edebilecek
eylemlerden oluştuğunu, bu eylemlerin içeriğinin, temelde ahlak hatta estetik
üzerine kurulu olduğunu, parçalı pratiklere yol açtığını, tarihsel derinlikten
yoksun saf tekilliklerle neticelendiğini, genel güçler dengesi üzerinde kalıcı
hiçbir etkilerinin olmadığını söyleyen düşünceye karşı çıkmaktı. Benim niyetim,
aslında bu mücadelelerin gerçek çıkarlara dayandığını, olayların seyrine etki
ettiğini, onları dikkate almanın ilgili dönemi anlamak için zaruri olduğunu ortaya
koymaktı.
Bu
tür bir çalışma, dün olduğu gibi bugün de bana politik açıdan önemli geliyor. Çünkü
bu kitap, bizim belirli bir durumdaki ihtimalleri somut olarak değerlendirmemize,
anlayışla ilgili hataları ve başarıları değerlendirmemize, özetle, altüst olan
tarihin içerisinde momentlerin önceden yazılamayacağı fikrini somuta
taşımamıza, her şey her zaman mümkün olmasa dahi, yolların çatallandığını, çoğu
vakit kaçırılsalar dahi, halkın kurtuluşu mücadelesi içerisindeki güçlerin
belirli fırsatlarla yüzleştikleri gerçeğini görmemize imkân sağlıyor.
Kasım-Aralık
1986’da Öğrenci Hareketi
Yukarıda
söylediklerimi somutlaştırmak adına, kendi deneyimimden iki örnek aktaracağım.
Bu örneklerin ilki Fransa, ikincisi de Yunanistan ile alakalı. İki ülke de
benim politik eylemlere doğrudan dâhil olduğum yerler. İlk olarak Devaquet
Kanunu’na[3] karşı 1986’da liselilerin ve üniversitelilerin yürüttükleri,
kısmen başarılı olan, ama önemli bir zaferle neticelenmiş harekete değineceğim.
Bu hareket, o dönemin hükümeti, kanun tasarısını geri çekmek zorunda kaldığı
için, bugün bile hafızalardan silinebilmiş değil. Eylemlere sebep olan tasarı,
Fransa’da üniversite ücretleri ve okul seçim prosedürü ile ilgiliydi. Hareketin
unutulmamasının bir sebebi de Malik Usekin isimli öğrencinin ölümü ile
sonuçlanan ağır polis saldırısı ile sona ermiş, zirvesine 4 Aralık 1986 günü
ulaşmış eylemlilik sürecini örgütlemiş olmasıydı.
Nadiren
dile getiriliyor olsa da bu hareketin etkileri, otuz beş yıl sonra bile hâlâ
hissediliyor. Hepsi neoliberal politikaları uygulamış olsa da sonraki süreçte
kurulan tüm hükümetler, üniversitelerin ücretsiz oluşuna ve öğrencilerin
girişte elenmemesini öngören prosedüre karşı bir hamle yapamadılar. Sonrasında
“Bolonya süreci” ile bir kama sokuldu. Avrupa Birliği düzeyinde alınan karar,
ardından da 2007’de “üniversitenin özerkliği” kanunu ile birlikte yüksek
eğitimi neoliberalizm yoluna sokacak reformlar, bir bir uygulandı. Macron,
bahsini ettiğim Devaquet Kanunu ile tutuşturulmuş meşaleyi aldı, Parcoursup
denilen[4] uygulama sürecini devreye soktu, AB dışından gelen öğrencilerden
yüksek kayıt ücretleri almaya başladı. Sonrasında atılan bu ilk adım, genele
teşmil edildi. Ama gene de 20 yıldır bir İngiliz üniversitesinde ders veren bir
hoca olarak söylemeliyim ki İngilizce konuşulan ülkelerde yürürlükte olan,
tümüyle piyasaya mahkûm edilmiş, girişimciliği esas alan modele sahip olana dek
Fransa’nın kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor!
1986’daki
öğrenci eylemleri sayesinde otuz kırk yıl gibi bir vakit kazanılmış oldu.
Böylece birkaç kuşak, büyük bir başarı olarak görülmesi gereken, üniversiteye
demokratik erişim imkânından yararlanma şansına sahip oldu. Diğer yandan da
Malik Usekin’in ölümü ardından hükümetler, benzer olayların yaşanmasından
korktular. Bu olay, toplumsal hareketlere ve sokak gösterilerine karşı polisin
takındığı tutum konusunda belirli bir kırmızı çizginin çekilmesini sağladı.
Yakın dönemde, örneğin 2016’daki çalışma kanunu karşıtı harekete yönelik saldırılarla,
Sarı Yeleklilerin eylemlerinde zirveye ulaşan baskılarla, insanların sakat
kalmasına ve yaralanmasına sebep olan polis müdahaleleriyle birlikte, söz
konusu kırmızı çizgi hükmünü yitirdi.
Bu
dönemi tüm yönleriyle değerlendirdiğimiz vakit görüyoruz ki 1986’daki öğrenci
hareketinin ardından Fransa’daki toplumsal hareketler, kimi kısmi başarılar
elde etme imkânı buldular. Bu başarıların en önemlisi de 1995’te emeklilikle
ilgili önerilerin geri çekilmesi ve 2006’daki CPE’nin (ilk iş sözleşmesinin[5])
yürürlükten kaldırılması idi. Tüm cumhurbaşkanları içerisinde neoliberalizmi en
kararlı biçimde uygulama yanlısı olan Macron bile, kendisinin hazırladığı
emeklilik reformu projesini geri çekmek zorunda kaldı. Bu geri adımın tek
sebebi, Kovid pandemisi değildi. Aralık 2019’daki ve Ocak 2020’deki güçlü
eylemler yapılmamış olsaydı, reform, tek hamlede yürürlüğe konulacaktı. Tüm bu
eylemler, neoliberalizmi durdurmak için elbette ki kâfi değil. Öte yandan,
neoliberalizmin karşısına çıkartılacak politik seçenek de henüz ortada yok.
Gene de Fransa, neoliberal modele yönelik itirazın güçlü olduğu ülkelerden
biri. Bu sayede toplumun edindiği haklar, başka ülkelere kıyasla Fransa’da daha
iyi korunabiliyor.
Öte
yandan, 1986 hareketi, benim de iştirak ettiğim bir hareket olduğu için de
önemli. Bir kitle hareketine iştirak etmek, önemli bir deneyim. Böylesi bir
deneyim, bu tür olguların oluşmasını sağlayan mekanizmayı daha iyi anlamanızı
sağlıyor. Hatırlayabildiğim kadarıyla, yaşadıklarımı aktarmaya çalışayım.
Mart
1986’daki seçimler sonrası yeni iş başına gelmiş olan Chirac hükümeti, yaz boyu
oturup yüksek eğitim reformunu hazırladı. Bu tür tedbirleri hükümetler, genelde
yaz aylarında hazırlarlardı. Böylece, biz de okul açıldığında neyle
yüzleşeceğimizi bilirdik. O dönemde ben, FKP ile bağlantılı olan Komünist
Öğrenciler Birliği’nin ve sonrasında sosyalistlerle Troçkistlerin hâkim
oldukları “bağımsız ve demokratik” kabul edilen UNEF isimli yapıyla birleşip,
bugünkü UNEF’i (Fransa Ulusal Öğrenci Birliği’ni) meydana getirecek UNEF Solidarité
Étudiante (Öğrenci Dayanışması) içerisinde çalışma yürütüyordum.
Diğer
solcu sendikalarla ve öğrenci örgütleriyle birlikte öğrencileri bilgilendirmeye
ve bildiri dağıtmaya başladık. Ekim ayı sonrası Nanterre Üniversitesi’nde peşi
sıra bir dizi genel meclis toplantısı düzenledik, fakat tüm çabalarımıza karşın,
pek başarılı olamadık. Sayımız yüz ilâ iki yüz civarındaydı. Hareket, diğer
üniversitelerde, en azından Paris bölgesinde sıçrama yapma imkânı bulamadı.
Öğrencilerdeki pasiflik karşısında hayal kırıklığına uğradığım için Kasım
ayının sonunda meclis toplantısına gitmedim. Ertesi gün bir yoldaşım gelip,
“çok şey kaçırdın. Okuldaki (iki bin kişilik) büyük amfi tıka basa doldu. Grev
kararı aldık.” O an bir şeyleri anlamaya başladım.
Bu
neden olmuştu? Sartre, kendisinin “dizisellik” adını verdiği atomizasyon
hâlinden bir grubun ortak eylem dâhilinde birleştiği hâle geçme ihtimalinden
bahseder. Sartre, bu geçişi iki mekanizma üzerinden açıklar. Temelde tepkisel
olan ilk mekanizma, ciddiyet ve yakınlık arz eden tehdidin farkında olunması
ile birlikte oluşur. “Eğer harekete geçmezsek, bu gelişme bizi doğrudan
etkileyecek” diye düşünülür. Devaquet Reformu’nun somutta kendisini iyiden
iyiye hissettirdiği bir dönemde üniversiteye notlar ve para ile girme meselesi
gündeme geldi ki bu, bizim hiç istemediğimiz bir durumdu. Neticede, şekillenmeye
başlayan kolektif eylem için gerekli koşulları husumet denilen olgu meydana
getiriyordu. Devrimleri tetikleyen, muktedir sınıflardı, çünkü onlar, Fransız
Devrimi’nin tarihini kaleme almış olan tarihçi Sophie Wahnich’in [6] bahsini
ettiği, “halkın uzun süre gösterdiği sabrı” yanlış idrak ediyor, bu sabrın
illaki tükeneceğini düşünüyorlardı. Halkın sabrı, gerçekten de uzun süre
tükenmiyordu.
Bir
grubun oluşmasını sağlayan ikinci mekanizma, taklitle alakalı. Birilerinin
davranışını taklit edersiniz, meclise giden kişileri görürsünüz ve onların
peşine takılırsınız. İlk başta kafanızı allak bullak eden şeylerin halesine
kapılırsınız, sonra onu idrak edersiniz ve bu şeyin büyüyeceğini, önemli bir
etkiye yol açacağını hissedersiniz. Ardından, kontrol altında ilerleyen başka
süreçler devreye girer: tartışma, ortak hedefler konusunda uzlaşma, eylem
araçları, liderliğin oluşması vs. Ama gene de ilk adım atılmadığı takdirde
hiçbir şey yaşanmaz. Büyük patlamalar kendiliğindenmiş gibi görünse de onlar,
her daim bilinçli bir yan içerirler: bir şeylerin tetiklenmesi gerekir. Kolektif
tepkinin ilk hâli oluşmalıdır. Bu durumda hazırlık çalışmaları yürütülmelidir.
Sartre, tam da bu sebeple, mutlak kendiliğindenlik diye bir şeyin olmadığını
söyler. Her somut durum, az çok somut olan dizisellikle grupların karışımından
oluşur. Ama kolektif eylemin açığa çıkmasının bir garantisi yoktur. Uzun
soluklu militan pratiğe iştirak eden herkes, şunu çok iyi bilir: mucizevi
sürprizlerle karşılaşılır, ama çoğunlukla, onca inada rağmen, hayal kırıklıklarıyla
yüzleşilir, işler hiç de istediğimiz gibi gitmez.
1986’daki
hareket boyunca Chirac hükümeti, korkudan tir tir titredi ve geri çekilmek
zorunda kaldı. Lâkin bu gelişme, 4 Aralık günü Cumhuriyet Muhafızları
Birlikleri’nin ve polisin saldırıları sonucu Malik Usekin’in ölümü pahasına
yaşanmıştı. Sonrasında kimi devlet kurumlarında ve şirketlerde bazı yürüyüşler
gerçekleştirildi. Ardından sendika konfederasyonları grev çağrısı yaptılar,
böylelikle işçi hareketi ile bağ kuruldu. Birdenbire hava değişti. 1968’in hayaleti
dolaşmaya başladı. Neticede Devaquet Kanunu hızla geri çekildi.
1986-1988
arası dönemde toplumsal gösteriler tekrar yaşanmaya başlandı. Demiryolu
işçileri, Paris metrosu işçileri ve Snecma gibi fabrikalardaki işçilerin yanı
sıra hemşireler greve gittiler. Bu toplumsal huzursuzluk, politik durumu önemli
ölçüde etkiledi ve 1988’de sağın iktidarın uzaklaştırılmasını mümkün kıldı.
Oysa sağın devrilmesi, iki yıl önce, solun ilk beş yıllık döneminin hüsranla
sonuçlandığı koşullarda, akla hayale dahi getirilemeyecek bir gelişmeydi. Tabii
elde hâlen daha Mitterrand ve gene Sosyalist Parti hükümeti vardı. Gene de
neoliberalizmin en vahşi biçimi, Fransız usulü Thatcherizm bir süre iktidardan
uzaklaştırılmıştı. Sarkozy’ye dek sağ, sahneye çıkma imkânı bulamadı ve büyük
ölçüde toplumsal mücadeleler sayesinde yavaşlayan neoliberal yapılanma
sürecindeki yavaşlanmaya yönelik bir tepki olarak varolabildi.
Dolayısıyla
şunu görmek lazım: toplumsal mücadeleler, gerçekten de etkili olgular olsalar
da onların belirli bir durumun verili koordinatlarını değiştirme konusunda tek
başına yeterli olmadıklarını görmek gerek. Bunun için politik bir seçeneğe
ihtiyaç var. Bu seçeneğin açığa çıkması içinse onun mücadelelerle ve kolektif
deneyimle beslenmesi gerekiyor, aksi takdirde, ilgili seçenek soyut ve şekilsiz
bir olgu olarak varlığını sürdürüyor ve asla gerçek bir güç hâline gelemiyor.
Bu
nedenle, Daniel Bensaïd’in “toplumsal yanılsama” dediği, hareketlerin kendi
kendilerine yeterli olabileceğine dair inancı, Alain Badiou gibi onların
etkilerini inkâr etmeden, eleştirmek gerekiyor. Bilindiği gibi Badiou,
hareketleri, “alabildiğine olumsuz” bir olgu olarak hareketçilik bağlamında ele
alıyor. İnkârın kendisi, muğlâk da olsa olumlu, olumlayıcı bir şeyleri tohum
hâlinde içerebiliyor. Bu tohum çatlayarak, mümkün olanın ufkunu genişletecek
bir itki ve vektör olarak iş görebiliyor. Basit bir ifadeyle, gerçek manada
devrimci ve özgürleştirici bir politikanın yenilenmesi, “hareketçilik”
meselesinin sınırlarını aşan bir konu, ama şunu da görmek lazım: bu politika, boşlukta
veya ebedi hakikatlerin o pürüzsüz arazisinde meydana gelmiyor. Onun ortaya
çıkabilmesi için ezilenlerin mücadelelerinin biriktirdiği canlı deneyimle
sürekli ilişki kurması gerekiyor.
Hazana
Dönen Yunan Baharı
Bahsini
ettiğim hareketten sonra, otuz beş yıl boyunca politik faaliyetlerime devam
ettim. Burada tüm bu süreci aktarmak yerine, sadece dünyaya daha geniş bir
pencereden bakmamı sağlayan, kişisel politik hayatıma en fazla tesir eden tek
bir momentten bahsedeceğim.
Bu
moment, “Yunan Baharı” olarak anılan beş yıllık (2010-2015) döneme denk
düşüyor. Bu istisnai bir biçimde zengin ve yoğun olan dönem, bir yandan da
Syriza hükümetinin Temmuz 2015’te Avrupa Birliği’nin emirlerine teslim olup,
yenildiği dönemi ifade ediyor.
O
günlerde partinin üyesiydim, hatta 2012-2015 arası dönemde merkez komitesinde
yer aldım. Bu sebeple, sorumluluk makamında olan bir kişi olarak, bizzat
tecrübe ettiğim bu yenilgi, benim ve başkalarının olayların anlamını
sorgulamaya itti. O dönemde şu tür soruları sormak durumunda kalmıştık: tüm
bunlar niye oldu? Ortaya çıkan sonuç kaçınılmaz mıydı? Sorumluluk kimde?
Önce
genel bağlamı aktarayım. 2010 baharında Yunanistan, kamusal borç ve bütçe açığı
gibi ülkenin finans piyasalarından dışlanmasına neden olacak sorunların büyüklüğüne
bağlı olarak, krize girdi. Piyasalarla karşı karşıya gelmek gibi bir meselesi
olmayan hükümetin önünde uzanan tek çözüm yolu, AB’deki ortaklarından “yardım”
istemekten geçiyordu. AB, IMF’ten AB, Merkez Bankası ve IMF’ten oluşan o meşhur
Troyka’nın oluşturulmasını istedi. Bu troyka, borçların döndürülebilmesi için
ülkeye krediler verdi. Gelgelelim bu krediler, oldukça ağır şartlarla
verildiler. İlgili şartların yerine getirilebilmesi için Yunan meclisi, Mayıs
2010 ve Şubat 2012’de alelacele toplanıp kararlar almak durumunda kaldı. Ülkeye
tatbik edilen “şok terapisi” küresel güneyin borç yükü fazla olan ülkelerinin
ve eski Sovyet bloku ülkelerinin tecrübe ettiği türden bir terapiydi: Bu
uygulama, ağır kemer sıkma politikalarını, her türden mevzuatın ve düzenleyici
kurumun ortadan kaldırılmasını, ekonomik ve toplumsal politikanın onlarca yıl
boyunca yabancı güçlerin denetimine teslim edilmesi gibi başlıkları
içermekteydi.
O
an halk, harekete geçti. Yetmişlerden beri görülmemiş en büyük gösterilere
tanık olundu. 2011 baharında açığa çıkan Sintagma Meydanı hareketinin çapını da
aşan bu eylemler dâhilinde, tasarruf tedbirlerini içeren planların uygulandığı
ilk iki yıl boyunca ülkede otuz dörtten fazla 48 saat süren genel grevler
yaşandı. Bu eylemlerin karşısına itiraz ve baskı duvarı dikilse de
neoliberalizme teslim olmuş olan PASOK isimli sosyalist partiyle muhafazakâr
sağ arasında iktidarın değiş tokuş edildiği politik sisteme ağır bir darbe
indirilmiş oldu.
O
güne dek yüzde 5’ten fazla oy alamamış olan radikal sol parti Syriza, açılan
yarıktan geçti ve kemer sıkma ile denetim politikalarının demir kafesini kırıp
atacağı vaadinde bulundu. 2012 baharında yapılan ilk seçimde yüzde 17 oy alan
Syriza, ikincisinde oyunu yüzde 27’ye çıkarttı. Bu anlamda 2009’daki seçimde
yüzde 44 oy alırken, bu seçimde oylarını yüzde 12’ye düşüren PASOK’tan fazla oy
alan Syriza, sağın iki puan gerisinde kaldı. Arkasına rüzgârı alan Syriza, üç
yıl bile geçmeden, 2015 Ocak’ında yapılan seçimleri kazandı, mecliste çoğunluğu
elde etmesi için gerekli olan sandalye sayısından bir eksiğini elde etti,
neticede ulusal egemenlikten yana olan Anel isimli küçük bir sağcı partiyle
birlikte hükümet kurdu. Seçim zaferinin yol açtığı umut dalgası, Yunanistan
sınırlarını bile aştı. Syriza, neoliberalizmden kopmanın yollarını arayan
Avrupa solu ve uluslararası sol güçler için bir referans noktası hâline geldi.
Troyka’nın
gelişmelere yönelik cevabı gecikmedi. 4 Şubat günü Avrupa Merkez Bankası,
elindeki para silâhını Yunanistan’a doğrulttu ve Yunan bankalarına akan para
musluklarını kapattı. 20 Şubat günü Syriza hükümeti adına Yani Varufaki, Avro
sahasındaki ülkelerin maliye bakanlarının katıldıkları Avro Grubu toplantısında
ülkeyi küçük düşüren, Yunanistan’ı kendi programını uygulamaktan alıkoyan o
anlaşmayı imzaladı. Ülkenin mali durumu hızla kötüleştikçe, bitmek bilmeyen
müzakere süreçleri ile bu küçük düşürücü müdahalelerin ardı arkası kesilmedi.
Haziran ayında yayınlanan ültimatoma Avrupa Komisyonu’nun ülkeye dayattığı yeni
kemer sıkma planı eşlik etti.
Syriza
lideri ve başbakan Aleksis Çipras, o noktada kendi hamlesini yaptı ve
referandum çağrısında bulundu. 5 Haziran 2015’te gerçekleştirilen referandumda
kemer sıkma planına “Hayır” denildi (yüzde 61,3). Seçmenler, ülkedeki nakit
para arzının bloke edilmesini öngören ekonomik abluka şantajı gibi tehditlere
kulak asmadılar. Ama sekiz gün süren bu bayram havası, Çipras’ın AB ile üçüncü memorandumu
imzalamasıyla dağıldı. Yunan seçmenlerin karşı çıktıkları plandan daha kötüsünü
vaat eden bu memorandumla birlikte önceki hükümetlerin imzaladıkları ilk iki
memorandumun uyguladığı “şok terapisi” nihayete erdirilmiş oldu. Yunan Baharı
hazana döndü.
Savaşın
tam ortasında partinin bu şekilde teslim oluşunu nasıl izah etmeliyiz? Yunan
Baharı, esasen kendisini nasıl savunacağını bilmediği için değil, politik
liderlik düzeyinde kendisini savunmak istemediği için yenildi. Bu noktada iki
husus önemli.
1.
Avrupa Birliği ve ona bağlı yetkilileriyle karşı karşıya gelindiğinde, bu
güçler ciddiye alınmalılardı. Yunanistan’ın Syriza hükümetinin kurulmasını
takip eden birkaç gün içerisinde Avrupa Merkez Bankası eliyle kurulmuş
bankacılık sistemine yönelik saldırılarla maliye düzleminde boğulacağı
kesinlikle öngörülebilecek bir gelişmeydi. Verili güçler dengesi karşısında B
planı devreye sokulmadığı durumda, teslimiyet kaçınılmaz olarak yaşanacaktı.
Nihayetinde borçların ödenmemesi ve Avro’dan çıkılması gibi adımları içermesi
gereken bu tür bir plan, doğaçlama uygulanabilecek bir şey değildi. Uygulanabilmesi
için planın ciddiyetle ele alınıp zenginleştirilmesi, her şeyin ötesinde, onun Yunan
halkına tüm yönleriyle izah edilmesi gerekiyordu.
Bunun
yerine, Çipras ve Syriza liderlerinin önemli bir bölümü, halkı, müzakerelerde
takınılacak sert tutumun engellerin kaldırılmasına ve partinin vaat ettiği
şeylere ulaşılmasına yeteceğine dair söyledikleri yalanlarla uyuttu. Partinin
açıktan beyan etmediği hedefi, “onurlu tavizler”de bulunmaktı, ama bu adımların
neticesinde Syriza’yı iktidara taşıyan program terk edildi (veya belirsiz bir
geleceğe ertelendi). Syriza, kitlesinin değil, iş dünyasının ve kredi
kuruluşlarının temsilcilerinin istediğini yaptı.
Müzakereler
sonunda olumlu sonuçlar elde edilebileceğine dair yanılsama, özünde Syriza
içerisindeki çoğunluğun tüm Avrupa solu ile birlikte paylaştığı bir inanca
dayanıyordu. Sağcılar da solcular da Avrupa Birliği’nin içeriden reforma tabi
tutulabileceğine inanıyorlardı. “Her hâlükârda geriye döndürülemez olan bu tür
reformlar, AB’yi dönüştürebilir” diye düşünülüyordu. Üstelik AB’den ayrılma
fikri de milliyetçi ve gerici kabul ediliyordu. Bu “sol Avrupacılık” yüzünden
solcu bir seçenek üretmekle ilgili her türden fikir çöpe atıldı. Bu yaklaşım,
süreç içerisinde hiçbir şeyi değiştirmedi.
2.
Kopuşu öngören plan, halkın harekete geçirilmesini ve teşvik edilmesini gerekli
kılıyordu. Bu bakış açısının öyle büyülü ve gizemli bir tarafı da yoktu. Daha
önce de dile getirdiğim biçimiyle, Syriza’nın zaferi sonrası anketler, halkın
kütleler hâlinde harekete geçtiğini ortaya koyuyordu. Dolayısıyla kitle
hareketi, tümüyle gerçeklikte karşılığı olan bir ihtimaldi. Avrupa Merkez
Bankası’nın kararının duyurulduğu Şubat ayının başından itibaren yapılan
gösteriler de bu gerçeğin teyidi niteliğindeydi. Bu anlamda Yunanistan, solun
kazandığı, ama işçi hareketinin bir dizi yenilgi yaşadığı 1981 Fransası’nda
eksik olan şeye sahipti. Neticede Mitterand’ın zaferi, Haziran 1936’dan ve Halk
Cephesi’nden beri beklediği o büyük halk hareketliliğine yol açmadı.
Halktaki
hareketlilikle Avrupa Birliği’nin emirlerinden kopulmasına dönük ihtimalin
somutlaşması, 5 Haziran 2015 referandumunun zeminini teşkil etti. Çipras,
referandum yapılacağını duyurduğunda, elbette ki aklında kaybetmek yoktu.
Kaybetmeyeceğini o da biliyordu. Esasen Çipras, AB kararlarına teslim olmaya
karar vermişti, tek niyeti, bu adımı bir biçimde meşrulaştırmaktı. Referandum
kararıyla, niyetlerini aşan bir dinamiğin açığa çıkmasını sağladı. Halka
yapılan çağrı, halkta ciddi bir karşılık buldu. Büyük yürüyüşler örgütlendi.
Avrupa hükümetlerinin her gün savurduğu tehditlere, ekonomik ablukaya,
ATM’lerden para çekilemeyecek koşulların oluşması ihtimaline karşın “Hayır”
referandumdan zaferle çıktı. Yunanistan “Hayır” dedi, ama liderleri çoktan
teslim olmuştu. Bu teslimiyet, bir anda halk kitlelerinin fiili hareketini
darmaduman etti ve yenilgiye yol açtı.
Bu
yenilginin sonuçlarını hâlen daha yaşıyoruz. Aslında o andan itibaren Avrupa’da
sol, çöküş sürecine girdi. Syriza’nın yolundan yürüyen liderlerce yönetilen
Podemos’un kısa süreli başarısı, 2017 seçiminde Mélenchon’un aldığı yüzde
20’lik oy ve İngiliz İşçi Partisi’nde Corbyn çizgisinin güçlenmesi, bu sürece
mani olamadı. Corbyn’in elde ettiği başarı, Brexit oylaması sonrası hükmünü
yitirdi. İngiliz solu, AB’den kopmayı öngören hatta bir türlü giremedi. Bu
seçeneği elinin tersiyle itti. Ama öte yandan işçi sınıfına mensup seçmenlerin
büyük bir kısmı, yüzünü milliyetçi ve Atlantikçi sağa döndü. Sağ da bu seçmen
kitlesine hâkim oldu ve onu kendi çıkarları uyarınca biçimlendirdi.
Bu
anlamda Yunan Baharı’nın sona ermesi ardından Avrupa’da halk kitleleri nezdinde
açığa çıkan öfkenin radikal sağ ve aşırı sağ güçlere örgütlendiğini
söyleyebiliriz. Geleneksel elitlerden farklı olması gereken, neoliberalizme
karşı çıkıyormuş gibi yapan, ama iktidara geldiğinde önceki hükümetlerden
farklı hiçbir şey yapmayan bir solla halkın ne işi olabilirdi ki? Yunanistan’da
yaşanan felâket, hepimizi kapsamlı bir sınava soktu ve bu sınav, bugün de karşımıza
çıkan sorunlarla yüzleşmeye zorluyor.
Yenilginin
Ana Sebepleri
Yaşanan
teslimiyetin sebeplerine yakından bakmak gerekiyor. Bu konuda daha önce, ülkeyi
savunacak bir planın eksik oluşu, hükümet kurulduğu vakit halk hareketine bel
bağlanmaması ve AB içerisinde hareket etme imkânlarının bulunduğuna dair
ideolojik yanılsama gibi kimi sebeplerden bahsetmiştim. Gelgelelim bir şekilde
bu sıraladığım sebepler, sadece sorunu tarif etmemize yarıyor, şu sorulara cevap
sunmuyorlar: “Syriza liderleri, felâketin ucu görüldüğü vakit, neden farklı bir
şey yapmadılar? Bu liderler, parti içerisinde azınlığı teşkil eden grup, ikazda
bulunduğu ve ülkeyi savunacak planın genel çerçevesine dair bir şeyler önerdiği
vakit, neden farklı bir yola girmediler?
Ben,
her türden meseleyi belirli bireylerin karakterine veya karaktersizliğine
indirgeyen psikolojik yaklaşımlara inanmıyorum. Ayrıca Çipras ve Syriza
liderlerinin ta başından beri üçüncü memorandumu izlemek niyetinde olduğuna,
her şeyin önceden planlandığına, bu kişilerin iktidara gelip, kirli işlerini
tamama erdirmek adına, yalan söylediklerine dair laflar edenlere de
katılmıyorum.
Tabii
şurası da doğru: Çipras’tan başlayarak parti liderleri, esasında gerekli cesareti
ortaya koyup güçlükleri herkese anlatıp, temelsiz olduklarını bildikleri güvencelerden
vazgeçmeyi, laf salatasına, boş konuşmalara bir son vermeyi tercih etmediler.
Bu
konulara dair net bir izahat sunabiliyor değilim. Zira bu türden bir izahat
için belirli kaynaklara erişebiliyor olmamız gerekiyor. Gene de tecrübelerim,
okumalarım ve yoldaşlarımla gerçekleştirdiğim fikir teatileri ışığında, şu
türden bir senaryonun sahnelenmiş olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum.
Geriye
döndürülemez olmasa da belirli bir momentte önemli bir değişim yaşanmıştı. Kanaatimce
bu değişim, 2012 yılının bahar ve yaz aylarında gerçekleşmişti. Mayıs ve
Haziran’da yapılan meclis seçimlerinde Syriza, olağanüstü bir atılım
gerçekleştirmeyi bilmişti. O güne dek seçmenin sadece yüzde 4 ilâ 5’inin oyunu
alan küçük bir parti olarak Syriza, birden ana muhalefet partisi ve olası
hükümet partisi oluvermişti. Halk hareketinin dalga dalga yayıldığı koşullarda,
parti, kendi içerisinde normalleşme sürecine girdi, buna karşın kopuş üzerine
kurulu söylem hâlen daha güçlüydü.
Haziran
başlarında, seçimden birkaç gün önce Çipras, Avro’nun terk edilmesinin ve AB’den
çıkılmasının kendisi için bir tabu teşkil etmediğini söyledi. Bu, o dönemde
partinin resmi konumunu ifade eden bir görüştü.
2012
yılının Mayıs ayında yapılan seçimle Haziran ayında yapılan seçim arasındaki
dönemde tüm Avrupa genelinde bir panik havası oluştu. Merkel, Hollande ve AB
ülkelerinin diğer hükümet başkanları, her gün çıkıp Yunan seçmenlere ülkeyi
kaosa sürükleyecek, “sorumsuz” kişilere oy vermemeleri çağrısında bulundular. Yönetici
sınıflar ve onların Avrupa Birliği’nin yönetim kademelerinde görevlendirdikleri
politik kadroları bu tür bir seçimin tehdit teşkil ettiğini gördüler.
Peki
Syriza liderleri bu durumu nasıl ele aldılar? Hakikatle yüzleştikleri o
momentte bu liderler, geleceği etkileyecek zor tercihlerle yüzleşmişlerdi. Benim
tezime göre, bu liderler, hem ülke içerisinde hem de Avrupa Birliği katında
hâkim güçlerle çatışma ihtimalinden korktular. Zira azınlık iken, sırtınızda
yumurta küfesi yokken, radikal cümleler kurmak mümkündü, ama iş, o cümleleri fiiliyata
dökmeye gelince gerçeğin yükünü omuzlamak zorunda kalıyordunuz.
Bu
noktada, üzerine pek laf edilmeyen bir olay üzerinde durmak istiyorum. 2012
yazında, partinin sandıktan muazzam bir başarıyla çıktığı koşullarda, Çipras,
birkaç hafta ortalıktan kayboldu. Herkes, onun çok çalıştığını, biraz
dinlenmesi gerektiğini söyledi. Sonbahar aylarında ortaya çıkan Çipras, Avrupa’nın
ve dünyanın muktedirlerine “mutedil biri olduğuna” dair mesaj sundu. Bu güçlere
seslenmek için çıktığı yurtdışı gezilerinde ve uluslararası kurumlarda ya da hükümetlerarası
kurullarda yaptığı konuşmalarda özetle şunu söyledi: “Biz, kötü insanlar
değiliz. Göründüğümüz kadar radikal de değiliz. Dolayısıyla biz, bu sorumluluk
duygusuna sahip olduğumuz için ödüllendirilmeyi hak ediyoruz.”
Bu
anlamda Çipras, diğer Avrupa ülkelerinde kurulan sol hükümetlerin yürüdüğü yolu
anımsayan herkesin bildiği bir türküyü tutturmuştu. Bu dönemde Syriza
içerisinde çok az kişi, Çipras’ın seksenlerde ve doksanlarda Fransız veya
İtalyan solcuları gibi yön değiştirmeyi planladığını gördü. Üstelik Çipras,
seksenlerde kurulan Mauroy ve Fabius hükümetleri gibi sert önlemler almakla
kalmadı, aynı zamanda Macron’un yürüttüğü politikasının bile yanında daha ılımlı
kalacağı, ağır sonuçları olan kemer sıkma önlemlerini ve ülkeyi açık artırmayla
satılığa çıkartma işlemini içeren bir planı yürürlüğe koydu.
Yaşananların
sebeplerini anlama çabası dâhilinde bir adım daha atalım ve şu soruyu soralım: “Syriza
liderleri neden korktular?
Bu
noktada bizim Syriza’nın ve liderlerinin ne tür bir malzemeden meydana
geldiklerine bakmamız gerekiyor. Çipras’ın dış dünyaya sunduğu imaj yalandı,
çünkü merkeze yakınlaştığı ölçüde o, hep söz konusu dönemde liderlik kadrosu
içerisindeki tek genç olduğu iddiasının arkasına saklanıp durdu. Böylelikle geleneksel
solun geçmişinden kurtulmuş, eli kolu rahat ve tümüyle yeni bir isim olarak takdim
edildi. Oysa Çipras, siyasette ilk adımlarını doksanların başında, Ortodoks Yunan
Komünist Partisi’nin gençlik kadrosu içerisinde atmıştı. Syriza içerisinde ona
destek sunan isimlerse yaşlı, büyük kısmı erkek olan kadrolardan oluşuyor, bu
kişiler de Yunan Komünist Partisi’nden kopmuş ekiplerden geliyorlardı. “Kısa
yirminci yüzyıl”da komünist solun yaşadığı yenilginin izlerini taşıyan bu
insanlar, bu yenilgiyi önemli ölçüde içselleştirmişlerdi. Bu kişiler, İtalya
gibi ülkelerde sosyal demokratlar veya eski komünist partililer gibi düzenin
kucağına koşmasalar da artık bir şeylerin radikal müdahalelerle değişemeyeceğine,
başka bir düzenin mümkün olduğuna, sonuçta da böylesi bir düzenin kurulması
için büyük bir çatışmanın zaruri olduğuna inanmıyorlardı. Bu parti liderleri,
belirli dönemlerde tekrarlanan krizleri tarihte nadiren rastlanılan, her şeyi
değiştirme konusunda fırsatlar sunan gelişmeler olarak görmüyorlardı. Düşünceleri
bu şekilde değildi. Krizleri fırsat olarak görmeyen, değişime inanmayan kişi de
doğal olarak Merkel’in, Schäuble’nin, Draghi’nin vs. karşısına dikilemiyor,
elindeki imkânlarla ancak mevcut güçler dengesinin acımasız mantığına teslim
olabiliyordu.
Bu
noktada bizzat şahit olduğum olaylardan söz etmek istiyorum. Çipras’la bir kez
yüz yüze konuşma fırsatı bulabildim. Mayıs 2012’de Paris’e geldiğinde, o dönem
Fransız Komünist Partisi’nin sekreteri olan Pierre Laurent’in ve Jean-Luc
Mélenchon’un ulusal mecliste düzenledikleri basın toplantısında kendisinin
tercümanlığını yapmıştım. Çipras, medya kuruluşlarını geziyordu. Trafiğin bir
türlü akmadığı Paris kentinde uzun süre taksiyle yolculuk etmiştik.
Aramızdaki
sohbet, sıcak ve rahat bir ortamda cereyan etti. B planı konusunda farklı
görüşler dile getirdikten sonra bana dönüp, “neden Avro’yla ilişkimizin
kopmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorsun? Sendeki bu Syriza solcularına has
mantığı hiç anlamıyorum” dedi. Ben de ona şu cevabı verdim: “Düşmanlarınız,
size başka bir seçenek bırakmayacak. Size diz çöktürmek, her türden aracı
kullanıp size mani olmak isteyecekler. Onlara verilecek tek cevap, Avro’yu terk
etmek olacaktır.”
Bu
cevap üzerine, bir süre kafamı allak bullak eden bir şey söyledi bana. Kabul etmeliyim
ki bu cevabı beklemiyordum. Kullandığı her bir kelimeyi ömrüm boyunca
unutmayacağım: Birden, bir politik liderde görülmeyecek türden bir hızla bana
dönüp, “Bu söylediklerini neden yapsınlar ki? Hangi sebeple yapacaklar bunu?” O
an anladım ki Çipras, sadece sınıf mücadelesini değil, burjuva siyasetçilerin
tam anlamıyla bilincinde oldukları politik ve toplumsal çelişkinin doğasında
bulunan temel gerçekliği de ciddiye almıyordu. Bence yenilginin ana sebebi
buydu, konumlar arasındaki asimetri ve bu asimetrinin zayıflar nezdinde açığa
çıkarttığı körlüktü.
Ben,
Çipras’ın başbakan olduğu dönemde, 13-14 Temmuz 2015 gününün akşamı teslim
olmayı ve ülkeyi küçük düşürmeyi istediğini düşünmüyorum. Onun aklında,
muhtemelen “onurlu tavizler” verip, geçmişte işine yaramış olan küçük taktiksel
manevralarla ilerlemek vardı. O, olan biteni hiç anlamadı, çünkü Avrupa Birliği
içerisinde herhangi bir alternatif politikanın yürürlüğe konulmasının imkânsız
olduğu gerçeğini göstermek, bunun için kendisini ezmek zorunda olduğunu görmek
istemedi, bir anlamda, bu gerçeği bir türlü göremedi. Hatta düşmanları bu
hedefe ulaşmakla kalmadılar, onu teslim almakla yetinmediler, ayrıca Çipras’ı “üzgünüz
ama başka seçeneğim yoktu” deme noktasına getirerek, AB’nin emirlerini
uygulayan uysal bir araca dönüştürdüler.
Bugün
İçin Çıkartılacak Dersler
Yunanistan’ın
yüzleştiği felâketin sunduğu dersleri şu şekilde özetlemek mümkün: Neoliberalizmden
kopma derdinde olan, ama 2015’te Syriza ve Çipras’ın bu kopuşu neden ve nasıl
gerçekleşemediğini izah etmeye yanaşmayan hiçbir sol politik güç, dikkate
alınmamalı.
Somut
bir örnek üzerinden ilerleyelim ve Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin Ortak Gelecek
programını ele alalım. Marjinal bir öneri olarak görülemeyecek olan bu program,
2017’de seçmenin yüzde 20’sinden onay aldı. Hareketin başını çeken Mélenchon
programı, bir maddesi dışında, 2022 seçim kampanyasında da kullandı. Eğer bu
programı uyguladığı vakit Avrupa ve Fransa’daki yönetici sınıflarla kaçınılmaz
olarak karşı karşıya gelineceği hususunu dikkate almayan bir kişi, tıpkı Mélenchon
gibi “programı ne olursa olsun uygulayacağız” dese bile, ciddiye alınmamalı.
Yönetici
sınıflarla karşı karşıya kalınacağına göre, bu çatışmaya önceden
hazırlanılmalı. Belirli tipte tedbirlerin alınması gerektiği görülmeli, düşmanın
tüm gücüyle cevap vereceği bilinmeli.
Fransa’da
gerçek güç, Elysée Sarayı’nda (cumhurbaşkanlığında) veya Matignon Köşkü’nde
(başbakanlıkta) değil. Asıl olan ekonomik güç, o da büyük şirketlere,
bankalara, finans kuruluşlarına ve devlet aygıtının tepesinde konuşlanmış
kişilere, maliye bakanlığındaki üst düzey bürokratlara ait. Bu bürokratlar, maliye
bakanından daha fazla güçlüler. Ordu ve polis teşkilâtından oluşan baskı aygıtından
bahsetmeye bile gerek yok. Bu aygıt, mevcut düzeni güvence altına alıyor ve
Beşinci Cumhuriyet’te fiilen yürürlükte olan rejime geçişte öncü rol üstlenmiş
bir güç olarak önemli bir yerde duruyor.
Tabii
bu listeye bir de kaçınılmaz olarak yüzleşilecek uluslararası baskıyı da
eklemek gerek. Neticede Fransa, ne bir ada ülkesi ne de iddia ettiği gibi büyük
bir güç. Bu bağlamda, Fransız burjuvazisinin yanında, iktidara gelecek ve
gerekli kopuşu gerçekleştirecek sol hükümete önce “uluslararası piyasalar” ateş
açar. İlkin harcını Avrupa’daki yönetici sınıfların kardığı kurumlar saldırıya
geçer. Bu kurumların elinde para gibi güçlü bir silâh var. Avrupa Merkez
Bankası’nın bu silâhı Yunanistan örneğinde nasıl kullandığını hepimiz iyi
biliyoruz. Yunan krizine müdahale etmezden önce banka, İrlanda ve Kıbrıs’a da
tehditler savurmuştu.
Bir
de tabii, her ne kadar taktıkları kement daha gevşek olsa da, Avrupa özelinde
geçerli anlaşmalar ve denetleme kurumları eliyle uygulanacak somut yaptırım
araçlarından söz etmek gerek. Bu anlaşmaların ve kurumların oluşturduğu genel
çerçeve sayesinde neoliberal politikalar aleyhine tek bir adım bile atılamıyor,
çünkü anlaşmalarda değişiklik yapmak için oybirliği kuralı geçerli. Ta başından
itibaren bu çerçeve, reformlardan muaf ve azade kılınmış. Pandemi yönetimi
dâhilinde geçici süre bir rahatlama söz konusu olsa da ilgili ajanda yeniden devreye
sokulacak, üye devletlerden biri bu neoliberal çerçeveye itiraz ederse, gerekli
adımlar atılacak.
Bu
gerçeği görmezde gelip, tıpkı Mélenchon’un 2022 tarihli programında söylendiği
gibi, anlaşmaların zincirlerinden kurtulmaya ve gerçek bir kapışma süreci
dâhilinde diğer maddeleri müzakere etmeye dair laflar sıralamanın anlamı yok. Programın
önceki hâlinden farklı olarak, Avro sahasından çıkma fikrini peşinen çöpe atan
yeni program, esasen Avrupa Merkez Bankası’nın dayattığı şeyi şimdiden kabul
ettiğini söylemiş oluyor. Eğer bu kopuşu ciddiyetle ele alıyorsak, o vakit B
planının kaçınılmaz olduğu görülmeli. Esasında taktiksel açıdan yegâne geçerli fikir,
iki planlı fikir. Hem ses çıkartıp müzakere yürüttüğümüz A planını hem de
çıkışı ve kopuşu öngören B planını savunmanın kimi somut avantajları var.
Mélenchon ise bu konularda geri adım attı. Özünde bu geri çekilme hamlesi,
esasen özelde Boyun Eğmeyen Fransa hareketi, genelde Avrupa solu konusunda hayırlı
bir gelişme değil.
En
genel manada bu yüzleşme, kapışma meselesine geri dönelim. Hasmın elindeki
muazzam güç dikkate alındığında, gerekli programatik silâhların ötesinde bizim
de elimizde halk hareketliliği gibi önemli bir silâh var. Seçimlerde çoğunluğun
oyunu almak, vazgeçemeyeceğiz bir adım olarak sahip olduğu ağırlığı hâlen daha
muhafaza ediyor. Syriza’nın da gösterdiği üzere, seçim başarısı belirli
koşullarda solun elde edebileceği bir şey, ama tabii ki yeterli değil.
Boyun
Eğmeyen Fransa veya Podemos gibi “sol popülizm” destekçilerinin kanaatinin
aksine, seçimlerde kullanılacak basit bir araca indirgenmiş bir hareketin
gerçek bir toplumsal değişim sürecini başlatması mümkün değil (Fransa örneğinde
üstelik bu seçim, sadece cumhurbaşkanlığı konusunda yapılabiliyor).
Sömürülen,
ezilen sınıftan insanların yaşadığı ve çalıştığı işçi mahallelerinde varolan,
yerelde ve ülke genelinde gerçek kökleri olan, adını hak eden bir örgüte
ihtiyaç var. Ayrıca bu örgüt, sendika hareketiyle ve diğer toplumsal
hareketlerle güçlü bağlara sahip olmalı, halkın örgütlendiği teşkilâtlarla bağ
kurmalı, halkın doğrudan katılımından asla vazgeçmemeli. Halk hareketliliğinden
istifade edebilmek için sağlam bir ağ oluşturulmalı. Burada mesele, “parti
denilen biçimin” veya “öncü”nün rolünün soyut olup olmadığı değil, en azından sınıf
düşmanımızdaki kararlılığa ve gerçekçiliğe denk bir kararlılığa ve gerçekçiliğe
sahip bir yapıyla hareket edebilmek, temel politik gerçekçiliği elden
bırakmamaktır.
Bu
anlamda teşkilât denilen şey, (sol) siyasetin tamamı değil, siyasetin
yoğunlaşmış hâlidir. Sol siyasetse konjonktüre müdahale etmeyi mümkün kılan bir
yolun çizilmesine ihtiyaç duyar. Bu yol dâhilinde geçici program türünden bir
şey belirlenir, ilk elden uygulanabilecek tedbirler tespit edilir, güçler
dengesini değiştirip, halk hareketini güçlendirme imkânlarını yaratacak, ilerlemeyi
sağlayacak kopuş süreci başlatılır.
Örneğin
Mélenchon’un Ortak Gelecek programı veya Syriza’nın 2015 tarihli “Selânik” programı
bu işlevi yerine getirebilmiş olsaydı bile biz, gene de uzun vadeyi gören bir
bakış açısına ihtiyacımız olacaktı. Bu bakış açısı ise esasında kendi içinde
tutarlı bir programı geliştirip derinleştirmek, programın uygulanması için
gerekli teşkilât ve halk güçlerinin harekete geçirilmesi gibi araçların oluşturulması
için gerekli önkoşuldur. Burada mesele, ideal bir toplum için bir plan hazırlayıp
sunmak değil, Gramsci ve Torino’daki yoldaşlarının kullandığı slogana atıfla, “yeni
düzen” fikrini muteber kılacak, ezilen sınıfların yüzleştikleri somut
sorunlardan ve tarihsel deneyimden beslenen bir projenin genel hatlarını ortaya
koymaktır.
“Sosyalizm”
veya “ekososyalizm”, tam da bu noktada önem arz eden kelimelerdir. Mevcut
düzenin temellerini sarsmaya başlayabilmek için, önce o düzenin adı konmalı, bu
anlamda, kapitalizme saldırılmalı, bunun için de önemli ekonomik mekanizmaların
toplumsal kontrolü yönünde hamle yapılmalıdır. Böylesi bir hamle, aynı zamanda işçi
sınıfı lehine işleyecek ekolojik geçiş süreci denilen süreci de programa dâhil
edecek, bu anlamda, “gezegen” veya “yeryüzünde hayat” gibi sınırsız-sınıfsız
olgular dışarıda tutulacaktır.
“Ekolojik
planlama” anlayışına halkın güçlü katılımı denilen o önemli öğe ve üretim
faaliyetlerinin yeniden konumlandırılması denilen mesele dâhil edildiği vakit,
önemli sonuçların alınacağı yola girilecektir. Ardından da politik strateji, bu
unsurları birbirine bağlayacak, onları gerçekte birbirleriyle tutarlılık arz
eden bir yapıya kavuşturacaktır.
Daniel
Bensaïd, hep “stratejik aklın yokoluşu”ndan dem vurur, bu gelişmenin yirminci
yüzyıl komünizminin yaşadığı yenilgiden beri antikapitalist solun yaşadığı
krizin, yüzleştiği güçsüzlük hâlinin hem semptomu hem de sebebi olduğunu
söylerdi.
Bu
açıdan Latin Amerika’nın bize öğreteceği çok şey var. Kanaatimce en gelişkin
deneyim, hâlen daha Allende ve Şili’de tesis edilen Halkın Birliği’nin ortaya
koyduğu deneyim. O günden beri Bolivya, Venezuela, en genel manada 2000’lerde
ve 2010’larda Latin Amerika’da kurulan ilerici hükümetler ve toplumsal
hareketlerin deneyimlerinin, bugün bilhassa Şili’de yaşananların sahip
oldukları önemi küçük görüyormuş gibi gözükmek istemem. Ama Halkın Birliği,
başka türden bir deneyimdi. O, çok daha fazla ileri gitti. Gerçekten de
devrimci olan bu süreç, Çin Devrimi, Küba Devrimi veya Ekim Devrimi’ne kıyasla
çok daha fazla ortaklaştığımız koşulların bir neticesiydi. Bazen bu süreç, ayaklanan
işçileri, halk hareketini ve politik sola bağlı güçlerin içinde oldukları, mecliste
çoğunluğu elde edemese bile seçim yoluyla cumhurbaşkanlığını alıp, devlet
katında önemli konumları ele geçirmeyi bilmiş bir koalisyonu birbirine
bağlayabildiği için “demokratik sosyalizm yolu” olarak anılıyordu. Bu yeni yeni
uç veren devrimci süreç, önemli bir meseleyle yüzleşti. AB’nin, müttefiklerinin
ve Şili burjuvazisinin ortaklaşa gerçekleştirdiği saldırıya karşı kendisini
savunamadı. Hareketi boğmak için ellerinden geleni yapan güçler, en nihayetinde
başarılı oldular.
“Fransız
ideolojisi” olarak adlandırılabilecek bir tür narsizmden söz etmek gerekiyor bu
noktada. Bu ideoloji, solda çok yaygın. Buna göre, Fransa nev-i şahsına
münhasır, istisnai bir ülke, dolayısıyla Allende’nin başta olduğu Şili’de veya
olumsuz bir örnek olarak Çipras’ın başta olduğu Yunanistan’da olanlar Fransa’da
yaşanamaz. Fransa’nın 2010-2012 arası dönemde iyice zayıflamış olan Yunanistan’dan
daha güçlü olduğu tabii ki doğru. ABD ve diğer kapitalist güçlerin Fransa ve Yunanistan’a
aynı baskıyı yapmayacağı tespiti de aynı şekilde doğru. Ama öte yandan, aradaki
farkın da o kadar fazla olmadığını görmek gerek: mevcut dünya düzenine kafa
tuttuğu düşünülen ülkelere karşı ABD’nin başvurduğu ekonomik yaptırım silâhı,
hâlen daha güçlü bir silâh. Ayrıca Fransız ekonomisi, kapitalist
küreselleşmenin şekillendirdiği, dışa dönük ekonomiler bağlamında öne çıkan bir
yapı.
Meselenin
diğer tarafına baktığımızda, Fransa’nın Yunanistan’da zayıflamakta olan
yönetici sınıfa kıyasla daha güçlü ve daha olgun bir yönetici sınıfa sahip
olduğu görülür. Yunan yönetici sınıfı, halkı karşısında hâkimiyetini muhafaza
edebilmek için hep yabancı patronlarının ve hamilerinin eline bakmış. Esasında Yunan
burjuvazisi, İngiliz ve ABD emperyalizminin desteği olmadan iç savaşı [1944-1949]
kazanamazdı. Napalm bombası, ilk kez Yunan Komünist Partisi’nin kurduğu
Demokratik Ordu’ya bağlı gerillalara karşı kullanıldı.
Öte
yandan Fransa’da da yönetici sınıf, komün toplumsal düzeni tehdit ettiği için, Mayıs
1871’de zerre tereddüt içine düşmeden, Paris’i ateşe verip on binlerce insanı kıyımdan
geçirdi. Sonrasında aynı yönetici sınıf, Hitler’i Halk Cephesi’ne tercih ettiği
için Nazilerle anlaşma imzaladı. Mayıs 1968’de dizginlerin elinden kayıp
gittiğini gören de Gaulle, ortamın sakinleşmesini sağlamak adına, Baden-Baden’de
konuşlanmış, Jacques Massu’ya bağlı askerleri ziyaret etti.
Kısa
süre önce, her ne kadar ortalıkta halkın isyan edeceğine dair bir emare
olmamasına rağmen, hâlen görev başında olan bir grup yüksek rütbeli subay, iç
savaş çağrısı yapan bildiriler kaleme aldı. Ayrıca eskiden eğitim bakanlığı
görevinde bulunmuş felsefeci Luc Ferry’nin Sarı Yeleklilere karşı polisin silâh
kullanmasını istediğine şahit olduk. Kaleme aldığı bildiri, Fransız
burjuvazisindeki acımasızlığın mevcut düzeyini ortaya koyuyor. Eğer bu sınıf,
kendisinin ve çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşünürse, disiplinsiz ve
başkaldırıya meyilli olduğunu bildiği halkı zapturapt altına almak için her
türden araca başvuracaktır.
Radikal
bir toplumsal dönüşüm stratejisi, böylesi bir pratiğin doğası gereği ihtiyaç
duyduğu şiddet boyutunu görmezden gelemez. Ayaklanmacı yoldan ayrı bir yol olarak
“demokratik sosyalizm yolu”nu barışçıl eylemlerle veya sivil itaatsizlikle bir
tutmamak gerek. Zira demokrasi gibi onun gerici güçlerin isyanıyla tehdit
edildiği koşullarda savunulmasına ihtiyaç duyulması da şiddete başvuru
ihtimalini asla dışlamaz. Sandıkta büyük çoğunluğun desteğini almış bir halk
hükümeti, “gerekli olan her türden araç”la kendisini savunma hakkından asla vazgeçemez.
Ne
var ki eldeki tarihsel deneyim, bize samimi devrimciler tarafından oluşturulsa
bile istisna hâlinin otoriterlik yoluna sapma riskini kendi içinde
barındırdığını ortaya koyuyor. Bu sebeple, bu türden bir istisna hâlinin
süresini kısaltıp, ona dönük ihtiyacı azaltmak için gerekli politik koşulların
oluşturulması, bu istisna hâlinin mevcut biçimlerinin yeniden düşünülmesi, onun
mümkün olduğu ölçüde halkın kontrolüne ve hukuk çerçevesine tabi kılınması gerek.
Güç kullanma ihtimalini dışlamadan, bu türden bir strateji, ancak kitle
mücadelesine sürekli öncelik tanıyan bir anlayışı ve ezilen sınıfları büyük
ölçüde kucaklayan bloğun hegemonyasının oluşturulmasına dönük pratiği temel
almalıdır. Bu tür bir anlayış ve pratik, tek başına, değişime karşı çıkan ve
devletin merkezindeki çatlakları derinleştiren güçlerin genel kapsamını
daraltır, böylelikle, bu güçlerin ortadan kaldırılması amacını güden eylemlilik
sürecini hızlandırır.
Biz
şimdi, bugüne ve buraya dönelim. Politik eylem üzerine düşünmek, kendi
isteklerimizden değil de gerçeklerden yola çıkmayı gerektirir. Burada meselemiz,
gerçeklerin bizim istediğimiz gibi olmasını sağlamak değil, onları dönüştürmek
ve onlara teslim olmamaktır.
Bugün
Fransa’da, gerçekte herhangi bir somut başarı elde edememiş bile olsa, önemli
kimi toplumsal mücadelelere tanıklık ediliyor. Ayrıca radikal sol için bir
politik araç meydana getirme gayretlerinin neredeyse tamamı, ya başarısız oldu
ya da bu gayretler, bugün net bir biçimde görebildiğimiz belirli sınırlara
sahip olduklarını otaya koydular. Dolayısıyla, bugün bahsini ettiğimiz
toplumsal hareketler birbirine bağlanmalı ve sağlam bir teşkilât yapısı
içerisinde kaynaştırılmalı. Oluşacak toplumsal cephe, politik cepheyle
etkileşim içerisinde olmalı, bu iki cephe, “pozisyon savaşı” stratejisinin iki
ayağını teşkil etmeli, gerektiğinde kapışmanın zamansallığının ve usullerdeki
gelişmenin gerekli kılması durumunda, bu strateji “hareket savaşı”na
dönüştürülmeli.
Böylesi
bir politik yapıya kavuşmak, sınıf mücadelesinin mevcut düzeyini yukarı çekmek
için kısmi başarılar elde etme becerisine sahip taktiğe ihtiyacımız var. Savunma
amacıyla geri çekilmek yerine karşı saldırıya geçmemiz, ancak bu türden bir
taktikle mümkün. Dolayısıyla böylesi bir taktik, kurumlar içerisindeki güçler
dengesini değiştirebileceğini ispatlamalı. Her ne kadar onca hayal kırıklığı ve
politik yanlışın ardından anlaşılır olan anarşist yanılsamalarla mücadele
edilmeli.
Politik
eylem, seçim sahasının sınırlarını aşan bir şeydir. Ama öte yandan seçim de
düşmana terk edilmemesi gereken bir sahadır. Bu sahada düşmanı yenmek, devlet
kurumlarının kontrolünü ele geçirmek için tabii ki yeterli değildir, fakat
istikrarlı bir parlamenter sisteme ve sağlam temeller üzerine inşa edilmiş bir “sivil
toplum”a sahip olan ülkelerde bu adım illaki atılmalıdır.
Ayrıca
maalesef, devleti, sadece kolayca dönüştürülebilen kamu hizmetlerini veya
devlet mekanizmasının alt katmanlarını değil, tüm merkezî devleti görmezden
gelemeyiz, çünkü devlet, bizi hiçbir vakit görmezden gelmez. O, her daim tam
karşımızda bulacağımız bir güçtür.
* * *
2010’da
Yunanistan’da o büyük ayaklanma başladığı vakit kendime şunu söylemiştim: “Şimdi
her şeyi bir kenara koyup, tüm enerjimi bu ayaklanmaya odaklamalıyım, çünkü
bugün bu ayaklanma, kendi hayatımın ve ait olduğum kuşağın görüp görebileceği
en önemli politik savaş.” Ama bu ayaklanma süreci, bizim yenilgimizle
neticelendi. Gene de onun içinde yer almak gerektiğine dair düşüncem, hâlen
daha değişmiş değil. Onun parçası olduğum için bir an bile pişman olmadım.
Ben,
hâlâ dünyanın sahip olduğu güzelliğin, bu dünyayı değiştirme mücadelesi
içerisinde, bu mücadele sayesinde ortaya çıktığına inanıyorum. Anlaşılan,
içinde yüzdüğümüz bu denizin dalgaları ileride de dinmeyecek. Düzenin açtığı
yoldan bizi çıkartacak mücadelelere öncülük edecek gençlerdeki o enerjiye ve
zindeliğe güvenmeye devam edeceğiz. Bu açıdan, aynı zamanda teorik mirası da
içeren geçmişe ait deneyimin bugüne aktarılması gerekiyor. Bu sorumluluk, yaş
almış yoldaşlar olarak bize ait.
Bu
işi üstlenmek, kendimizi güçsüzlüğe mahkûm etmek, bugün hâkim olan ve herkesi
çürüten, alaycılıkla, ümitsizlikle ve melankolik bir vurdumduymazlıkla malul
zamanın ruhuna teslim olmak demek değil. Geçmişe ait deneyimi müzede
sergilenecek bir obje gibi görmemeli. Bu, kişiyi politikadan soğutan,
uzaklaştıran bir yaklaşım. O deneyimi daim kılmak için onu bugünün ışığıyla
aydınlatıp beslemek, bugünün deneyimleriyle ilişkilendirmek gerek. Dolayısıyla geçmişin
sunduğu deneyimleri bugüne taşımak, özünde kolektif ve tüm kuşakları kucaklayan
bir iş. Hepimiz, önümüzdeki yıllarda esas olarak bu işle meşgul olmak
zorundayız.
Statis Kuvelaki
1
Nisan 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] François Cusset, La décennie. Le grand cauchemar des années 1980 (Paris:
La Découverte, 2006).
[2]
Stathis Kouvélakis, La France en révolte. Luttes sociales et cycles
politiques (Paris: Textuel, 2007).
[3]
Alain Devaquet (1942-2018) Dögolcü parti Cumhuriyet Yürüyüşü Partisi’nin bir
üyesi olarak, Mart 1986’daki seçimlerde solun yaşadığı yenilgi sonrası kurulan
ilk Chirac hükümetinde eğitim bakanlığı görevini üstlendi.
[4]
“Parcoursup” üniversite mekânlarını lise öğrencilerine ve üniversiteye gidecek
başka adaylara tahsis etmek amacıyla 2018’de eğitim bakanlığının başlattığı
uygulama sürecidir.
[5]
Contrat première embauche: İlk girdikleri işlerde gençlere istihdam
güvencesi sunmayan sözleşme türü.
[6] Sophie Wahnich, La longue patience du peuple. 1792. Naissance de la République (Paris: Payot, 2008).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder