Pages

01 Haziran 2022

Liberalizm Öldü


Hristiyanlık ve sinema türünden, tarihin tayin ettiği diğer ölü formlar gibi liberalizm de bugün zombi misali, yalpalayarak devam ediyor yoluna, buna rağmen o, hayatları tarif etmeyi ve elindeki maddi gücü kullanmayı sürdürüyor. Gene de tarihin çöp tenekesindeki yeri, neredeyse garanti gibi. Onun hiçbir geleceği yok. Liberalizm, geçerliliğini yitireceği güne doğru uzanan o uzun yolculuğunda aheste aheste ilerliyor.

Liberalizm ve yönetim biçimi olarak tercih ettiği liberal demokrasi çöküyor, çünkü liberalizme can veren, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa’da gerçekleşen devrimler ve savaşlar aracılığıyla ona tarihsel güç bahşeden kavram olarak ulus-devlet, kapitalist gelişme için gerekli bir alet olmaktan çıkıp, büyümenin önündeki engel hâline geldi.

Kapitalizm, Soğuk Savaş süresince önemli bir zafer elde etti ve dünyanın en ırak bölgelerine bile ulaşmayı bildi. Ama kapitalizm, bir yandan da yetmişlerin başından itibaren uzun bir kârlılık krizi içine girdi, bu da dünya sisteminin tepeden tırnağa, yeni borç ve lojistik yapıları ile birlikte sarsılmasını beraberinde getirdi. Neticede bu gelişme, emtianın anında dünyanın her yanına ulaşmasına ve paranın dolaşması için dünya pazarlarına sürekli erişilmesine ihtiyaç duyan sistemi kırılganlaştırdı. Böylelikle sınırlar ve uluslar, varlıklarıyla zarara yol açmaya, yokluklarıyla kâr getirmeye başladılar. Dolayısıyla kapitalizm, çöküşünü ertelemek adına, en sevdiği evladını yemeye başladı.

Anti-materyalist sol, bugün aşırı sağın internete hâkim olan kimlik siyasetine tepki olarak doğduğunu, yeni gelişen etnik milliyetçisi sağın ulus ve sermayenin yaşadığı çöküşe verilmiş bir cevap olduğunu söylüyor. Oysa bu sağın derdi, zombiye dönmüş liberalizmin geride bıraktığı politik ve libidinal boşluğu doldurmak ve yavaş yavaş harlanan kapitalist krizden sağ çıkabilecek bir “ulus”u canlandırıp, onu yeniden örgütlemek. Diğer tüm aşırı sağcı projeler gibi bu sağ da ilgili hedefe, yurttaş kavramını daraltıp, politik ve toplumsal hakları sadece mülk sahibi olan heteroseksüel beyaz erkeklere bahşetmek suretiyle ulaşmak istiyor. Bu anlamda aşırı sağ, yerleşimci sömürgeciliğin tüm çıplaklığıyla yaşandığı o eski güzel günlere dönmeyi arzuluyor. Yeterince örgütlü ve kudretli olunca, mülk sahibi erkeklerden oluşan bu türden bir ulus, şirket yanlısı, teknokratik polis devleti eliyle gelişip serpilecek. Bu devlet, tabii ki zenginliği üreten işçilerin etrafındaki tüm zırhları kaldırıp, ulusun gerçek üyeleri olarak görülmeyenlere karşı açıktan soykırım tertipleyecek bir sermaye diktatörlüğü olacak.

Bu soykırımcı tutum, Amerikan devlet aklının hiç değişmeyen özelliklerinden biri. İlgili tutum, bugün “gereksiz” görülen nüfusa yönelik olarak gündeme getiriliyor. Ana akım Amerikan siyaseti, son dönemde bu özelliği faş eden, açığa vuran birçok veri sunmuş durumda.

Kongre’de gündeme getirilen sağlık “reform”u yoluyla muhafazakârlar, milyonları katletmeye çalıştılar. Öte yandan Trump, gerekli yerlere mesajını iletti ve bunun neticesinde etnik milliyetçi hareket, başkanın gölgesinde mantar gibi üredi. Zamanla Amerikan sağı, kripto faşizm sularını terk edip açıktan faşizm sularına yelken açtı.

Sağ, son otuz yıl içerisinde ideolojik ve örgütsel açıdan dönüşüme tabi tutuldu. Ama bu dönüşüme, sağın gücüne denk bir güç elde etmiş bir liberalizm eşlik etmedi. Hatta 2016 seçimlerinin hem temsilciler meclisinde hem kongrede hem de valiliklerde kaybedilmesi, liberal projenin ve onun o boş vizyonunun yetersizliğini ortaya koydu. Daha iyi bir politik program veya daha iyi bir dünya vizyonu sunmak yerine Demokrat Parti’nin sergilediği direniş, sağa karşı elindeki avantajı, cumhuriyetçilerin planına nazaran çevreyi daha yavaş yok edip, yoksulları daha yavaş öldürmek olan “merkezî” statükoyu romantikleştirmekten başka bir işe yaramadı.

Liberalizm, Demokrat Partililer halkta karşılığı olmayan liderler seçmedikleri için başarısız olmadı. Onun başarısızlığı, esasen önerdiği, borç bağımlısı ekonomi siyasetinin maddi sınırlarının bir sonucu.

Neoliberal ekonomi siyaseti, bir dizi borç balonu ile büyüme sağladı, ama bu balonlar, öğrencilerin borçları ve sağlıkla alakalı borçlar bağlamında, sınırlarına ulaşmış durumda. Bugün liberalizm, az sayıda kişinin artık girilmesi imkânsız hâle gelen üst sınıflara dâhil olması dışında hiçbir şey öneremeyecek durumda.

Liberalizm çöküş yaşadıkça, geçen yüzyıl kapitalist dünyada ülke içerisinde yürütülen siyasete damgasını vuran sağ/sol ayrımı da hükmünü yitiriyor. Gelecekte politik çatışma, liberalizmle (veya onun Avrupalı kuzeni sosyal demokrasiyle) liberal demokrasinin ana ilkelerini temelde benimseyen, ama polisin copunu daha sert vurmasını isteyen muhafazakârlık arasında cereyan etmeyecek. Gelecekte siyaset âlemi, “sol” faşizm ve “sağ” faşizm arasında taksim edilecek. İlki çoktan zuhur etti bile, ikincisi ise yeni yeni gelişme kaydediyor.

Jürgen Habermas gibi yirminci yüzyıl Marksistleri, “sol faşizm” tabirini ideolojik muarızlarına karşı bir tür küfür olarak kullanıyorlardı. Bense burada ilgili tabiri, madalyonun bir yüzünde duran, şirket yanlısı teknokratik liberterizm ile onun muadili olan ve madalyonun diğer yüzünde duran sağ faşizmin otoriter etnik milliyetçiliğini ifade etmek için kullanıyorum.

Ani gelişen ekonomik gerileme döneminde Mark Zuckerberg, 2020 yılı içerisinde herkese temel gelir fikrini savunuyor, “küresel yurttaşlık” üzerine kurulu Amerikan kimliğini öne çıkartıyor. Bu anlamda o, bahsini ettiğim yeni “sol” faşizmi temsil ediyor. Trump’ın faşizminin aksine Zuckerberg’in faşizmi, ulus-devleti merkezî bir kavram olarak devre dışı bırakıyor. Bu hamleyi, yirmi birinci yüzyıl bağlamında yenilikçi ve yıkıcı bir faşizm türü olarak ele almak gerekiyor.

Üstün ırktan, onu temel alan ilkelerden, kan ve toprak üzerine inşa edilmiş yurttaşlıktan dem vurmayan bu sol faşistler, markaya bağlılığı ve hizmet kullanımını esas alan “tercihler”le kurulmuş uluslar meydana getirecekler. Yurttaşların yerini müşteriler ve tüketiciler, başkanların ve kongrelerin yerini icra kurulu başkanları ve yönetim kurulları, toplum sözleşmelerinin yerini hizmet koşulları alacak. İşçiler, özel güçlere hizmet eden paramiliterlerce gözetlenecek ve şirketlerin inşa ettikleri şehirlerde yaşayacaklar.

Dünya, bu tür uygulamalara geçmişte de tanıklık etti. İlk dönem sömürgecilik de bu tür adımlar attı. Başka ülkelerde lisans almış anonim şirketler, dünyanın her iki tarafında kurulmuş, plantasyonu andıran mikro devletleri yönetmişlerdi. Bu sefer başta bir kral yerine dünya pazarı olacak. İmparatorluk olmayacak, sadece sermaye olacak.

Tarihsel planda faşizm, aşırı milliyetçilikle kopmaz bağlara sahip. Karşılığı olan, efsane üzerine kurulu bir yapı olarak ulus, faşist iktidarın elinde kusursuz bir araca dönüşüyor. Faşist iktidar ulusu, sınıfları dikine kesen bir ittifakı kurmak, orta sınıfları ve emekçi sınıfları içteki ve dıştaki “düşmanlar”a karşı zenginlerle bir araya getirmek için kullanıyor. Yahudiler, eşcinseller, göçmenler, translar, Müslümanlar, komünistler… sömürgeciliğin, imparatorluğun, savaşın ve kapitalizmin ürettiği zenginlikle tanımlanmış, ondan kaynak alan bir “ulus”tan kolayca dışlanabilecek kim varsa, düşman kabul ediliyor.

Naziler, destansı ve efsanevî bir “Halk”a işaret ettiler. Köylü kıyafetleri giymiş yurttaşların katıldıkları yürüyüşler tertiplediler, bazen de Hristiyanlığı aşan, hatta onu karşıya alan, farklı akımları birbirine teğellemiş bir tür Alman paganizmini savundular.

Japon devleti, imparatorun ve ordunun tarihsel rolünü ve önemini efsaneler üzerinden tanımladı. Burada amaç, birleşik bir Japon kültürü yaratabilmekti.

Mussolini’nin faşistleri, İtalya’da yeni doğan insanın Libya’da imparatorluğun gerçekleştirdiği, genişlemeyi hedefleyen o şanlı yürüyüş aracılığıyla kendisini ispat ettiğini söylediler.

Faşistler, ana hedeflerine ulaşmak için ellerindeki her türden aracı kullanacaklar. Devletle sermayeyi iç içe geçirmek, bağımsız sivil toplumu tasfiye etmek ve işçi sınıfını ezmek için ellerinden geleni yapacaklar. Tam da bu sebeple, İtalya ve Almanya’da rejimler, ilk başta sosyalizmin dilini ve ona ait bazı teknikleri kullanmışlardı. Hitler ve Mussolini, her ne kadar kurdukları rejimlerin kiliseyle uzlaşması için çalışsalar da, bir biçimde Hristiyanlığa ateistlere has bir tiksintiyle yaklaştı. İspanya ve Yunanistan’da ise faşistler, kendilerini kralın ve kilisenin savunucuları olarak konumlandırdılar.

Faşizm, bir ulus-devlete ihtiyaç duymuyor, onun tek ihtiyacı, devleti ele geçirmek için gerekli olan ideolojik ulus. IŞİD’in kurduğu hilafetin ardında da bu türden bir teori vardı. O, konumu veya etnisiteyi temel alan devlet yerine gerçek müminleri, ümmeti esas alan “küresel Müslüman ulusu” fikrine yaslanan, faşist bir devletti.

Devlet olmak için gerekli olan ulus-devlet modeli, uzun zamandır yürürlükte. Bu anlamda, devlet ve ulus-devlet hep birbirlerinin yerine kullanıldılar. Gelgelelim epeydir Silikon Vadisi’nin sol faşistleri, Singapur’u büyük bir hayranlıkla ve özlemle takip ediyorlar. Bu ufak, ayrıksı ve otoriter şehir-devleti, güçlü bir zengin yöneticiler sınıfı meydana getirmeyi bildi. Bu ülke, bir ulus-devlet değil, şehir-devleti olarak yönetiliyor. Tek amacı da küresel sermaye akışı bağlamında şirketlere bir tür cennet olarak hizmet sunmak için yurttaşlarını korumak veya onları temsil etmek.

Silikon Vadisi’nin ideolojisi, doksanların ortalarında yaygın olarak analize tabi tutuldu ve bu liberterizme has devletçilik karşıtlığı üzerine kurulu olan ideoloji, “Kaliforniya İdeolojisi” olarak tanımlandı. Söz konusu ideoloji, bugünlerde vadinin elindeki maddi güç sayesinde büyüdü ve genişledi. “Küresel şehirler” denilen fikir gerçekliğe dönüştükçe, teknoloji dünyasının yön verdiği yeni Singapurlar inşa ediliyor. Bugün kapitalistler, dünya genelinde açtıkları onlarca garsoniyerde işlerini yürütüp vakit harcıyorlar.

Şirketlerin her şeye egemen oldukları düzeni amaç edinmiş yeni faşist siyaset görünür oldukça, devletle ulus-devlet arasındaki fark da belirginleşecek. Sermayenin tümüyle robotlarla çalışan fabrikaları, ay kolonilerini ve deniz üzerine kurulu yerleşim yerlerini temel alan romantik düşleri, esasen İtalyan faşistlerinin teknolojiyi, şiddeti ve hızı fetişleştiren yaklaşımlarını andırıyor. Sınırlara ve topyekûn savaşlara yönelik liberter itiraz ambalajında sunulan bu sol faşizm, temelde kapitalist yeniden yapılanma sürecinin yeni ve son aşamasını ifade ediyor.

Amerika’da sağ faşistler, kitle tabanını tarım işletmelerinde, enerji endüstrisinde ve ordu-sanayi kompleksinde buluyor. Tüm bunlar, zenginlik üretme noktasında, ağırlıklı olarak devlet teşviklerine, savaşa ve sınır kontrollerine bel bağlayan faaliyet alanları. Her ne kadar sağ faşistler, vergilerden ve yurttaşlık haklarından nefret etseler de sırtlarını Amerikan emperyalizmine, geleneksel planda ticaret sahasında yol açtığı dengesizliklere, enerji anlaşmaları için yürütülen müzakerelere ve kâr elde etmek için gerekli olan ve hiç bitmeyen savaşlara yaslıyorlar.

Öte yandan, sırtlarını teknolojiye, eğitime ve hizmetlere yaslayan sol faşistlerse, küresel emek akışları ve serbest ticaret üzerinden kendileri için hayırlı olan ne varsa onu yapıyorlar. Lojistiğe, küresel tedarik zincirlerine, vaktinde üretime bel bağlayan, bununla birlikte, biricikliğe ve toplumsal sorunları teknoloji yoluyla çözmeye takıntılı olan sol faşistler, ulus-devleti bir engel olarak görüyorlar, orduyu küresel sorunlar konusunda kifayetsiz bir çözüm yolu olarak değerlendiriyorlar.

Sol faşizm de sağ faşizm de devletin ücretleri düşürmek, halkı gözetlemek ve düzenleme amaçlı denetimi ortadan kaldırmak için kullanılması gerektiği konusunda uzlaşıyor. Nispeten daha gelenekçi olan sağ faşistler, sınıf savaşı denilen meseleyi tek seferde, kan ve barutla çözmek isterlerken, sol faşistler, sınıf savaşını kolayca kontrol edilebilen, ufak devletler meydana getirip, geçim için gerekli temel ihtiyaçları karşılamak suretiyle, az çok kesintiye uğratabilecekleri hayalini kuruyorlar.

Bir taraf, halkı tebaa; diğer tarafsa müşteri olarak görüyor. Diktatör-tebaa ilişkisiyle şirket-müşteri ilişkisi arasında temel bir farklılık söz konusu: şirket-müşteri ilişkisinde sömürü ve zulüm, iğva ve himmet maskeleri ardına saklanıyor, kimi zaman da bu ilişki, cömertlikle karıştırılabiliyor.

Pratikte bu türden bir kafa karışıklığına hep birlikte tanık olduk. Geçen Şubat ayında haber kanalları, Apple’ın FBI’ın şirketin iPhone şifrelerini kırması konusunda teşkilâta yardımcı olmayı reddettiğine dair haberi köpürterek sundu. Birçok insan, Apple’ın müşterisinden yana olduğunu, onun gizlilik haklarını koruduğunu düşündü. Oysa bu, yanlış bir düşünceydi, çünkü şirket müşterilerinin verileriyle her şeyi yapmayı alışkanlık hâline getirmişti. Esasında burada egemenlik konusunda bir müsamere sergilenmekteydi. Amaç, özelde Apple’ın, genelde Silikon Vadisi’nin devletten bağımsız olduğunu göstermekti.

Bu bağımsızlık, temelde sol faşist siyasetin gelecekte atacağı adımı ifade ediyor. Söz konusu hamle, egemen olanın koruma sorumluluğu ile ilgiliydi. Bu anlamda, eğer Apple Ulusu’na bağlı olan, birer müşteri olarak hareket eden tebaanın parçası olduğu sürece Apple müşterilerinin hiçbir bilgisi ifşa edilmeyecek.

Önümüzdeki yıllarda sol faşistler, Demokrat Parti’nin kontrolünü ele geçirmek için uğraşacaklar. Bu çaba dâhilinde kimi solcular onlara destek sunacaklar, çünkü sol faşistler, herkese temel gelir, sınır kontrollerinin gevşetilmesi, çok kültürlü toplum ve çok kutuplu dünya gibi politikaları gündeme getirecekler. Yeni teknoloji milyarderleri, bu türden vaatleriyle birçok solcuyu avlayacak. Böylelikle bu solcular, şirket yanlısı teknokratik düzene geçişi öngören sol faşist proje için bir tür kılıf işlevi görecekler.

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki; faşistler geleceği devrimci sola kıyasla daha berrak görüyorlar. Sol, uzun zamandır, ulus-devleti ele geçirerek iktidar olma hayali kurdu ve ulus-devlet yönteminin artık sermayenin işine yaramadığını göremedi.

Faşizmi ezmek için bizim geleceğe dair anlayışımızı kökünden değiştirmemiz gerekiyor. Devrimciler, ulus ve devleti fetişleştiren yaklaşımlarından kurtulmak zorunda. Bırakalım yeni bir dünya kurmayı, varolan dünyayı gerçek manada yok etmek gibi bir umuda sahiplerse eğer, bu tür yüklerinden arınmaya mecburlar.

Vicky Osterweil
15 Eylül 2017
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder