Giriş
Sembolik öneme sahip dört darbe, büyük
ölçüde savuşturuldu: Şili (1973), Peru (1992), Honduras (2009) ve Bolivya
(2019). Bu darbelerin ardında, ordunun ve ABD hükümetinin desteğini arkasına
almış olan aşırı sağcı politik güçler vardı. Şili’de Gabriel Boric, Honduras’ta
Xiomara Castro, Bolivya’da Luis Arce ve Peru’da Pedro Castillo, sol politik
güçleri temsil eden cumhurbaşkanları kervanına katıldı. Her bir isim de
yürüttükleri seçim kampanyaları üzerinden, ABD hükümetiyle sıkı bağlara sahip
faşist güçlere karşı mücadele yürüttü. Washington’ın bu faşistleri iktidara
taşımak, böylece Latin Amerika genelinde solu boğma hedefi doğrultusunda
ilerleme kaydetmek niyetinde olduğu açıktı. Ama Arce, Castillo, Castro ve Boric,
işçileri, köylüleri, kentlerdeki yoksul prekaryayı ve giderek zayıflayan orta
sınıfı içeren ittifak üzerinden muzaffer olmayı bildi. Honduras’ın ovalarından
Bolivya’nın dağlarına uzanan seçim çalışmalarında geniş kitleler seferber
edildiler.
Neoliberalizmdeki Aşınma
Şili, 1973’te General Augusto Pinochet
önderliğinde gerçekleşen ve Cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin yürürlüğe
koyduğu sosyalist projeyi sonlandıran darbenin ardından, neoliberal politika
için bir tür laboratuvar hâline geldi. Pinochet, “Şikagolu Çocuklar” denilen,
serbest piyasa yanlısı bir grup ekonomisti işbaşına getirdi. Burada amaç, ABD
merkezli çokuluslu şirketlerle, bilhassa Şili bakırı konusunda, onların lehine
olan anlaşmalar imzalanmasını sağlamak, Şili oligarşisinin vergi
muafiyetlerinin kapsamını genişletmek ve en temel kamu hizmetlerini ve devlet
eliyle yürütülen emeklilik türünden programların özelleştirilmesine imkân
sağlamaktı. Pinochet darbesinin tesis ettiği rejimin 1990’a dek sürmesini
mümkün kılansa, örgütlü işçi sınıfına ve sosyalistlere karşı uygulanan zor ve
bakır fiyatlarının yüksek oluşuydu. 1990 sonrası demokrasiye geçiş sürecine yön
veren ve Concertación [“Uzlaşma”] olarak anılan, liberaller arası
anlaşma ise neoliberal projeyi yürürlükten kaldırmadı, sadece ordunun
kışlalarına çekilmesini sağladı.
Liberallerin Pinochet döneminde
uygulanan politikalara teslim olmaları, esasen sadece Şili’ye özgü bir olgu
değildi. Seksenlerde Üçüncü Dünya’nın yüzleştiği borç krizi, 1991’de SSCB’nin
çöküşü ile birlikte sol, yeni bir sosyalist proje önerme imkânını ortadan
kaldırdı. Bu dönemde Latin Amerika siyasetinin en önemli oyuncusu, IMF’ti. IMF,
finansal desteğe erişim için gerekli şart olarak, kamu sektöründeki kesintileri
tolare etme imkânına sahip olmayan ülkelere kemer sıkma politikaları dayattı.
Doksanların başında Peru’da IMF, bu tür bir politikanın uygulanmasını isteyince,
sağcı cumhurbaşkanı Alberto Fujimori, kongreyi ve yargıyı lağvetti ve iktidarı
ele geçirdi, bir anlamda kendisine darbe yapmış oldu. Bölgede başka ülkelerde
de bu tür bir darbe ihtiyaç hâline geldi, zira bu ülkelerde liberaller, IMF
politikalarına kuzu kuzu teslim oldular. Fujimori’nin darbesinden birkaç ay
önce Venezuela cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez, merkezinde petrol ürünleri
için verilen teşviklerin kesilmesi maddesinin durduğu bir IMF paketini kabul
etti. Bu paketin yürürlüğe konulması neticesinde Caracazo olarak alınan
kitlesel ayaklanma patlak verdi.
Bu ayaklanma, Hugo Chávez isminde genç
bir subayın siyaset sahnesine girmesini sağladı. Genç Chávez, IMF’in dayattığı
kemer sıkma politikası için halkı disipline etmek amacıyla kullanılan şiddet
üzerinden harekete geçti.
Chávez, 1998’de cumhurbaşkanı adayı
olmaya karar verdiğinde, sadece Venezuela halkı değil, Patagonya’dan
Meksika-Amerika sınırına dek uzanan bir coğrafya adına konuştu. Chávez yaptığı
her konuşmada, kitlesel açlık politikası olarak gördüğü neoliberalizmi eleştirmekten
hiç geri durmadı.
Chávez’in neoliberalizmle mücadele
düzleminde elde ettiği seçim zaferi, Latin Amerika’nın eskiden İspanya elinde
bulunan bölgesinin büyük kurtarıcısı Simón Bolívar’a atıfla, tüm kıtaya sunduğu
Bolivarcı birlik siyaseti, Latin Amerika ve Karayipler genelinde birçok farklı
politik güce ilham verdi. Sonrasında bu bölgede bazı ülkeler, seçimlerde sol
siyaseti tercih ettiler: Haiti (2000), Arjantin (2003), Brezilya (2002),
Uruguay (2004), Bolivya (2005), Honduras (2005), Ekvador (2006), Nikaragua
(2006), Guatemala (2007), Paraguay (2008) ve El Salvador (2009).
Her ne kadar bu başa gelen partiler,
Chávez ve Küba Devrimi kadar sol değilse de temelleri dirhem dirhem aşınan
neoliberalizm dışında yeni yollar açmaya başladılar. ABD’nin hukuka aykırı bir
biçimde başlattığı Irak Savaşı (2003), küresel finans krizi (2007–08) ve
ABD’nin dünya genelinde sahip olduğu gücün giderek kırılganlaşması, bugün “Pembe
Dalga” denilen hareketin yükselmesi için gereken beynelmilel bağlamı temin
etti.
Melez Savaşlar Devri
ABD hegemonyasındaki kırılganlık, onun
1823 tarihli Monroe Doktrini’nden beri “arka bahçe”si kabul ettiği yerde bu
türden projelerin gelişmesine izin vereceği, bu sürece çomak sokmayacağı
anlamına gelmiyor elbette.
Pembe Dalga’ya yönelik ilk saldırı,
1991’de Amerikan darbesini tecrübe etmiş, ama 1994’te yeniden iktidar olmuş
olan Jean-Bertrand Aristide’in 2004’te gene bir darbeyle koltuğundan
indirilmesiyle geldi. ABD, Fransa ve Kanada, Aristide’i kaçırdı ve onu Güney
Afrika’ya gönderdi, öte yandan, ülkenin başına geçen isimler, Aristide’in politik
müttefiklerini bir bir tasfiye ettiler.
Aristide’e karşı yapılan Amerikan
darbesinden beş yıl sonra Honduras’ın başındaki liberal cumhurbaşkanı Manuel
Zelaya devrildi. Görevden uzaklaştırılan Zelaya, Dominik Cumhuriyeti’ne
gönderildi.
Bu darbelere bir yandan da sessizce,
ama sert müdahalelerle uygulanmakta olan melez savaş stratejisi eşlik etti. İlgili
stratejiyi ABD, Latin Amerika’daki sağcı oligarşiyle birlikte yürüttü. Burada amaç,
ABD ve oligarşinin hasımlarını tecrit edip, onlara zarar vermekti. Bu amaç
doğrultusunda ekonomik savaş, diplomatik savaş ve iletişim savaşı tekniklerine başvuruldu.
Melez savaş, teknikleri altmışlardan
beri Küba’ya karşı zaten uygulanmaktaydı. 1962’de Küba, Meksika’nın ayak
dirediği karar uyarınca, Amerikan Devletleri Teşkilâtı’ndan dışlanarak
yalnızlaştırılmaya çalışıldı. Küba ekonomisi, yaptırımlar ve abluka yoluyla
boğulmak istendi. Bu abluka, ancak Sovyetler’in uluslararası dayanışması ile
aşılabildi. Ayrıca ülkedeki komünist liderlerin itibarsızlaştırılması amacını
güden yoğun bir iletişim savaşı yürütüldü. 1961’de Domuzlar Körfezi’nde tanık
olunduğu üzere, işgal harekâtlarına girişildi. Castro’ya yönelik olarak 638 kez
suikast girişiminde bulunuldu.
Küba’ya yapılan saldırılar, takip eden
süreçte Bolivya, Nikaragua ve Venezuela gibi yerlere karşı yürütülen melez savaşlar
için gerekli şablonu temin etti. Ülkelere saldırma konusunda devreye bazen bir
tür silâh olarak hukuk girdi. Örneğin bu yöntem, Paraguay’daki sol projeye
karşı kullanıldı. Cumhurbaşkanı Fernando Lugo, 2012’de bu şekilde azledildi. Onu,
2016’da Brezilya’da Dilma Rousseff’in, 2018’de de Luiz Inácio Lula da Silva’nın
azli izledi.
2017’de cumhurbaşkanı Lenin Moreno,
kendi kendisine darbe yapmak zorunda kaldı. Aynı süreçte ABD’li çokuluslu
petrol şirketlerine soruşturmalar açılmış, Julian Assange, IMF kredisi
karşılığında İngilizlere teslim edilmişti.
ABD ve Kanada’nın kurduğu Lima Grubu, Venezuela’daki
Bolivarcı devrimi yıkmak için çeşitli yöntemlere başvurdu. Bu yöntemler
dâhilinde ülkenin kaynakları çalındı, Venezuela’daki politik sürecin
meşruluğunu tartışılır kılmak adına, Juan Guiadó isminde uyduruk bir gölge
cumhurbaşkanı icat edildi.
ABD hükümeti, Latin Amerika ve Karayip
halklarına karşı yoğun bir savaş yürüttü ve bu savaşı “insan hakları” ile “demokrasi”
söylemiyle örtbas etmeye çalıştı.
Solun Geri Dönüşü
Latin Amerika’da sol, hiçbir zaman
birleşik bir yapı arz etmedi. Yetmişlerde ve seksenlerde diktatörlükler, eskiden
mücadele yürütmüş hareketlere büyük zararlar verdiler. Bu süreçte binlerce
kadro ve sempatizan katledildi, köklü düşünce ve eylem geleneği yeni nesillere
aktarılamadı. Doksanlarda az çok Küba’nın direnciyle ve Chávez’in vizyoner
liderliğiyle toparlanma imkânı bulan sol, yeni toplumsal hareketlerle tanıştı. Kemer
sıkma politikalarına, bilhassa yerli halklara yönelik ırkçılığa karşı geliştirilen itirazın içinden neşet eden bu yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda kadın
hakları ve cinsel azınlıkların hakları gibi toplumsal hakların geniş kitlelerle
buluşması için uğraştı ve doğayla uyumlu bir ilişkinin kurulması yönünde
çalışmalar yürüttü.
Süreç içerisinde farklı sol düşünce
akımları gelişti. Sol denilen olguyu farklı ele alan yaklaşımlar ortaya çıktı. Örneğin
1994’te ortaya çıkan Zapatistalar, Meksika’daki pratikleriyle başkalarına ilham
veren güçlü bir hareket hâline geldiler.
Chávez, partili politik mücadeleden
yana olanlarla toplumsal hareketler üzerinden yürütülecek mücadeleden yana
olanlar arasında köprü kurduğu, farklı akımları bir araya getirebildiği için
önemli bir isimdi. Onun elde ettiği başarıdan sonra tüm kıtada benzer sol
toplumsal oluşumlar ortaya çıkmaya başladı.
2005’te Arjantin’in Mar del Plata kentinde
düzenlenen Dördüncü Amerikalar Zirvesi’nde sol güçler en büyük birliği meydana
getirdiler. Zirvede Chávez, Latin Amerika ülkelerinin ABD destekli Amerikalar
Serbest Ticaret Bölgesi projesine karşı çıkmasını sağladı. O günlerde Bolivya’da
cumhurbaşkanı adayı olan Evo Morales, Arjantinli futbol efsanesi Diego Maradona
ve Kübalı şarkıcı Silvio Rodríguez bir araya gelerek, Washington Konsensüsü’nü
eleştirdi. Bölgedeki en büyük ekonomi olarak Brezilya’nın Arjantin ve Venezuela
ile birlikte söz konusu serbest ticaret bölgesi projesine karşı çıkması
sebebiyle, Amerika başka bir yola yöneldi.
Ancak 2010 sonrası emtia fiyatlarındaki
düşüş ve 2013’te Chávez’in ölümü ardından ABD’nin emperyalist ajandası, bir kez
daha avantajı eline aldı. 2019’da Evo Morales’e karşı “demokrasi” adına darbe
yapıldı. Tuhaf bir biçimde liberal güçler, bu süreçte ırkçı ve faşist
köktencilerle yan yana gelmekte bir beis görmediler. Sonrasında kendisini
cumhurbaşkanı ilân eden kişi, çıkıp “yerlilerin o şeytanî ayinlerinden
kurtulmuş bir Bolivya düşlüyorum” dedi. Seçimle işbaşına gelmiş yerli cumhurbaşkanını
deviren ve Bolivya’nın “demokratlar”ı olarak anılan kesim, işte bu tür düşüncelere
sahip kişilerden oluşuyordu.
Küba, Nikaragua ve Venezuela’yı “zorbalığın
troykası” olarak anan ABD, solu bölme imkânı buldu, devrimci faaliyetlerle
ilişki içerisinde olmanın cezasını çektiği için rahatsız olan veya tür cezalar
karşısında boyun eğen kesimleri koparttı. Melez savaş taktiği uyarınca ekilen
nifak tohumları, birçok ülkede solun güçlenmesine mani oldu ve Jail Bolsonaro
türü neofaşistlerin iktidara gelmesini sağladı. Araya sokulan kamaya hiç
dokunulmadı. Şili, Kolombiya ve Peru’daki ilerici güçler, büyük bir hevesle,
Küba, Nikaragua ve Venezuela’dan uzaklaştılar, üstelik bu süreçte ABD
propagandasının kullandığı kelimelere başvurdular.
Ama gene de kemer sıkma politikalarının
ilelebet uygulanamayacak olması sayesinde sol güçler, yeniden bir araya gelip
karşı saldırıya geçtiler. Morales’in başında bulunduğu Sosyalizme Doğru Hareket
ayakta kaldı ve darbeye cesaretle direndi, pandemi döneminde seçim yapılması
için uğraştı ve 2020 yılında çoğunluğun oyunu alarak yeniden iktidar oldu.
2009’daki darbeden ağır hasarla çıkmış
olmasına karşın, Honduras’taki sol ve sol liberal güçler, 2013 ve 2017
seçimleri için yoğun bir çalışma yürüttüler. Uzmanların da ifade ettiği
biçimiyle, seçimlerdeki hileler sebebiyle kaybettiler. 2013 seçimini kaybetmiş
olan Xiomara Castro, 2021’de oyların büyük bir kısmını alarak zafere ulaştı.
Peru’da öğretmen sendikası lideri Pedro
Castillo’yu aday çıkartan, kırılgan bir yapıya sahip olan ittifak, 1992’de
kendisine darbe yapmış olan Alberto Fujimori’nin kızı ve sağcıların adayı Keiko
Fujimori karşısında ufak da olsa bir zafer elde etti.
Ne var ki Honduras ve Peru, Bolivya’da
Morales liderliğinde on dört yıl boyunca elde edilen kazanımların perçinlediği,
sosyalizmi inşa hareketi kadar derin köklere sahip değil. Kendi hareketinden
bile kopan Pedro Castillo, gayet ılımlı bir ajandaya sahip.
Bu süreç içerisinde, yirmi yıl boyunca
Pembe Dalga’nın güçlenmesini sağlayan emtia fiyatları, düşme eğilimi içerisine
girdi. Artık bölge genelinde bağlam değişmiş durumda. Daha çok Çin ile ilişki
kuruluyor. Çin’in Latin Amerika genelinde Kemer ve Yol İnisiyatifi denilen
girişime öncülük etmesiyle yeni yatırım imkânları doğdu, bölge belirli bir
kalkınma süreci içerisine girdi.
Genel kabule göre bu girişim, Amerika’nın
artık itibarsızlaşmış olan IMF projesine ve neoliberal kemer sıkma politikasına
karşı başvurulan bir tür panzehir olarak ele alınıyor. Latin Amerika’ya çok az
yatırım yapan ABD, Çin’in bölgeye gelişini esas olarak askerî ve diplomatik gücüyle
karşılamaya çalışıyor. Böylelikle Latin Amerika, ABD’nin Çin’e karşı yürüttüğü
soğuk savaşın en önemli cephesi hâline geliyor. Anlaşılan o ki bölgede gelişecek
her bir yeni sol projede Çin önemli bir rol oynayacak.
Xiomara Castro’nun ilkin Pekin’i ziyaret
edeceğini söylemesinin veya Nikaragua’da Daniel Ortega’nın Çin Halk Cumhuriyeti’ni
Birleşmiş Milletler sistemi içerisinde Çin’in meşru temsilcisi kabul etmeye
karar vermesinin sebebi burada. Meksika’dan Şili’ye uzanan bir hat dâhilinde
Çin yatırımlarının güçler dengesini değiştirdiğine, birbirlerine karşı
hoşgörüsü bile olmayan örgütleri bir araya getireceğine hiç şüphe yok.
ABD, bu noktada Çin’i “diktatör” olarak
takdim etmek, böylece Küba ve Bolivya’daki devrimci projelere şüpheyle yaklaşan
ilerici kesimleri kendisine çekmek için çabalıyor.
2022’de Brezilya ve Kolombiya’da çok
önemli iki seçim yapılacak. Brezilya’da Lula, anketlerde önde görünüyor. Melez savaş
taktiği süreci bir kez daha sabote etmezse, muhtemelen yeniden iktidar olacak.
Lula, kendisine yönelik saldırılar sonrasında epey radikalleşti. Kazanırsa, muhtemelen
Brezilya oligarşisiyle uzlaşma yoluna gitmeyecek ve Bolivya, Küba, Nikaragua ve
Venezuela, bunun yanında, diğer sol hükümetlerle müttefik olacak. Lula ve Dilma’nın
yaptığı yorumlara bakılacak olursa, iktidara geldiklerinde, ABD’nin o herkesi
boğan etkisini dengelemek adına Çin’le daha sıkı bir ilişki içerisine girmeye
çalışacaklar.
Özgürlük düşmanı oligarşinin iktidarını
muhafaza etmek için her tür şiddet yöntemine başvurduğu, ABD’nin eski müttefiki
Kolombiya, muhtemelen solcu aday Gustavo Petro’nun zaferine tanıklık edecek. Ülkede
kemer sıkma politikalarına karşı gerçekleştirilen gösteriler, Kovid pandemisinden
çok önce ülke siyasetini belirler hâle gelmişti. Büyük ihtimalle seçim
kampanyasının yürütüleceği zemini de bu eylemler tayin edecek.
Eğer Lula ve Petro kazanırsa, Latin
Amerika, ABD’nin öncülük ettiği ekonomik kemer sıkma politikasının, kaynaklara
yönelik hırsızlığın ve politik teslimiyetin tarif etmediği yeni bir bölgesel
projenin tesis edilmesi konusunda önemli bir adım atmış olacak.
Üç Kıta Toplumsal
Araştırmalar Enstitüsü
Şubat 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder