Jessica Whyte’ın yeni kitabı The Morals of the Market [Piyasanın
Ahlâkı], hepimizin arzuladığı bir bilgi birikiminin ürünüdür. Çalışma,
meseleleri doğru bir biçimde kavrayan, okuru düşünmeye teşvik eden, her şeyden
önce, kolay anlaşılır ve merak uyandırıcı bir eserdir. Kitapta Whyte, “insan
hakları ile neoliberalizm arasındaki tarihsel ve kavramsal ilişkiler”in izini
sürmektedir. Yazarın yaptığı bu müdahale, son dönemde neoliberalizmle insan
hakları arasındaki bağların tartışılmasını sağlamıştır. Bilindiği üzere bu
bağlar, yetmişlerden beri, en azından iki sebep üzerinden, tüm dünya genelinde
önemli görülmeye başlanmıştır.
Kavramsal açıdan kitap, neoliberalizmi
salt ekonomi politikaları kümesi veya piyasacı köktencilik öğretisi olarak ele
almıyor. Meselenin ahlâki boyutunu bütünsel ele alan kitap, insan haklarını
piyasanın ahlâkı bağlamına oturtuyor, bu noktada da Friedrich Hayek, Ludwig von
Mises ve Wilhelm Röpke gibi neoliberalizmin önemli düşünürlerini titiz bir
okuma sürecine tabi tutuyor.
Whyte’ın da yazdığı biçimiyle yirminci
yüzyıl neoliberallerinin diriltmeye çalıştıkları “rekabetçi piyasa, kaynakları
verimli biçimde dağıtmanın aracı olarak görülmekle kalmaz, ayrıca o, ahlaklı ve
medeni bir toplumun temel kurumu olarak yüceltilir.” Bu bakış açısı üzerinden
yazar, neoliberallerin insan hakları üzerine kurulu dili kendi projelerini
gerçekleştirmek için nasıl kullandıklarını, neoliberallerin sürekli haklardan
söz edişinin ve bu hak söyleminin sonraki süreçte insan hakları çalışması
yürüten STK’larca nasıl benimsediğini açıklar.
Whyte, “neoliberal insan hakları”
terimini belirli hakları içeren bir listeyi ifade etmek veya neoliberal
fikirlerle uyuşan bir insan hakları pratiği ve anlayışına işaret etmek için
kullanmaz. Bu neoliberal fikirler, şu türden önemli tespitleri içermektedir:
a. Siyasetteki şiddetin aksine
piyasalar doğaları gereği barış yanlısıdırlar;
b. Piyasanın serbest olması, dünya
barışının ve insan haklarının gerçekleşmesi için temel önkoşuldur;
c. İnsan hakları, piyasanın düzeniyle
uyumlu olmalı, ona müdahale etmemeli, bu düzeni sürekli desteklemelidir.
Tarihsel planda Whyte’ın kitabı, sadece
yetmişlere odaklanmaz, ayrıca iç içe geçen iki projenin izlerini sürer,
dolayısıyla neoliberal, insan haklarının ortaya çıkışına bakar. Bu süreçse
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin hazırlanması ile başlar, üçüncü dünyaya sömürgecilikteki
adaletsizlikleri giderecek yeni bir beynelmilel ekonomik düzenin vaaz edildiği
dekolonizasyon sonrasında yaşanan ilk neoliberal deneyi keserek bugüne dek
uzanır.
Sonuçta da ortaya neoliberalizmin ve
insan haklarının kuruculuk esası üzerinden el ele ilerlediği, dünya genelinde
kapitalist toplumsal ilişkileri nasıl tatbik ettiği ile ilgili güçlü bir anlatı
çıkar. Kitap, bir yandan da insan haklarının alternatif politik projeleri,
bilhassa sosyal devletçiliği ve üçüncü dünyanın dünya genelinde ekonomik
kaynakların yeniden dağıtılmasına dönük arzularını nasıl bastırdığı üzerinde
durmaktadır.
Bu kısa yazıda amacım, Whyte’ın
hikâyesini aktarmak değil. Bilâkis, burada ben onun Marksizmin hukukla ilgili
eleştirisine yaptığı katkıyı tartışmak istiyorum. Whyte’ın çıkarımına göre
neoliberalizm ve insan hakları, “yoldaş” kavramlardır. Bu yaklaşımı ise Samuel
Moyn’un son çalışmalarıyla çelişmektedir. Zira Moyn, insan haklarının tarihini
yetmişlerden başlatır.[1] Hatta Moyn sonraki çalışmalarında, insan hakları ile
neoliberalizm arasındaki paralelliklerin tesadüfî olduğunu söyler. Ona göre
insan hakları, neoliberalizm projesinin güçsüz bir yoldaşıdır; dolayısıyla
neoliberalizmin suçu günahı insan haklarına yüklenmemelidir.[2]
Moyn çalışmasında, hâkim yaklaşımla
Marksist yaklaşımı karşı karşıya getirir.[3] Ona göre hâkim yaklaşım, insan
haklarını piyasanın aşırılıklarını sınırlamanın bir yolu olarak takdim eder,
ama bu yaklaşım pratikte çürütülmüştür. Buna ek olarak insan hakları ise maddi
eşitlikten ziyade yeterliliği asgari düzeyde tutmaya vurgu yapar. Bu da insan
haklarının piyasacı köktenciliğe karşı koyamamasına neden olur (Bu, Moyn’un son
kitabının isminin neden Yeterli Değil
olduğunu açıklar).[4]
Buna karşılık, Moyn’un benimsediği
“Marksist” konum ise küresel neoliberal kapitalizm ile insan hakları arasında
kopmaz, nedensellik ilişkisi üzerine kurulu bir bağ bulur ve ikisi arasındaki
bağı abartır.
Whyte’ın kitabının “Marksist” olarak
sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağı sorusunu şimdilik bir kenara koyalım.
Whyte çalışmasında, insan hakları ile neoliberalizm arasında sıkı bir bağ
olduğunu söylüyor. Marksizmin insan hakları ile ilgili farklı yaklaşımlara
sahip olduğu koşullarda[5] Whyte, neoliberalizmin insan haklarına “ihtiyaç”[6]
duyduğunu iddia ediyor.[7]
Samuel Moyn, esasen Marksist yaklaşıma
kısmen Yahudi Sorunu’nda Marx’ın
getirdiği eleştirideki “anakronizm” sebebiyle itiraz eder.[8] Bu metinde Marx,
İnsanların ve Yurttaşların Hakları Beyannamesi’nde belirtilen ve Fransız Devrimi
sonrası benimsenen hakları eleştirir. Burada politik haklar, yurttaşlık
hakları, vicdan özgürlüğü, mülkiyet, özgürlük, güvenlik ve eşitlik haklarından
oluşmaktadır. Bunlar, genelde günümüzdeki insan haklarının öncüsü olarak
görülmektedir.
Marx’a göre bu haklar, “temelde sivil
toplumun üyesi olarak egoist insanın, yani kendi içine çekilmiş, özel çıkarı ve
özel arzuları toplumdan ayrışmış bireyin hakları”nı ifade eder.[9] Moyn’un
Marx’ın ilk çalışmalarına yönelik şüphesi, üç temel önermeye dayanır. İlk önerme
dâhilinde Moyn, Marx’ın hukuk eleştirisi ne kadar ikna edici olursa olsun insan
haklarının sözleşmenin ve mülkiyetin dar anlamda korunmasını öngören on
dokuzuncu yüzyıla has yaklaşıma indirgenemeyeceğini söyler.[10] İkinci önermeye
göre Marx’ın tanık olduğu küreselleşen kapitalizmle bizim dünya arasındaki
büyük bir fark vardır. [11] Son önerme ise şudur: “Marx’ın ilk eleştirisinin
günümüzde beynelmilel ve küresel insan hakları politikasına uygulanması için
önemli bir teorik çalışmaya gerek vardır.”[12]
Kitabın giriş bölümünde Whyte, Moyn’un
ilk argümanını ele alır. Whyte’a göre on dokuzuncu yüzyıldaki insan hakları ile
bugünkü insan haklarının farklı olduğunu söyleyenler yanılmaktadır, çünkü bu
kıyaslama, neoliberalizmin bildiğimiz serbest piyasacı liberalizmden farklı
olduğunu görmemektedir, zira neoliberalizm, farklı bir dizi hukukî ve politik
düzenlemeye ihtiyaç duymaktadır. Whyte’a göre temel mesele, neoliberallerin
mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri korumanın rekabetçi bir dünya pazarının oluşturulması
için gerekli, ama kifayet etmeyen bir koşul olduğunu düşünmeleridir.
Bu noktada Whyte, argümanını
desteklemek için Marx’ın da eleştirdiği insana ait hakları neoliberal insan hakları
anlayışları ile kıyaslar. Whyte’ın da anımsattığı biçimiyle Marx, serbestiyet
hakkının temelde insanın insandan ayrılması hakkı, başkalarına zarar vermeyen
her şeyi yapma, icra etme hakkından başka bir anlam ifade etmediğini söyler.[13]
Neoliberallerse bu noktada ufak bir müdahalede bulunurlar ve pazarın insan
haklarının önkoşulu olduğunu iddia ederler. Neoliberaller, insan haklarının
ancak, Whyte’ın da ifadesiyle, “özgürlüğün sınırı”nda, yani “pazarın
egemenliği”yle ve rekabetçi kapitalist düzenin üretildiği süreçle uyumlu
eylemlerle gerçekleşebileceğini düşünürler. Sonuç olarak neoliberaller,
serbestiyet hakkını “pazara zarar vermeyen her şeyi yapma hakkı” olarak anlarlar.
Aynı şekilde Whyte, Marx’ın, eşit olma
hakkının, “özünde kendine yeterli bencil öze sahip”[14] biri olmak için eşit
haklara sahip olmanın, politik olmayan bir yönelim olduğunu söylediğinden bahseder.[15]
Birçok neoliberalse esasen insanların eşit olduklarına inanmaz. Bu insanlarda
pazara yönelik düşkünlük, ırkçı bir zemine dayanır. Aynı şekilde cinsiyet
ayrımcılığı üzerine kurulu işbölümü, evin sorumluluğundaki biyolojik ve başka
türden ihtiyaçların karşılanmasını güvence altına almaktadır. Ama hiçbir
koşulda devlet, aile gibi hareket etmez. Bu, neoliberallerin kökeni Yunanca
“hane” (oikos) kelimesine dayanan
ekonomiden neden hiç haz etmediklerini de izah eder.
Neoliberal eşitlik anlayışını asıl
biçimlendiren, rekabetçi piyasa düzeninin inşa sürecinin nasıl hızlandırılacağı,
ama bir yandan da onun önceden varsaydığı ırk ve toplumsal cinsiyet temelli
hiyerarşileri nasıl koruyacağı ile ilgili endişelerdir. Buradan, eşitlik hakkı
resmi bir biçime, dile kavuşturulur ve o, “herkesin yeniden dağıtımla ilgili
politik talepler karşısında elinde eşitsiz bir biçimde bulunan serveti ve gücü
koruma hakkı” olarak tarif edilir.
Whyte devamında, Marx’ın güvenlik hakkı
eleştirisini ele alır ve onu “yüceye yerleştirilmiş toplumsal ‘sivil toplum’
anlayışı” olarak tarif ettiğini söyler.[16] Marx’a göre güvenlik, kontrol ve
denetleme meselesiyle bağlantılıdır. Kontrol ve denetleme anlayışında ise tüm
toplumun amacı, üyelerinin her birinin kişiliğini, haklarını ve mülkiyetini
korumak için vardır.”[17]
Whyte’ın da ortaya koyduğu biçimiyle,
“neoliberallerin amacı ise toplumun bu işlevini tüm dünyaya teşmil etmek ve
kapitalist toplumsal ilişkilerin yeryüzüne yayılmasını amaç edinen devlet
şiddetini meşrulaştırmaktır.” Piyasanın doğası gereği barış yanlısı olduğuna
dair iddialarına aldırış etmeyen neoliberaller, “devletin piyasa düzenini
tehdit eden herkesi döve döve teslim alma hakkını ifade eden bir güvenlik
anlayışı geliştirirler.”
Whyte çalışmasını, mülkiyet hakkına
ilişkin kıyaslamalı bir analizle neticelendirir. Bu analiz kapsamında yazar şu
tespiti yapar: Marx’a göre hak, “özçıkara sahip olma hakkı” demektir”[18], bu
da tüm kapitalist sistemin temelini teşkil eder. Neoliberaller, “zenginliğin
ondan en çok faydalanacak olanların ellerine teslim edilmesini” güvence altına
alan mülkiyet haklarının önemini görürler, ama bir yandan da neoliberaller, mülkiyet
haklarının güvence altına alınması için gerekli koşullara vurgu yaparlar. Bu
vurgu dâhilinde neoliberaller, dünya genelinde özel şirket yatırımlarının
ihtiyaç duydukları kurumsal yapıları ve ‘iyi yönetişim’i dayatma hakkı olarak
gördükleri mülkiyet hakkını desteklerler.
Neoliberal insan haklarının temel
özelliklerini güçlü bir teorik değerlendirme üzerinden ele alan Whyte, Moyn’un
neoliberalizmin insan hakları ile salt bu haklar artık özel mülkiyet haklarını
korumuyor diye ilişkilendirilemeyeceğine dair tespitine karşı çıkar. Lâkin
Whyte’ın bu analizinin Marksist bir analiz olup olmadığı şüphelidir. Zira Whyte
da Marx’ın haklarla ilgili eleştirisine dönmediği gibi, kendi argümanını insan
hakları konusunda Marksizm içerisinde süren tartışma bağlamına oturtmaz. Ayrıca
Whyte, kendi anlattığı hikâyeyi tarihsel materyalizm geleneğine de bağlama
gereği duymaz.
Kitabın amacı, insan hakları ve
neoliberalizm denilen, liberalizmin icat edip dirilttiği iki hususun neden aynı
anda sahneye çıktığını, bu ikilinin yürüdüğü yolların neden hep kesiştiğini
izah etmektir. İnsan hakları ve neoliberalizmin yollarının kesişmesi, yazara
göre, liberalizm ve bir dizi türevinin kapitalizmle ilişkisiyle alakalı bir
gelişmedir. Bu ilişki, geçmişte yürütülen, düşünce tarihine dair analizlerin fazla
basit ve soyut kalmasına neden olmuştur. Buna karşılık, Whyte’ın kitabı, esas
olarak insan hakları ile neoliberalizm arasındaki kavramsal ve tarihsel
yakınlıkların üzerindeki örtüyü kaldırmak için fikirler düzeyinde bir faaliyet
yürütmektedir. Kitabın amacı, kapitalizmin yapısal değişimleri uyarınca
hakların içeriğinde ve biçiminde yaşanan değişimlerin dökümünü yapmak değildir.
Dolayısıyla kitap, Moyn’un günümüz
kapitalizminin özgüllüğünü ele alma zorunluluğuna dair tespitine karşı çıkar.
Şurası kesin ki Marksist bir yaklaşım, insan hakları olgusunun kapladığı yeri,
kapitalizmin uluslararasılaşması, kapitalist toplumsal ilişkilerin giderek
ulusötesileşmesi ve günümüzde aldığı küreselleşmiş neoliberal biçimi dâhilinde
kapitalist üretim tarzının sürdürülmesi ve yeniden üretilmesi için gerekli o
karmaşık bir yapı arz eden politik, hukukî ve ideolojik düzenlemeler bağlamı
dâhilinde, sürekli değerlendirmek zorundadır. Ama aynı zamanda Marksist bir
yaklaşım, liberal haklar ile neoliberal haklar arasındaki süreklilikleri de ele
almalı, dolayısıyla, Marx’ın ilk dönem kaleme aldığı eleştirinin geçerli olup
olmadığını sorgulamalıdır.
Whyte, “rekabetçi piyasanın barışın,
özgürlüğün ve hakların olmazsa olmaz şartı olarak gören anlayış, neoliberal
insan haklarının, tüm bireyleri, en egoist olanları bile korumak değil,
piyasanın düzenini muhafaza etmek için varolduklarını söyler. Ama Marx’ın
eleştirisinin sadece veya esas olarak burjuva insanın koruyucuları olarak
haklar meselesine odaklanıp odaklanmadığı kesin değildir. Marx’taki insan
hakları eleştirisi, kapitalizm koşullarında politik kurtuluşun ve özgürlüğün
sahip olduğu eleştirilere yönelik kapsamlı eleştirinin bir parçasıdır. Marx, bu
özgürlük kavramını eşit yurttaşlık ve politik katılım ile ilgili hakların
bağışlanması meselesine atıfla kullanır.
Marx’a göre önemli bir kazanım olsa da
politik katılım meselesi, insanın gerçek manada özgürleşmesini ifade etmez,
çünkü genel sivil toplum sahasında bireyler arasındaki eşitsizlik kökten
hâlledilmemiş, bireyler, kendi varlıklarını ortak insanlık ailesinden
kopartmışlardır. Bu bağlamda Marx, esasında politik toplumun üyeleri yerine
sivil (burjuva) toplumun üyeleri olarak bireylere bahşedilen hakları ifade
ettiğini söylediği insan haklarını bu hakların eşitsiz kapitalist ilişkilerin
sürdürülmesine ve insanın gerçek manada özgürleşmesine dair her türden ihtimali
ortadan kaldıran piyasa düzeninin muhafaza edilmesine katkı sunduğu tespiti
üzerinden eleştirir.
Sonrasında kaleme aldığı çalışmalarında[19]
Marx (ve Marksistler) daha çok, bir bütün olarak kapitalist düzenin teşkili ve
yeniden üretiminde hukukî hakların rolüne daha fazla vurgu yapmıştır. Politik
özgürlükler dâhil tüm özgürlükleri piyasa düzeninin sahip olduğu egemenliğe
tabi kılan neoliberal insan hakları bu bağlamda eleştirilmiştir. Marx, Fransız
devrimcilerini “yurttaşlığı, politik toplumu salt burjuva insanın haklarının
korunması için gerekli araçlara indirgediği” için topa tutmuştur.[20]
Devamında Whyte, neoliberal hakların
klasik liberal haklardan farklı olduğunu tespit eder. Bunun sebebi, neoliberal
hakların farklı bir ekonomik gerçeklik tarafından biçimlendirilmiş olması, ama
aynı zamanda bu hakların neoliberalizmin piyasanın ahlâki kurallarını herkese
telkin etmeyle ilgili girişimlerinin ana bileşeni hâline gelmesidir. Neoliberal
haklar, Hayek’e göre rekabetçi piyasa için gerekli temel şartları ifade eden,
“ortak amaçlara ulaşma konusunda atılan adımların üzerinde tutmamız gereken
özçıkar peşinde koşma meselesini öncelikli gören o bireyci ticaret değerleri”ne
denk düşer.
Burada bir kez daha, haklar meselesi
iki farklı açıdan ele alınmaktadır ve bu aradaki açı sorgulanmalıdır. Marx, tam
da insan haklarını, onda egoist, kendi çıkarını düşünen insan biçimini almış,
onda somutlaşıp istikrar kazanmış burjuva öznellik üzerinden eleştirir. Bu
açıdan ele alındığında piyasacı aklın ve ahlâkın belirli bir biçimini zihinlere
aşılama çabası, pek de neoliberal insan haklarının korunması çabası olarak
görülemez.
Buna karşın, Whyte’ın anlattığı hikâye,
Marksist hukuk teorilerine kıymetli bir katkı sunmaktadır. Bir yönüyle kitap,
Marksizmin haklar meselesine yönelik değerlendirmesinin hâlen daha kıymetli ve
önemli olduğunu teyit etmektedir.
İnsan haklarına dair neoliberalizmin
hegemonik yapısına hizmet eden anlayışlarla küresel neoliberal düzen arasındaki
simbiyotik ilişkiyi ifşa etmek suretiyle kitap, kapitalizmin genişlemesinde ve
yeniden üretiminde insan haklarının oynadığı rolün bundan sonra da incelenmesi
gerektiği yönünde çağrıda bulunmaktadır. Daha da önemlisi kitap, kapitalizmin
doğasını karmaşık bir bütünlük olarak ele alınmasının şart olduğunu
söylemektedir. Bu da ekonomik indirgemecilikten veya bir üretim tarzı olarak
kapitalizme salt ekonomik açıdan yaklaşmaktan uzak durulmasını gerekli
kılmaktadır.
Whyte’ın kitabı, neoliberal dönemde
kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden şekillendiğini, bu bağlamda, mülkiyet
ilişkilerinin aldığı, ulusal sınırları dikine kesen yeni biçimleriyle birlikte
farklı bir zemine kavuştuğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda, hukuk teorisi, Marx’ın
Kapital’e eklemeyi planladığı iki cildin konusu olarak kapsamlı bir devlet
teorisi ve dünya pazarı teorisi temelinde ele alınmalı.
Whyte’ın kitabının da ortaya koyduğu
biçimiyle neoliberaller, Marksizmin geliştirdiği emperyalizm teorilerinin
ağırlığını görüyorlar, bu teorilerden çok korkuyorlar, bu nedenle,
neoliberaller, Marksizmin kapitalizmin, savaşın ve şiddetin birbiriyle
bağlantılı konular olduğuna, dolayısıyla, küresel adalet ile ilgili her türden
gerçek programın sadece eşitlikçi değil antikapitalist de olması gerektiğine
dair argümanlarına karşı koymak için geliştirilmiş, piyasaların şiddetten uzak
niteliği ve ticaretin barışçıl etkileriyle ilgili düşünceleri yeniden diriltmek
için çok çaba sarf ediyorlar.
Whyte kitabında, aynı zamanda, hukuk
teorilerinin sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal ilişkiler ile ilgili analizler
temeline oturtulması gerektiğinden söz ediyor. Çünkü piyasanın ahlâki kuralları,
bu üç olguya dair önerme ve tespitleri içeriyor.
Whyte’ın kitabı ayrıca, Moyn’un Marx’ın
eleştirisinden istifade edilemeyeceğine dair tespitini eleştirmek için de
kullanılabilir. Esasında mesele, Marx’ın hukuk eleştirisinin günümüz
koşullarına uyarlanması için belirli bir güncellemeye ihtiyaç duyup duymaması
değildir. Bilâkis, ister on sekizinci yüzyıl burjuva devrimlerinin gündeme
getirdiği hakları, isterse yakın dönemde devlete dayatılan hakları ele alsın,
her türden insan hakları teorisi, Marx’ın sermayeye dair anlayışını ve
eleştirisini esas alan, o bitmemiş projeyi idrak etmesi şarttır.
Neoliberal haklar ve insan hakları ile
ilgili olarak sunduğu o zengin ve yetkin değerlendirmeyle Whyte bize, söz
konusu projeyi ileriye taşımak için ihtiyaç duyduğumuz o güçlü cephaneyi temin
ediyor.
Eva Nanopulo
6 Mart 2020
Kaynak
Dipnotlar
[1] Samuel Moyn, The Last Utopia: Human
Rights in History (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2010).
[2] Samuel Moyn, Not Enough: Human Rights in an Unequal World (Cambridge, MA:
Harvard University Press, 2018), 192.
[3] Samuel Moyn’un yürüttüğü tartışma
için bkz.: “A Powerless Companion: Human Rights in the Age of Neoliberalism”
(2014) 77 Law and Contemporary Problems,
s. 147.
[4] Moyn, Not Enough.
[5] Steven Lukes’un “Can a Marxist
Believe in Human Rights?” (“Bir Marksist İnsan Haklarına İnanabilir mi?” -Praxis International Sayı 4, s. 334) isimli çalışmasının
yayımlanmasından sonra başlayan tartışmanın genel ve faydalı bir özeti için
bkz.: Paul O’Connell, “On the Human Rights Question” (2018) 40 Human Rights Quarterly 962, s. 964–75.
[6] Moyn, “A Powerless Companion”, s.
150.
[7] İlginç bir tartışma için bkz.: Zak
Manfredi, “Compatibility as Complicity? On Neoliberalism and Human Rights“, LPE Blog (28 Mayıs 2018).
[8] Karl Marx, “On the Jewish Question“,Karl
Marx, Early Writings içinde, Çev.
Rodney Livingstone ve Gregor Benton (Harmondsworth: Penguin, 1990).
[9] Marx, “Jewish Question”, s. 230.
[10] Moyn, Not Enough, s. 175.
[11] Moyn, “A Powerless Companion”, s. 152.
[12] Moyn, “A Powerless Companion”, s. 153.
[13] Marx, “Jewish Question”, s. 229.
[14] Marx, “Jewish Question”, s. 230.
[15] A.g.e.
[16] A.g.e.
[17] A.g.e.
[18] Marx, “Jewish Question”, s. 229.
[19] Örneğin bkz. Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy,
Cilt. 1 (Harmondsworth: Penguin, 1990), Bölüm. 2, 10 ve Kısım. 8.
[20] Marx, “Jewish Question”, s. 231.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder