Caliban
ve Cadı, başka hususların yanında, Ortaçağ ile modern zamanlar
arasındaki kritik dönemde açığa çıkan toplumsal hareketlere, kapitalizmin
doğuşuna, onun cinsiyetle ilgili boyutuna, kadınların gördüğü muameleye, erkek
ve dişi bedenlerin işleyen birer makineye dönüştürülmesine dair anlayışımıza
inkâr edilemeyecek katkılar yapmış bir çalışmadır. Ama öte yandan kitap, geçmiş
ve bugün konusunda, önerdiği politik perspektif kadar sorgulanabilir olan bir
vizyon sunmaktadır.[1]
Federici’ye
Göre Kapitalizm Nasıl Ortaya Çıktı?
“Ben Marksist ortodoksiye karşıyım.” (s. 6)
Federici’nin
Caliban ve Cadı kitabı, bilhassa kitabın sekizinci bölümü, Marx’ın
Kapital’ini tamamlayan metin (hatta bazı okurlara göre ona alternatif)
olarak okunuyor. Federici orada şunları söylüyor:
“[…]
Benim ilkel birikim tarifim, Marx’ta eksik olan, ama aslında kapitalist birikim
açısından epey önem arz eden bir dizi tarihsel olguyu içeriyor:
1.
Cinsellik temelli yeni bir işbölümünün gelişmesi ve bu işbölümünün kadının
emeğini ve üreme işlevini işgücünün yeniden üretimine tabi kılması;
2.
Kadınların ücretli çalışma pratiğinden dışlanması ve onların erkeğe tabi
kılınması üzerine kurulu yeni bir patriarkal düzenin inşa edilmesi;
3.
Proleter bedenin makineleşmesi ve bu bedenin kadınlar bağlamında yeni işçi
üreten makineye dönüşmesi.” (s. 11)
Bu
satırları okuyunca insan, bilhassa tarihin kadınların yok sayılmasının çilesini
çektiğini söyleyen birinden, üst anlatıda eksik olanları dinlemeyi bekliyor.
Sonra akla, “hegemonya karşıtı tarih yazdığını söyleyenleri bizi nereye
götürüyor?” sorusu geliyor. Bu işe soyunduğu iddiasında olan Federici, bahsini
ettiği boşlukları doldurmakla kalmıyor, Marx’ın kapitalizm anlayışından sadece
farklı olmakla kalmayıp, aslında ona karşı olan bir anlayış olarak kendi ilkel
birikim analizini aktarıyor.
Federici,
kapitalizmin doğuşunu anlamak için özelde kadınların genelde toplumsal
grupların maruz kaldıkları zulme vurgu yapıyor. Hedefine bu zulmü alan yazar,
belirli faktörlere öncelik tanırken, bazılarını geri plana atıyor.
Bu
noktada da akla, “tarihsel ölçekleri neyin etkilediği” sorusu geliyor.
On
yedinci yüzyılda Hindistan’daki pamuklu dokuma fabrikalarında emek maliyeti,
tahminen Avrupa’daki maliyetin yedide biriydi. Doğu Hindistan Şirketi, yığınla
Hint malı tekstil ürünlerini ithal edip satın alıyordu. “Alınan malın miktarı,
koruma altındaki gümrük tarifeleri dâhilinde ticaretini korumaya çalışan
Britanya’daki dokumacılık endüstrisine hâkim olacak düzeydeydi.”[2]
Sonra,
on dokuzuncu yüzyılın ortalarında dünya genelinde üretilen pamuklu ürünlerin
yarısının İngiltere’nin kuzeyinde imal edildiği bir dönem geldi. Bugün Şangay
veya Şenzen bölgesini ziyaret eden insanlar gibi o gün de (“Pamuk Şehri” de
denilen) Manchester’ı ziyaret edenler de gördükleri manzara karşısında
şaşkınlık yaşıyorlardı. Ama öte yandan “Hindistan’daki düzlüklerin üzeri pamuk
dokumacılarının kemikleriyle kaplanmıştı.”[3]
Peki
bu iki yüz yıl içerisinde ne yaşanmıştı? İngiliz burjuvazisi güç dengesini
değiştirmeyi nasıl başarmıştı? Lafı dolandırmadan söylersek eğer; emeğin kendi
ülkelerindeki maliyetini düşürerek ve aynı ürünleri daha ucuza imal ederek.
Bu
gelişim, doğal olarak askerî alana da yansıdı. Avrupa, ancak on dokuzuncu
yüzyılda üstün konuma gelebilmişti, çünkü Batı, modern ücretli emek ve sanayi
devrimine bağlı olarak daha iyi askere ve silâha sahip olmanın imkânlarından
faydalanıyordu. Makineli tüfeğin yıkıcı gücünün sanayideki karşılığı,
elektrikli dokuma tezgâhıydı.
Tarih
tek bir sebep üzerinden şekillenmez, son iki yüz yılın tanık olduğu yükseliş
sürecinde ana itici güç, milyonları üretime yönelik çalışma pratiğine dâhil
etme becerisiydi.
Buna
karşılık Federici, tek ana sebep olarak, mülksüzleştirme meselesine
odaklanıyor. Çiftçilerin topraklarından, köylülerin toplumlarıyla kurdukları
bağlardan, kadınların zanaattan ve sahip oldukları becerilerden kopartılması
olumsuz bir koşuldur. Ama bir yandan da gerekli bir koşul olmasına karşın
yetersizdir. Caliban ve Cadı’nın asıl kusuru, önemli “itici” faktörleri
ihmal ediyor olmasıdır. Federici’nin tarih değerlendirmesi, akla yatkın
olmaktan uzaktır. Bu değerlendirme, esasen ne Kapital’i tamamlamakta ne
de onu zenginleştirmektedir. Federici’nin yolu tümüyle farklı bir yoldur.
Çünkü
Federici’nin ilk birikim anlayışı, Marx’ın kapitalizminden çok farklı bir
tanımdan beslenmektedir.
Silvia
Federici’ye Göre Kapitalizm
Caliban
ve Cadı, Shakespeare eserlerini anıştıran, gayet iyi bir başlık[4].
Öyle iyi ki kitabın tezini özetliyor: Kölelik ve kadınların boyunduruk altına
alınması meselesi, sadece kapitalizmin temelini teşkil etmiyor, ayrıca onun
kalıcılaşmasını da sağlıyor, kapitalizme hizmet ediyor. Esasen Federici, bu
tezle kendi değirmenine su taşıyor.
Federici’nin
kendi kurgusunda köle ve kadın, erkek ve kadın işçiye nazaran daha önemli bir
rol oynuyor. Kadın işçi ise ona göre büroda veya atölyede yaptıklarından dolayı
değil de evde gördüğü işlev sebebiyle hayatî bir öneme sahip.
Gelgelelim,
köleliğe ve kadınların ikincil konuma sürüklenmesine öncelik veren Federici’nin
bu yaklaşımı gerçeklerle çelişiyor. Kapitalizmin doğduğu on altıncı yüzyıldan
on sekizinci yüzyıla dek uzanan süreçte kölelik önemli bir rol oynasa da bu
önem, büyük ölçekli endüstrileşme ve önce köle ticaretini sonra köleliği
yürürlükten kaldıran ilk ülkelerden biri olan İngiltere’nin sanayi devrimine
liderlik etmesiyle birlikte azalıyor.
Yirmi
birinci yüzyılda kölelik farklı biçimler altında sürüyor, ama onun kapitalist
ekonomi açısından hayatî bir unsur olduğu günlerin çok gerilerde kaldığını
görmek gerekiyor. Cinsiyet eşitsizliği ortadan kalkmış olmasa bile, en “ileri”
ülkelerde önemli ölçüde azalıyor. Hâlen daha kadınlara karşı ayrımcılık yapan
kapitalizm, kadınları çalışma hayatına giderek daha fazla katıyor, onları
erkeğin egemen olduğu iş alanlarında istihdam ediyor, yönetim kademelerine
kadınları getiriyor. Varolan tüm toplumsal sistemler içerisinde kapitalizm,
cinsiyetlere en az eşitsiz yaklaşan, muamele eden sistem. Kapitalizm kadınları
özgürleştirmedi elbette, ama gene de onun kadınların ikincil konumundan
beslendiğini, onlara boyun eğdirilmesi üzerine kurulu olduğunu söyleyemeyiz.[5]
Bu
tür gerçekler, yaptığı analiz kendi önkabullerini temel alan Federici için
önemsiz. Ona göre her şey, hangi tarihsel dönüm noktasının çıkış noktası olarak
seçildiğine bağlı. Federici, kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemi
Ortaçağ ile Rönesans arasında uzanan tarihsel kesite, yani sanayi devrimin
öncesine yerleştirmek zorunda kalıyor, çünkü o, kapitalizmin doğuşu ile
kadınların çalışma hayatından, değer üreten emek sürecinden dışlanmasını bir
tutuyor. Federici’ye göre kadınlar, on beşinci ve on altıncı yüzyılda salt
“üreme ve yeniden üretim” denilen alana hapsedilirken, sonrasında daha az olmak
kaydıyla, ücretli işlerde kullanılıyor.
Federici,
ücretli emek meselesine kendi gerçekliği içerisinde bakmıyor, onu dışında
işleyen bir süreç üzerinden, yani işyerinin dışında duran, ama Federici’ye göre
ücretli emeği mümkün kılan bir olguyla izah ediyor. Bu bağlamda “yeniden
üretim”, önemli bir kelime olarak öne çıkıyor.
“Yeniden
üretim”, tabii ki konuyla alakalı olan bir kavram. Ama o her şeyi kapsayacak
şekilde sündürülecek olursa, nüfusun yeniden üretimi, sermayenin yeniden
üretimi, sınıf sisteminin yeniden üretimi ve tüm toplumsal yeniden üretim
arasındaki ayrım çizgileri silikleşiyor, böylece fazla çekiştirilen kavram, her
şeyle alakasını yitiriyor.
Eskiden
işçiye odaklanan Marksizm, daha çok fabrikaları öne çıkartırdı. Federici de
farklı bir önyargıya sahip olsa da o da bu konuda önyargılı. Onun odağında
üretim değil de yeniden üretim kavramı duruyor ve kavram, çocukların
doğurulması anlamına geliyor. Bu sefer hayatî rol kadınlara bahşediliyor. Bu
noktada “hayatî” kelimesinin en uygun kelime olduğunu söylemek gerek, çünkü
Federici, kadınların kapitalizmde önemli bir konumda olduğunu, çünkü bir canı
dünyaya getirdiklerini, hayata hayat kattıklarını düşünüyor. Hamile kalıp çocuk
doğurmak, onlara ait bir vasıf.
“[…] Kadınlar, en zaruri
kapitalist meta olan işgücünün üreticileri ve yeniden üreticileri hâline
geldiler. […] Kadınların evde harcadıkları, karşılığı ödenmeyen emeği ücretli
işçilerin sömürüsünün üzerine kurulduğu ana sütun ve o üretkenliğin sırrı idi.”
(s. 7)
Caliban
ve Cadı kitabı, feodalizmden kapitalizme geçişi inceleyen, çığır
açıcı bir çalışma olarak ün kazansa da esasen Federici, yaptığı tüm
araştırmalarda yaptığı değerlendirmelerde aynı önermeyi tekrarlayıp duruyor.
Tarihsel verilerin bolluğu karşısında afallayan okurlar, doğalında yazarın
varsayımını kabul ediyorlar: Kapitalizmin tanımı, birbiriyle bağlantılı iki
temel özellik olarak, mülksüzleştirme ve kısıtlama üzerine kuruludur. Çitleme
faaliyetleri, milyonlarca köylü aileyi geçim araçlarından mahrum bırakırken, milyonlarca
kadın da zanaatlarından ve geleneksel toplumdan edindikleri bilgilerden mahrum
kaldılar ve bugün resmi ekonomi olarak anılan şeyin dışına atıldılar.
Gelgelelim
kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan bu koşulun kapitalizmi tanımlamadığını
söylemek gerekiyor. Esasen Marksist feminizme temel teşkil eden öncülün
ispatlanabilir bir tarafı yok.
Silvia
Federici’ye Göre Emek: “Yeniden Üretken” Emek Teorisi
Caliban
ve Cadı, belirli bir teoriyi doğrulamak amacıyla yazıldı. Yazar daha
işin başında, kitabın 1984’teki ilk baskısında kitabın “Marx’ın ilkel birikim
analizini feminist açıdan yeniden ele alma girişimi” olduğunu söylüyor. İkinci
baskı (2004) çalışmanın kapsamını genişletiyor. Kitap, yürüttüğü polemik için
olgulardan istifade ediyor. Federici, Caliban ve Cadı kitabı ile
sonuçlanacak tarih çalışmasını yürütmeye neden başladığını kendince şu şekilde
izah ediyor:
“Ben, ev işlerinin
kapitalizm öncesi dönemin bir mirası veya kalıntısı olmadığını, kapitalizmin
inşa ettiği toplumsal ilişkiler dâhilinde icra edilen özel bir faaliyet türü
olduğunu söyleyebilmek amacıyla bir tarihsel ve teorik bir temel elde etmek
istedim. […] Ev işleri, evden yapılan işler ve tüm hayatımızın yeniden
üretildiği tüm faaliyetler toplamı, aslında çalışma sürecinin kapitalist manada
örgütlendiği süreç için zaruri şeylerdir. Bu süreç dâhilinde sadece yemek
yapılmaz, kıyafetler temizlenmez, ayrıca işgücünün kendisi de yeniden üretilir,
bu sebeple o, kapitalizmde en üretken iştir. Bu iş pratiği olmaksızın üretimin
diğer biçimleri ortaya çıkamaz. […] Ev işleri, zaruri ve asli işlerdir.”[6]
“[…] Feminist teorinin ve
mücadelenin yaptığı en önemli katkılardan biri de işi yeniden tanımlaması ve
kadınların karşılığı ödenmeyen, yeniden üretimle alakalı emeğinin kapitalist
birikimin önemli bir kaynağı olarak görülmesini sağlamasıdır. Ev işlerini kişisel
bir hizmet değil de işgücünü üreten ve yeniden üreten iş olarak tanımlamakla
feministler, sömürüye temel teşkil eden, Marx’ın ve Marksist teorinin tümüyle
göz ardı ettiği, yeni ve önemli zeminin üzerindeki örtüyü kaldırdılar.”[7]
Bu
husus, 1970 gibi erken bir tarihte, İtalya’da yayınlanan Kadınların İsyanı
Manifestosu’nda da dile getirilen, 1960-1980 arası dönemde radikal
feminizmin ve İtalyan Otonomi Hareketi’nin köşe taşlarından biriydi:
“Ücreti ödenmeyen ev
işlerini, hem şirket kapitalizmine hem de devlet kapitalizmine hayatta kalma
imkânı sunan yardımcı bir unsur olarak tanımlıyoruz.”[8]
Radikal
feminizmin ortak ilkelerinden biri olan bu teori, birçok kavganın içine girdi,
bir tür amentü hâlini almak suretiyle ciddi bir itibar elde etti. Dolayısıyla
ona yönelik en ufak saldırı, birçok mahfilin ağır eleştirileriyle
karşılaşacaktır.
Söz
konusu teori, artık emek anlayışının kapsamını işyerinden eve doğru
genişletiyor. Marx ise ücret alan kişiye kendi işgücünün değerinin, yani
yeniden üretim maliyetlerinin ödendiğini söylüyor. Ama burada oldukça özel bir
meta mevzubahis. O bir nesne değil, bir şeyler yapma ile ilgili faal bir
beceri. Çalışma günün belirli bir kısmı, yaşamak ve aileye bakmak noktasında
işçinin ihtiyaç duyduğu geçim araçlarının yeniden üretimine harcanıyor. Diğer
bir kısmı ise kendi geçimliğini kazandıktan sonra çalıştığı saatlerden geliyor.
Bu kısmın karşılığı ödenmiyor, bu ek kısma “artık emek” deniliyor. Patronun
kârının kaynağı, işte bu artık-emek.
Kadınların
“yeniden üretimde harcadığı emek” anlayışının özünü, “karşılıksız” emeğin diğer
bir kaynağını ev kadınlarının faaliyetlerinde bulan anlayış oluşturuyor.
Bu
teze göre, kadınların yaptıkları ev işleri işgücünü maliyetini düşürüyor: eğer
(erkek) işçi paketli gıdalar yemek veya satın almak zorunda kalıyorsa,
kıyafetlerini çamaşırhanede yıkattırıyorsa, kadının yemek yaptığı, evde
kıyafetleri yıkadığı duruma kıyasla daha fazla para harcamak durumunda kalıyor.
Kadının karşılığı ödenmemiş faaliyetleri sayesinde patronun cebinden para
çıkmıyor. Bu işten istifade eden patron, erkek ücretli işçilerin hayatlarını
idame ettirmeleri ve yetiştirilmeleri ile ilgili maliyeti kadınların sırtına
yüklüyor. Bu anlamda, teze göre, ev işleri kapitalistlere ücretsiz verilmiş bir
hediye, aynı zamanda da sermayenin sürekli değer kazanmasını sağlayan ana
kaynaklardan biri.
Bu
tez devamında, mantıksal tutarlılık gereği, kapitalist servetin sadece
“sırrının” işyerinde değil, evde de bulunabileceğini söylüyor. Bir adım
sonrasında o “de” bağlacının yerini “çoğunlukla” ifadesi alıyor. Zira yukarıda
Federici’den yapılan alıntılarda yazarımız, ev işlerinin “en üretken”, “zaruri”
ve “asli” olduğunu söylüyor.
Eğer
bu tespit doğru ise, bir ücret emeğin üretim maliyetini ödediği için, tek
başına yaşayan erkek bir işçi, evli arkadaşına kıyasla daha fazla maliyete yol
açacak, bu işçiye evli olana kıyasla daha fazla para ödenmesi gerekecektir.
Aslında
aynı mantık, bekâr bir kadın işçiye de tatbik edilebilir. Bu kadın işçinin
patronu kendisine ailesiyle yaşadığında ödeyeceğinden daha fazla para vermek
zorundadır. Oysa böyle bir şey olmaz.
Bir
sürü erkeğin akşam işe gelip ayaklarını uzatıp eşlerinden yemek getirmesini
istemesi, yemeğini yerken bir yandan da TV izlemesi tabii ki aşağılık bir
durumdur, tabii ki zulümdür, ama aile de fabrika ya da atölye değildir. Çalışma
pratiği konusunda herkes istediği şeyi söyleyebilir, ama sermaye üreten tek
çalışma pratiği, bir şirket için gerçekleşen pratiktir.
Ev
işlerinin kadın-erkek arasında eşit paylaşılması veya paylaşılmaması, kocanın
eşinden istifade etmesi veya etmemesi, sermayenin yeniden üretiminde önemli bir
değişikliğe yol açmaz.
Erkek
tabii ki kadın üzerinden kâr elde eder, ama bu kârın şirket kârı ile ortak bir
yönü yoktur. Ev işleri artık emeğe yol açmaz, piyasada satılan bir metaı
üretmez.
Ayrıca
“yeniden üretici” emek teorisi, çift olarak yaşamanın işçiler için bir kural
olduğunu varsayar ki bu da doğru bir yaklaşım değil. Ücretli işçiler, çok
farklı şekillerde hayatlarını yaşayabilirler. Bazıları ailelerinin yanında
kalır, bazıları bekâr hayatı sürer, bazıları bekârların ve evlilerin bir arada
kaldığı apartmanlarda yaşar, bazıları da baraka tarzı yurtlarda kalırlar.
Madenci ailelerinin evleri ocakların yakınında inşa edilirken, açık maden
ocaklarında çalışan işçiler çalışacakları süre boyunca ocağa uzak yerlerde
ikamet ederler. Aynı durum, sondaj kulelerinde çalışanlar için de geçerlidir.
Kadın
erkek milyonlarca Asyalı, ailelerini terk edip, inşaat ve hizmet sektöründe iş
bulmak amacıyla Ortadoğu’ya akın ediyor. Buralarda kamplarda, konteynırlarda,
bazen de patronlarının evinde kalıyorlar.
Peki
çocuksuz ve bekâr olup hiçbir yakınının yanına gitmeyen, kendi başına yaşayan
(ki bu durumda çok insan var) bir kadının “yeniden üretici emek” icra ettiğini
söyleyebilir miyiz? Aslında bu “yeniden üretici emek” teorisi kadınlara değil,
ev kadınlarına ait bir teoridir.
Hangi
açıdan bakarsak bakalım, kadınların ev içinde yaptıkları işler, yapısal açıdan
sermayenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Tabii
ki Engels, “aile içerisinde koca burjuvaziyi, kadın proletaryayı temsil eder”
demiştir.[9]
Ama
bu söz basit bir analojidir ve analojiyi bilimsel bir teoriye dönüştüremeyiz.
Öte yandan, otonomcu feminizmin analojik düşünmeye düşkün bir akım olduğu
açıktır.
Federici,
devamında değer teorisine taklalar attırıyor. Bu noktada artık değerin sadece
üretim dâhilinde bir şirket için yapılan işten değil ayrıca, hatta çoğunlukla,
ev içi işlerden kaynaklandığını söylüyor. Böylece tali üretim ile yeniden
üretim arasındaki anlamsal farklı siliyor. Federici’de kavramların anlamları
başkalaşıyor.
“[…] Değer üretimi,
herhangi bir özel konumdaki ürün değildir, o toplumsal olarak belirlenir. […]
Artık değer üretimi için gerekli toplumsal montaj hattı işlemektedir. […]
Ücretli işçinin yeniden üretilmesini sağlayan faaliyetler, o toplumsal montaj
hattının bir parçasıdır: Artık değeri belirleyen toplumsal sürece dâhildir.
Burada söz konusu olan, tek başına fabrikanın ötesine taşan bir toplumsal
fabrikadır. […] Kadınlar için evin kendisi fabrikadır; orası üretim
alanıdır.”[10]
“[…] Fabrika ücretli erkek
işçiler için neyse beden de kapitalist toplumda kadın için odur; beden,
kadınların sömürülmesinin ve ortaya koydukları direnişin asli zeminidir.”(s.
15)
Bu
tür bir zihniyetin yeniden üretimi her şeyi, sermayeyi, sınıfları, nüfusu,
işgücünü, burjuva erkeği ve kadını, proleter erkeği ve kadını vs. kuşatan bir
şeymiş gibi algılaması gayet doğaldır. Analojiyle düşünen Federici, kavramları
sündürmekte, böylece tanımın kendisi iyice gevşerken, anlam yitip gitmektedir.
Birçok faaliyet, fiiliyatta “toplumsal” olarak nitelendirilebilse de yeniden
üretime yönelik her faaliyetin değer ürettiğinden bahsedilemez. Oysa Federici,
sanki her şeyin sömürü ve iş olduğunu, her şeyin değer yarattığını
söylemektedir.
Pek
de öyle değil. Federici’ye göre yeniden üretimin bir türü, diğer hepsinin
üzerindedir: çocuk doğurmak ve büyütmek. Bu yeniden üretim alanı önemlidir,
çünkü çocuksuz ne toplum ne de kapitalizm olabilir. Bu anlamda “yeniden üretici
emek” teorisi, kadına üretim alanında, girdi sağlayan diğer faktörlere benzer
roller bahşeden bir rol verir, ama bir yandan da aynı teori, kadının
belirleyici bir role sahip olduğunu söyler.
Caliban
ve Cadı’da takdim edilen alabildiğine zengin malumat, esasen tek bir
amaca, kapitalist sistemin kadının geçmişte ve bugünde maruz kaldığı esaret
üzerine kurulu olduğu anlayışını oluşturma amacına hizmet eder. Kitabın amacı,
“ev işlerinin işgücü denilen en önemli metanın yeniden üretilmesi olarak
anlaşılmasını sağlamaktır.”[11]
Böylece
Federici Marksizmi feministleştirir ki muhtemelen o, bu sayede popüler olmuş
bir isimdir.
Politik
Bir Slogan Olarak “Ev İşlerinin Ücreti Ödensin”
Eğer
bir toplumsal hareket, kadınlara evde yaptıkları işler konusunda ücret
ödenmesini sağlayacak kadar güçlü olursa bu, bizi mutlu eder, kadın erkek tüm
proleterlerin koşullarını iyileştirecek, bir hakkın alınması konusunda
gösterilecek başarıyı baş üstünde tutarız. Ama “ya hep ya hiç” gibi “kötünün
iyisi” de bizim siyasetimiz değildir.
Gelgelelim
bu tür tedbirleri savunanlar, farklı beklentiler içerisindedirler.
Onlar,
“ev işlerinin ücreti ödensin” sloganını, devrimci bir slogan olarak
görmektedirler. İtalyan otonomcular, geleneksel “işçi sınıfı” ve dar anlamda
tanımlanmış ücret meselelerinin dışında duran tüm sömürülen kesimleri
birleştirip harekete geçirecek bir siyasetin arayışı içerisindeydiler. Lotta
Feminista [“Feminist Mücadele”] 1973’te bu tutumu şu şekilde ifade
ediyordu:
“Sınıfın bir kesimi ücret
alıyor, bir kesimi almıyor. Bu ayrımcılık yüzünden ücret alan-almayan arasında
belirli bir güç farkı ortaya çıkıyor ki bu fark, sınıfı güçsüzleştiriyor.”[12]
Bu
anlamda ev işleri için ücret ödenmesini savunan eylemcilerin amacı tüm
sömürülenleri birleştirmekti, dolayısıyla söz konusu sloganı “insanları bölen
ve epey güçlü olan tüm toplumsal yapıyı söküp atacak bir silâh” olarak
görüyorlardı.[13]
Otonomcuların
ifadesiyle, işçi sınıfı yetmiyordu. O, diğer kusurları yanında, kadınların
esaretiyle pek ilgilenmiyordu. Dolayısıyla siyaset kucaklayıcı olmalı,
çalışmayanlar, ev kadınları, öğrenciler, evde veya hastanede kalan hastalar
tıpkı işçi gibi muamele görmeli, bunlara “politik ücret” verilmesi için
mücadele yürütülmeliydi. Kapitalizm, sadece maaş çizelgesine kaydettiği küçük
bir azınlığa yaşamak için gerekli araçları verdiğinden, böylesi bir talep,
sistemin sahip olduğu o saçma ve baskıyı esas alan mantığını ifşa edecekti.
Bu
fikri ortaya atanlar, aslında talebin karşılanmasını beklemiyorlar, dahası,
bunu istemiyorlar da. Plan, bir bilinçlendirme kampanyası yürüterek, bunun
sonucunda da bu hakkı kapitalistler vermek istemeyeceklerinden veya
veremeyeceklerinden, talebin karşılanması ile ilgili toplumsal basıncın sistemi
patlatmasını sağlamak üzerine kurulu. Zira Arşimed’in dediği gibi “bir kaldıraç
bir dayanak noktası ile dünyayı yerinden oynatmak mümkün.”
Bu
örnekte kaldıraç, ücret almayan insanların ücret alması talebi. Ucu bucağı
olmayan proleter kitle de gerekli dayanak noktasını temin ediyor. Ama tarih de
fizikle aynı ilkeler üzerinden hareket ediyor olsaydı, buradaki akıl yürütme
ikna edici olabilirdi. Ücret almayanların ücret alması talebi üzerine kurulu
bir kampanya, temelde devrimcilerin hem sömürülenlerin herkesi kucakladığını
düşünecekleri hem de yönetici sınıfın kabul edilemez bulacağı bir talep icat
edebilecekleri inancını temel alıyor.
Sol
siyaset durmadan, her derde deva olan o mucizevi ilâcı arayıp duruyor.
Solcular, kendi laboratuvarlarında imal ettikleri sihirli karışımı kitle
mücadelelerine enjekte etmek için uğraşıyorlar, ama o kitleler nedense gerekli
karşılığı vermiyorlar.
Demek
ki eskiden İtalyan toplumunda kopmuş olan fırtına, “sömürülenleri nasıl ileri
iletiriz?” sorusuna çakılıp kalmış takıntılı kafaları tekrar ön plana
çıkartmış. Bu insanlar, tarihin lokomotifini o paslanmış freninden nasıl
kurtarabileceklerinin derdine düşmüşler, güce güç katan, herkesi birleştiren
iradenin şapkadan tavşan çıkartacağına inanmışlar.
Ama
o eylemciler, bu kendilerine mantıklı görünen formülle taşı altın yapmayı
başaramadılar. Kadınlara oy hakkı, doğum kontrolü, kürtaj, eşit işe eşit ücret
ve kadınlara eşit iş imkânı taleplerinden farklı olarak “ev işlerinin ücreti
ödensin” talebi mücadele içerisinde gerçek bir zemin bulamadı, pratikte ise bu
mevzuyu kendi politik zeminlerinin esas bileşeni olarak ele alan politik
örgütler, kadın kolektiflerini kendilerine bir biçimde iliştirme yoluna
gittiler.
Ayrıca
milyonlarca insanın sokaklara dökülüp en azından asgari ücret tutarında bir
para alarak yaşamayı talep edeceğinin düşünüldüğü koşullarda, o milyonları
bulan kadın ve erkekler herkesin paraya ihtiyacı bulunduğu aşamayı geçip
“parasız bir dünya nasıl yaratılır?” sorusunu sormaya başladılar.
Önemli
bir dönüm noktası olarak 1977 yılı sonrası, devrimci mücadele için perde
kapanmaya başladı. Pratiğin teoriyle örtüşmediğini gören eylemciler kafayı
taktiğe taktılar ve sloganlarını tekrar tekrar attıklarında başarıya
ulaşacaklarını umdular. “Ücretsizlerin ücretlendirilmesi” kampanyası çok hızlı
ilerledi ama tahminen çok az sonuç elde edebildi.
Bu
talebin arkasında duran bazı isimlerse ilgili konu başlığını politik
mahfillerde ve medyada tartıştırmayı başardılar. Radikal veya reformist bir
bakış açısı üzerinden, bazen ikisinin karışımı temelinde kadın meselesine
odaklanmış, uçlara o kadar savrulmamış isimler olarak epey başarı elde ettiler.
Örneğin
Selma James, onlarca yıl taban örgütlenmesi ile lobi faaliyetlerini
birleştirecek çalışmalar yürüttü.[14] Ücretsiz işin resmiyette kabul edilmesi
ile ilgili yürüttüğü kampanya dâhilinde James, hükümetleri ve Birleşmiş
Milletler’i bakıcıların (kadın bakıcıların) ekonomik ve politik hayat için
önemli olduğu konusunda ikna etmek için elinden geleni yaptı.
Kongre
üyelerini politikaları bağlamında etkilemek için onlarla bir araya gelen James,
yapıp ettiklerini hâlen daha sınıfsal terimlere başvurarak anlatıyor.[15] Onca
radikal söze rağmen James’in çabaları, kapitalizmin onlarca yıldır yaptıklarını
aşamıyor: aileye, çocuğa, çalışmayan anneye ve bekâr çiftlere ödenek ayrılması,
zaten kapitalizmin yaptığı bir şey.
Dolayısıyla
ücret sistemini altüst etmekten çok uzak olan bu tür ek yardımlar, bugün
emek-sermaye ilişkisinin parçası olan dolaylı veya toplumsal ücret denilen
olguya katkı sunuyorlar. En modern hâliyle kapitalizm, çocukların bakılması ve
yetiştirilmesi işiyle ilgilenenlere yapılacak sosyal yardımları asla göz ardı
etmiyor, dolayısıyla kapitalizm, evde oturan kadınlar da dâhil, eskiden
dışlanan herkesi toplam yeniden üretim sürecine dâhil ediyor.
Sol
feminizm yola, fabrika işçilerini savunan ama fabrika duvarlarının dışında olan
bitenle hiç ilgilenmeyen, erkeklerin egemenliğindeki sol siyaseti ve
sendikacılığı eleştirerek koyuldu. Ona göre eskiden radikal olan bir şey, artık
sadece sendikalist reformizme ait bir uzantı hâline gelmişti.
İçi
kof eleştirilerin önünü almak için baştan söyleyelim: reformizm, bize göre bir
hakaret değil. O, kabul edilmesi gereken bir gerçeklik. Asıl mesele, reform ile
devrim arasında ayrımı görmemekte. Selma James’te gördüğümüz maraz tam da bu.
Caliban
ve Cadı, James’e atıfta bulunuyor. Federici, çalışmalarının ilham
kaynağının James olduğunu söylüyor. Eldeki tüm deliller de Federici’nin
James’in sürekli yaptığı politik tercihlerin nesnel yönlerine pek itiraz
etmediğini ortaya koyuyor. Buradan da Federici’nin reform-devrim ayrımının
eskilerde kalmış, demode bir ayrım olduğunu düşündüğünü varsaymak zorundayız.
“Müşterekler”in
Teorisyeni Silvia Federici
Caliban
ve Cadı, yazarının çok açık bir dille ortaya koyduğu ajandasının
genel çerçevesini çiziyor. Bazı okurlar meseleyi biraz yavaş anlamış olsa da
Federici’nin politik duruşu, esasen yıllardır herkesin bildiği bir sır aslında.
Bugün sadece Federici, tarih yorumu ile “müşterekler” teorisine sunduğu destek
arasındaki bağı açıktan ifade ediyor.
Federici,
günümüzde sürmekte olan direniş hareketlerinin izini, on altıncı yüzyıl ile on
sekizinci yüzyıl arası dönemde gerçekleştirilen çitlemelerle ezilmiş
“müşterekler”in mücadelesinde ve doğal kaynakların özelleştirilmesinde buluyor.
Buradan da kapitalist modernite tarafından ezilmezden önce, kadınların
erkeklere karşı koymasını mümkün kılan kadın toplumsallığının ve dayanışmasının
canlandırılması çağrısı yapıyor. (s. 24) Federici’ye göre kapitalizmin
doğuşuyla mağlup olan müşterek çaba, bugün küreselleşme karşısında, üstelik
daha geniş bir ölçek dâhilinde ve başarı konusunda daha fazla şansa sahip
olarak, tekrar dil buluyor.
Caliban
ve Cadı’nın ana dayanaklarından biri de şiddetin tarihsel önemi
meselesi. Federici, Marx’ın pek önem vermediği bu şiddet meselesinin
kapitalizme geçiş sürecinde kendisini kısıtlamalar ve baskılar gibi biçimler
altında ortaya koyduğunu, bu anlamda, burjuvazinin üretici güçleri örgütleme
becerisinden daha önemli olduğunu düşünüyor. “Şiddetin kendisi en üretken güç
hâline gelmektedir.”[16]
Şiddetin,
ilgili tarihsel dönemi meydana getiren dönüşümün önünü açtığını düşünmek için
tarihten sağlam gerekçeler bulabiliriz elbette. Ama aynı mantık üzerinden
Federici’nin yöntemine de karşı çıkmamız gerekiyor.
Tüm
kitap, insanın evriminin her şeyden önce bir güç ve iktidar meselesi olduğu
varsayımını temel alıyor: Tarih, iktidardaki azınlığın büyük çoğunluk
üzerindeki kontrolünün tesis edilmesi veya insanların işbirliğine dayalı
özörgütlenmeleri temelinde ele alınıyor. Buradan da toplumsal değişimin yeni
güç biçimleri ve alanları oluşturma veya yeniden kurma pratiklerinden meydana
geldiğinden bahsediliyor. Kapitalist sistemin temel özellikleri önemini
yitiriyor: Bu temelde para, iş ve ücretli emek kolektif olarak
yönetildiklerinde bunların niteliklerinin değişeceğine, buradan da sömürüyle ve
zulümle ilişkisini yitireceklerine inanılıyor.
Eğer
sermaye bir kısıtlama olarak tarif edilirse, elimizde sadece o kısıtlamadan
kurtulmak için özgürce hareket etme istemi kalır.
Eğer
sermaye mülksüzleştirme olarak tarif edilirse, “hadi dünyayı yeniden mülk
edinelim”” denilir. Buradan da ortak komünal temellük etme pratiğinin bugün
varolanı dönüştürmede yeterli olacağı düşünülür.[17]
Federici,
kapitalizmi topluma dışsal bir güç olarak görüyor, buradan da sömürüyü yağmaya
indirgiyor. Böylece Federici, kapitalistleri toplumdan çalan eşkıyalara
benzetme imkânı buluyor. O, “toplum bir araya geldiğinde değişim de
gerçekleşir” fikrini temel alıyor.
Federici,
esasen “müşterek” kelimesini “toplumsal” yerine kullanıyor, onun potansiyel
olarak her daim orada olan bir şey olduğunu düşünüyor, buradan da
“müşterekler”in kendi benliğini yeniden bulan, kapitalizmin pençelerinden
kurtulmuş toplum olduğunu söylüyor.
Peki
bizim uğruna mücadele ettiğimiz toplum, zaten bugünde olan toplum mudur? Eğer
öyleyse, bizim toplumumuzun, o egemen olana dek mevcut olacak olan toplum
içerisinde gelişme ihtimali var mıdır?
Federici,
her iki soruya da “evet”” cevabını veriyor. Caliban ve Cadı’nın üzerinde
durduğu, vurguladığı mesaj bu. Reform ile devrim arasındaki temel ayrımı
yapmaya devam edenlerle Federici tam da bu noktada ayrışıyor. O, “yarım
tedbirlerin sevdalısı değilim”[18] diyen Jenny Marx’tan farklı düşünüyor. Çünkü
James ve Federici, bugün yarım yamalak değişimlerin yarınki tam değişime doğru
atılmış bir adım olduğuna inanıyor. Gramsci’nin sivil topluma nüfuz etme
stratejisi, herkesin fikri hâline geliyor.
Selma
James gibi Federici de sınıftan bahsediyor, ama ondaki sınıf anlayışı öylesine
esnek ki yeryüzündeki tüm proleterler bir anda silinip yerlerini kapitalizme
(ya da bu kavramdan geriye ne kaldıysa ona) kolektif ihtiyaçları ve kendi
kendine örgütlenmiş toplulukları ile karşı koyan altı milyar iştirakçi alıyor.
Bu
tür insanlara sakın “bu devrim gerçekleşiyor mu yoksa gerçekleşti mi?” diye
sormayın. Hemen sizi eski, köhnemiş düşünce kalıplarının esiri olmuş kişiler
olarak damgalayıverirler.
Çünkü
tam da Federici ve tüm o “müşterekler” teorisine bağlı isimlerin söylediği
gibi, gerçek değişim şimdi burada olan değişimdir. Onlara göre komünist
devrimin yerini seçenekçilik fikri almıştır.
Özetle
bu teorisyenlerin söylediği şudur: Kapitalizmin bir türlü aşamadığı, eski
topluma ait basınç, işbirliğine açık ve özgür yazılımlarla, paylaşımcı
ekonomiyle, bunlara ek olarak, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmiş katılımcı
doğrudan demokrasiyle birleşip kapitalizmi süreç içerisinde ama kesin olarak
aşacak.
Marx
ve Marksizm Eleştirileri
On
dokuzuncu yüzyılda yaşamış Alman sosyalist J. Ph. Becker, Kapital’i
“işçi sınıfının İncil’i” olarak nitelendirmişti. Marksçı düşünceyle alakası
bulunan, ama esasında ondan farklı olan Marksizm, işçi hareketinin teorisiydi.
Bu teori, sosyal demokrat türevinde burjuvaziyle işbirliği içerisine girdi ya
da Leninist türevinde burjuvaziden koparak kendi alanını açtı. Feministler, bu
Marksizmin kadınları kenara ittiğini düşünüyorlar. Cinsiyet meselesinin Marx’ın
kör noktalarından, görmediği, ele almadığı meselelerden biri olduğunu
söylüyorlar.
Bu
şekilde tarif edilen Marksizm, yetmişlerde bir kısım işçinin, küçük bir azınlık
olarak çalışma pratiğini reddetmesinin yarattığı şok ile bölündü, ama gene de
toplumsal gerçekliklere ve sonuçlara karşı koyma karşısında kararlılığını
yitirmedi.[19]
Yetmişli
yıllar geride kalsa da bu teorik krizin etkileri hissedilmeye devam etti. Bu
sarsıntıların yaşandığı dönem travmalarla ve inkârlarla geçti. Bir insanın
yakınını kaybetmesi sonrası ne yaşanıyorsa Marksistler de onu yaşadılar bu
dönemde. Yaşanan deprem, devrimci ilkelerdeki kusurların o kusurları aşacak
güce sahip olunmadığı koşullarda, eski inançlarda delikler açtığını ortaya
koydu.
Silvia
Federici, bu kusurlardan, bilhassa Marx’ta kaçınılmaz olarak eksik olan
şeylerden geçinen yarım aydınlar kuşağına mensup biri.
Kapital’in
yazarı olarak Marx, ilkel birikimin önemli yönüne vurgu yapmıştır: ona göre
ilkel birikim, üretici ile üretim araçlarını birbirinden kopartmıştır. Bu
analiz dâhilinde Marx kadınlar üzerinde durmamış, doğanın ve toplumun
makineleşmesine ve aklileştirilmesine bakmamış, bedenin mülksüzleştirilmesine,
kafa/beden ayrışmasına, dilin rolüne, hayvanlara yönelik kötü muameleye de
odaklanmamıştır.
Caliban
ve Cadı’nın yazarı, Marx’ın yeterince ele almadığı konuların altını
çizdiğine dair bir izlenim yaratıyor okurda ama aslında Federici, Marx’tan
tümüyle farklı bir bakış açısı sunuyor.
Aslında
temel mesele, kadının kapitalizmin doğduğu süreçte ve onun içsel yapısında
merkeze koymanın uygun bir adım olup olmadığı ile ilgili. Sırf Marx öze ilişkin
unsurları göz ardı ediyor veya onları kıyıya köşeye atıyor diye kalkıp kadını
merkeze yerleştirmek, doğru bir teorik tutum olmamalı.
Neticede
kimse, kendi döneminin sınırlarını aşamıyor.
Shakespeare’in
Fırtına oyununun kahramanı Prospero oyunun sonunda şunu söylüyordu:
“Kitabımı suda boğacağım.” Bugün Kapital’i boğmaya hacet yok, bunun
anlamı da yok, bizim Marx’ı eleştirel bir gözle incelememiz gerekiyor.[20]
Federici’nin
bu çalışmaya katkı sunması beklenemez. O, yetmişlerde İtalya’da yaşanan
toplumsal ayaklanmanın en zayıf ve çaresiz yönlerinden istifade ediyor.[21]
Neticede
radikal feministlerin bildiği tek komünist program, Rivolta Femminile [“Feminist
İsyan”] örgütünün kurucularından Carla Lonzi’nin 1970’de dile getirdiği “emtia
üzerindeki ortak mülkiyet ideali”. Bu ise Lonzi’nin göremediği temel bir mesele
olarak erkekler için de kadınlar için de yetersiz olduğunu kolayca
ispatlayabileceğimiz bir hedef aslında.[22] Bu insanların hedef aldıkları
Marksizm, onun popüler versiyonu, yani işçi sınıfını putlaştırıp sosyalizmi
veya komünizmi işçilerin yönettiği ekonomiyle aynı şey olarak gören Marksizm.
Çalışma,
bu teorik tartışmaların en fazla öne çıkan mevzuu. Eskiden işçici [operaismo]
olan teorisyenler, bugün çalışma meselesini ele alamıyorlar, daha doğrusu ele
almak istemiyorlar. Onları harekete geçiren itici güç yaklaşık kırk yıl önce
tükendi, içte yanan ateş külleneli çok oldu. Marx’ın yeniden incelenmesi işi
ise yirmi birinci yüzyıla kaldı.
Otonomcu
feministler ise ters yönden ilerliyorlar. Bilhassa Kapital’in birinci
bölümüne yeniden bakıp Marx’ın çalışma derken kastettiği şeyi kavramak yerine,
kavramı sündürüp tüm kadınları kadın işçi yapmak için uğraşıyorlar. Bu
insanlar, “kadın sadece kadın değildir, işçidir, çünkü o çocuk doğuruyor”
diyorlar.
Radikal
feminizm, kadının işçi sayılması konusunda belirli bir kazanım elde etmiş
olmakla övünüyor. Gerçek bir işçi, yani erkek ücretli işçiye eşit bir işçi,
gerçekten sömürülen bir insan olarak kadın, “devrimci özne”nin dört dörtlük bir
bileşeni statüsüne yükseltiliyor.
1970
yılında bu tür solcular, metal işçisinin toprağın tuzu olduğunu söylüyorlardı,
ama sonra toprak tuzunu yitirdi, buradan da “toprak nasıl yeniden tuzlu
yapılabilir?” sorusu gündeme geldi.[23] Bu soruya “Yeni tuz katmanları, yani
daha fazla sömürülen insanlar eklenerek” cevabı verildi. Kadın, bu görev için
biçilmiş kaftandı: Onlar hem ezilendi hem de sayıca çoklardı. İşçi sınıfı
denilen o eski devrimci özne ise çok ufaktı, daha da kötüsü, dar görüşlü (yani
cinsiyetçi, homofobik, üretimci vs.) idi.
Bugün
artık zihin dünyası alabildiğine geniş ve kapsamlı bir tarihsel faile sahibiz.
Bu sonuca ancak bu kadar basit bir işlemle varılabilirdi zaten.
Böylesi
bir yola revan olmuş isimler, sonrasında ileriye bakan birçok proleterin
gerçekleştirmek istediği fiilî kopuşa sırtlarını döndüler. Çalışmanın reddi ve
gündelik hayatın eleştirisi, Marksizmin savunduğu “ortak üreticiler”den oluşan
topluluğu meydana getirmesi mümkün olmayan bir devrime işaret ediyordu. Bu
ortak üreticiler meselesine şüpheyle yaklaşsalar ve üzerini örtseler olumlu bir
tavır sergilemiş olurlardı ama onlar, ilgili meseleyi olumsuz bir şey olarak
ele almayı seçtiler.
İşçi
hareketinin redde tabi tutulmasının sebebi, onun genelde muhafazakâr, hatta
bazen karşı-devrimci olması değil, geleceğin dünyasının işçilerin dünyasının
olmasının istenmemesiydi.
Karşı
yönde ilerleyen eleştiri pratiği dâhilinde aralarında Federici gibi
feministlerin de bulunduğu az sayıda otonomcu, işçi hareketini genişletme
ihtimallerinin peşine düştü. Bu genişletme çabası dâhilinde söz konusu isimler,
fabrikadan ofise farklı alanlarda çalışan insanlara başka kategoriler eklemek
için uğraştılar. Bu bağlamda okul çocuklarından akıl hastalarına dek uzanan
birçok kesim sınıf hareketi içerisinde görülmeye başlandı. Aslında başka bir
ifadeyle, bu solcular, “emek hareketinin ötesine nasıl geçebiliriz?” sorusunun
tartışıldığı bir dönemde genişletmeye çalışıyorlardı. Devrimi yapacak kadro
meselesi devrimcilerin ana meselesi hâline gelince, devrimciler illaki yanlış
yola sapıyorlar.
Federici’nin
kusurları sadece ona ait değil. Bu kusurlar, son proleter dalganın sınırlarını
ortaya koyuyor. Maalesef tarihsel yetersizlikler, politik programlar ve
öğretiler dâhilinde yeniden yer bulduğu vakit birer ayak bağı hâline
geliyorlar. Eskiden çalışmayı eleştirenler, bugün çalışmanın genele yayılmasını
öneriyorlar, böylece herkese işçi statüsü bahşedildiğinde tüm sistemin kökünün
dinamitleneceğini düşünüyorlar. Fabrikayı pratikte eleştiremeyenler, fabrikayı
teorik planda evi kapsayacak ölçüde genişletiyorlar.
Yetmişli
yılların devrimcileri, kendi dönemlerinde yaşanan olayların sınırları dâhilinde
hareket edip düşünmeye mecburlardı. Silvia Federici’nin bugün edindiği
popülerlikten anlıyoruz ki ilgili dönem henüz sona ermemiş.
Gilles Dauvé
Kasım
2015
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Autonomedia, 2009 (Birinci Baskı, 2004). Makalede verilen sayfa
numaraları bu baskıya atıfta bulunuyor.
[2]
J. Darwin, After Tamerlan. The Rise & Fall of Global Empire 1400-2000,
Bloomsbury Press, 2008, s. 154.
[3]
Marx, Hindistan Genel Valisi’nin 1834-45 arası döneme ait raporundan alıntı
yapıyor: Capital, I. Cilt, 15. Bölüm., § 5.
[4]
“Özgür Caliban” ifadesi bazen sokak duvarlarına slogan niyetine yazılıyor ama
kimse annesi “o lanet cadı Sycorax” üzerinde durmuyor. Toplumsal cinsiyete dair
ilginç bir yaklaşım dâhilinde Fırtına oyununu 2010 yılında
sinemaya uyarlayan Julie Taymor, Milano Dükü ve sihirbaz Prospero’nun ismini
değiştirip Prospera yapmış ve onu Helen Mirren isminde bir kadın oyuncuya
oynatmış.
[5]
“Kadın sorunu” ile ilgili bir makaleyi ileride yayınlamayı düşünüyoruz.
[6]
“The Making of Capitalist Patriarchy: Interview with S. Federici,” Aralık 2013,
Black Sheep. A Socialist Podcast.
[7]
S. Federici, Precarious Labor and Reproductive Work (2010), 2006 yılında
verilen “Güvencesiz Emek: Feminist Bir Bakış” başlıklı dersten alıntı. Bakım
Emeği: Arşiv sitesinde “iktidar bakıcılara dolayısıyla sınıfa” diye bir alt
başlık içeriyor. Bölüm başlığı aslında her şeyi
anlatıyor: site, sınıfın bakım işçiliği yapan, çoğunluğu kadın olan insanlardan
oluştuğunu söylüyor.
[8]
Tam metin şu sitede: columbia.edu site.
[9]
Origins of the Family, Private Property & the State, 1884, II.
Bölüm, 4. Kısım. Fikrin kaynağı ilk sosyalistlerden ve feministlerden Flora
Tristan (1803-44).
[10]
Black Sheep’te yer alan röportaj.
[11]
S. Federici, Precarious Labor and Reproductive Work (2010).
[12]
Aktaran: G.Katsiaficas, The Subversion of Politics: European Social
movements & the Decolonization of Everyday Life, 2. Bölüm,
eroseffect.com.
[13]
Black Sheep’te yer alan röportaj.
[14]
Federici’nin de izah ettiği gibi, Caliban ve Cadı’nın temelini M. Della
Costa ve S. James’in kaleme aldığı 1972 tarihli Women & the Subversion
of the Community [“Kadınlar ve Toplumun Yıkılması”] isimli kitap
oluşturuyor. James’in bir de Sex, Race & Class [“Cinsellik, Irk ve
Sınıf” -1975] isimli bir kitabı daha var. Buradan şunu anlıyoruz: yirmi birinci
yüzyılda her derde deva olarak önerilen “toplumsal cinsiyet + sınıf + ırk”
karışımı kırk yıl önce de varmış.
[15]
S. James’in Guardian’da 25 Nisan 2012’de çıkan röportajı.
[16]
Caliban & the Witch, s. 16. Burada kavrama fazla anlam yükleniyor.
Federici’nin dediğine göre kadın, anne ve bakıcı rollerine binaen en üretken
güç. Bu noktada da şiddet en temel üretici olarak takdim ediliyor. Ama bu
noktada “Kadın da şiddet kadar önemli mi, hangisi daha önemli?” gibi sorular bu
noktada gündeme geliyor. Zihin bir kez daha sınıf meselesini bulandırıyor.
Federici “Kadının tarihi sınıfın tarihidir” diyor, “toplumsal cinsiyetin
sınıfsal ilişkilerin bir özelliği olarak ele alınması gerektiğini” söylüyor (s.
14) ama biz kadınların sömürülen sınıfa ait olup olmadığını hâlen daha
bilmiyoruz. “Özellik” derken de yazarın neyi kastettiğini kavramak okura
kalıyor. Zira Federici’nin kitabı tam da zihinsel işlemlerle anlamlarda
yapılmış değişikliklerden oluşuyor.
[17]
S. Federici, “Feminism & the Politics of the Common in an Era of Primitive
Accumulation”, 2010 tarihli makale, Revolution at Point Zero: Housework,
Reproduction & Feminist Struggle içinde, PM Press, 2012.
[18]
Marx’ın 11 Mart 1861’de Louise Weydemeyer’e gönderdiği mektup.
[19]
Red Notes, Italy 1977-78: Living with an Earthquake (okunmasını tavsiye
ettiğim bir çalışma). Ayrıca bkz.: Robert Lumley, States of Emergency:
Cultures of Revolt in Italy from 1968 to 1978. Her iki çalışmayı da libcom
sitesinde okuyabilirsiniz.
[20]
Bu eleştiriye katkı olarak bkz.: Value, Labour Time & Communism:
Re-Reading Marx, bu sitede yer alıyor (Eclipse & Re-Emergence of the
Communist Movement isimli kitabın bir bölümü, PM Press, 2014). Daha detaylı
bir analiz için bkz.: Bruno Astarian & G. Dauvé, Everything Must Go!
Abolish Value, önümüzdeki yıl (2016’da) yayımlanacak. Gerçek bir kopuşun
kelimelerden fazlasına ihtiyaç duyduğunu söylemeye bile gerek.
[21]
Ne yazık ki bu tespit Toni Negri gibi eski Otonomcular için de geçerli.
Devrimcilikten ılımlı siyasete doğru evrilen Negri, tıpkı okulun yaramaz
çocuğunun ileride öğretmen olmasına benzer bir hikâyeyi yaşıyor. İtalya’da
sınıf ve gündelik hayatı hedef alan saldırılar derine çekildikçe onun eskiden
karşı çıktığı reformist eğilimler de zaman içerisinde gelişme imkânı buldu. Bu
eğilimler en çok da yükselen dalganın çekildiği momentte açığa çıktılar.
Doğrusu, devrimci liderler kendilerindeki radikalliği söküp atmakta epey
mahirler.
[22]
Let’s Spit on Hegel [“Hegel’in Yüzüne Tükürelim”] isimli yazısında Carla
Lonzi, Marksizmin kadına yönelik saygısızlığının izlerini Platon’dan Hegel’e,
oradan da Marx, Engels, Lenin ve en nihayetinde Pannekoek ve Bordiga’yı
görmezden gelenler açısından standartlaştırılmış komünist teorinin zirvesi olan
Gramsci’ye uzanan bir düşünce çizgisi dâhilinde sürüyor.
[23]
Matta, 5:13. Politik tavırların altında gözün gördüğünden daha fazla dinî dip
akıntıları akıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder