Pages

06 Mart 2022

Ukrayna’daki Son Olaylarla İlgili Açıklama: Ara Rapor

“Savaşa değil sağlığa fon sağlayın”
“Barışa evet, NATO’nun genişlemesine hayır”


Rusya’nın, Ukrayna’nın işgalini beraberinde getiren savaş sürecini başlatmış olması, dünya düzeninde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle (maalesef Zoom üzerinden gerçekleştirdiğimiz) yıllık toplantımızda bir araya gelen coğrafyacıların da göz ardı edemeyeceği bu önemli dönüm noktası konusunda, ileride yürütülecek tartışmanın zeminine katkı sunmak adına, konunun uzmanı olmayan bir kişi olarak, kimi yorumlarımı aktarmak istiyorum.

Dünyanın 1945’ten beri barış içinde olduğu ve ABD’nin hegemonyası altında inşa edilen dünya düzeninin, büyük ölçüde kapitalist devletlerin birbirleriyle rekabet ettiği koşullarda savaşa meyleden kimi gelişmeleri kontrol altına almak için uğraştığına dair bir efsane var ortalıkta.

Avrupa’da iki dünya savaşına neden olan devletlerarası rekabet, büyük ölçüde kontrol altına alındı, ayrıca Batı Almanya ve Japonya, 1945'ten sonra (kısmen Sovyet komünizmi tehdidiyle mücadele etmek adına) kapitalist dünya sistemine barış içinde yeniden dâhil edildi. Avrupa’da işbirliği temelli kurumlar oluşturuldu (Ortak Pazar, Avrupa Birliği, NATO, Avro). Ama öte yandan 1945’ten sonra, Kore ve Vietnam savaşlarıyla başlayan, Yugoslavya’da patlak veren çatışmaları ve NATO’nun Sırbistan’ı bombalaması ile devam eden, Irak’a karşı yürütülen (birinin ABD’nin Irak'ın kitle imha silâhlarına sahip olduğu ile ilgili yalanlarıyla gerekçelendirildiği) iki savaşı içeren, oradan Yemen’de, Libya’da ve Suriye’de gerçekleşen savaşlara uzanan (iç savaş veya devletlerarası savaş biçimi almış) mebzul miktarda sıcak savaşa tanık olundu.

1991 yılına kadar Soğuk Savaş, dünya düzeninin işleyişi konusunda sabitleşmiş, yerleşikleşmiş bir arka plan meydana getirdi. Uzun zaman önce Eisenhower’ın “askerî-endüstriyel kompleks” olarak adlandırdığı güç olarak Amerikan şirketleri, bu süreci kendi ekonomik çıkarları adına ekseriyetle maniple ettiler. Hem gerçek hem de çoğunlukla gerçek dışı bir zemine oturan Sovyet ve Komünizm korkusu, söz konusu şirketlerin siyasetine aracılık etti. Ekonomik planda bu siyaset, askerî teçhizat alanında bir dizi teknolojik ve örgütsel yeniliğin gündeme gelmesini sağladı. Bu çalışmalar, havacılık, internet ve nükleer teknolojiler gibi başlıklar altında sivillerin yaygın kullanımına açıldılar, böylece sonsuz sermaye birikimine ve kapitalist gücün kimsenin giremediği piyasada merkezî konumunu giderek pekiştirmesine büyük bir katkıda bulundular.

Dahası, yetmişlerden sonra gelişmiş kapitalist ülkelerin bile kendi halklarına dönem dönem tatbik ettikleri neoliberal kemer sıkma politikaları karşısında zor zamanlarda tercih olarak gündeme gelen “askerî Keynesçilik”, giderek bir istisna hâline geldi. Reagan’ın Sovyetler Birliği’yle bir silâhlanma yarışı içine girmek için askerî Keynesyçiliğe başvurması, hem Soğuk Savaş’ın sona ermesine, hem de her iki ülkenin ekonomilerini tahrif etmesine neden oldu. Reagan’dan önce, ABD’de uygulanan en yüksek vergi oranı hiçbir vakit yüzde 70'in altına düşmezken, Reagan’dan sonra bu oran hiç yüzde kırkı geçmedi, bu durum, sağcıların yüksek vergilerin büyümeyi engellediği yönündeki ısrarını çürütmekteydi.

1945’ten sonra ABD ekonomisinin giderek askerîleştiği, daha fazla ekonomik eşitsizlik ürettiği sürece, ABD’nin yanı sıra başka yerlerde (Rusya’da dahi) bir iktidar oligarşisinin oluşması eşlik etti.

Batı’daki politik elitler, Ukrayna’da yaşanan şu anki duruma benzer durumlar dâhilinde, kısa süreli ve acil sorunları çatışmaları derinlemesine alevlendirecek adımlara başvurmadan çözmek gibi bir sorunla karşı karşıyalar.

Kendilerini güvende hissetmeyen insanlar, genellikle şiddetli tepki verirler, ama kalkıp da elindeki bıçakla üzerimize yürüyen insanı da ondaki güvensizlik hissini yatıştıracak sakinleştirici laflarla karşılayamayız. Amaç, bir yandan daha barışçıl, işbirliğini esas alan ve askerî seçeneği dışlayan bir dünya düzenine zemin hazırlarken, bir yandan da bu işgalin gerektirdiği terörü, yıkımı ve gereksiz can kayıplarını acilen sınırlamak olmalıdır.

Ukrayna’daki çatışma, birçok yönden, gerçekte varolan komünizmin ve Sovyet rejiminin gücünü çözüp dağıtan süreçlerin ürünüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, kapitalist dinamizmin ve serbest piyasa ekonomisinin sunduğu faydalardan ülke genelinde herkesin istifade edeceği, Rusya’nın güllük gülistanlık bir yer hâline geleceği vaadinde bulunuldu. Boris Kagarlitski’nin yerinde ifadesiyle, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle Ruslar, Paris uçağına bindiklerini sandılar, ama yolculuğun tam ortasında kendilerine uçağın “Burkina Faso’ya ineceği” söylendi.

1945’te Japonya ve Batı Almanya ekonomisi küresel sisteme entegre edildi, ama Rus halkı ve ekonomisi benzer bir süreçten geçmedi. Bu süreçte IMF ve Jeffrey Sach türünden önde gelen Batılı iktisatçılar, sadece ülkenin sihirli iksir olarak pazarlanan neoliberal “şok terapisi”ne maruz bırakılması tavsiyesinde bulunuyorlardı. Bu yöntemin işe yaramadığı görüldüğünde Batılı elitler kurbanlarını, o neoliberalizmin sıklıkla başvurduğu üçkâğıt dâhilinde, beşeri sermayelerini layıkıyla geliştirmemekle, bireysel girişimciliğin önündeki engelleri ortadan kaldırmamakla suçladılar. Bu anlamda aslında örtük olarak Rusya’da oligarkların ortaya çıkışı konusunda bile Rus halkını suçlu buldular.

Süreç Rusya için korkunç sonuçlar doğurdu. Ülkenin gayrisafi yurtiçi hâsılası dibe vurdu, ruble geçerliliğini yitirdi (para votka şişeleriyle ölçülür hâle geldi), yaşam beklentisi hızla azaldı, kadınların statüsü kötüleşti, sosyal yardım sistemi ve devlet kurumları tamamen çöktü, oligarşik güç etrafında mafya siyaseti gelişti, 1998’de yaşanan borç krizi sonucu eli kolu bağlanan halk, zenginlerin masasından dökülecek kırıntılar için yalvaracak duruma geldi. Onun için IMF diktatörlüğüne boyun eğmekten başka bir yol yoktu. Oligarklar dışında herkes fakirleşti. Her şeyin ötesinde Sovyetler Birliği, kimseye danışılmadan, kimseyle müzakere edilmeden, dağıtıldı, sonuçta ortaya bir dizi bağımsız cumhuriyet çıktı.

İki veya üç yıl içinde Rusya, son kırk yıllık dönem dâhilinde ABD’de sanayinin güçlü olduğu bölgelerin fabrikasız kaldığı süreçte tanık olduğundan daha büyük bir yıkımı yaşadı. Bu kısa süre içerisinde Rus nüfusu küçüldü.

Bilindiği üzere, Pensilvanya, Ohio ve Orta Batı’da sanayi tesislerinin sökülüp başka yerlere taşındığı süreç, kapsamlı bir dizi toplumsal, politik ve ekonomik sonuca yol açtı. Söz konusu bölgede artan afyon bazlı uyuşturucu kullanımındaki büyük artış, beyaz üstünlükçülüğü ve Trump’a yönelik destek, bu sanayisizleştirme politikasının birer sonucuydu.

Rusya, iki üç yıl içerisinde Amerika’daki süreçten çok daha ağır bir süreci tecrübe etmek zorunda kaldı. “Şok terapisi”, Rus siyasi, kültürel ve ekonomik yaşamı üzerinde çok daha kötü sonuçlara yol açtı. Batı ise bu süreçte kendi şartları açısından “tarihin sonunun geldiği”ni söyleyerek böbürlenmekten başka bir şey yapmadı.

Bir de NATO meselesi var tabii. Başlangıçta hem savunma hem de işbirliği amacıyla oluşturulmuş olan bu güç, komünizmin yayılmasını kontrol altına almak ve Avrupa’daki devletlerarası rekabetin askerî bir yola sapmasını önlemek için kurulmuş olan NATO, (her ne kadar Yunanistan ve Türkiye Kıbrıs konusundaki farklılıklarını hiçbir zaman çözemese de) Avrupa’da devletler arası rekabetin şiddetini azaltacak, işbirliğini esas alan bir teşkilât olarak tasarlanmıştı. Ne var ki Avrupa Birliği, pratikte bu sürece çok daha fazla katkıda bulundu.

Ama sonra, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle NATO’nun birincil amacı ortadan kalmış oldu. Amerikan halkının “barış payı” adı altında kendisinden kesilen paraların askeriyeye akıtılmamasına dönük talebini askerî-endüstriyel kompleks bir tehdit olarak algıladı. Sonuçta, NATO’nun aslında hiçbir zaman yitirmediği saldırı amaçlı oluşuyla ilgili vasfı, en çok da Clinton döneminde açığa çıktı. Bu dönemde Amerika Gorbaçov’a verdiği sözleri çiğnedi. Örneğin 1999’da Belgrad’ı NATO bombaladı. (“Saldırı esnasında vurulan Çin Büyükelçiliği, kazayla mı yoksa bile bile mi vuruldu?” sorusunun cevabı hâlen daha bilinmiyor.)

Putin attığı adımlara emsal sunarken, ABD’nin Sırbistan’ı bombalamasına ve ABD’nin küçük ulus devletlerin egemenliğini ihlal eden diğer müdahalelerine atıfta bulunuyor.

Esasen NATO’nun söz konusu dönem boyunca, ortada herhangi bir açık askerî tehdit bulunmadığı koşullarda, Rusya sınırına doğru genişleme çabası içerisine girmesi, ABD’de bile tartışılan bir konu. Hatta bir ara Trump, NATO’nun varlığını bile tartışmaya açmıştı.

Kısa süre önce New York Times’a yazdığı yazıda muhafazakâr bir yorumcu olan Tom Friedman, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesine ön ayak olduğu, Rusya’ya saldırgan bir üslupla ve provokatif bir yaklaşımla yaklaştığı için ABD’yi suçluyor.

Doksanlarda NATO, düşman arayışındaki bir askerî ittifakmış gibi göründü hep. Putin’se bu koşullarda, aşağılayıcı bir tutumla kendi ülkesinin yardıma muhtaç, yoksul bir ülke gibi gösterilmesi, Rusya’nın dünya düzeni içerisindeki yeri konusunda Batı’nın takındığı saygısız ve kibirli tutum karşısında öfkeleniyor, böylesi bir lütuf karşısında, kendisini galeyana getiriyor.

ABD ve Batı’daki siyasi elitler, aşağılanmanın dış ilişkilerde çoğu zaman kalıcı ve yıkıcı etkileri olan, felâkete yol açabilecek bir araç olduğunu anlamalılar. Bu noktada, Almanya’nın Versay’da aşağılanmasının İkinci Dünya Savaşı’na uzanan süreci tahrik ettiğini hatırlamakta fayda var.

Siyasi elitler, 1945’ten sonra aynı durumun Batı Almanya ve Japonya konusunda bir kez daha yaşanması ihtimaline mani olmak adına Marshall Planı’nı devreye soktular. Ama pratikte, pek de üzerinde düşünmeden uyguladıkları politikalar şahsında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ardından Rusya için aynı özeni göstermediler.

Belki de Rusya o dönemde, doksanlarda, neoliberal çözümlerin doğru olduğuna dair vaazlar yerine, yeni bir Marshall Planı’na ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan, yüz elli yıldır Batı emperyalizminin Çin’i aşağılayan tutumu, Japon işgalinden tutun da 1937’de yaşanan Nankin Katliamı’na kadar birçok olay nezdinde Çin’e yönelik gerçekleştirdiği saldırılar, bugün yaşanan jeopolitik mücadelelerde önemli bir rol oynuyor. Buradan çıkartılacak ders basit: kendini riske atmak istiyorsan, başkasını aşağıla. O, seni ısırmak değilse bile ensende boza pişirmek için illaki dönüp gelecektir.

Bu söylediklerimin hiçbirisi tabii ki Putin’in eylemlerini haklı çıkarmaz, kırk yılı aşkın bir süre sanayiden arındırılmış eyaletlerin mevcut çileli gerçeğinin ve emeğin üzerindeki neoliberal baskının Trump’ın eylemlerini veya aldığı konumları haklı çıkarmayacağı gibi.

Ama öte yandan, Ukrayna'daki bu eylemler de sorunun yaratılmasına bu kadar katkıda bulunan NATO türünden küresel militarizm kurumlarının yeniden diriltilmesini haklı çıkarmıyor. Avrupa’daki devletlerarası rekabetin 1945’ten sonra askerden arındırılması gerekmişse, bugün de güç blokları arasında süren silâhlanma yarışı da son bulmalı, süreç, işbirliği ve elbirliğini temel alan kurumlar üzerinden desteklenmelidir.

Hem kapitalist şirketler hem de güç blokları arasında yaşanan rekabetin baskıcı yasalarına boyun eğenler, ileride meydana gelecek felâketlere uzanan yolu döşüyorlar. Maalesef bugün büyük sermaye, herkesin bu yasalara boyun eğmesini, gelecekte bitmek tükenmek bilmeyen sermaye birikimi sürecinin işleyişine destek sunan bir şey olarak görüyor.

Böyle bir zamanda asıl tehlike, iki taraftan birinin süreci muhakeme etme ve değerlendirme noktasında yapacağı en ufak bir hatanın nükleer güçler arasında yaşanacak, Rusya’nın kendi nükleer gücünü ondan çok daha fazla güce sahip olan ABD’ye karşı kullanacağı büyük bir kapışmanın fitilini ateşleyecek olması.

Doksanlarda Amerikalı elitlerin ufkunu tayin eden tek kutuplu dünya, artık yerini iki kutuplu dünyaya bırakıyor. Bu gerçek sabit kalırken, diğer birçok şey değişiyor.

15 Ocak 2003’te‎‎ savaş tehdidine yönelik tepkilerini ortaya koymak adına, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan sokaklara döküldü. Hatta o günlerde New York Times bu gelişmeyi, dünya kamuoyunun dil bulduğu, ürkütücü bir olay olarak değerlendirmişti. Ama maalesef o insanlar başarılı olamadılar. O eylemi takip eden yirmi yıl içerisinde tüm dünya genelinde yıkıma ve ziyana yol açan bir dizi savaşa tanık olundu.

Şurası gayet açık ki bugün Ukrayna halkı da Rus halkı da Avrupa halkları da Kuzey Amerika halkları da savaş istemiyor.

Bugün halkın öncülük ettiği barış hareketinin fitili yeniden tutuşturulmalı, bu hareket kendisini yeniden ortaya koymalı. Her yerde halklar, rekabet, baskı ve acılara yol açan çatışmalar yerine barışı, işbirliğini ve elbirliğini esas alan yeni bir dünya düzeninin yaratılması sürecine iştirak etmenin kendi hakkı olduğunu haykırmalı.

David Harvey
25 Şubat 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder