“Savaşa değil sağlığa
fon sağlayın”
“Barışa evet, NATO’nun genişlemesine hayır”
Rusya’nın,
Ukrayna’nın işgalini beraberinde getiren savaş sürecini başlatmış olması, dünya
düzeninde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle (maalesef Zoom üzerinden
gerçekleştirdiğimiz) yıllık toplantımızda bir araya gelen coğrafyacıların da
göz ardı edemeyeceği bu önemli dönüm noktası konusunda, ileride yürütülecek
tartışmanın zeminine katkı sunmak adına, konunun uzmanı olmayan bir kişi
olarak, kimi yorumlarımı aktarmak istiyorum.
Dünyanın
1945’ten beri barış içinde olduğu ve ABD’nin hegemonyası altında inşa edilen
dünya düzeninin, büyük ölçüde kapitalist devletlerin birbirleriyle rekabet
ettiği koşullarda savaşa meyleden kimi gelişmeleri kontrol altına almak için
uğraştığına dair bir efsane var ortalıkta.
Avrupa’da
iki dünya savaşına neden olan devletlerarası rekabet, büyük ölçüde kontrol
altına alındı, ayrıca Batı Almanya ve Japonya, 1945'ten sonra (kısmen Sovyet
komünizmi tehdidiyle mücadele etmek adına) kapitalist dünya sistemine barış
içinde yeniden dâhil edildi. Avrupa’da işbirliği temelli kurumlar oluşturuldu
(Ortak Pazar, Avrupa Birliği, NATO, Avro). Ama öte yandan 1945’ten sonra, Kore
ve Vietnam savaşlarıyla başlayan, Yugoslavya’da patlak veren çatışmaları ve
NATO’nun Sırbistan’ı bombalaması ile devam eden, Irak’a karşı yürütülen
(birinin ABD’nin Irak'ın kitle imha silâhlarına sahip olduğu ile ilgili
yalanlarıyla gerekçelendirildiği) iki savaşı içeren, oradan Yemen’de, Libya’da
ve Suriye’de gerçekleşen savaşlara uzanan (iç savaş veya devletlerarası savaş
biçimi almış) mebzul miktarda sıcak savaşa tanık olundu.
1991
yılına kadar Soğuk Savaş, dünya düzeninin işleyişi konusunda sabitleşmiş,
yerleşikleşmiş bir arka plan meydana getirdi. Uzun zaman önce Eisenhower’ın
“askerî-endüstriyel kompleks” olarak adlandırdığı güç olarak Amerikan
şirketleri, bu süreci kendi ekonomik çıkarları adına ekseriyetle maniple
ettiler. Hem gerçek hem de çoğunlukla gerçek dışı bir zemine oturan Sovyet ve
Komünizm korkusu, söz konusu şirketlerin siyasetine aracılık etti. Ekonomik
planda bu siyaset, askerî teçhizat alanında bir dizi teknolojik ve örgütsel
yeniliğin gündeme gelmesini sağladı. Bu çalışmalar, havacılık, internet ve
nükleer teknolojiler gibi başlıklar altında sivillerin yaygın kullanımına
açıldılar, böylece sonsuz sermaye birikimine ve kapitalist gücün kimsenin
giremediği piyasada merkezî konumunu giderek pekiştirmesine büyük bir katkıda
bulundular.
Dahası, yetmişlerden sonra
gelişmiş kapitalist ülkelerin bile kendi halklarına dönem dönem tatbik
ettikleri neoliberal kemer sıkma politikaları karşısında zor zamanlarda tercih
olarak gündeme gelen “askerî Keynesçilik”, giderek bir istisna hâline geldi.
Reagan’ın Sovyetler Birliği’yle bir silâhlanma yarışı içine girmek için askerî
Keynesyçiliğe başvurması, hem Soğuk Savaş’ın sona ermesine, hem de her iki
ülkenin ekonomilerini tahrif etmesine neden oldu. Reagan’dan önce, ABD’de
uygulanan en yüksek vergi oranı hiçbir vakit yüzde 70'in altına düşmezken,
Reagan’dan sonra bu oran hiç yüzde kırkı geçmedi, bu durum, sağcıların yüksek
vergilerin büyümeyi engellediği yönündeki ısrarını çürütmekteydi.
1945’ten
sonra ABD ekonomisinin giderek askerîleştiği, daha fazla ekonomik eşitsizlik
ürettiği sürece, ABD’nin yanı sıra başka yerlerde (Rusya’da dahi) bir iktidar
oligarşisinin oluşması eşlik etti.
Batı’daki politik elitler,
Ukrayna’da yaşanan şu anki duruma benzer durumlar dâhilinde, kısa süreli ve
acil sorunları çatışmaları derinlemesine alevlendirecek adımlara başvurmadan
çözmek gibi bir sorunla karşı karşıyalar.
Kendilerini
güvende hissetmeyen insanlar, genellikle şiddetli tepki verirler, ama kalkıp da
elindeki bıçakla üzerimize yürüyen insanı da ondaki güvensizlik hissini
yatıştıracak sakinleştirici laflarla karşılayamayız. Amaç, bir yandan daha
barışçıl, işbirliğini esas alan ve askerî seçeneği dışlayan bir dünya düzenine
zemin hazırlarken, bir yandan da bu işgalin gerektirdiği terörü, yıkımı ve
gereksiz can kayıplarını acilen sınırlamak olmalıdır.
Ukrayna’daki çatışma, birçok
yönden, gerçekte varolan komünizmin ve Sovyet rejiminin gücünü çözüp dağıtan
süreçlerin ürünüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, kapitalist dinamizmin ve
serbest piyasa ekonomisinin sunduğu faydalardan ülke genelinde herkesin
istifade edeceği, Rusya’nın güllük gülistanlık bir yer hâline geleceği vaadinde
bulunuldu. Boris Kagarlitski’nin yerinde ifadesiyle, Soğuk Savaş'ın sona
ermesiyle Ruslar, Paris uçağına bindiklerini sandılar, ama yolculuğun tam
ortasında kendilerine uçağın “Burkina Faso’ya ineceği” söylendi.
1945’te
Japonya ve Batı Almanya ekonomisi küresel sisteme entegre edildi, ama Rus halkı
ve ekonomisi benzer bir süreçten geçmedi. Bu süreçte IMF ve Jeffrey Sach
türünden önde gelen Batılı iktisatçılar, sadece ülkenin sihirli iksir olarak
pazarlanan neoliberal “şok terapisi”ne maruz bırakılması tavsiyesinde
bulunuyorlardı. Bu yöntemin işe yaramadığı görüldüğünde Batılı elitler
kurbanlarını, o neoliberalizmin sıklıkla başvurduğu üçkâğıt dâhilinde, beşeri
sermayelerini layıkıyla geliştirmemekle, bireysel girişimciliğin önündeki
engelleri ortadan kaldırmamakla suçladılar. Bu anlamda aslında örtük olarak
Rusya’da oligarkların ortaya çıkışı konusunda bile Rus halkını suçlu buldular.
Süreç
Rusya için korkunç sonuçlar doğurdu. Ülkenin gayrisafi yurtiçi hâsılası dibe
vurdu, ruble geçerliliğini yitirdi (para votka şişeleriyle ölçülür hâle geldi),
yaşam beklentisi hızla azaldı, kadınların statüsü kötüleşti, sosyal yardım
sistemi ve devlet kurumları tamamen çöktü, oligarşik güç etrafında mafya
siyaseti gelişti, 1998’de yaşanan borç krizi sonucu eli kolu bağlanan halk,
zenginlerin masasından dökülecek kırıntılar için yalvaracak duruma geldi. Onun
için IMF diktatörlüğüne boyun eğmekten başka bir yol yoktu. Oligarklar dışında
herkes fakirleşti. Her şeyin ötesinde Sovyetler Birliği, kimseye danışılmadan,
kimseyle müzakere edilmeden, dağıtıldı, sonuçta ortaya bir dizi bağımsız
cumhuriyet çıktı.
İki
veya üç yıl içinde Rusya, son kırk yıllık dönem dâhilinde ABD’de sanayinin
güçlü olduğu bölgelerin fabrikasız kaldığı süreçte tanık olduğundan daha büyük
bir yıkımı yaşadı. Bu kısa süre içerisinde Rus nüfusu küçüldü.
Bilindiği
üzere, Pensilvanya, Ohio ve Orta Batı’da sanayi tesislerinin sökülüp başka
yerlere taşındığı süreç, kapsamlı bir dizi toplumsal, politik ve ekonomik
sonuca yol açtı. Söz konusu bölgede artan afyon bazlı uyuşturucu kullanımındaki
büyük artış, beyaz üstünlükçülüğü ve Trump’a yönelik destek, bu
sanayisizleştirme politikasının birer sonucuydu.
Rusya,
iki üç yıl içerisinde Amerika’daki süreçten çok daha ağır bir süreci tecrübe
etmek zorunda kaldı. “Şok terapisi”, Rus siyasi, kültürel ve ekonomik yaşamı
üzerinde çok daha kötü sonuçlara yol açtı. Batı ise bu süreçte kendi şartları
açısından “tarihin sonunun geldiği”ni söyleyerek böbürlenmekten başka bir şey
yapmadı.
Bir
de NATO meselesi var tabii. Başlangıçta hem savunma hem de işbirliği amacıyla
oluşturulmuş olan bu güç, komünizmin yayılmasını kontrol altına almak ve
Avrupa’daki devletlerarası rekabetin askerî bir yola sapmasını önlemek için
kurulmuş olan NATO, (her ne kadar Yunanistan ve Türkiye Kıbrıs konusundaki
farklılıklarını hiçbir zaman çözemese de) Avrupa’da devletler arası rekabetin
şiddetini azaltacak, işbirliğini esas alan bir teşkilât olarak tasarlanmıştı.
Ne var ki Avrupa Birliği, pratikte bu sürece çok daha fazla katkıda bulundu.
Ama
sonra, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle NATO’nun birincil amacı ortadan kalmış
oldu. Amerikan halkının “barış payı” adı altında kendisinden kesilen paraların
askeriyeye akıtılmamasına dönük talebini askerî-endüstriyel kompleks bir tehdit
olarak algıladı. Sonuçta, NATO’nun aslında hiçbir zaman yitirmediği saldırı
amaçlı oluşuyla ilgili vasfı, en çok da Clinton döneminde açığa çıktı. Bu
dönemde Amerika Gorbaçov’a verdiği sözleri çiğnedi. Örneğin 1999’da Belgrad’ı
NATO bombaladı. (“Saldırı esnasında vurulan Çin Büyükelçiliği, kazayla mı yoksa
bile bile mi vuruldu?” sorusunun cevabı hâlen daha bilinmiyor.)
Putin attığı adımlara emsal
sunarken, ABD’nin Sırbistan’ı bombalamasına ve ABD’nin küçük ulus devletlerin
egemenliğini ihlal eden diğer müdahalelerine atıfta bulunuyor.
Esasen
NATO’nun söz konusu dönem boyunca, ortada herhangi bir açık askerî tehdit
bulunmadığı koşullarda, Rusya sınırına doğru genişleme çabası içerisine
girmesi, ABD’de bile tartışılan bir konu. Hatta bir ara Trump, NATO’nun
varlığını bile tartışmaya açmıştı.
Kısa
süre önce New York Times’a yazdığı yazıda muhafazakâr bir yorumcu olan
Tom Friedman, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesine ön ayak olduğu, Rusya’ya
saldırgan bir üslupla ve provokatif bir yaklaşımla yaklaştığı için ABD’yi
suçluyor.
Doksanlarda
NATO, düşman arayışındaki bir askerî ittifakmış gibi göründü hep. Putin’se bu
koşullarda, aşağılayıcı bir tutumla kendi ülkesinin yardıma muhtaç, yoksul bir
ülke gibi gösterilmesi, Rusya’nın dünya düzeni içerisindeki yeri konusunda
Batı’nın takındığı saygısız ve kibirli tutum karşısında öfkeleniyor, böylesi
bir lütuf karşısında, kendisini galeyana getiriyor.
ABD
ve Batı’daki siyasi elitler, aşağılanmanın dış ilişkilerde çoğu zaman kalıcı ve
yıkıcı etkileri olan, felâkete yol açabilecek bir araç olduğunu anlamalılar. Bu
noktada, Almanya’nın Versay’da aşağılanmasının İkinci Dünya Savaşı’na uzanan
süreci tahrik ettiğini hatırlamakta fayda var.
Siyasi
elitler, 1945’ten sonra aynı durumun Batı Almanya ve Japonya konusunda bir kez
daha yaşanması ihtimaline mani olmak adına Marshall Planı’nı devreye soktular.
Ama pratikte, pek de üzerinde düşünmeden uyguladıkları politikalar şahsında
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ardından Rusya için aynı özeni göstermediler.
Belki
de Rusya o dönemde, doksanlarda, neoliberal çözümlerin doğru olduğuna dair
vaazlar yerine, yeni bir Marshall Planı’na ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan, yüz
elli yıldır Batı emperyalizminin Çin’i aşağılayan tutumu, Japon işgalinden
tutun da 1937’de yaşanan Nankin Katliamı’na kadar birçok olay nezdinde Çin’e
yönelik gerçekleştirdiği saldırılar, bugün yaşanan jeopolitik mücadelelerde
önemli bir rol oynuyor. Buradan çıkartılacak ders basit: kendini riske atmak
istiyorsan, başkasını aşağıla. O, seni ısırmak değilse bile ensende boza
pişirmek için illaki dönüp gelecektir.
Bu
söylediklerimin hiçbirisi tabii ki Putin’in eylemlerini haklı çıkarmaz, kırk
yılı aşkın bir süre sanayiden arındırılmış eyaletlerin mevcut çileli gerçeğinin
ve emeğin üzerindeki neoliberal baskının Trump’ın eylemlerini veya aldığı
konumları haklı çıkarmayacağı gibi.
Ama
öte yandan, Ukrayna'daki bu eylemler de sorunun yaratılmasına bu kadar katkıda
bulunan NATO türünden küresel militarizm kurumlarının yeniden diriltilmesini
haklı çıkarmıyor. Avrupa’daki devletlerarası rekabetin 1945’ten sonra askerden
arındırılması gerekmişse, bugün de güç blokları arasında süren silâhlanma
yarışı da son bulmalı, süreç, işbirliği ve elbirliğini temel alan kurumlar
üzerinden desteklenmelidir.
Hem
kapitalist şirketler hem de güç blokları arasında yaşanan rekabetin baskıcı
yasalarına boyun eğenler, ileride meydana gelecek felâketlere uzanan yolu
döşüyorlar. Maalesef bugün büyük sermaye, herkesin bu yasalara boyun eğmesini,
gelecekte bitmek tükenmek bilmeyen sermaye birikimi sürecinin işleyişine destek
sunan bir şey olarak görüyor.
Böyle
bir zamanda asıl tehlike, iki taraftan birinin süreci muhakeme etme ve
değerlendirme noktasında yapacağı en ufak bir hatanın nükleer güçler arasında
yaşanacak, Rusya’nın kendi nükleer gücünü ondan çok daha fazla güce sahip olan
ABD’ye karşı kullanacağı büyük bir kapışmanın fitilini ateşleyecek olması.
Doksanlarda
Amerikalı elitlerin ufkunu tayin eden tek kutuplu dünya, artık yerini iki
kutuplu dünyaya bırakıyor. Bu gerçek sabit kalırken, diğer birçok şey
değişiyor.
15
Ocak 2003’te savaş tehdidine yönelik
tepkilerini ortaya koymak adına, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan
sokaklara döküldü. Hatta o günlerde New York Times bu
gelişmeyi, dünya kamuoyunun dil bulduğu, ürkütücü bir olay olarak
değerlendirmişti. Ama maalesef o insanlar başarılı olamadılar. O eylemi takip
eden yirmi yıl içerisinde tüm dünya genelinde yıkıma ve ziyana yol açan bir
dizi savaşa tanık olundu.
Şurası
gayet açık ki bugün Ukrayna halkı da Rus halkı da Avrupa halkları da Kuzey
Amerika halkları da savaş istemiyor.
Bugün
halkın öncülük ettiği barış hareketinin fitili yeniden tutuşturulmalı, bu
hareket kendisini yeniden ortaya koymalı. Her yerde halklar, rekabet, baskı ve
acılara yol açan çatışmalar yerine barışı, işbirliğini ve elbirliğini esas alan
yeni bir dünya düzeninin yaratılması sürecine iştirak etmenin kendi hakkı
olduğunu haykırmalı.
David Harvey
25 Şubat 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder