Avustralya’nın
politik tarihi, ulaştığı kitle bakımından en büyük gösteriye şahitlik etti. 12
Şubat günü kitlesel eylemle ve parlamento binasına yapılan yürüyüşle sonuçlanan
Özgürlük Konvoyu eylemi, Kanberra’da iğne atsanız yere düşmeyecek bir
kalabalığın oluşmasını sağladı.[1]
Toplam
sayı konusunda tahminde bulunmak güç. Ama en azından şunu biliyoruz: Polis,
Kahramanlar Parkı’nda kamp kuran insan sayısının 800.000’e ulaştığını, o gün
başkent topraklarına giren araç sayısının 1,4 milyonu bulduğunu kabul etmek
zorunda kaldı. Bazı araçların elli ya da daha fazla insan taşıyan otobüsler
olduğunu düşünürsek, rahatlıkla aşı pasaportunu ve aşı ile ilgili dayatmaları
yürürlükten kaldırmaya kararlı insan sayısının en az bir-iki milyon olduğunu
güvenle söyleyebiliriz. Kitlenin en çok attığı slogansa siyasetçiler için
dillendirilen “Hepsini sepetleyin!”di.
Öte
yandan, “on bin kadar aşı karşıtı eylem yaptı” diyen ana akım medya[2] artık
tahammül edilemez bir hâl alan zorbalık ve zulüm karşısında boyun eğmeyen
kitlelerin ayaklanmasının önünü almaya çalışan, eski dünyanın bir parçası
olarak müesses nizamın sözcülüğünü yaptığını bir kez daha ortaya koydu.
Özgürlük
Hareketi Dünyaya Yayılıyor
Kanberra
hedefiyle yola koyulan Özgürlük Konvoyu’nun ilham kaynağı, Kanada’da, kışın
ortasında, sıfırın altına inen soğuk bir havada başkent Ottawa’ya giden, yol
boyu binlerce insanın sevgi gösterisinde bulunduğu on binlerce kamyoncunun o
oyunları bozan Özgürlük Konvoyu idi. Kanada-ABD sınırını geçip eylem
yapmalarını sağlayan kıvılcımı aşı direktifleri olsa da aslında kamyoncular
“artık yeter” demek için bu eylemi yapmışlardı. Kitle hareketi en yoğun
baskıyı, Kanada’da ticaretin en yoğun aktığı yol olan Elçi Köprüsü’nde
gördü.[3]
Yeni
Zelanda’da ise Özgürlük Konvoyu eylemcileri, aşı direktiflerine karşı kararlı
bir eylem ortaya koymak adına, Wellington’daki meclis binası karşısında
toplandılar. Polisin sert müdahalesi sonucu elli kişi gözaltına alındı, tüm
Kovid kısıtlamaları kaldırılana dek orada kalmaya yemin etmiş olan insanların
kamp çadırları zorla söküldü.[4]
Aynı
hafta sonu Özgürlük Konvoyu, Paris yoluna koyuldu. Devlet, şehre yedi bin polis
konuşlandırmak zorunda kaldı. Göstericiler yolları tuttular, Fransa ve Kanada
bayrakları sallayarak “QR Kodu, Bir Daha Asla!”, “Özgürlük” ve “Aşı Pasaportuna
Hayır!” diye bağırdılar.[5]
Özgürlük
Hareketi, temel demokratik haklar, yurttaşlık hakları ve insan hakları ile
ilgili olsa da onu tek başına hak talebine indirmek doğru olmaz. Aşı
direktifleri ise milyonlarca işçinin hayata son verebilecek deneysel bir ilâcı
alması koşuluyla çalışmasına izin verilmesiyle alakalı.
“Liberal
demokratik” denilen, ama aslında emperyalist olan devletlerin tüm
anayasalarına, insan hakları sözleşmelerine, mevzuatına ve her türden burjuva
hukuka bile aykırı olan, soykırımın önünü açan, istihdamla ilgili bu türden
talimatları hükümsüz kılmaya çalışan bir kitle hareketi, gayet de sanayi ile
alakalı bir mesele. Dahası, “aşısızlar”ın toplumdan dışlanması, ırk
ayrımcılığının dehşet verici ve eşi benzeri görülmemiş bir biçimi olarak tarif
edilmeli.
Kovid
Solu Teslim Oluyor
Modern
tarihin en büyük politik hareketi, liberal demokrasiyi faşizmle ikame etme
yönünde açık bir hamle yapmış olan hükümetin uyguladığı baskılara karşı
kesintisiz bir eylemlilik süreci içine girmesine rağmen, eskiden kapanmacı olan
Kovid solu, işçi sınıfına ihanet etmeyi, üstelik bu ihaneti katmerleyip başka
bir seviyeye taşımayı tercih etti.
Daha
önce de dile getirdiğimiz biçimiyle, görünüşte solcu olan partilerin Kovid
konusunda yaptıkları kahpelik, 4 Ağustos 1914’teki kahpeliği bile geride
bıraktı. O dönemde tüm “sosyalist” partiler, “kendi ülkelerindeki” yönetici
sınıfa destek sunmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda açılan siperlere koşmuştu.[6]
Bugün
de Kovid solu, büyük finans sermayesinin başlattığı iç savaşın ta başından
itibaren “kendi” emperyalizminin safında yer aldı, bir yandan da Kovid
faşizmine karşı harekete geçen milyonlarca işçiyi ve ezileni “aşırı sağcı” veya
“faşist olarak damgalayıp paylamaya çalıştı. Süreç dâhilinde Kovid solu, sadece
Marksizme saldırmakla kalmadı, aynı zamanda onu çürütüp un ufak etti.
Örneğin
ilkokul çocuklarının eve kapanmalarını, okul kapılarına kilit vurulmasını
hararetle savunan ve bu yönde kampanya yürüten Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP),
bugün Ottawa’daki Özgürlük Konvoyu’nu “aşırı sağcı ve faşist eylemcilerin
gerçekleştirdiği bir işgal” olarak görüp kınayabiliyor.[7]
Avustralya’da
faaliyet yürüten Sosyalist Seçenek (SÇ) ise büyük önem taşıyan ve belirli bir
nizam dâhilinde örgütlenen Özgürlük Hareketi’ne en fazla saldıran örgüttü. Gene
aynı şekilde bu hareketi “faşist, aşırı sağcı ve sağlık düşmanı” olarak
eleştiren SÇ[8] Irkçılığa ve Faşizme Karşı Kampanya adı altında bir çalışma
başlattı, ama kendi dışındaki Kovid solunu bile harekete geçirmeyi başaramadı.
SÇ’nin örgütlediği, sınırlı sayıda insanın katıldığı yürüyüş, Özgürlük
Hareketi’nin yüz binleri örgütleyen eylemleri yanında ihmal edilecek düzeyde
kaldı. Neticede bir tarafta elli, diğer tarafta yüz bin, bir başka eylemde ise
bir tarafta en fazla bin kişi diğer tarafta ise dört yüz bin kişi vardı. Asıl
merak edilmesi gerekense, yüz binlerce insanın katıldığı eylemi protesto eden
ve onun yüz binde biri kadar insanın katıldığı eylemdeki bir insanın aklından
ne geçtiğiydi!
Kısmen
itibarlarını korumayı bilmiş olan Dayanışma isimli örgütse bugünlerde, Özgürlük
Hareketi’ni “faşist” olarak damgalayıp eleştirmek ve ona karşı eylemler yapmak
yerine, “pandemi” güçlerine yönelik sol muhalefetin oluşması gerektiğinden söz
ediyor. Söylem düzeyinde de kalsa örgüt, en azından aşı direktiflerine karşı
çıkan sol eylemlerin örgütlenmesi çağrısı yapıyor, ama muhtemelen bunu da
“sağcı” özgürlük hareketinin altını oymak için yapıyor.
Esasında
Dayanışma örgütü, az çok makul laflar ediyormuş gibi görünse de Kovid solunun
dostlar alışverişte görsün diye eyleme katılmış üyeleri olarak arz-ı endam
etmek istiyor, ama aslında dertleri, “eskinin faşist örgütleri özgürlük
hareketi içerisinde yer alıyor, tek tek Neonaziler örgütlenme sürecine sızdı”
diyebilmek.[9] Buna karşın örgüt, Özgürlük Hareketi’nin bileşimi ile ilgili
iddialarını kanıtlayacak tek bir şey öne süremiyorlar. Kimse de bu arkadaşlara,
“örgütlenme sürecinin içinde yoksunuz, onun bileşimini nereden biliyorsunuz?”
diye sormuyor.
Sosyalist
İttifak (Sİ), dergileri Yeşil Sol’da çıkan bir haber ile kimlik
politikası ödülünü hak ediyor. Dergide yer alan haberde, 12 Şubat’ta
Kanberra’da yapılan mitinge katılanların büyük bir kısmının “orta yaşlı ve
İngiliz-Avrupa kökenli” olduğu söyleniyor, sonrasında ise biraz da gönülsüzce, mitinge
birçok insanın aileleriyle ve çocuklarıyla katıldığından bahsediyor. İşin garip
yanı Sİ de tıpkı burjuva basın gibi mitinge sadece “on bin kişi”nin katıldığını
söylüyor.[10] Avustralya tarihinin şahit olduğu en büyük yürüyüşü “aşı karşıtı”
diyerek alaya almaya çalışan dergi, Özgürlük Hareketi’nin ana taleplerinin aşı
karşıtlığıyla değil, aşı direktifleriyle ve dayatmalarıyla alakalı olduğunu,
yani aslında hükümetin insanların tercihlerini sormadan onlara zorla aşı
yaptırmasına, işten çıkartılıp masaya bir tabak yemek koyamama, başını sokacak
bir eve sahip olamama ihtimaline karşı çıktıklarını görmüyor. Kovid süreci
başladığından beri “sol” denilen kesimin büyük bir kısmının karşı çıktıklarını
iddia ettikleri kurumlardan yana saf tuttuğuna şahit oluyoruz.
Kimlik
politikasının diğer bir savunucusu olan Troçkist Platform (TP), elitlerin,
zenginlerin kucağına koşma konusunda daha da acul davranan bir örgüt. Örgütün
tespitine göre aşıya, maskeye ve sosyal mesafe kurallarına karşı çıkanlar,
itirazlarını esasen “aşırı bireycilik” üzerinden yapıyorlar, bu anlamda
sosyalist hareket ile sendika hareketinin dayandığı kolektivist ruha karşı
çıkıyorlar.[11]
İşçilere
yönelik bu türden bir nefretin ne vakit, nerede başladığını bilmiyoruz. Bu
örgütteki kişilerin, sarı sendikacılıktaki kalleşlikten ayrı ve bağımsız duran
her türlü siyasetten uzak olduklarını söylemek gerekiyor.
Kovid
dinine kapitalist siyasetçilerden bile fazla inandığını ispatlamak adına
Avustralya Sendikalar Konseyi (ACTU) kısa süre önce ücretsiz yapılan Hızlı
Antikor Testi talebini dillendirmek amacıyla grev kararı alabileceğini
söyledi.[12] İnsan, en azından “Marksist” olduğunu iddia eden bir örgütün
alabildiğine muhafazakâr olan bir sendika bürokrasisinin solunda konumlanmasını
bekliyor, ama bu istek TP gibi örgütler için fazla. Bu noktada TP’ye şunu
sormak gerekiyor: “Eğer ileride Avustralya Sendikalar Konseyi yöneticileri
çıkıp ‘aşısızlar’ işten atılsın talebinde bulunurlarsa TP onlara destek verecek
mi?” Böylesi bir durumda bile örgütün o derin uykusundan uyanabileceğini
sanmıyoruz.
Pratikte
Stalinist olan, kendilerinin “Marksizm-Leninizm”i temel aldıkları iddiasında
bulunan yapılar da tıpkı (sahte) “Troçkist” partiler gibi aynı telden konuşarak
işçi hareketinin dağarcığından tüm klasikleri silmekle meşgul.
Avustralya
Komünist İşçi Partisi (CWPA), Avustralya’da bulunan Viktorya eyaletinin
başbakanı, diktatör Daniel Andrews’le aşı dayatmaları konusunda aynı safta
buluşan sendika yöneticilerinin ihanetine karşı tepkilerini ortaya koyan İnşaat
Ormancılık, Madencilik, Denizcilik ve Enerji Sendikası üyesi işçileri
kınamaktan geri durmadı. Parti, işlerini kaybeden işçilere yönelik ağır sözler
sarf etti.[13]
Avustralya
Komünist Partisi (CPA) ise nispeten daha kontrollü bir tavır sergiledi ve
Özgürlük Hareketi’nin “zararsız olarak görülmesinin doğru olmadığını, dipten
derinden kendi içinde aşırı sağcılığı barındırdığını” söyledi.[14] Sürecin
başından beri parti, kapanma karşıtlığını ve özgürlük hareketini “faşist
ideolojinin hareketi” olarak görüp eleştirdi.[15]
Tamam,
bizim Stalinizme yönelik genel bir itirazımız söz konusu, ama gene de bu
partilerin tüm üyelerinin liderlerinin büyük medya kuruluşları, büyük ilâç
tekelleri, büyük teknoloji devleri, yani toplamda aşırı zenginler önünde diz
çökme eğilimi içerisine girmelerini sorgulamadıklarına inanmadığımızı söylemek
istiyoruz.
Eski
ve Yeni Faşizm
Her
şeyin ötesinde faşizm, kapitalist devletle özel şirketler arasındaki kaynaşmayı
ifade eder. Bunun en yalın ifadesi, büyük medya kuruluşlarının, büyük ilâç
tekellerinin ve büyük teknoloji devlerinin taraf olduklarını gizlememeleri,
Kovid ile ilgili farklı görüşleri sansürlemeleri, hatta en ünlü
kardiyologların, doktorların ve virologların bile seslerini susturmalarıdır.
Zenginlerin
peşinden giden Kovid solu, şirketlerin en tepelerinde ve hükümet koltuklarında
oturanlardan farklı görüşleri olan solcularla veya sıradan insanlarla tartışma
fikrine bile karşı çıkıyorlar. Bir yandan uyum talep ederken bir yandan da
çeşitlilik vaazları veriyorlar. Dahası Kovid solcuları, bizim kendi düşünceleri
önünde eğilmemizi istemekle kalmıyorlar, ayrıca parlamentarist usulleri birer
süs gibi görüp onlardan kurtulma sürecine girmiş, yani özünde faşizme yüzünü
çevirmiş kapitalist devletlere boyun eğmemizi bekliyorlar.
“Bir
liberalin üzerindeki yaldızı kazıyın, altından bir faşist çıkar.” Altmışlarda
edilmiş olan bu laf, bugüne daha fazla uymaktadır. Yirminci yüzyılda bir
faşisti kolayca tanıyabilirdiniz. O, Nazi Partisi yanlısıydı, siyah veya
kahverengi gömlek giyerdi veya aşırı milliyetçiliğin herhangi bir biçimine
bağlı olurdu. Kovid döneminde faşiste “faşist” denmiyor, yapıp ettikleri ve tüm
davranışları farklı bir ambalaja sarılıyor. Bugün faşizmi insanî ilkelerden,
çoğulculuktan ve “halk sağlığı”ndan yana olduğunu söyleyen “ilerici” liberaller
arasında aramak gerekiyor.
Onlar
psikolojik düzeyde kendilerinin “ilerici” olduklarına inanıyorlar. Yüzeyden
bakıldığında kimse bu insanlara “faşist” demez, ama davranışlarına
bakıldığında, onların faşizme benzeyen, hatta faşizmle birebir aynı olan
şeylere imza attığı görülür.
Bu
noktada akla, otuzlarda Nazi totaliterizmini iktidara askerlerin değil,
doktorların ve bilim insanlarının taşıdığı gerçeği gelmeli. Öjeni, “üstün ırk”,
“istenmeyen kişilerin imha edilmesi” gibi başlıkların, bugün “aşısızlar”ın
toplumdan dışlanması istemiyle arasındaki benzerlik gün gibi ortada.
Kovid
solunun işçi sınıfına karşı işlediği günahları örtbas etmek için günah
keçilerine ihtiyacı var. Tersten kendi konumlarını birilerine ispatlamak adına
Kovid solcuları, bugün Kanada’da, ABD’de, Avrupa’da, Avustralya’da ve başka
ülkelerde yönetici sınıfları ümitsizce hedef alan Özgürlük Hareketi’nin yok
edildiği takdirde selamete ereceklerini düşünüyorlar. Bu noktada harekete en
ağır iftiraları atıyor, hayal dünyalarında “faşist” diye bir korkuluk imal
ediyor, sonra ellerindeki dövizlerle onları öldürüp işçi sınıfını “aşırı sağ”a
karşı uyarmak suretiyle “sosyalistler” olarak görevlerini ifa edeceklerini
düşünüyorlar.
Özü
biçimden ayırmayı beceremeyen bu solcular, birçok liberalin, “Marksist”in,
anarşistin, barış eylemcisinin, sendikacının ve kendi dar gruplarının, sosyal
demokrat, çevreci ve muhafazakâr politik partilerle tek bir politik blok
meydana getirdiklerini görmüyorlar. Bir kâbustan uyanıp diğerine daldıkları
koşullarda akletme ve idrak etme melekelerini yitiren sol, söz konusu bloğun
Kovid dönemindeki “sağlık” faşizminin politik ve ideolojik temelini attığını
anlamıyor. Yönetici sınıf, Kovid dönemi için hazırladığı ajandayı yürürlüğe
koyma konusunda tam da bu bloğa güveniyor. Bu ajanda ise açıktan yürütülen iç
savaş dâhilinde alınan tedbirler üzerinden, işçi sınıfının en ağır şekilde
ezilmesi hedefi üzerine kurulu.
Öte
yandan, Bill Gates, Jeff Bezos, Klaus Schwab, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş
Milletler gibi küresel elitlerin “sosyalizm”i ve “komünizm”ine karşı mücadele
ettiği vehmine kapılsa bile Özgürlük Hareketi, elindeki o milliyetçi bayrağa
rağmen, nesnel açıdan Batı kapitalizminin mevcut aşamasına (Kovid döneminin
“sağlık” faşizmine) karşı direniyor. Ayrıca Özgürlük Hareketi faşizmle mücadele
ettiğinin de bilincinde. Tam da bu yüzden o, “faşizme ve komünizme karşı
mücadele ediyoruz” diye bağırıyor. Ne var ki hareket, en genel manada faşizmin
kapitalizmle bağlantılı olduğunu, kapitalizmin faşizmi doğurduktan sonra
belirli bir noktada dizginleri ona teslim ettiğini göremiyor. Kovid döneminin
“sağlık” faşizmi, bahsini ettiğimiz sınıflı toplumun gelişim kanunu karşısında
bir istisnayı ifade etmiyor.
Hiç
şüphe yok ki Özgürlük Hareketi’ndeki milliyetçilik (Kanada, Avustralya, Yeni
Zelanda, Fransa gibi ülkelerde yapılan gösterilerde o ülkelerin bayraklarının
bol miktarda dalgalandırılması) özgürlük yanlısı Marksistlerin sabırla ve
davranış inceliği ile bertaraf etmesi gereken, önemli bir meseledir.
Bugün
işçi sınıfı, tüm hükümetlerin, politikanın sağının solunun, neredeyse tüm
politik partilerin kendisine ihanet ettiğini düşünüyor ki bu düşüncenin yanlış
olduğunu kimse söyleyemez.
Böylesi
bir gerçekliğe rağmen gerçek devrimciler Özgürlük Hareketi’ne katılmalı, zulme
karşı ayaklanan kitlelerle omuz omza dövüşmeli, bir yandan da sınıf bilinci
olan işçileri, gerçek özgürlüğün ancak, temelleri çatırdamış kapitalist
rejimleri tasfiye edecek ve yeni işçi cumhuriyetleri kuracak işçi devrimleriyle
geleceğini söyleyen bakış açısına örgütlemeye çalışmalıdır.
Bu
bakış açısı, devrimcilerin sırtına önemli bir sorumluluk yüklemektedir: Onlar,
Leninist Troçkizmin temel dayanaklarına sıkı sıkıya bağlı bir işçilerin öncü
partisini kurmalı, yeni bir sosyalist düzenin zemini olarak bölgesel düzeyde
bütünleşmiş, kolektivizmi ve planlamayı esas alan ekonomiler aracılığıyla dünya
kaynaklarını dağıtmak için mücadele etmelidirler.
İşçilerin Birliği
17 Şubat 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder