Fransa’nın
Sovyetler’i tanıyan son ülke olması öngörülüyordu. Ama tarih, bu öngörünün
gerçekleşmesini istemedi. Altı yıl ortalarda görünmeyen Fransa, nihayet
Moskova’ya döndü. Paris’te bulunan ve Fransa’nın Sovyetler’i tanıyan son ülke
olması öngörülüyordu. Ama tarih, bu öngörünün gerçekleşmesini istemedi. Altı
yıl ortalarda görünmeyen Fransa, nihayet Moskova’ya döndü. Paris’te bulunan ve
Çarlık Rusyası’ndan kaçmış birkaç mülteciye ve diplomata ev sahipliği eden,
çara bağlı elçilik sarayında bugün bir Bolşevik elçi görev yapıyor.
Fransa,
Milli Blok hükümetlerinin güttüğü Rusya karşıtı saldırgan siyaseti bir iki ay
içerisinde yürürlükten kaldırdı. Bu hükümetler nezdinde Fransa, Sovyet karşıtı
gericiliğin başını çeker hâle gelmişti. Georges Benjamin Clemenceau, Fransız
burjuvazisinin Sovyetler’e karşı tutumunu şu türden tarihsel bir ifadeyle dile
getirmekteydi: “Bizimle Bolşevikler arasındaki mesele, bir güç meselesidir.”
Aralık
1919’da Fransız hükümeti, mecliste yürüttüğü tartışma dâhilinde, o katı, eğilip
bükülmeyen, uzlaşmaz tavrını yeniden ortaya koydu. Fransa’nın Sovyetler’le
anlaşması veya herhangi bir tartışma içerisine girmesi bile mümkün değildi. O,
tüm gücüyle, Sovyetler’i ezmek için uğraşıyordu. Alexandre Millerand, bu
siyaseti devam ettirmekten başka bir şey yapmadı.
Polonya’yı
silâhlandıran Fransa, onu Rusya’nın üzerine sürdü. Sonrasında Fransa, şaibeli
isimlerden oluşan askerî birlikleriyle Kırım’ı yağmalayan, büyük devletlerin
parasına güvenerek maceraya atılmış olan General Wrangel’i fiili Rusya hükümeti
olarak tanıdı. 1921 yılında Cannes’da Briand, Milli Blok’un Sovyetler ve
Almanya’ya yönelik siyasetini ölçülü bir üslupla uygulamaya çalıştı. Ama
teşebbüs ona iktidara mal oldu.
Briand’ın
yerine gelen Raymond Poincaré, Cenova ve Lahey konferanslarında Rus hükümeti
ile kurulacak tüm ilişkileri bir bir sabote etti. Başbakanlığının son gününe
kadar bu tavrını değiştirmedi. Ancak Fransa’nın teoride ve pratikte aldığı
konum zamanla değişti. Poincaré hükümeti, artık Avrupa toplumuna yeniden
kabulünü sağlama noktasında Rusya’dan komünizmi inkâr etmesini istemiyordu. Bu
süreçte Ruslara kendi tercihlerini yönetme hakkı bahşedildi. Başbakanın tek
itiraz ettiği konu ise Rusların borçlarıydı. Bu konuda Poincaré, Sovyetler’in
tümüyle teslim alınmasını talep etti. Teslim olmadığı takdirde Rusya,
Avrupa’dan ve Batı medeniyetinden dışlanacak, kopartılacak, görmezden
gelinecekti.
Fakat
Avrupa’nın zengin tarım arazilerine ve maden yataklarına sahip olan, yüz otuz
milyon insana ev sahipliği eden bir ülkenin işbirliği olmadan bu adımı atması
mümkün değildi. Avrupa’nın yeniden inşa edildiği süreçte çalışmalar yürüten
uzmanlar, Rusya’nın Avrupa’ya dâhil edilmesinin zaruri olduğunu her gün ortaya
koyuyorlardı. Rus hayranı olmayan Avrupalı devlet adamları bile bu tezi zamanla
kabul ettiler. Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Edward Benes, Çek meclisinde,
biraz da Fransa’nın etkisiyle, “Rusya olmadan bir Avrupa siyaseti ve Avrupa
barışı imkânsızdır” diyordu.
İngiltere,
İtalya ve diğer güçler de en nihayetinde Sovyet hükümetini tanıdılar. Bu
tutumun açığa çıkmasının sebebi, bu ülkelerdeki Bolşevik sevdası değildi.
İngiltere’de İşçi Partisi çizgisi, İtalya’da Faşist çizgi bu tutumu benimsedi.
Hadi diyelim İşçi Partisi’nin ideolojik olarak Bolşeviklerle belirli bir
bağlantısı vardı, gelgelelim aynı şeyi Bolşevik karşıtı olduğu aleni olan
Faşistler için söylemek mümkün değildi.
Avrupa’nın
yüzünü Rusya’ya dönmesinin sebebi, Avrupa ekonomisinin olağan şekilde işlemesi
için zaruri olan pazarlara acilen yeniden sahip olmak istemesiydi. Fransa’nın
bu yönelimin dışında durması mümkün değildi. Rusya’nın abluka altında
tutulmasını öngören siyasetin dayandığı tüm sebepler hükmünü yitirdi. Bu
siyaset öyle bir noktaya gelmişti ki sürdürüldüğü takdirde Rusya değil, Fransa
tecrit olacaktı.
Éduard
Herriot ve Anatole de Monzie bu tezi savunuyordu. Éduard Herriot 1922’den,
Anatole de Monzie 1923’ten itibaren, Fransız burjuvazisinin ve küçük
burjuvazisinin Rus meselesine dair kanaatini değiştirmek için yoğun bir
kampanya yürüttü. Her iki isim de Rusya’yı ziyaret etti, insanlarını araştırdı,
rejimini inceledi. İkili, yeni Rus hayatına bizzat şahit oldu. Rusya’da esas
olarak karşılarına çıkan şey, devrimin ürettiği, istikrarlı ve güçlü bir
rejimdi.
Herriot
izlenimlerini Yeni Rusya isimli kitabında bir araya getirdi. De Monzie
ise Kremlin’den Lüksemburg’a isimli, yaptığı yolculuğa dair notları
içeren bir kitap kaleme aldı. Tüm kitap, temelde Fransa-Rusya anlaşması için
yürüttüğü kampanyaya hizmet ediyordu.
Bu
kitaplar, Fransa’nın Sovyetler’e yönelik yeni siyasetini aktaran iki somut
belge niteliğindedir. Kitaplar, aynı zamanda burjuvazinin iftiralara uğrayan
bir devrimin insanlarındaki ve fikirlerindeki hakkaniyete ve büyüklüğe dair
tanıklığı olarak görülebilir.
Komünist
öğretiyi ne Éduard Herriot ne de Anatole de Monzie kabul ediyor. İki yazar da
ilgili öğretiyi kendilerindeki burjuva ve Fransız bakış açısı üzerinden
yargılıyor. Burjuva demokrasisine ölümüne bağlı olan bu iki isim kitaplarında
yollarından zerre sapmıyorlar. Ama Sovyetler’in yaşama becerisine, Sovyet
liderlerinin de belirli yeteneklere sahip olduğunu dürüstçe kabul ediyorlar.
Yaptıkları
gözlemlere rağmen kitaplarında Sovyetler’in hemen ve eksiksiz bir biçimde
tanınması konusunda bir öneride bulunmuyorlar. Sadece Herriot, kitabının sonuç
bölümünde, Fransa’nın Moskova’da temsilcilik açmasını istiyor. Ona göre mesele,
“bu ülkenin hukuken tanınması meselesi değil ki bu mesele varlığını uzunca süre
muhafaza edecek.”
Anatole
de Monzie ise daha ihtiyatlı ve ölçülü bir tavrı benimsiyor ve Nisan ayı
içerisinde, Poincaré’i iktidardan uzaklaştıracak olan seçimden birkaç gün önce
Fransız Senatosu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler’in Rusya’nın borçları meselesi
çözüme kavuşturulmadan tanınmaması gerektiğini söylüyor. Ama kısa bir süre
sonra bu önerilerin yetersiz ve zayıf olduğu görülüyor. İktidara gelen Herriot,
hukuken tanıma meselesiyle uğraşmak zorunda kalıyor ve bir şekilde bu meseleyi
hallediyor. Anatole de Monzie’ye ise bu çözüm sürecinde işbirliğine gitmekten
başka seçenek kalmıyor.
Herriot’nun
kitabında de Monzie’nin kitabına kıyasla daha fazla tarihsel tespitlere yer
verilmiş. Herriot, Rusya denilen olguyu nispeten daha liberal bir anlayış
üzerinden ele alıyor. Anatole de Monzie ise yaptığı her bir gözlemde şaka
yapmaktan kendisini alıkoyamayan bir avukatın tekniğine ve zihniyetine
başvuruyor.
İki
isim de ayrıca fazla iyimser sonuçlara ulaşıyor ve buradan abartılı
değerlendirmelerde bulunuyor. Anatole de Monzie, kitabında “kızıl Rusya’yı
fazla hoş gösterdiği için eleştirileceğim diye korktuğunu” itiraf ediyor.
Bolşeviklerin hukuk sistemini ele aldığı bölümde “haksızlığın zerresine tanık
olmadığını” söylüyor. Anatole de Monzie, kitabında daha çok hukukçu gibi
konuşurken, Herriot, Fransız Devrimi’nin ideolojisiyle yoğrulmuş bir demokrasi
uzmanı gibi konuşuyor.
Herriot,
kitabında Rus tarihini ele alıyor. Bir yerde Bolşevik Devrim’i ideolojik ve
manevi köklerini bilmeden anlamanın imkânsız olduğunu söylüyor. Ona göre, “Rus
Devrimi kadar şiddet yüklü bir olayın öncesinde uzun süre bir dizi olayın
gerçekleşmiş olması gerekiyor. Dolayısıyla devrim, tarihçi açısından bu olaylar
dizisinin doğal sonucundan başka bir şey değildir.”
Herriot,
devrimin sebeplerini, Rusya tarihi, bilhassa Rus düşüncesi tarihi dâhilinde
keşfetmeye çalışıyor. Ona göre, devrimin keyfi, tarih dışı, romantik veya suni
bir tarafı yok. Rus Devrimi “bir sonuç, belirli gelişmelerin çıktısı.”
Bu
anlamda Herriot, Bolşevizmi parayla satın alınmış bir avuç Alman’ın öncülük
ettiği, trajik sonuçlara yol açmış, garez ve tehlikeli tutkularla beslenen,
Çinli paralı askerlerin desteklediği, şeytanî bir teşebbüs olarak ele alan o
kaba, basit tezin sahiplerinden çok farklı düşünüyor. Herriot, Rusya’da
idarenin ve tüm birimlerin yöneticiler bağlamında dürüstlükten sapmadığını
söylüyor ve “aynı şey Batı demokrasileri için söylenebilir mi?” diye de
soruyor.
Herriot,
devrimin Marksist yolu takip edeceğine inanmıyor: “Kendi politik formuna hâlen
daha bağlı kalan Sovyet rejimi, hayat denilen, gözle görünmeyen ve süreklilik
arz eden gücün basıncı altında, verili ekonomik düzen içerisinde çoktan
dönüşmüş durumda.”
Esasen
Herriot, yeni Rusya’nın ekonomi politikasının yol açacağı sonuçlar ve
oluşturacağı kalıplara ilişkin iddiasına belirli bir kanıt arıyor. Sovyetler’in
ticaret, endüstri ve tarım sahasında özel girişimcilere ve sermayeye verdiği
tavizleri hoşnutlukla karşılıyor.
Ama
Bolşeviklerin adaletinden de rahatsız oluyor. Herriot, bunun devrimci adalet
olduğunu görmüyor. Bir devrimden başkalarına model olacak mahkemeler kurup
başkalarının model alacağı kanunlar çıkartmasını kimse bekleyemez. Devrim, yeni
bir hukukun ilkelerini formüle eder, ama uygulamanın başvuracağı tekniği
kurallara bağlamaz.
Herriot,
üstelik Bolşeviklerin bu ve benzeri yönlerini izah edemiyor da. Kendisinin de
bildiği gibi Fransız mantığı Rusya’da geçerli değil. Kitabında asıl şaşırtıcı
olansa ondaki nesnelliğin bu türden tuzaklara düşmüyor olması. Kitabın belirli
yerlerinde Herriot, Kamanef, Trotskiy, Krassin, Rikof, Cerjinski gibi isimlerle
yaptığı sohbetleri hatırlatıyor.
Yazar,
Cerjinski’de Slav bir Saint Just görüyor. Çeka’nın başkanı olan Feliks
Cerjinski’yi Fransız meclisinin ünlü siması ile kıyaslıyor. Batı burjuvazisinin
sıklıkla sevimsiz biri olarak takdim ettiği Saint Just’da Herriot bir tür
çilecilik buluyor. Yalın, sade, ısıtması olmayan küçücük bir odada çalışan
Cerjinski’yi bekleyen bir muhafızın bile bulunmadığını söylüyor.
Kızıl
Ordu, Herriot’yu bayağı etkiliyor. Kızıl Ordu, karşı-devrimin saldırıya geçtiği
kritik günlerde eskiden olduğu gibi altı milyon askerden oluşmuyor. Asker
sayısı sekiz yüz binden az ki bu sayı, bu kadar büyük ve bu denli kuşatma
altında bulunan bir ülke için epey mütevazı. Dolayısıyla bazen ona atfedilen
emperyalist ve fetihçi duygulardan uzak bir ordu bu.
Herriot
kitabında, ordudaki kusursuz disiplinden ve mükemmel ahlaktan dem vuruyor. Daha
çok eğitime dönük coşkulu yaklaşımdan ve kültüre duyulan o büyük açlıktan
bahsediyor. Kışlalarda devrim, bilim inancını yayıyor. Herriot, aynı kışlalarda
kitapların ve gazetelerin bolluğuna dikkat çekiyor. Bir yerde küçük bir doğa
tarihi ve anatomi müzesi gördüğünü, askerlerin kitapların üzerine kapanıp okuma
yaptıklarını söylüyor. Ardından şu tespiti yapıyor: “Askerler arasında görülen
hiyerarşik mesafeye rağmen o samimi kardeşlik duygusunu her yerde
hissediyorsunuz. Bu hâliyle kışlalar, en önemli sosyal ortam hâline geliyorlar.
Kızıl Ordu, her şeyden önce genç devrimin yarattığı en özgün ve en güçlü şey.”
Herriot'nun
kitabı, Rusya’nın ekonomi sahasında sahip olduğu güçleri inceliyor. Ardından
ülkenin ahlaki yönlerini, bu düzlemde sahip olduğu imkânları ele alıyor. Bir
yerde Lunaçarski’nin çalışmalarını şu şekilde özetliyor. Kremlin’deki o
mütevazı çalışma odasında, keşiş hücresinden bile daha çıplak olan o odada
Lunaçarski, Sovyet üniversitesinin büyük ustası, Herriot’ya yeni Rusya’da
eğitimin ve kültürün mevcut durumunu açıklıyor. Devamında sanat galerisi
ziyaretinden bahsediyor: “Devrimde tek bir resim, tek bir mobilya, tek bir
heykel bile heba edilmemiş. Modern Rus resmine ait koleksiyon son yıllarda daha
da zenginleşmiş.”
Herriot,
Sovyetler’in Asya siyaseti bağlamında elde ettiği başarılara değiniyor ve bu
siyaset sayesinde Rusya’nın “Doğu halklarının büyük kurtarıcısı” olarak
görülmeye başlandığını söylüyor. Kitabının temel çıkarımı ise şu: “Eski Rusya
öldü, sonsuza dek aramızdan ayrıldı. Sonuç itibarıyla elimizde zorba ama
mantıklı, şiddete meyilli ama bilinçli bir devrim olsa da bu devrimin uzun
zamandır biriken öfkenin, çilenin ve kinin ürünü olduğunu görmek gerekiyor.”
Anatole
de Monzie ise kitabına Rusya’nın artık abluka altında olmadığını, hiçe sayılan,
yalnızlaştırılmış bir ülke olmaktan çıktığını ortaya koyarak başlıyor. Rusya’yı
her gün önemli ve ünlü birçok isim ziyaret ediyor. Kuzey Amerika, bu ülkeyi
keşfedip incelemekle en fazla ilgilenen milletlerden biri. Amerikalı
ziyaretçiler listesi epey ilginç: Listede eski vali Goodrich, Profesör Johnson,
Meyer Blomfield, senatörler (Wheeler, Brookhart, William King, Edwin Ladde),
piskoposlar (Blake ve Nuelsen), eski içişleri bakanı Sécy Fall, kongre üyesi
Frear, John Sinclair, Roosevelt'in oğlu, Irving Bush, Standard Oil’dan Dodge ve
Dellin gibi isimlere rastlanıyor. Moskova’daki diplomat sayısı da epey yüksek.
Rusya’nın
Doğu’daki konumu günbegün güçleniyor. Anatole de Monzie, Rusya’nın yükselişiyle
birlikte ortaya çıkan sonuçları inceliyor. Bir yerde yanlış yönlendirilmekten
korktuğunu söylüyor, bu sebeple kendi izlenimlerini başka ziyaretçilerin
izlenimleriyle kıyaslama ihtiyacı duyuyor.
General
Transatlantic Şirketi temsilcisi Maurice Longe da Anatole de Monzie ile aynı
fikirde:
“Rusya’nın millet olarak
dirildiği tartışılmaz bir gerçek, ekonomik sahada yaşanan diriliş de öyle. Onun
Batı medeniyetine yeniden katılma arzusunu kimse görmezden gelemez.”
Ayrıca
de Monzie, Lunaçarski’ye Rus sanatına, bilhassa dinî çalışmalara ait hazineyi
kurtardığı için teşekkür ediyor ve “Bugüne dek hiçbir devrim, anıtlara bu kadar
saygı göstermemişti” diyor.
Anatole
de Monzie, aynı zamanda ülkeye dair değerlendirmelerde öne çıkan diktatörlük
efsanesinin fazlasıyla abartıldığını düşünüyor.
“Moskova’da herhangi bir
meclis kontrolü, bu kontrole zemin sağlayacak fikir ve ifade özgürlüğü, herkese
oy hakkı, İsviçre’ye has referanduma denk uygulamalar olmasaydı diyebilirdik ki
‘evet bu halk komiserlerine veya diğer yüksek mevkideki kişilere tam yetki
bahşedilmiş.’ Lenin diktatör rolünü oynuyor, burası kesin, ama o diktatör olmak
gibi bir derdi olmayan bir diktatör, kendi adına komutayı ele alıp diktatör
unvanını üstüne almakla ilgilenmiyor.”
Bu
noktada Fransız senatör, Lenin’i Cromwell’e benzetiyor. İki liderin de
birbirine benzediğini, iki devrimin akraba olduğunu söylüyor. Devamında
Fransa’nın Rusya politikasını sağlam bir zemin üzerinden eleştiriyor. Bu
siyaseti İngilizlerin siyaseti ile karşı karşıya getiriyor ve kıyaslıyor.
Tarihe dönüp oradan her iki siyasetin bir muadilini bulup çıkartıyor. Bu
noktada İngiltere ve Fransa’nın Amerikan devrimine yönelik tutumunu
anımsatıyor.
O
dönemde İngiliz başbakanı George Canning, İngilizlerin iyi bir tutum sergileme
anlayışı üzerine kurulu geleneksel politikasına belirli bir yorum getiriyor.
Alelacele İngiltere, Amerika’daki devrimci cumhuriyetleri tanıyor ve onlarla
ticari ilişkiler kuruyor. Öte yandan Fransız hükümeti ise yeni kurulan
İspanyol-Amerikan cumhuriyetlerine düşmanca yaklaşıyor ve şu tarz bir dile
başvuruyor:
“Eğer Avrupa, Amerika’da
fiilen kurulmuş olan hükümetleri tanımak zorunda kalırsa, siyaseten, bize kendi
topraklarının ürünleriyle birlikte kendi ilkelerini de gönderecek olan devrimci
cumhuriyetlerin yanına hizalanır ve krallıklar, olduğu gibi bu cumhuriyetin
yeni dünyasında kendisine bir yer bulur.”
Fransa,
bu noktada bir iki işsiz kalmış prensi oraya göndermeyi düşünüyor.
İngiltere’nin tek derdi ise ürünlerini ve altınını Amerikan mallarıyla takas
etmek. Cumhuriyetçi Fransa’nın başındaki isimler olarak Clemenceau ve Poincaré,
kralcı Fransa’nın başındaki Viscount Chateaubriand’ın mirasını devralıyor.
Anatole
de Monzie'nin ve Herriot’nun kitapları, Mayıs ayında yaşadığı yenilgiye rağmen
Rusya’daki dirilişe karşı inatçı bir tutum takınan Fransız siyasetinin
karşısında duran somut ve susturulması mümkün olmayan, birbiriyle bağlantılı
iki talep olarak okunabilir. Bu kitaplar, aynı zamanda Bolşevik Devrim
konusunda entelektüel burjuvaların belirli bir akılla kaleme alınmış
tanıklıklarını belgeliyorlar.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder