Dedem
bir gün bana, “tarlakuşunu kafese koymanın en büyük zulüm olarak görülmesi
gerektiğini, çünkü bu kuşun özgürlüğün ve mutluluğun en önemli sembollerinden
biri olduğunu” söylemişti.
Dedem
hep bana, tarlakuşunun, sevdiği dostlarından birinin kafese konması üzerinden
açığa çıkan ruhundan bahsederdi.
Bir
gün sevdiği arkadaşının özgürlüğünü yitirdiğini gören tarlakuşu ötmemeye
başlamış, artık hiçbir şey onu mutlu etmiyormuş. Bu zulmü ona reva gören adam,
tarlakuşunun dilediği her şeyi yapmasını, tüm yüreğiyle şakımasını, isteklerini
yerine getirmesini, çıkarına uygun hareket etmesini istemiş.
Tarlakuşu
itiraz etmiş. Bunun üzerine adam öfkelenmiş. Tarlakuşuna ötsün diye baskı
uygulamaya başlamış, ama hiçbir sonuç alamamış. Sonra kendince daha etkili
olabileceğini düşündüğü adımlar atmış. Kafesin üzerine siyah bir örtü sermiş,
kuşu günışığından mahrum bırakmış. Ona yemek vermemiş, pislik içindeki kafeste
ölüme terk etmiş, ama gene de kuş uzlaşmamış. Bunun üzerine adam, kuşu
öldürmüş.
Dedemin
de dediği gibi, o tarlakuşunun bir ruhu vardı ve o ruh, özgürlüğe ve direnişe
dairdi.
Özgürlüğe
hasret olan kuş, kendisini işkence ve hapisle değiştirmeye çalışan zâlime boyun
eğmeden, onunla uzlaşmadan ölmüştü.
Bugün
o kuşla, gördüğü işkence, içinde olduğu zindan koşulları ve en nihayetinde
maruz kaldığı cinayet üzerinden ortaklaştığımı düşünüyorum. Tarlakuşu, herkeste
görülmeyen bir ruha sahipti. Üstün varlıklar olduğunu düşünen insanlarda bile
böylesi bir ruha nadiren rastlanıyordu.
Adi
mahkûmu ele alalım mesela. Onun tek amacı, hapiste kaldığı süreyi olabildiğince
rahat ve kolay kılmaktır. Adi mahkûm, cezasından bir gün eksilsin diye, riskli
hiçbir taşın altına elini sokmaz. Hatta bazıları, gardiyanların ve müdürün
ayaklarına kapanır, onlara yaltaklanır, kendisini güvence altına almak ve daha
erken çıkabilmek için başka mahkûmları gammazlar.
Bu
tür insanlar, kendilerini tutsak edenlerin isteklerine göre hareket ederler. O
tarlakuşundan farklı olarak, “öt” denilince öterler, “zıpla” dediklerinde en
yükseğe sıçrarlar.
Her
ne kadar adi mahkûm özgürlüğünü yitirmişse de o, esasen özgürlüğünü yeniden
kazanmak ve insanlarını korumak adına asla çizgiyi aşmaz. Kısa zamanda hapisten
çıkmak için uzlaşır. Nihayetinde yeterince hapiste tutulduktan sonra düzenin
parçası hâline gelir, bir tür makineye dönüşür, kendisini değil, bedenini ve
ruhunu hapsedenleri, onlara hükmedip zincir vuranları düşünmeye başlar.
Dedemin
anlattığı hikâyede de tarlakuşunun alnına bu yazılmıştı ama o değişme ihtiyacı
duymadı, bu konuda herhangi bir niyete bile sahip olmadı ve bunu tavrını ortaya
koymak için de öldü.
Bu
hikâye, içinde bulunduğum duruma dair çok şey söylüyor. O zavallı kuşla
ortaklaşıyorum. Aldığım konum, uzlaşan adi mahkûmun konumuyla çelişiyor. Çünkü
ben politik tutsağım, özgürlük savaşçısıyım.
Tıpkı
tarlakuşu gibi ben de özgürlüğüm için dövüştüm, bu mücadeleyi etimin çürüdüğü
şu anki hapishanede değil, dışarıda, esaret altındaki yurdumda da verdim.
Tutsak
edildim, hapse atıldım ama o tarlakuşu gibi ben de tel kafesin dışını gördüm.
Şu
an H Blok’tayım. Değişmeyi, beni insanlıktan çıkartmak isteyenlerin, zulmü ve
işkenceyi reva görenlerin, bedenimi zindanlara atanların sözüne girmeyi
reddettiğim yerdeyim.
Beni
tutsak edenler, politik ideolojimi ve ilkelerimi değiştirmemi istiyorlar.
Bedenimi ezdiler, onurumu ayaklar altına aldılar. Adi bir mahkûm olsaydım, beni
umursamazlardı bile. Çünkü bilirlerdi, benim kurum olarak dile getirdikleri
isteklerine göre hareket edeceğimi.
Cezam
iki yıl uzadı. Umurumda değil. Kıyafetlerimi çıkarttım. Kir pas içinde, boş bir
hücrenin içinde, mahpusum. Açım, dövülmüşüm, işkencelerden geçmişim. O
tarlakuşu gibi hikâyenin sonunda öldürülmekten korkuyorum.
Ama
o küçük dostum gibi ben de cüretle şunu söylüyorum: en ağır muamele, en korkunç
işkenceler bile yok edemez bendeki özgürlük ruhunu.
Tabii
ben de öldürüleceğim, ama ruhum canlı kalacak, politik savaş tutsağı olarak
varlığımı koruyacağım, kimse değiştiremeyecek beni.
O
küçük tarlakuşu sürüsü yeterince ispatlamadı mı bunu? O yürek paralayan
tarihimiz, onların eseri değil mi?
MacSwiney’ler,
Gaughan’lar ve Stagg’ler.
H
Blok’un duvarları başkalarıyla da mı tanışacak?
Dedemin
hikâyesini anlatmasam olmazdı. Bir keresinde ona, o tarlakuşunu kafese koyan,
onca işkenceden sonra onu öldüren sefil adamın başına ne geldiğini sordum.
“Oğul”
dedi “bir gün o adam, kendi kurduğu tuzaklardan birine düştü, kimse gelip onu
kurtarmadı. Kendi insanı bile onu hor görürdü, ona sırtını dönmüştü. Giderek
güçsüzleşti, en sonunda da tarlada tökezleyip yere düştü, kanı ıslattı toprağı.
Kuşlar geldi, gözlerini oydular, arkadaşlarının intikamını alırcasına. O an
tarlakuşları, daha önce hiç işitilmemiş bir sesle öttüler.”
Bu
sözler üzerine dedeme şunu sordum: “O adamın adı John Bull[*] muydu?”
Bobby Sands
[Kaynak:
Writing From Prison, Önsöz: Gerry Adams, Mercier Press, 1997, s. 80-82.]
Dipnot:
[*] John Bull, Amerikalılardaki Sam Amca’ya denk düşen ve İngilizleri ifade
etmek için kullanılan bir tabirdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder