[Vatan
Partisi’nin 15 Ekim 1957 Salı günü saat 13.00-17.00 arasında Eyüp Meydanı’nda
takip ettiği açık hava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın diktafonla
tespit edilen konuşması]
* * *
Muhterem
Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!
Bugün,
Müslüman İstanbul’umuzun, İstanbul’dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan
Partisi’nin sesini duyurmaya geldik.
Sevgili
vatandaşlarım!… Vatan Partisi iş ve işçi partisidir… Bunu
söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O
büyük söz der ki: “Kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi
ibadet et” der.
Vatandaşlar!…
İbadet: Hak önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına
gelir… Bugün, Vatan Partisi’nin kendini hak ve çalışmak gibi iki
prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.
İslam’ın
büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: “Leyse lil insane illâ mâ seâ” (Yani:
İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük
hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri
memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği
en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: Emek
üzerine kurulur. Avrupa’nın en büyük iktisat âlimleri, İngiltere’nin klasik
iktisatçısı denilen Adam Smith’ler, Ricardo’lar: binlerce senelik insan ilminin
neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: “Leyse lil insane illâ mâ
seâ!” hakikatini: “Değer, insanın emeğinden doğar” şeklinde ifade etmişlerdir…
İşte Vatan Partisi’nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin
de üzerinde kurulması icabeden temelin emek olması lâzım geldiğini ifade
eder.
Türkiye’de
emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz,
esnaf kardeşlerimiz. Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz!
Vatan Partisi Türkiye’de -bütün öteki partilerden farklı olarak- bu çalışkan
zümrelerin hakkını arayan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.
Şimdiye
kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak
bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım iyi bilir ki, Muhammed: “Ben hâtemel
enbiyâyım” (Yani: “Ben peygamberlerin sonuncusuyum”) demiştir. O büyük sözün
manası üzerinde vatandaşlarımı bir an düşünmeye davet ederim…
Vatandaşlarım!..
O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler
“gökten iner”di. Hazreti Muhammed: “Ben sonuncu peygamberim!” demekle, bizlere
şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: “Artık kanunlarınızı kendiniz
yapacaksınız!” demek istemiştir… Ve onun için insanların büyük toplantı
yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde Cami!..
Cami:
Hepinizin bildiği gibi, “Toplayıcı” demektir, vatandaşlarım. Ve
Müslümanların tatil günü de vaktiyle “Cuma” günü idi, vatandaşlarım.
Bu
ne demektir? Bir an düşünelim: Cuma, toplanma günü demektir. Nerede
toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami’de… Niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak
için, değil mi?.. İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanlığın araya
araya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz
gavurca lakırdının ta kendisidir.
Mübarek
Ezanı Muhammedi dolayısıyla buradaki hak davamızın konuşulması bir an
için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle- yeniden başlıyoruz.
Sevgili
vatandaşlarım!..
Ne
zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima,
Hulefâ-yı Raşidin zamanındaki vatandaşların siyasî hayatları gözüm önüne
geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasî toplantı
yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki
vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok
iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat
suretiyle reis olur, yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş
devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları
önüne toplayarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.
O
ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lâzım
geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamayacağım… Ordular,
hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri
Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman
başkente, başşehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı
büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi.
Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye
Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer’i dinlemeye gittikleri zaman… Halife söze
başlar başlamaz, Müslüman’ın biri ayağa kalktı. “Ya Ömer” dedi, “Sen bir
hırsızsın, senin söyleyeceğini Müslümanlar dinleyemez” dedi.
Düşünün
vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir
vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiçbir izah yapmaksızın: “Sen bir
hırsızsın!” diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa
beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyleyenin kellesini,
değil mi?.. Hayır. Hazreti Ömer: “Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım?
Bilmiyorum. İzah et. Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim.” dedi:
Soğukkanlılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan,
bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük
neticeler çıkarmaya çalışalım.
O
zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: “İşte
bak” dedi, “Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak
küçük bir sağ kol, küçük bir ceket çıktı bana… Hâlbuki sen, Ey Ömer! Boyunca
kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün
vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın. Demek hırsızsın! Öyle
ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus!” dedi. Bunun üzerine Hazreti
Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükûnetle oğluna: “Ya Abdullah!
Kalk cevap ver” dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: “Vatandaşlar, görüyorsunuz.” dedi,
“Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket de yok. Ben hissemi babama verdim.
Babam da bir cübbe yaptı.” bunun üzerine Ömer: “Ne dersin?” diye sordu o
vatandaşa. Ve vatandaş cevabında: “Peki.” dedi. “Anladım, hırsız değilmişsin,
Ömer. Otur şimdi, söyle, dinleyeceğim.” dedi.
Vatandaşlar!…
İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat
edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark
memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel
kurulmuştur. Biz hâlâ bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu
hayranlıkla: “Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem.” diye
arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız
hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?
Lakin
ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi
iken, o büyük demokrat Hulefâ-yı Raşidin’in memleketteki izlerini silmeye
çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş’in para ile Müslüman
olmuş büyük bezirgânlarından Ebü Süfyan’ın oğlu idi… İşte, bizim Şark
memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehri koyanlar. Bu, 1400 sene
evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara “Müellifetül-kulub” mü diyeceksiniz?
O Müellifetül-kulub, hatta Kur’an-ı Kerim’in bile içinde, tahsisat alma
haklarını kazanmışlardı… İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgân kârlarını,
kendi bezirgân ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast
hazırlarken, ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hulefa-yı Raşidin’i ortadan
kaldırmak olmuştu. Ve derebeylik ondan sonra başladı.
1400
sene, mütemadiyen derebeylerin ardarda gelişi ile, insanlar âdeta hak aramaktan
korkar hâle geldiler ve siyaset demekten korkar hâle geldiler. Bugün
vatanımızdaki fakir fukaranın “siyaset”in sözünden korkmalarının baş sebebi, o
büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca’da siyaset sözünün
lügat karşılığı bile “adam asmak” anlamına geliyordu!). Bugün, Osmanlı
İmparatorluğu’ndan, maalesef bize hâlâ o kötü terbiye: siyasetten kaçmak,
hakkını aramamak gerektiği gibi kötü âdetler… Hâlâ intikal etmiş bulunuyor. Ve
biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirgânın yapabileceğini
zannediyoruz.
Hâlbuki
büyük bezirgânların yaptıkları nedir? İşte bugünkü pahalılıktır,
vatandaşlarım.
Bir
parti çıkarırlar: “Demokrat Parti” derler. Bu Demokrat Parti: “Halk idaresini;
halk hürriyetini ortaya koyacağım” der. Fakat en büyük vaat ettiği şey malûm.
Halka: “Sana ucuzluk getireceğim.”
Vatandaşlarım.
Bir de bakarsınız, 7 yıl sonra ne olmuştur? İşler, tepesi taklak gelmiştir. O
zamana kadar görülmedik bir pahalılık başlamıştır. Ondan sonra da Sayın
Menderes. Bakın, geçen gün gazeteye verdiği beyanatta, bakın ne diyor:
“Göstersinler bir çare… Çare yoktur, pahalılığın çaresi yoktur!” buyuruyor.
Vatandaşlarım,
ben size, herhangi bir hastalık karşısında kaldık mı, nasıl hareket ettiğimizi
hatırlatacağım. Evvela hastalığın mikrobu nedir? Hastalığın sebebi nedir? Onu
buluruz… Değil mi, vatandaşlarım? Sonra, o sebebe karşı ilâç ararız, ilâç
buluruz. Bizim memleketimizdeki pahalılığın sebebi nedir acaba?
Eğer
bugünkü iktidara bakarsak, memlekette her yer güllük gülistanlık. Pahalılık
denilen şey de yoktur. Öyle mi, vatandaşlarım?
Evet,
pahalılık bazı kimseler için yoktur. Günde 2 bin lira kazanan bir insan için,
fasulye 1 lira da olsa, 4 lira da olsa, hiç fark etmez. O kimse belki de sadece
pirzola yiyecektir… Onun için pahalılığın manası mı olur?.. Ama günde 4 lira
ücret alan bir işçi vatandaş için fasulyenin 1 liradan 4 liraya çıkması, çoluk
çocuğunun o gün ekmeksiz kalması demektir.
Rakamlara
istinad ediliyor. Geçen gün Sayın Celal Bayar hazretleri diyor ki: “Millî
gelirimiz, biz (yani Demokratlar) iktidara gelmezden önce 400 lira idi” (Senede
480 veya 380 imiş. Ben size rakamları basitleştirerek 400 veriyorum). “Biz
iktidara geldik, bugün, ilmî şekilde her vatandaş başına düşen para 800 lirayı
geçmiştir” diyor. Ve bununla, bu rakamla ispat etmek istiyor ki, vatandaşların
kazancı Demokrat Parti sayesinde iki misli olmuş, artmıştır. Doğru mu acaba,
vatandaşlarım?
Rakamlar
doğru. Ama bu rakamların arkasındaki hakikat nedir? Vatandaşın kazancı
hakikatte fazla artmış mıdır?
Artmıştır,
ama artan şey sadece kâğıt paradır.
Hepimiz
pek iyi biliyoruz: Kâğıt paranın kendine has bir kıymeti yoktur. Kâğıt para bir
kıymetin ifadesidir. Ve mecburi olduğu… Onu elden ele geçirmeğe mecbur
olduğumuz için, tedavülü mecburi olan bir nesne olduğu için kıymetli gibi
görünür bize. Hakikatte o kâğıt para, mecburi elden ele geçecek diye bir devlet
zoru olmasa, onu sokağa atsanız kimse dönüp bakmaz bile, pis bir kâğıttır.
Üzerine mikrop bulaşmıştır. Hatta ele alınır kâğıt değildir. Kullanılmış kâğıt
parçasını kim eğilir de yerden alır? Ne çare ki, mecburiyet hepimizi bu kâğıdı
almaya sevkeder: Sahici paranın kıymeti onun üzerine harcanmış emekle ölçülür.
İnsan emeği ne kadarsa paranın üstünde, o kadar değeri yüksek olur. Nitekim
altın böyle, üzerine fazla insan emeği harcanmış büyük değerde bir nesnedir. Ve
kıymetli para altındır, vatandaşlarım.
Hâlbuki
Celal Bayar’ın… İşte söylediği para, kâğıt paradır: zati kıymeti bulunmayan,
ancak Merkez Bankası’ndaki kasalara karşılığı altın olarak konulmuş bulunan
kâğıt paradır. Şayet, Merkez Bankası’ndaki altınlar başka bir yere harcanırsa,
bizim elimizdeki kâğıt para, mütemadiyen kıymetten düşer. Ve başımıza gelen de
bu olmuştur.
Hepiniz
az çok bilirsiniz. Vatandaşı cahil yerine koymak doğru değildir. Fakat
idarecilerimiz daima o yolu tutturuyorlar: “Nasıl olsa vatandaş bilmez,
anlamaz. Söyleyelim.” derler.
Fakat
burada anlaşılmayacak bir şey yok. Reşat altını 1914 yılında bir altın bir
banknot, bir kâğıt lira idi. Bugün, bir Reşat altını 126-136 liradır. İşte
kâğıt para ile altın paranın farkını göz önüne getirin: O zaman
vatandaşlarımızın kazancı artmış mı, yoksa düşmüş mü, oradan anlarız.
Demokrat
Parti iktidara geldiği sene altın bir Reşat altını 34 lira idi. Şimdi 134 lira
oldu. Demek elimizdeki kâğıt paranın karşılığı, kıymeti 4 misli düştü. O hâlde
biz, bir işçi vatandaş, herhangi bir köylü vatandaş, senede millî gelirden
üzerimize düşen parayı hesaplayalım: bu 400 lira idi ise, bugün onun (4 kere 4,
on altı liradan) 1600 lira etmesi lâzımdır: Hâlbuki Celal Bayar hazretleri,
-kendileri rakam veriyorlar, – diyorlar ki “800 küsur oldu”. Demek, o zamana
nazaran, vatandaşın millî gelirden aldığı pay 2 misli artmıştır, ama elindeki
para 4 misli düşmüştür. O hâlde, Demokrat Parti iktidara gelirken elimize geçen
kazancımız, bugün yarı yarıya düşmüştür. Ve işte bizim sıkıntımız da bundan
ileri gelmektedir, vatandaşlarım.
Bu
para oyunu, memleketin en büyük politika oyunudur. Eğer vatandaşımız bu
oyunları hesaba katarak siyasete el koymazsa, yani bu oyundan zarar gören
vatandaşlarımız, artık bu oyuna son vermek için, siyasette söz ve tesir sahibi
olmazsa, bu gidişin sonu gelmez, vatandaşlarım. Onun için, işçi
kardeşlerimizden, köylü kardeşlerimizden, gelen teşebbüsle, bugün bir Vatan
Partisi kurmuş bulunuyoruz. Çalışan vatandaşlarımızdan hiçbiri, elindeki
paranın her sene yarı yarıya düşmesine taraftar değildir. Çünkü evindeki
çocuğunun rızkı da yarı yarıya düşecektir.
Bu
gökten inme bir afet değildir. Pahalılık, paranın düşmesi: Yine bizim
meselemizdir. Ama sizin, bizim değil. Çalışan, alınteri ile ekmeğini çıkaran
fakir fukaranın eseri değildir.
Maalesef,
memleket idaresini elinde tutan ve bezirgânca pahalılık ve vurgunculuk oyunları
ile uğraşan bir zümre vardır. Bunlara “bezirgân” derler. Onların işine gelir
pahalılık. Çünkü paranın kıymeti düştü mü, geçen sene bir kilo fasulye
aldığımız bir lira, bu sene yarım kilo fasulye alınca, işçinin ücreti de yarı
yarıya düşmüş demektir. Hâlbuki işçiyi kullanan işveren, bu sene aynı ücreti
verdi mi, geçen yıla nazaran yarım ücret veriyor demektir.
Köylü
buğdayını, peynirini, yağını, mahsulünü satıyor. Para yarı yarıya düştü mü,
geçen sene iki liraya sattığı malı, bu yıl bir liraya satmış demektir. İşte
yandı yarı kıymeti! Amma köylünün malını ondan alıp da ticaret yolu ile kazanca
giden bezirgân, malın fiyatına istediği zammı yapmak suretiyle, onu istediği
kadar pahalıya satabilir. Ve işte bugün gördüğümüz manzara da budur.
Yani
gerek paramızın kıymetinin düşmesi, gerek hayat pahalılığının ateş pahası
olması tesadüf değildir. Yani, talihsizliğimiz değildir, günahımız da değildir.
İlahi bir… demeyelim, azap da değildir. Bizim tanrıya karşı günahımız nedir ki,
tanrı bize öyle bir azabı ilahi göndersin? Bu doğrudan doğruya siyasetin
eseridir. Bu siyaseti durdurmak için, vatandaşlarım, kendilerinde vardır
dediğimiz haklarını, (yani siyasî meselelerle uğraşmak, oyunu bildiğine değil,
namuslu bildiğine vermek suretiyle) siyasî kudretini kullanmaları lâzımdır.
İşte
bugün (ve daha 28 gün önümüzde), 25 milyon nüfuslu Türk milletinin düşünmesi,
taşınması icabeden mesele budur. İşte bu ağır, bu müthiş mesele içindir ki, iyi
niyetli vatandaşlarımızı belki işinden gücünden ederek burada toplamak lüzumunu
duyuyoruz. Burada, ayaküstünde sizi yormaya teşebbüs etmemizin sebebi: “artık,
vatandaşlarım bu hak sizindir” deniyor. Eskiden padişah emrederdi; halk onun
fermanına “boynumuz kıldan ince” derdi. Bugün diyorlar ki: “Sen, bana oyunu
verdin. Kendi oyunla, senin emrinle iktidara geçtim. Eh, ne yapalım, pahalılık
oldu ise, kabahati yine sensin. Getirmeseydin bizi iktidara!” Âdeta bu duruma
getiriyorlar milleti. Pahalılığı yapan sizmişsiniz vatandaşlar! Sizin
aklınızdan geçiyor mu böyle bir şey? Hiçbir vatandaş elindeki parasının yarı
yarıya düşmesini ister mi? Hiçbir vatandaş, 100 kuruşa aldığı mal, illa 200
kuruş olsun diye çabalar mı? Amma neticede öyle bir mekanizma kurulmuş ki, öyle
bir siyasî, iktisadî Ali Cengiz oyunu dönüyor ki… En sonunda gene biz kabahatli
çıkıyoruz, vatandaş kabahatli çıkıyor. “Oy verdin, ben de yaptım.” diyor.
Onun
için, Allah rızası için vatandaşlarım, seçim çocuk oyuncağı değil. Buradaki
toplantımız bir seyir ve eğlence de değil. Hepimizin alınyazısı, meselesi,
evimizdeki çoluk çocuğumuzun rızkı meselesidir… Seçime gireceğiz. Vatandaş
seçimde, kimi seçecek? Bütün, Vatan Partisi haricindeki partilerin, gerek
iktidar, gerek muhalefet… Hepsinin aday listelerini gördünüz mü? Kimler var
orada dikkat ettiniz mi? Ben söyleyeyim: bir hayli eski bakan; eski meb’us.
Yani bu memleketin, hiç olmazsa 30 seneden beri bu memleketin altınını, 10
liradan (bir altını on liradan) 136 liraya kadar düşürtmüş yahut çıkartmış,
yani elimizdeki parayı on misli değil, yüz misli düşürmüş insanlar… Sürüyorlar
ve “oyunuzu yine bunlara verin” diyorlar. Yahu yetmez mi bu adamlardan bu milletin
çektiği?
Yine
o aday listelerine dikkat buyurun: falan vekâletin, filan müdür-ü umumîsi yahut
falan yaldızlı general yahut amiral bey efendi hazretleri! İyi kardeşim. Gerçi,
belki bu iyi insan, umumî bir ihtimal ile şahsen namuslu bir insan, öteki
generaller vs. olabilir. İhtimal ki kendi mesleklerinde iyi bir iş
yapmışlardır. Amma (hoş, demin arkadaşımızın dediği gibi, iş asiyab’ı devleti
(devlet değirmenini – y.n.) döndürmektir ya, onu bir harda (eşek – y.n.)
döndürür demiş şair ya, neyse, o devlet değirmenini bu yaldızlı ve rütbeli
zatlar idare etmişler. Amma nasıl idare etmişler?
Bunların
içinde bu memleketi 33 sene istibdat altında tutmuş Abdülhamit devrinden kalma
büyük memurin de var. Onları bırakalım. Bunların içinde, öteki partilerin aday
diye önümüze sürdükleri kimseler içinde, bu muhterem zevat içinde, Abdülhamit
saltanatı kadar bu memlekette hüküm sürmüş tek parti istibdadının kapıkulları
da çoktur. Hepsi o devrin mahsulüdür. Yahu bu adamlar, şahsen ne kadar iyi
olurlarsa olsunlar, daima yukarıdan bir şefin emrine itaat etmeyi çok defa
kanuna itaat etmekten üstün saymış insanlardır.
Tek
parti değil mi? Demokrasi yokmuş o zaman. Şimdi bunu diyorlar. O zaman da
“demokratız” diyorduk, ama şimdi anlaşıldı ki (7-8 seneden beri) o devrin ismi
bal gibi istibdatmış. Yani, işte, halkın hissi sorularak, halkın reyi alınarak
işler yapılmamış. Ya nasıl yapılmış? İşte böyle: falan vekâletten bir memur
koysun adaylığını, alkışlayalım şakşak! Maşallah büyük adamdır. Ve ver oyunu:
Girsin Meclise.
Meclise
giren kaç kişi? Dört yüz. 201 kişi böyle olacak, dedi mi; kanun çıktı. Ondan
sonra, hadi bakalım bu kanuna karşı gel de hakkını ara. Velhasıl asi vaziyete
girer adam, vatandaş!
Yani
iş zannettiğinizden çok daha ciddi. Ve bu ciddi meseleler, maalesef bugüne
kadar gelmiş geçmiş idareler gibi, bugünkü muhalefet ve iktidar partilerinin
hepsinde hâlâ böyle: Eski devlet kapıkullarını önümüze bir matahmışlar gibi
seriyorlar; “o yaldızlı, şöhretli insanları milletin emrinde çalışacak
milletvekilleri yapın” diyorlar.
Bu
haksızlıktır, vatandaşlar! Milletvekili nedir, vatandaşlarım? Milletvekili:
milletin seçtiği mümessildir. Yani benim, senin vekilin demek. Benim, senin
vekilimiz ne demektir vatandaşlar? 100 liralık bir alacak davamız olsa, bir
vekil seçmek için 80 kapıya başvururuz. Acep: Şu avukat namuslu mu, öteki dava
vekili daha mı iyi işten anlar, diye uğraşırız. 25 milyon nüfusumuzun 4 sene
başına istediği kanunları yağdıracak olan 400 kişiyi seçmek için daha az mı
düşüneceğiz? Kimdir bu adamlar diye sormayacak mıyız? Bazıları karşımızda çekip
sigaya, onlardan hesap istemeyecek miyiz? Onları tanımayacak mıyız?
İstanbul:
Bir buçuk milyon nüfus! Bu bir buçuk milyonluk nüfusa “39 milletvekilini toptan
seçeceksiniz” diyorlar. Ne ayıp? Ayın 27’sinde hep sandık başına gideceksiniz:
Seç bakalım 39 kişiyi! Bu 39 kişi içinde kaç tanesini tanıyorsunuz,
vatandaşlar? Tanımak için elimizde ne var ki? Karşımıza gelmiş, bir şey mi
anlatmıştır. Evinize uğrayıp, tencerenizde ne kaynıyor diye mi bakmıştır.
Pazardaki fiyatların yükselişi önünde size bir yol mu göstermiştir? Hayır.
Sadece falan vekâletin, filan memuru! Falan general! Filan amiral!
Yahu,
bunlar memur… Bunlar yukarıdan, amirden emir almağa alışmış insanlar. Bunlar
aşağıdan halktan, milletten emir almayı bilmiyorlar. Öyle öğrenmemişler,
kabahatleri yok. Bunlar, 30 senedir, hâlâ bugün dahi, siyasetten yasak
edilmişlerdir.
Ne
demek istediğimi izah edeyim. “Memur siyaset ile uğraşmaz” diye bir kanun var
vatandaşlarım. Peki, bu muhterem zevat 30 sene kendini çekmiş ve münevver
olmasına rağmen, “Yasak koymuşlar, siyasetle uğraşmayacağım!” demiş. 30 sene
sonra tekaüt oluyor. Çıkıyor bir parti karşısına: “Gel beyefendi, sen siyasetin
üstadı ol. Ve milletin hakkını sen arayacaksın!” diyor. Yahu, bu olur iş midir?
Bu, bir anda, 30 sene siyasete tövbe etmiş, yani memleketin, milletin hakkını
aramayı aklından geçirmemiş bu vatandaş, ne kadar muhterem, büyük bir memur
olursa olsun, bir saniyede, hangi mucizeli değnekle, hangi mucize ile diyelim,
birdenbire, vatandaşın her hâline yüreği sızlayan, vatandaşın her derdi ile
dertlenen vekiliniz olacakmış? Buna karşı elimizde ne garantimiz var?
39
milletvekili seçeceğiz. 39 kişinin bir tanesini içinizde tanıyanınız var mı?
Allah rızası için soruyorum. Varsa bana söylesin, “yüzünü gördüm” desinler.
Biriniz “birinin yüzünü gördüm” desin de üzerinde konuşalım. Bu seçilecek 39
meb’us adayı, hangi partiden olursalar olsunlar, onlardan hiç birisi ile
dertleştiniz mi? Var mı içinizde, vatandaşlar? Çünkü burada 500 kişi var. 40-50
kişi olsun, içinizden birisinin rastlaması lâzım. Hani? Yok mu? Olmasına da
imkân yoktur. Ama gittiniz mi seçim yerine, listeye oyu attınız mı, o diyecek
ki: “Ben sizin vekilinizim!” 4 sene sana istediği kanununu çıkaracaktır. Ve sen
“gık” diyemeyeceksin.
Aman,
Allah için vatandaşlar: Yapmayalım bu ciddiyetsizliği. Vekil sizin namınıza
hareket ediyor. Benim vekilimi ben seçmezsem, inceden inceye arayıp da onun
bana hakikaten candan sadık vekil olacak vekil olduğunu kestirmezsem, ona
nasıl, şerefimi, namusumu, hayatımı teslim ederim?
Yarın
o vekilim: “Harp!” der, beni harp cephesine gönderir. Orada ölürüm! Demek
hayatıma kadar isteniyor. Yarın o vekil bir kanun çıkarır ve piyasa fiyatları,
yallah eder, minare boyu çıkar. Ben evde işsiz aç kalırım, çoluk çocuğum hasta
kalır. Bütün bunlar millet meselesi değil mi?
Binaenaleyh,
bu kadar ciddi davada, niçin vatandaşlar, biz ilgilenmeyelim? Niçin fakir
fukara kendi içinden kendi güvendiği adamı seçmesin? Bütün mesele budur,
vatandaşlarım! Seçim bundan ibarettir. Yoksa birtakım meşhur, tanınmış,
yaldızlı beyefendileri çıkarıp, o zamana kadar almadıkları iki üç misli maaşla
milletvekili yapmak politika değildir, vatandaşlarım. Ve bunu yaparsak, kendi
kendimize günah işlemiş oluruz, vatandaşlarım.
O
zaman ne oluyor? Falan dairede memur iken 500 lira alıyorsa, meb’us oldu mu,
2000 liraya 3000 liraya kondu mu, “aman maaşıma bir şey gelmesin, neme lazım”,
falan… Her şeye “peki” demek zorunda kalıyor. O da insan ya… O da zavallı bir
insan, hatta…
Binaenaleyh,
Vatan Partisi bu gibi mahzurları düşünerek, bir kere, “asker ailesine bağlanan
maaş ne ise, mebusa da o maaş verilsin” diyor. Bunu bir jest olsun diye
yapmıyoruz. Bu memleketin başındaki afeti silmenin birinci basamağı bu
olmalıdır.
Bir
meb’us milletvekilliği gibi bir şeref için oraya gitmiş olmalıdır, kazanç için
değil. Ama yol da gidecekmiş… Evet. Ona yol harçlığı değil de, ona yollarda
bedava gitmesi için, milletin ayağına varıp onun derdini dinlemesi için lâzım
gelen her türlü vasıtaya binme imkânlarını verelim. Fakat onun maaşı bir
vatandaşın geçiminden fazla oldu mu, o maaşın kulu oluverir.
Çünkü
o, senelerce bu memlekette kapıkulluğuna, yani 300-500 lira maaş almak pahasına
siyasetle uğraşmak gibi, bir aydına yakışan tek insanlık şerefini feda
etmiştir. “Uğraşmayacağım siyasetle, ben memurum, kellemi aldım rafa koydum”
diyebilmiştir. Böyle bir insanı, “Sen git milleti düşün!” diye gönderirsek, o
insandan her türlü kusur beklenebilir. Ve zaten başımıza gelen de budur.
Vatandaşlar!..
Bütün öteki partiler, işin bu tarafını milletten gizlemek suretiyle, âdeta,
oldu da bitti ile, vardı geldi Konya altı saat, seçimi yaptırıp oraya 400 tane
kendi adamlarını göndermek istiyorlar. Vatan Partisi de diyor ki, bu memleketin
içinde yüz kişiden 99 kişisi fakir fukaradır: Köylüdür, İşçidir, Aydındır,
Küçük memurdur… Bunların hepsinin rızkı oradan çıkacak kanunlarla tayin
ediliyor.
Ben
size her yerde tekrarladığım bir misali tekrar edeceğim. Nasıl oluyor da bu
memlekette idaresizlik yüzünden, hatta o yolda idare ve sevk yüzünden bugünkü
hayat pahalılığı birdenbire ateş pahasına çıkmıştır? Bunun sebeplerini
araştırıp, üç gündür İstanbul’un dört bucağında bu misali veriyorum. Ve sayın
basın: Kendisine “Hür Basın” adını veren bizim gazeteler, tek kelime bile
bahsetmemiştir. “Vatan Partisi’nin toplantısı çok sönük geçti” demiştir.
Elektriğimizi söndürmüş…
Bu
basın, esasen işin bir tarafı da, bugünkü gibi kendisine hür sıfatını bedavadan
takmış olan basınımızdır. Vatandaşlar!.. Dünyanın her tarafında gazete çıkar.
Ben her memleketin gazetelerini okurum, naçizane… Hiçbirinde bu bizim memleket
gazeteleri gibi kendisine: “Biz hür gazeteyiz!” diyen görmedim. Sadece
gazetedirler. Bizimkiler: “Hür gazete!”dir: “Hür Basın!..”
Fakat
millete yarar tek bir hakikati ortaya koymama hususunda hepsi müttefiktirler.
Milletle alakalarını kesmiş olmak hürriyetse, o bakımdan hürdürler. Hürriyetle
alakaları yok.
Bu
neye benzer, bilir misiniz? Ben bir şeye daha dikkat ettim, vatandaşlarım. Bu
memlekette 40-45 banka, 40-50 ticaret şirketi, 40-45 sanayi şirketi vardır.
Bunların isimlerini dikkatle tahkik etmişimdir ve bir şeye hayretle şahit
olmuşumdur. Dikkat ettim: herhangi bir firmanın başında “Türk Bilmem ne ihracat
firması”, “Türk bilmem ne” şirketi diye… Türk kelimesi kondu mu,
kurcalamışımdır İdare Meclisini. Belki içlerinde Türk de var, amma geri kalan
hepsi Levanten çıkmıştır. Yani Mişan, Kostaki… Ama, Firmasının başı, kocaman
antet… Gidin görün, Beyoğlu’nda gezin görün… Her tarafta, başta kocaman “Türk!”
Çünkü “Türk” değil, vatandaşım.
Al
bunu, bizim basına çevirin. Alnının ortasına basmış: “Hür basın!” Neden? Çünkü
şüphesi var kendisinden, şüphesi var vicdanından, şüphesi var hürriyetinden…
Hür değil.
Ama
ona hür olmasın diye bir mecburiyet mi dayatılmış? Milletin menfaatini ortaya
koymasın diye bir kanunî baskı mı var ona? Yalan, vatandaşlarım. O sadece kendi
menfaatini güden bir müessese olarak, gazeteci yalnız sırça saray kurup sefa
sürmeyi düşündüğü için, millet namına yaldızlı lafları savurmak suretiyle,
milletin fakir fukarasını düşünmeyen partileri, yalnız o partileri, davul zurna
çalmak suretiyle, millete matahmışlar gibi göstermek suretiyle, kendi geçimini,
kendi zevkini, kendi cennetini kurmakla meşguldür.
Onun
için, dergiler, gazeteler, dünyanın her yerindeki basın nasıl yaşar, bunu bilir
misiniz, vatandaşlarım? Biz işin içindeyiz, biliriz. Basın, yani gazete, 10
kuruşa altı sahife kağıdını bile bulamaz. Gidip bakkaldan alın. 10 kuruşa
kocaman tabakalardan üç tane kâğıt alabiliyor musunuz? Yağma yok, alamazsınız.
Yalnız kâğıdını; Ya bunun baskısı nerede? İşçisi nerede? Mürekkebi nerede?
Nereden
çıkıyor bu para? Nasıl batmıyor bu gazeteler? Satıştan değil, vatandaşlarım.
Senin ve benim verdiğimiz 10 kuruş ve 5 kuruşlar gazeteyi yaşatmıyor. Ya ne
yaşatıyor? Para yaşatıyor, ilânlar yaşatıyor. Hangi ilânlar? Bezirgânların
gazetelerdeki, her sayfası on bin lira veya yirmi bin lira tutan, reklâmlarını
vermeleri yaşatıyor. İşte bizim o hür dediğimiz matbuat o ilânların kuludur.
İlân
şirketi kimin elindedir, bilir misiniz? Gazetelere ilânları, reklâmları dağıtan
şirket kimdir? Hoffer isminde bir şirkettir Babıali’de. Hoffer isminden
anlıyorsunuz. Evet, belki nüfus tezkeresinde Türk tebaası yazıyor. Hoffer
isminde Türk işittik mi? Hayır. Bu adamın elindedir, bu şirketin elindedir.
Bütün neşriyat ve gazetelerin alacakları ilânların şirketi odur. Binaenaleyh,
gazetelerimizin can damarı onun elindedir.
Gazetelerimiz
bunun için hür değildir, vatandaşlarım. Milletin gazetesi değildir. Bunu
herkese ilân etmek lâzımdır. Onun içindir ki, bu gazeteler, yalnız
bezirgânların işine gelen öteki partilerin meddahlığı ile geçinirler.
Vatan
Partisi 3-4 gündür seçimlere katıldı ve her yerde söylediği hakikatleri burada
da tekrar ediyor. Söylediklerimizden bir tekini okudunuz mu gazetede? Yok.
Yazmıyor. Bir gazete: “Vatan Partisi toplantısı sönük geçti. Elektriğini
söndürdüler Vatan Partisi’nin, onun için. Çok sönük geçti!” dedi mi?
Elektriklerimizin söndürüldüğünü dahi yazmadı.
Bizim
“Hür basın”ımızın iç yüzü budur. Onun için Türk basını, maalesef, milletin
efkâr-ı umumîyesinin mümessili olamamıştır; ve bu gidişle olamaz da.
Vatan
Partisi buna karşı çare bulmuştur. Vatandaş topluluklarının kuracakları
teşkilâtlar bu memlekette gazete çıkarmalıdır. O zaman her topluluğun fikri,
kendi gazetesinde, hakikati gizlemeksizin, olduğu gibi yazılabilir ve o zaman
gazete, kendi efkâr-ı umumîyesinin mümessili olur.
Bu
şimdikiler beş tane büyük bezirgânın, gazete bezirgânının neşriyatıdır. Beş
büyük gazete bezirgânı, hiçbir zaman fakir fukaranın menfaatiyle ilgili
değildir. Fakir fukaranın partisi olan Vatan Partisi’nin adını bile duyurmamak
için dört seneden beri uğraşıyorlar. Dört seneden beri, Vatan Partisi ancak
bugün, Seçim Kanunu’nun bahşedebildiği üç beş gün içinde, nasılsa siz değerli,
sevgili vatandaşlarımızla karşı karşıya gelip kendi fikrini sizlere açmak
imkânını bulabilmiştir. (Alkışlar).
(Yani
düşünüyorum) Görüyoruz ki, biz oyumuzu verirken, o hür olmayan gazetelerin bize
her gün matahtır diye temcit pilavı gibi sürdüğü birtakım adamları meşhur
sayıp, onların bize vekil olacağını zannedip, aldanıp oyumuzu veriyoruz.
Bütün
her şeyimizi, her ocağımızı ayrı ayrı baskı altında tutan pahalılıktan
bahsederken, basın meselesine temas ettim. Belki söz biraz dağıldı. Fakat
seçimin, memlekette söz hürriyetinin, fikir serbestîsinin manasını anlatmak
için, orasını da tekrar etmek lâzımdır.
Şimdi,
bu hür basının hiçbir zaman birinci derecedeki mesele gibi koymadığı şu
pahalılık meselesine dönelim. Evet, belki o da “pahalılandı, şöyle oldu, böyle
oldu” diyor. Maksat, en başta Demokrat Parti’den ayrı Cumhuriyetçi Millet
Partisi’ni yahut Cumhuriyetçi Halk Partisi’ni bu sefer kazandırmak… Yani, 4
sene geldi, bindi üzerine DP yürüttü. Şimdi DP eskidi. Binaenaleyh, yerine,
gene eski tas eski hamam. “Bu eski rütbeli, yaldızlı beyleri yeniden getirelim.
Bir 8 sene de onlar sürsün.” Gazetelerin demesi bu…
Nasıl
oldu da, DP’nin iktidara geldiği 7 sene içinde eşya fiyatları 4 misli çıktı?
Paramız 4 misli düştü? Bunu onlara sormayın. Buna, buğday meselesi diye, daima
tekrar ettiğim bir mesele çok güzel cevap verir. Onun için aynı meseleyi tekrar
ediyorum.
DP
henüz piyasaya çıkmıştı. Sayın Adnan Menderes de onun meclisteki sözcüsü idi.
CHP’nin idaresi iktidarda iken, Sayın Menderes Millet Meclisi’nde bir buğday
meselesi etrafında ateş püskürdü. Mesele şu idi: Tüccarlar Ofis’ten 18 kuruş 18
santime buğdayın kilosunu almışlar. Ecnebiye 15 kuruşa satmışlar. Zarar mı
etmişler? Hayır. Kâr etmişler ve bundan büyük kavga çıkmış ve ta Millet
Meclisine kadar gitmiş. Bu mesele ile ilgili olarak Adnan Menderes şöyle,
söylemiştir: “Bu hububatın 400’den fazla talibi bulunduğu hâlde, 25 kişinin
eline geçirilmesi sebebinin…” (Şerit değiştirildiğinden zabtedilemedi)
Şimdi,
200 bin ton buğday İspanya’ya satılmıştır. Bu buğday yine bezirgânlar
tarafından Ofis’ten tonu 96 liradan alınmış, kefereye 90 liraya satılmış… 96’ya
alıyor, yanlış değil, 90’a satmış. Zarar mı etmiş bu bezirgânlar? Hayır. Bakın
ne oluyor.
Daima
tekrar ediyorum: Bir küçük tüccar kazara 10 kuruşa aldığı malı 8 kuruşa satıp
da iflas ediverse, hiçbirimiz “yazık oldu” bile demeyiz. (İki kelime
anlaşılamadı). Hele devlet baba, umurunda bile değil, bakmaz bile. Yahut
alacağı varsa, gider dükkâna, tasını tarağını toplar, onu da haciz yolu ile
satmaya gider.
Ama
bu küçük insanlar için böyle. Vaktaki, büyük kodaman bezirgân zarar etti:
Derhal devlet babanın şefkat damarları kabarıverir. Aman, sen zarar etme… Ne
olacak? 900 bin dolar zarar ettin. Binaenaleyh ben sana… “İki buçuk milyon lira
zarar ettin. Ben sana 4 milyon 700 bin dolar: Açıktan, hariçten istediğin malı
sokmak imtiyazını veriyorum.” dedi.
Bu
ne biçim iştir, vatandaşlarım? Bunu da yine ben söyleyeyim. Vaktiyle
gazetelerde nasılsa çıkmış. Bunu size… Bir fıkra okuyayım. 20.10.1953 günlü
gazete aynen şunu yazıyor: Gazetede bir tüccar şikâyette bulunmak suretiyle
şunu söylüyor: “Hükümet bizim sattığımız fındık bedeli doları 280 kuruştan
alıyor: bu 3 firmaya (Dikkat ettiniz mi? 25 firmayı az gören DP, şimdi 3
firmaya vermiş!) Bu 3 firmaya ise aynı satıştan elde edecekleri doları 10
liraya satmak müsaadesini tanıyor.”
Yani
ne oluyor, vatandaşlarım? Tüccar: tüccar!.. Ve 3 tüccar kim, biliyor musunuz?
Maalesef Türklükle alakası olmayan, tamamen ecnebi, memleket haricindeki 3
büyük firma. Okuyayım isimlerini: birisi Dreyfüs, birisi Kontinantal, birisi
Bunger… Onların Türkiye’deki acenteleri, “Türk” ismini alan bizim
memleketimizdeki adamları, ajanları da gene 3 kişi: Dümeks, Birtaş, Genle
İhracat… Bu 3 şirkete 13 milyon liraya 4 milyon 700 bin dolar imtiyaz
veriliyor. Bunlar 280 kuruştan alıyor doları ve 10 liraya satınca, ne oluyor?
47 milyon liraya satmış oluyor… İş yapmıyor: Devlet hazinesinden, milletin
kasasından ucuz alıyor, 280’e alıyor; beri tarafta başka bir tüccara 10 liraya
satıyor. Oturduğu yerde. 13 milyonu çıkarın 47 milyondan: 34 milyon safi kâr
ediveriyor. Oturduğu yerde, 3 bezirgân. Hiç alınları terlemeden, yüzleri
kızarmadan, bir kalem oynatması ile 34 milyon lira kâr ediyorlar. Tabiî zarar
etmiş sayılan tüccar!
İş
bu kadarla da kalmıyor, vatandaşlarım. Bu satılan her bir dolarla, öteki tüccar
için hariçten mal alacak, içeri sokacak. Devlet izin verdi ya… Sok ne
istersen!.. Şimdi o tüccarlar hangi malı sokacak memlekete? Gayet tabiîdir ki
memleketin hayatî ihtiyaçlarını düşünmeyecek. Bize yarar mal olsun diye
bakmayacak. Hangisi çok kâr getirir, onu arayacak. Yani, şoför lastik istiyor,
yedek parça yok, makine yok, ilâç yok, ve ilh… Bunları sokmayacak. Bunlar biraz
göz önünde: Fazla vurguna müsait değil. Sokacağı, lüks eşya, kadın ziyneti,
parfümleri, ipek çorap ve ilh.. Çünkü onlarda yüzde 500 kâr edecek. Bunları
satarken, 10 liraya aldığı doları 15 liraya sokmuş olacak. Tabiî kendi kârını
koyacak, mümessillik hakkı binecek, ayrıca gümrük binecek ve ilh…
Netice
itibariyle ne oluyor, vatandaşlarım? Bizim milletimizin bir dolar için, bir
dolarlık mal sattığı zaman eline 280 kuruş geçiyor; buna mukabil bir dolarlık
mal alırken 10 lira,15 lira, 20 lira ödüyoruz. Bütün vaziyet budur: Bizim
paramız, yani, 4-5 misli düşüyor.
Demek
ki paramız neden düşüyormuş, vatandaşlarım? Allah’ın gazabından değil, bizim
memleketimizdeki idarecilerimizin, bizim siyasî partilerimizin, milletin, fakir
fukaranın menfaatini düşünmemelerinden! Allah hepimize akıl, fikir vermiş (ve
bundan 1400 sene evvel, demin bahsettiğim gibi: “Bir safta toplanın, memleketin
bütün davalarının baştan aşağı gözden geçirin. Cuma günleri kendi davalarınızı
devlet adamlarından hesap sormak suretiyle halletmeniz günüdür.” demiş). Biz
bunları yapmıyoruz. Onlar da işte bu şekilde hareket ediyorlar.
Demek
ki kusur, suç doğrudan doğruya ne milletin ne başka bir aksi tesadüfün, ne
tarihin. Bile bile, hesap ede ede milletin menfaatini hiçe sayanların eseridir.
Vatandaşlarım,
siyaset burada bitiyor ve burada başlıyor. İşte seçim meselesinin altında böyle
korkunç meseleler yatıyor. Oraya göndereceğiniz insanlar, gene bu sözde hür
basının size tanıtıp da, bir adam zannedip seçtiğiniz insanlar olursa,
korkmayın, yine aldandınız, yine 4 sene yandınız. Açık söyleyeyim: kendi
içinizden kendisine itimat ettiğiniz namusuna, vicdanına, bilgisine ve
kabiliyetine inandığınız insanları seçip yollamazsanız, akıbet yine budur. Gene
onlar içlerinden bezirgânları seçerler. Gene onlar bir hükümet seçerler, gene o
hükümet 3 bezirgân zarar etmesin diye verir tahsisatı… Her gün duyduğumuz
nedir, vatandaşlar? Boyuna tahsisat kavgası. Bu tahsisatın içyüzü budur. Bu
kadar basit bir mesele önlenemez mi? Sayın Menderes cenapları geçen gün
beyanatta bulunuyor. İnebolu’da “Göstersinler bize!” diyor en sonunda. Yahu, bu
ne demektir? Bir memleketin siyasetinde, bu kadar milleti yakıp yıkan, kırıp
geçiren bir hastalığa karşı çare yok mudur? Demek, bundan sonra da bildiğimizi
okuyacağız.
O
hâlde, Allah rızası için vatandaşlarım, çoluk çocuğumuz, hayatımız buraya
bağlı. Bu meselede çok ciddi olalım. Size yalnız Vatan Partisi bu hakikatleri
söylüyor. Ve bu hakikatleri de ne pahasına söylediklerini de görüyorsunuz. Bize
oyunuzu verin demek istemiyoruz. Fakat bu işlere bir çare bulmanın yolunu
düşünerek vekillerinizi seçin. Ve Vatan Partisi onun içindir ki vekil,
milletvekili seçimindedir. Başka fikirler öne sürüyor.
Milletvekili
nedir? Benim ve senin vekilindir. Nasıl avukatı bir işine vekil edersen, onu
da. Çünkü bütün millet biz oraya gidemiyoruz. İçimizden bazılarını seçip oraya
yolluyoruz. O hâlde o benim emrimde, benim nezaretimde, benim menfaatime iş
yapması icabeden vekildir. Bu vekil… Bir avukata verdim vekâlet, baktım ki
benim dükkânımı satıyor, ona: “Dur! Ne yapıyorsun?” demeyecek miyim? Avukatı da
derhal azledeceğim, değil mi?
Hâlbuki
milletvekilini 4 sene azledemiyoruz, azledemiyoruz vatandaşlar. Yani, Vatan
Partisi şu teklifi yapıyor. Milletvekillerini dahi biz, millet, icabında,
baktık ki bizim menfaatlerimizi gütmüyor, baktık ki vekâletlerimizi iyice
kullanamıyor yahut beceriksizdir: “Gel efendi buraya!” diyebilmeliyiz. Medenî
milletlerde bunun yolu bulunmuştur.
Hâlbuki
ne oluyor? 4 senede bir defa seçtik mi, verdik mi oyu, yandı! 4 sene istediği
kanunu çıkarır. Seçim için, 4 senede 45 gün söz hakkı. Yahut 20 güne indirilir.
Öyle oldu ya… Partilerin halkla teması için Seçim Kanunu bıraka bıraka, “4
senede 45 gün konuşabilirsiniz vatandaşlar” demişler. İktidar partisi, “çabuk,
seçime giriyoruz” diye, 20 gün sonra yapılacak seçimi ilân ediverdi. Yani ne
oldu? 45 gün yok ki elimizde, 20 gün kaldı. 20 gün ancak temas edeceğiz.
Onu
da: Bugün var, yarın yok… Hâlâ Seçim Kurulları Vatan Partisi’ne (18 kazası var
İstanbul’un) İstanbul’un 18 kazasının dokuzundan fazlasının nerelerde
toplanacak olduğunu bildirmedi. Vazifesi bunu yapmakken, bunu yapmadı.
Vatandaşlar: sizinle ancak 3-5 günlük temas imkânına mazhar etti. 3-5 gün
içinde ben size ne anlatabilirim? Nasılsa bugün bir fırsat geçti elimize, size
3-5 kelime ile bazı şeyler anlatıyoruz.
O
hâlde, böyle mühim bir meseleye bu kadar zaman verildiğine göre, o meşhur
basının lanse ediyorum dediği, yani ortaya sürüp de bize kabul ettirdiği meşhur
adamlara oy verin. Yarın bu adamlar gider de yine bildiklerini okurlarsa? Hayat
pahalılığı ateş pahasına çıkarsa, buna çare bulunur mu?
Yabancı
memleketlerde buna çare bulunmuştur. Bu yollardan birisi referandumdur.
Referandum şudur: vatandaşlar, bir kanun çıktı, beğenmedik. Derhal aranızdan 3
veya 5 bin kişi imzalarız. Bir referandum kâğıdı yollarız Meclis’e. Mademki bu
kanun bizim işimize gelmiyor, “istemiyoruz” deriz. Medenî memleketlerde
demokrasi budur, referandum budur.
Biz
bunu yapmazsak: istediği kanunları 4 sene çıkarır. Milletvekili dediğimiz zat
da nihayet vekildir. Vekil, asilden daha baskın çıkmamalıdır. Asil biziz, biz
beğenmediğimiz kanunu da geri çevirebilmeliyiz. Vekil nasıl bir kanun yaparsa,
biz de tıpkı onun gibi, kanun imzalamak suretiyle, referandum yolu ile kanun
yapmalıyız. İşte Vatan Partisi’nin koyduğu meb’usluk bu kadar basittir, sayın
vatandaşlarım.
Kıyametler
kopuyor: Hâkim teminatı, yok bilmem ne muhtariyeti ve ilh… Bunlar boş laf
vatandaşlar. Bak hâkimi nasıl temin ediyor: yukarıda bir “Yüksek Hâkimler
Şurası” kuracakmış, bak, bak, bak… Yani kendi seçtiği 3-5 adamı hâkimlerin
başına koyacak: CHP bunu teklif ediyor. Böyle hâkim muhtariyeti olmaz,
vatandaşlarım.
Hâkim
nedir? Hâkim, millet namına icrayı kaza eden insandır. Mademki benim namıma
hareket ediyor, o hâlde hâkim de benim vekilimdir. Nasıl milletvekili
vekilimse, hâkim de öylece vekilimdir. Anayasa böyle koyuyor, böyle diyor.
Doğrusu da budur. O hâlde ben nasıl milletvekilliğine vekâlet veriyorsam,
hâkimi de kendim seçmeliyim. O zaman, bak hâkime kimse dokunabilir mi? Gelsin
bakan, “hâkimi atıyorum” desin. Bak, o zaman nasıl atabilir! Hâkimi ben
seçmişim, ben atabilirim. Beğenmedim mi, yenisini yerine koyarım. İşte Vatan
Partisi bu kadar basit bir usul öne sürüyor.
Bunu
zor mu zannediyorsunuz, vatandaşlarım? Binlerce yıl evvel insanlar yapmış bunu.
Bugün yapması gayet basit. Bir hukukçular sendikası kurulur ve hukukçunun
gıradosu (kıymeti) ne ise orada belli olur. Ağır ceza hâkimi mi lâzım?
Hukukçular içinde kaç kişi bu işi görebilir? Sendika seçer, bize birkaç namzet
gösterir. Biz de bakarız, eh, bu işi hepsi görebilir, ama bunlar içinde falanca
hâkim belki rüşvete kaçabilir; öbürü de belki beceriksizdir. “Şunu seçiyoruz”
deriz. O zaman millet bile bile hâkimini seçmiş olur. Hâkim de Allah’tan başka
kimse önünde boyun eğmez.
Ama
bugün hâkim öyle mi? Hâkim muhtariyetinden, hâkim teminatından bahsediyorlar.
Hani böyle bir teminat koysalar ya… Yalnız Vatan Partisi bunu koyuyor.
Biz
milletvekilini olduğu gibi, mahkemeleri de seçimle yaptığımız gibi, daima
emrimizde tuttuğumuz gibi, idare cihazımızı da seçmek taraftarıyız. Bugün
valiler Amerika’da seçiliyor. Neden bizde seçilmesin? Bir vali çıkıyor, şehri
altüst ediyor. Ben valiye “git” diyemiyorum. Vali Allah’tan korkmuyor, bakandan
korktuğu kadar: (Alkışlar). Ben valimi seçmeliyim. O zaman vali, benim hakkıma
tecavüz edecek bir iş yapabilir mi? O zaman vali, fakir fukaranın ne hâlde
olduğunu düşünmezlik edebilir mi? O zaman vali, büyük köşklerin önüne asfalt
yollar döşeyip, fakir fukaranın mahallelerini çamur içerisinde bırakabilir mi?
Yağma mı var, derhal azlederiz onu. (Alkışlar).
Vatandaşlar,
biz fakir bir milletiz. Nedir bu bize pahalı devlet? Sanayisi ilerlememiş,
sanayisi düşük bir millete pahalı devlet ne demek? Nedir bu pahalı devlet,
vatandaşlar? Bu memlekette ucuz devleti bu millet görmüştür. Bu millet, en
buhranlı, en tehlikeli günlerinde, dünyanın en ucuz devletine binerek, işlerini
en mükemmel gördürmüştür.
Vatan
Partisi: İkinci Kuvayı Milliye seferberliği ilânına taraftardır. Hepiniz
biliyorsunuz. Birinci Kuvayı Milliye devrinde, Türk Milleti’nin özlediği ucuz
devletti. Birinci Kuvayı Milliye devrinde, 72 buçuk kefere bu topraklara
saldırdığı zaman, bu milletin Ankara merkezinde 6 vekâlette kaç memur vardı,
bilir misiniz, vatandaşlarım? Tam 132 memur. Evet, 132 memurla, 77,5 ecnebi
düvele karşı, en büyük istiklâl harbini yaptı ve zafere kadar ulaştırdı.
Ne
oluyor bundan sonraki kalabalık devlet cihazı? 1926 senesinde Fethi Bey
kabinesi kurulduğu zaman, 32 bin memurcuk kâfi gelmişti. Sonra birtakım
kıyametler koptu. İçinizden yaşlı olanlar hatırlar Meclis’te kurşunlar bile
patladı. Arkasından İsmet İnönü iktidara geldi. Bir de bakıyoruz, 50 bin kişi
oldu memur. 32 binden 50 bine çıkarıldı memur adedi. Kadrolar yükseldi.
Fakat
o 50 bin kişi, ne faziletli ve iktisatlı devirmiş? Biliyorsunuz, daha 944
senesinde bu memlekette 350 bin memur vardı. Bugün sayısını Allah bilir.
“Layuud vela yuhsa” dedikleri eskilerin.
Peki,
vatandaşlarım, bu memurlar çoğalmakla acaba kendileri bahtiyar oluyorlar mı?
Hayır. Memurlar çoğalmakla bu memleket refah görüyor mu? Tamamen tersine. Bakın
izah edeyim.
Hepiniz
de biliyorsunuz. Herhangi bir daireye gittiğiniz zaman, uğradığınız müşkülatı
bilmiyor musunuz? Sebebi nedir? Düşünün. Ben size iki kelime ile izah edeyim.
Memur çokluğu!.. Emin olun, baş sebep buradan çıkıyor. Evet, iktidar da gelen
vatandaşı, “git bugün, yarın gel” diyerek örselemeye başlıyor.
Ötede
kâşaneler kurulur, sırça saraylarda sefa sürülürken, memur birkaç yüz lira
maaşla akşama kadar o karanlık odada otursun. O da insan ya, dayanamıyor, masa
başında, hırsından vatandaşı tersliyor. İş oraya kadar iniyor. Fakat asıl
millete olan oluyor. Bir kere muameleler uzuyor, zorlaşıyor. Ondan sonra da…
Maaşlara
bakalım. Rakamlar meydanda. Sayın Menderes mütemadiyen “rakam veriyoruz” diyor.
Biz de sana rakam verelim, Sayın Menderes. İşte rakam: Baş vekalet Umum
Müdürlüğünün neşrettiği rakamlar. Kimse uydurmuyor. Millî Mücadele zamanında
Türkiye’de devlet memurlarının maaşı bütçemizin % 4’ü idi. Yani bizden toplanan
yüz liralık verginin memurlara maaş diye verilen kısmı 4 lira idi. 926
senesinde memurların bütçeden aldığı maaş % 8’e çıktı, iki misli oldu. Yine çok
artmamış. İkinci Cihan Harbi başlarken, memurlara verilen maaş % 16’ya çıktı.
Bir iki misli daha… Yine azmış, vatandaşlarım: Bir bakıyoruz ki, 1948 senesinde
maaşlar bütçenin % 40’ına çıkmış. Milletten toplanan 100 liralık verginin 40
lirası memur beslemeğe tahsis edilmiştir.
Arada
Demokrat Parti geldi. Bundan 6 ay evvel bütçe münakaşaları oldu, vatandaşlarım.
O münakaşaları takip ettiyseniz, hatırlarsınız. Bir “personel masrafı” diye laf
geçti. Frenkçe bir laf ediyorlar. Personel masrafı dediği, memurların aldığı
maaş! Türkçe’sini söylesene be Müslüman! Memurların aldığı maaş. Hayır,
“Personel Masrafı” diye sokuşturuyor.
Bu
Personel Masrafı: İktidara bakarsanız… Dâhiliye vekilli çıktı: “% 49 ile 45
arası” diyor. Yani 100 lira alınan verginin 45-49 (50’ye yakın lirası: resmen,
iktidarın da kabul ettiği gibi, personel masrafı… Fakat muhalefet başka bir
hesap yapmış: “% 60’tır” diyor. Yani “memlekette 100 lira toplanan verginin 60
lirasını memurlara veriyorsun” diyorlar.
Hayır
mı görüyor bu memurlar? Onlara da yazık oluyor. Fakat millete de yazık olmuyor
mu? Bu pahalı devlet nedir, vatandaşlarım? Bu fukara millete, bu lüks devlet
yaraşır mı, vatandaşlarım?
Hepiniz
görüyorsunuz: sokaklarımızda canavarlar gibi gezen İskaniavabis (Scania Vabis)
otobüslerini. Hepiniz biliyorsunuz, değil mi? Dağ gibi nesneler. Bunları bize
satan İsveç’tir. Yani biz daha araba yapamıyoruz: O, İskaniavabis’i yapıyor. O
memlekette, bizim şu hür basından birisi gitmişti de, nasıl olmuştu da, nasılsa
yanlışlıkla şöyle bir fıkra anlatmıştı. Okuyan vatandaşlarım da belki olmuştur.
Ben size hatırlatayım. Diyor ki: İsveç’in başvekili tramvayda ölmüş! İbret
alın, vatandaşlarım. Bizden on kere zengin olan bir memleketin Başvekili,
makamına tramvayla gidiyormuş da, hem ölecek hâle gelen Başvekil yine tramvayla
gidiyormuş da, tramvayda ölmüş, vatandaşlarım. Aynı adam, o İsveç’in Harbiye
Nazırı’nın, muazzam ordularını güden adamın, her sabah evinden bisiklete
binerek Harbiye Nezareti’ne gittiğini yazıyor. Karısı da çalışıyor. Evde tek
hizmetçisi de yok. Dikkat buyurun, vatandaşlarım. Bizden on kere zengin Harbiye
Nazırı’nın evinde tek hizmetçisi yok. Karısı öğretmenlik yapıyor. Akşam gelip
yemeğini de pişiriyor. Haftada çamaşırını da yıkıyor. Ev hizmetini de görüyor.
Bize
böyle devlet lâzım, böyle hükümet lâzım, vatandaşlarım! Biz hepimiz kan kusan
bir milletiz, on para kazanmak için. Ne oluyor? Nerede ise mahalle bekçisinin
altına kadillak verecekler. (alkışlar). Bu para bizim kesemizden çıkıyor ve bu
para bizim çoluk çocuğumuzun rızkından çıkıyor.
İşte
görüyoruz, çocuklarımız meydanda. Hepsinin boynu çöp gibi kalmış, hepsinin
ayağında ayakkabı yok, kimisi yalınayak, kimi nalınla, kimisi yırtık lastikle
geziyor. Böyle memlekette kadillak ne demektir? Vali kız gibi kadillaka binip
tornistan ediyor. İsveç başvekili gibi, bu da resmen İsveç başvekili gibi
tramvaya binsin. İstanbul’da yağma mı var? Ondan sonra Taşlıtarla’ya giden
vatandaşlar üst üste, hınca hınç gaz tenekesinden arabaya binsinler. Üst üste
gidebilene, aşkolsun. Yahu, ne oluyor? O kadillak’lara verilen para ile bu
milletin seyrüseferine yarar iki üç tane daha geniş otomobil, kamyon ve ilh…
otobüs, alınamaz mı? Doğru mu bu vatandaşlar?
Diğer
partili arkadaşlarım, “Bize ağır sanayi lâzım” dediler, vatandaşlarım. Ağır
sanayi, yani memleketimiz, demin de arz ettiğim, 77,5 milletin panayırı
hâlindedir. Gidin Beyoğlu’na, yerli malı yok. Bütün ne varsa, donumuzun
yamasını dikmek için iğne bile Avrupa’dan geliyor. Bu ne faciadır, kardeşlerim?
Bu millet bundan beş yüz sene evvel dünyada görülmemiş topları kullanmış. Bütün
surları yıkmış. Şu dünyanın payitahtını zaptetmiş. Teknik kuvvetle, o zamanın
hiçbir memleketinde görülmeyen topu yapmakla zaptetmiştir. Ne olduk da bugün
kara arabamızı da yapamıyoruz? Neden bizim otomobillerimiz kendi
fabrikalarımızdan çıkmasın? Bir otomobili memlekete yüz bin liraya sokup da
ateş pahası yapalım? Vatandaşın rızkını mahvedelim? Zorlamak iyi midir?
Birtakım
yağlı, yavan kendine iktisatçı süsü veren dolandırıcılar, “Türkiye’de ağır
sanayi olmaz, Türkiye’nin pazarı küçüktür” diyorlar. Utanmıyorlar,
arlanmıyorlar.
25
milyon nüfus ne kadar küçük? Şu İsrail, o çölün içinde şu Yahudi memleketi… Şu
da, Osmanlı Devleti’nin dün küçücük bir çöl vilayeti idi. Bugün bize kamyon
yapıp da satıyor. Biz 25 milyon nüfus daha bir kamyon yapamıyoruz. Bir milyon
nüfuslu İsrail, penisilin bile yapıyor, en lüzumlu ilâcını da yapıyor,
radyosunu da yapıyor, her şeyini de yapıyor, otomobilini de yapıyor. Biz 77,5
millete verelim paramızı, canımızı, ırzımızı, ruhumuzu. Gelsin bozuk düzen
arabalar, 77,5 çeşit makineler… Kırılsın. Ondan sonra paramparça. Bu yedek
parça ki, tamir edilsin de, ondan bir rızk çıkarasın.
Bizim
de bir motor fabrikamız, onun yanında bir traktör, bir otomobil fabrikası olmaz
mıydı? Milyonlarca altınımız gitti. Bunların 30 milyon, 40 milyona birisi
çıkabilir. 30-40 milyon nedir ki, bugünkü para ile? Yüzlerce milyonumuz havaya
gidiyor da şu memleketin cancağızına faide edecek işler yapılmıyor.
Yaptın
şeker fabrikası. “Yapmaz olaydın” diyeceğim geliyor. Evet, yapılsın şeker
fabrikası amma, bu memleketin köylüsü asırlarca tatlısını kendi pekmezinden
yemedi mi, vatandaşlar? Bu memlekette ilk şeker fabrikası kurulduğu zaman,
reklâm olsun diye, Halk Partisi köylülere şeker getirmişti. Yani şeker satılsın
diye! Şeker lâzım diyelim, her zaman, amma birinci ihtiyacımız değildir. Biz
pekmezimizle de idare ederdik. Ne oldu üzümlerimiz? Bağlarımızı verelim
inhisara (tekele). Çıksın alabildiğine tonlarca rakı, yığsın milletin başına
ispirto. Zehirlesin halkımızı. Sonra şeker fabrikası kursun. Alkışlayalım!.. Bu
mu? Bu memlekete şeker fabrikasından evvel, makine yapan fabrika lâzım,
vatandaşlarım. Ondan sonra, bir makine yapmağa başladık mı, iki sene içinde,
şeker fabrikasını da kurarız, çimento fabrikasını da kurarız, yollarımızı da
kurarız, her şeyimizi yapana. Hem harice on paramız gitmez. Ve o kurulan
fabrikalarda benim vatandaşım, benim milletim, benim işçim ekmek bulur.
Bugün
ne oluyor? Yabancı memleketin işçileri şunları yapıp geçiniyorlar. Biz buna
harç vererek, oradan mal getiriyoruz. O da ne demektir? Onu ödemek için ecnebi
bizim kâğıt paramıza metelik vermiyor. Ecnebi altın istiyor, vatandaşlarım.
Zaten bütün mesele bundan çıkıyor: Senin kâğıt para yalnız sana geçer. Yeter
altını ödedi mi, bugünkü hâle gelir paramız işte. Ondan sonra da düşer de
düşer.
Bunun
çaresi yok mu? Gayet açık, var. Amma memlekette iktisat dediğimiz geçim
işlerinin bütün zemberekleri, maalesef, Vatan Partisi’nin her zaman söylediği
gibi, bezirgânların elindedir. Bezirgân nedir? Buna tüccar diyorlar. Tüccar
değil, vatandaşlarım. Tüccar, kendi memleketinin fabrikasından çıkan malı
ecnebiye satmak için uğraşan adamdır. (Alkışlar).
Bizim
tüccar dediklerimiz, ecnebi mallarının bin bir çeşidini Türkiye’ye sokup,
Türk’ün kanını kurutan insandır. Demin arz ettiğim gibi, oturduğu yerde bir
işçinin bin senede kazanamayacağı milyonları bir haftada, bir kalemde, oradan
oraya aktarmakla cebine atan insanlardır.
Buna
karşı nasıl tedbir bulunmaz? Kaç kişidir bunlar? Bu memlekette gene Baş vekâlet
istatistikleri gayet açık sayıyor. Yalnız işçi sigortalarına yazılı olan
işçilerimiz 500 küsur bini geçmiştir. İşçi sigortalarına yazılı işçilerimiz,
diyorum. Ya yazılmayanlar? Ya işçiden sayılmayan fakir fukara? Buna mukabil
işveren kaç kişidir, biliyor musunuz, vatandaşlarım? Resmen 16 bin kişidir.
Bunun da 4-5 bini devlettir. Devlet işveren gibi görünüyor. O hâlde 10-11 bin
kişi, bu memleketin bütün kazancını, milyonların hayatı pahasına kendi kasasına
indirirse, fukaralık kalkar mı?
Fakat
iş yalnız fukaralıkla bitse, gene bir derece razıyım. Daha feci tarafı: bu
bezirgânlar bu memlekette yerli sanayinin kurulmasına da düşmandırlar. Neden
düşman? Çünkü bütün bezirgânlar (gidip Ticaret Odası’na: okuyun, listelere
bakın, dosyalara bakın…) hepsi falan filan kefere memleketin buradaki
acentesidir. Bütün ecnebi malların Türkiye’deki mümessilleri bezirgânlar, o
ecnebi malının kârını yapmak için, Türkiye’de ona benzer malın yapılmamasını
isterler. Menfaatleri budur. Bu böyle bir lânet zümredir ki, memleketimize de
maalesef sanayimize dahi kasteder.
İşte
bu zarurete karşı biz… Bunlar da, mamafih, insan olarak böyle görmüşler, böyle
gidiyorlar. Belki onlara bizler, siyasetiyle, dürüstlüğü ile, “Bu kâbil işleri
bırakın; sermayenizi bu memlekete, vatandaşlara iş, ekmek temin edecek
fabrikalara yatırın.” diye söylersek, o zaman onlar da daha hayırlı iş görürler
belki. Fakat bugünkü şartlar içinde, iş onların elinde kaldıkça, şu meşhur
davulu dövülen bezirgân partiler memleketin kaderine hâkim oldukça, bu işin
sonu gelmez. Bu bezirgânlar bu memlekette sanayiye de yer vermezler. Sadece iki
üç fabrika kurarlar. Bu kurdukları da, yalnız, gene bir keferenin, bir
Amerikalı Tornburg isminde akıl hocalarının onlara tavsiye ettiği sanayi olur.
Yani, o adam: “Siz Türkler hafif sanayi kurun” der. Şeker fabrikası, çimento
fabrikası, tamirhane… “Ben size makine yollayacağım, siz bunları tamir edecek
yer açın.” Bunu söylüyor ve biz de onu yapıyoruz.
Bu
felâkettir, vatandaşlarım. Bu memleket kendi makinesini kendi yapmazsa, demin
bir kardeşimizin söylediği gibi, daima ecnebiye haraçgüzar oluruz, daima
işsizlik bu memleketten en büyük afet olur.
Neden
yüzlerimiz daima solgun? İşsizlikten. Neden her şey ateş pahası? Gene
işsizlikten, vatandaşlarım. Bu meseleler o kadar at ve deve, müşkül meseleler
değil. Eğer bizim fakir fukara halkımız, şu önümde gördüğüm, beni dinlemek
zahmetine katılan sevgili vatandaşlarım oylarını kendi menfaatleri için hakkı
ile kullanabilseler, oraya kendi içlerinden kasketli çarıklıları
gönderebilseler, emin olun ki çarçabuk düzelir. Bu kadar basit. Karışık iş
değil.
Söylediğim
gibi: 4 milyar bütçe!.. O 4 milyar bütçenin % 60’ını verin, memurlar yesin.
Peki, bu memurlar yiyor da rahat mı ediyorlar? Onlar da etmiyor, çünkü hayat
boyuna pahalılaşıyor. O hâlde memurumuza da iş çıkacak fabrika kurarsak iyi
olur. O memur masa başında otura otura… Gidin kendisine sorun, kimisinin midesi
bozuktur, kimisi romatizma olmuştur. Kimisi baş ağrısından kurtulamaz. Böyledir
vatandaşlarım. Masa başında oturmak zannettiğimiz kadar sıhhat verici bir şey
değildir. İnsanı kahreder. Yani, memur vatandaşımız da hayatla temasa geçmiş
olursa, sanayimiz kurulursa, o da yaratıcı insan olur. Hem memleketin geçimi
yükselir, hem o vatandaşları o sahada iş bulunur. Daha dolgun para bulurlar.
Hem de memleketimiz bu açlıktan ve yoksuzluktan kurtulur.
İşte
Vatan Partisi bütün bunlara kendi programında gayet açık, vazıh, bir çoban
kardeşimizin dahi anlayacağı kadar besbelli hâl çarelerini teklif etmiştir.
Vatandaşlarım!..
Dertlerimiz o kadar çok ki, bunları sabaha kadar devam etmekle bitiremeyiz.
Fakat vakit bitmiş. Onun için daha fazla başınızı ağrıtmayacağım.
Tekrar
rica edeceğim: oylarınızı verirken, Allah rızası için kendiniz gibi insanlara
verin. Vermeyin kapıkullarına.
Sözümü
bitirirken: her kahrına seve seve katlandığımız güzel vatanımız ve büyük
milletimiz yaşasın! Her kahra katlanan işçi, köylü, fakir fukara
vatandaşlarımız yaşasın! Ve fakir fukara partisi olan Vatan Partimiz yaşasın!
(Her cümleden sonra: Alkışlar)
Hikmet Kıvılcımlı
15 Ekim 1957
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder