Kübalı
yönetmen Tomas Gutierrez Alea'nın 1976 yapımı o muhteşem filmi Son Akşam
Yemeği’ni (La Ultima Cena) izlediğimizde, perdeden bir dizi mesaj
çığlık misali yükseliveriyor.
En
önemli mesajı şu: Tüm bir grubu veya insan ırkını köleleştirmek, en azından bu
köleliği sonsuza dek sürdürmek, imkânsızdır. Özgürlük, gerçek özgürlük özlemi,
sömürgecilik, emperyalizm, ırkçılık ve dinsel terör ne kadar acımasız ve
ısrarla denerse denesin, kırılması mümkün olmayan bir iradedir.
İkinci
ve aynı ölçüde önemli olan mesajsa, beyazların ve Hıristiyanların (ama
çoğunlukla beyaz Hıristiyanların) yüzyıllardır ve dünyanın her yerinde vahşi
hayvanlar ve soykırımcı manyaklar gibi davrandıkları gerçeği ile ilgilidir.
Nisan
2016'nın sonunda, beni Paris'ten Havana'ya götüren Cubana de Aviacion jetinde,
elim yine bilgisayarıma gitti ve onuncu kez oturup La Ultima Cena'yı
tekrar izledim.
Ekranımda
Gutierrez, Granma Internacional (Fidel, 'Che' ve diğer devrimcileri
Küba'ya getiren ve Devrimi tetikleyen teknenin adını taşıyan resmi Küba
gazetesi) ve masamda bir bardak saf ve gerçek rom, kendimi evimde, güvende ve
mesut hissettim. Paris'te geçirdiğim birkaç iç karartıcı günün ardından,
nihayet o gri, giderek iç karartıcı, baskıcı ve kendini beğenmiş Avrupa'yı
geride bırakıyordum.
Latin
Amerika beni bekliyordu. O, Batı tarafından düzenlenen korkunç saldırılarla
karşı karşıyaydı. Geleceği bir kez daha belirsizdi. “Hükümetlerimiz” kan
kaybediyorlardı, bazıları ise çöküyordu. Arjantin'deki korkunç aşırı sağcı
Mauricio Macri hükümeti sosyal devleti dağıtmakla meşguldü. Brezilya, yozlaşmış
sağcı milletvekilleri tarafından gerçekleştirilen siyasi darbeden muzdaripti.
Venezuela’nın Bolivarcı Devrimi, kelimenin tam anlamıyla hayatta kalmak için
mücadele ediyordu. Hain gerici güçler hem Ekvador hem de Bolivya’yı hedef
hâline getirmişlerdi.
Gelmem
istendi. Bana “Latin Amerika'nın sana ihtiyacı var. Hayatta kalmak için
savaşıyoruz” dendi. Cubana gemisine bindim, dünyanın benim için her zaman çok
değerli olan ve beni bir insan ve bir yazar olarak şu an olduğum şeye
dönüştüren kısmına, “evime” gidiyordum.
O
“ev”e istediğim vakit gidiyordum, ama aynı zamanda bu, benim görevimdi. Bense
görevlere inanıyordum!
Sonuçta,
ben bir anarşist değil, komünistim, eğitimimi Latin Amerika'da almış, çeliğine
oranın suyu karışmış biriydim.
* * *
İyi
de “ben komünistim” ne demek?
Ben
Leninist miyim Maoist miyim yoksa bir Troçkist miyim? Sovyet modeline mi yoksa
Çin modeline mi bağlıyım?
Açıkçası
hiçbir fikrim yok! Açıkçası bu nüansları pek umursamıyorum.
Şahsen
benim için gerçek bir komünist, emperyalizme, ırkçılığa, “Batı
istisnacılığı”na, sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadele eden bir
savaşçıdır. Kararlı bir enternasyonalist, bu dünyadaki tüm insanlar için
eşitliğe ve sosyal adalete inanan bir kişidir.
Teorik
tartışmaları bol bol vakti olanlara bırakacağım. Das Kapital'in
tamamını iki kez okumuş değilim. Çok uzun. 16 yaşımdayken okudum. Bence bir kez
okumak yeterli… O, komünizmin tek dayanağı ve sürekli alıntılanması gereken bir
kutsal kitap değil.
Kapital'den daha
çok, Afrika, Orta Doğu, Asya ve Latin Amerika'da gördüklerimden etkilendim. Tüm
dünyayı, yaklaşık 160 ülkeyi gördüm; Tüm kıtalarda yaşadım. Nereye gidersem
gideyim, gezegenin Batı eliyle hâlen devam eden yağmalanışına ve bu yağmanın
yol açtığı dehşete tanıklık ettim.
İmparatorluğun
ülkeleri vahşi iç savaşlara zorladığını gördüm; Çokuluslu şirketlerin rahatça
yağmalayabilmesi için savaşlar çıkartıldı. Bir zamanlar Batı tarafından
mahvolmuş gururlu ve zengin (veya potansiyel olarak zengin) ülkelerden gelen
milyonlarca mülteci gördüm: Kongolu mülteciler, Somalili mülteciler, Libyalı ve
Suriyeli mülteciler, Afganistan'dan gelen mülteciler... Mezarlıklara dönmüş
fabrikalarda insanlık dışı koşullar gördüm; Korkunç atölyeler, madenler ve
feodal olarak yönetilen köylerin yakınında tarlalar gördüm. Açlıktan,
hastalıklardan ya da her ikisinden ötürü tüm nüfusun yok olduğu mezralar ve
kasabalar gördüm.
Ayrıca
günlerce işkence kurbanlarının şok edici ifadelerini dinledim. Çocuklarını
kaybeden annelerle, kocasını kaybeden kadınlarla ve kızları gözlerinin önünde
tecavüze uğrayan babalarla konuştum.
Ve
gördükçe, daha çok şahit oldum, duyduğum hikâyeler o kadar şok ediciydi ki
kendimi, taraf olmaya, çok daha iyi bir dünya olabileceğine inandığım bir şey
için savaşmaya daha fazla mecbur hissettim.
Batı
tarafından işlenen yüzlerce terör hikâyesini derleyen iki kitap yazdım: “İmparatorluğun
Yalanlarını Açığa Çıkarma” ve “Batı Emperyalizmine Karşı Mücadele”.
İmparatorluğun
hâlâ ideallerine sadık olan insanları tasvir etmekte ne kadar aşağılayıcı bir
tavır takınıyor oluşu beni hiç rahatsız etmedi; o insanlar, adaletsizliğe karşı
mücadele için her şeyi feda etmeye hazırlardı.
Alay
edilmekten korkmuyorum. Ama bencilliği yüceltip onu en temel insani değerlerin
üzerine koyarsam hayatımı boşa harcayacağımdan korkuyorum.
Bir
yazarın 'tarafsız' veya apolitik olamayacağına inanıyorum. Eğer öyleyse, o bir
korkaktır. Ya da bir yalancı.
Doğal
olarak, dün olduğu gibi bugün de en büyük modern yazarların önemli bir kısmı
komünisttir: Jose Saramago, Eduardo Galeano, Pablo Neruda, Mo Yan, Gabriel
Garcia Marquez… Öyle hafife alınabilecek bir liste değil bu!
Başkaları
için yaşamanın ve mücadele etmenin, yalnızca kendi bencil çıkarları ve zevkleri
için yaşamaktan çok daha tatmin edici olduğuna inanıyorum.
* * *
Küba
altmış yıldır var ve bu ülkenin insanlık için yaptıklarından dolayı ona
hayranım. Küba Enternasyonalizmi, şahsen “benim komünizmim” olarak gördüğüm
şeydir.
Küba'nın
kalbi ve cesareti var. Nasıl savaşılacağını, nasıl kucaklanacağını, nasıl şarkı
söyleneceğini, dans edileceğini ve ideallerine nasıl ihanet edilmeyeceğini
bilir.
Küba
ideal olan mıdır? Mükemmel mi peki? Hayır, elbette değil. Ben bu konuda
ülkelerden, insanlardan veya devrimlerden mükemmellik talep etmiyorum. Kendi
hayatım “mükemmel” olmaktan çok uzak. Bizim gibi ülkeler de, halklar da,
devrimler de hatalar yapar, yanlış kararlar alırlar.
Mükemmellik
beni gerçekten korkutuyor. Soğuk, kısır ve kendini beğenmiş bir hâl. Çileci,
püriten ve bu nedenle insanlık dışı, hatta sapkın. Azizlere inanmam. Birinin
çıkıp azizmiş gibi davranması asıl beni utandırıyor. Aslında bu küçük hatalar
ve “kusurlar” insanları ve ülkeleri çok sıcak, bu kadar sevimli, çok insan
yapıyor.
Küba
Devrimi'nin genel seyri hiçbir zaman “mükemmel” olmadı, ancak o, her zaman
hümanizmin en derin, en temel köklerine dayanıyordu. Küba kısa bir süre tek
başına kaldığında, az çok yalnızlaştığında dahi (Castro’nun Düşünceler isimli
çalışmasında aktardığı biçimiyle, Küba’ya kardeşlik elini uzatan Çin oldu)
sayısız ihanetin yol açtığı acılar yüzünden kan kaybetti, çile çekti, bir
miktar korktu ama gene de yolundan dönmedi, diz çökmedi, yalvarmadı, asla
teslim olmadı!
İnsanların
ve ülkelerin böyle yaşaması gerektiğini düşünüyorum. İdeallerini üç kuruşa
satmamalı, güvende olacağım, avantaj elde edeceğim diye sevgiyi toprağa
gömmemeli, her yanından kan damlayan, alay etmek için verilen ödülleri
toplayacağım diye namusunu ayaklar altına almamalı. Küba'da “Patria no se
vende” derler. Bu sözü şu şekilde çevirmek mümkün: “Vatan asla
satılmamalı!”. Ben ayrıca insanlığın ve sevginin de satılmaması gerektiğine
inanıyorum.
İşte
ben bu yüzden komünistim!
* * *
İnsan
oluşumuza aynı zamanda en yoksullara ve aramızdaki en savunmasızlara ihanet
etmenin intihardan ve ölümden daha korkutucu olduğuna inanıyorum.
Başkalarının
acılarından beslenen bir kişi, bir ülke veya kültür, tamamen ahlâksızdır.
Batı,
onlarca yıldır tam olarak bunu yapıyordu. Başkalarını köleleştirerek yaşıyor,
bu sayede gelişip serpiliyor, Dünyamızın yüzeyinde ve altındaki her şeyi gasp
ediyor. Kolonilerindeki ve vekil devletlerindeki milyonlarca insanı ahlâkî ve
mali olarak yozlaştırdı, onları utanmaz ve omurgasız işbirlikçilere dönüştürdü.
Tüm kıtalarda, dünyanın hemen her köşesinde hainlerden oluşan devasa ordular
kurdu, onları eğitti, bu askerlerine kendi fikirlerini aşıladı ve örgütledi.
İhanet
ve nisyan, Batı İmparatorluğu'nun en güçlü silâhıdır.
Batı,
insanları fahişelere ve uşaklara, reddedenleri esirlere, kölelere ve şehitlere
dönüştürüyor.
Beyin
yıkama, kendi fikirlerini aşılama faaliyeti gayet iyi planlanmış bir süreçtir.
Rüyalar zehirlenir, idealler çamurlarda sürüklenir. Saf hiçbir şeyin hayatta
kalmasına izin verilmez.
İnsanlar
yalnızca telefonlar ve tabletler, arabalar ve televizyonlar gibi ellerine
teslim edilen cihazlar konusunda hayal kurmaya yönlendirilirler. Gelgelelim
mesajlar boştur, nihilizm yüklüdür, bu sığ mesajlar bıktırana dek tekrarlanır.
Arabalar artık çok hızlıdır, fakat yolculuğun sonunda gerçekten önemli bir şey
beklenmez. Telefonların binlerce işlevi ve uygulaması vardır, ancak giderek
önemsiz mesajlar yayınlamaktadırlar. Televizyonlar propaganda ve entelektüel
açıdan zehirli eğlenceler kusmaktan başka bir işe yaramazlar.
Hepsi
büyük şirketlere kâr getirir. İtaati garanti eder. Rejimi güçlendirir. Fakat
birçok yönden insanlık gittikçe fakirleşirken, gezegen neredeyse tümden yok
oluşun eşiğindedir.
Güzellik
yerini kan dolu görüntülere bırakır. Bilgi tükürülüp atılır, yerini ilkel pop
alır. Üniversiteler denen beyin yıkama merkezleri tarafından verilen resmi
görünümlü diplomalar ve onay pulları bizlere şunu söyler: “Mezun oldun:
İmparatorluğa hizmet etmeye hazırsın!” Şiir bu diyarları terk etmiştir.
Kitapçılar ve hayat artık şiirsizdir.
Aşk
şimdi bazı “retro”, baskıcı ve modası geçmiş Hıristiyan dogmalarla bağlantılı
olan pop kültür imgeleri üzerinden şekilleniyor.
Artık
şurası açık ki gezegenimizin gördüğü en güçlü ve en yıkıcı güçlerin özü olan
Batı sömürgeciliğiyle/Batı emperyalizmiyle ancak komünizmin boy ölçüşebileceği
görülmüştür. O, tüm dünya genelinde fethedilmiş ve harap olmuş ülkelerdeki
elitlerin meydana getirdikleri zalim feodal, kapitalist ve dinci çetelerle
zoraki mide bulandırıcı ensest ilişkisi geliştirmiştir.
Hem
imparatorluk hem de hizmetçileri insanlığa ihanet ediyor. Gezegeni
mahvediyorlar, onu yakında yaşanmaz hâl alacağı gerçeğe doğru sürüklüyorlar.
Orada hayat tüm anlamını yitirecek, burası kesin.
Bence
gerçek bir komünist olmak şu anlama geliyor: İnsan beyninin, bedeninin ve
haysiyetinin aralıksız tecavüzüne, kaynakların ve doğanın yağmalanmasına,
bencilliğe ve bunun sonucu olan entelektüel ve duygusal boşluğa karşı sürekli
mücadele içinde olmak.
Bu
mücadelenin hangi bayrak altında verildiğinin bir önemi yok. Kızıl bayrağın
üzerinde orak-çekiç mi var yoksa birkaç sarı yıldız mı var, bu önemsiz bir
mesele. Bu bayraklar insanlığın ve gezegenimizin kaderi konusunda endişelenen
dürüst insanlarca taşındığı sürece ben iki bayrağa da varım.
Kendilerine
“komünistim” diyen insanlar hâlen daha düş görebiliyorsa, hiç sorun yok!
* * *
Batılı
propagandacılar şunu söylüyorlar: “Hadi bakalım, bize mükemmel bir komünist
toplum gösterin!”
Cevap
veriyorum: “Böyle bir toplum yok. İnsanoğlu, daha önce tespit ettiğimiz üzere,
mükemmel bir şey yaratma yeteneğine sahip değildir. Şükür ki sahip değildir!”
Yalnızca dindar bağnazlar “mükemmelliği” amaç ediniyorlar. Muhtemelen dünya
mükemmel ve kusursuz olsa, insanlar can sıkıntısından ölürlerdi.
Devrim,
komünist devrim, bir yolculuktur; o, bir süreçtir. İnsan beynini, kaslarını,
kalplerini, şiirlerini ve cesaretini kullanarak çok daha iyi bir dünya inşa
etmek için büyük, kahramanca bir girişimdir! İnsanların aldıklarından fazlasını
verdikleri, fedakârlıkta bulunmadan, sadece insanlığa karşı bir görevin yerine
getirildiği kesintisiz bir süreçtir.
Che
Guevara bir keresinde şöyle demişti: “Yapılan fedakârlıklar kimlik kartı gibi
çıkartılıp gösterilmemelidir. Bunlar, yerine getirilen yükümlülüklerden başka
bir şey değildir.”
Belki
Batı'da bu tür kavramların yeşermesi için artık çok geç. Bencillik, kinizm,
açgözlülük ve ilgisizlik, insanların çoğunun bilinçaltına başarıyla enjekte
edildi. Belki de bu nedenle, tüm bu maddi ve sosyal ayrıcalıklara rağmen,
Avrupa ve Kuzey Amerika’da (ve aynı zamanda Japonya'da) insanlar, çok bunalımlı
ve kasvetli görünüyorlar. Başkalarının hilâfına olacak şekilde, sadece
kendileri için yaşıyorlar. Giderek daha fazla maddi mal ve daha fazla ayrıcalık
istiyorlar.
Kendi
durumlarını tanımlama yeteneklerini kaybettiler, ama muhtemelen derinlerde bir
boşluk hissediyorlar, sezgisel olarak bir şeylerin çok yanlış olduğunu
hissediyorlar.
İşte
bu yüzden komünizmden nefret ediyorlar. Bu yüzden rejimin propagandasıyla
kendilerine sunulan kendini beğenmiş yalanlara, aldatmacalara ve dogmalara
bağlı kalıyorlar. Komünistler haklı olsalardı, o zaman onlar hatalı olurlardı.
“Acaba biz mi yanlıştayız” diye şüphe ediyorlar kendilerinden. Komünizm onların
vicdan azabıdır, yalanların bir gün açığa çıkacağına dair korkudur.
Batı'daki
çoğu insan, hatta solcu olduklarını iddia edenler bile, komünizmin ortadan
kalkmasını istiyorlar. Bu insanların niyeti, komünizmi karalamak, üzerini
pislikle örtmek ve onu kendi seviyelerine getirmek. Tek dertleri, onu
susturmak. Çaresizce kendilerini komünizmin yanlış olduğuna ikna etmeye
çalışıyorlar. Aksi takdirde, yüz milyonlarca kaybedilen canın sorumluluğu
onların peşini bırakmazdı. Avrupalıların ve Kuzey Amerikalıların
ayrıcalıklarının insanlığa karşı korkunç suçlar üzerine inşa edildiğini duymak
ve hatta belki kabul etmek zorunda kalacaklardı! Ayrıca ahlâkî gerekçelerle bu
ayrıcalıkları kaldırmaya zorlanacaklardı (ki Batı kültürünün zihniyeti göz
önüne alındığında gerçekten düşünülemez bir şey bu).
Avrupalıların
çoğunluğunun Batı'nın istikrarsızlaştırdığı ülkelerden gelen mültecilere
yönelik son dönemde aldığı konum, Batı'nın gerçekte ahlaki açıdan ne denli
geçersiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Avrupa, temel etik yargılardan
yoksundur. Mantıklı düşünme yeteneği silinip gitmiştir.
Ama
dünyayı hâlen daha Batı yönetiyor. Daha doğrusu, onun kolunu bükerek felakete
doğru sürüklüyor.
Batı
emperyalizminin mantığı basittir: “Tecavüz edip yağmalayalım, zira bunu biz
yapmazsak başkaları yapar! Herkes aynıdır. Kılını kıpırdatmamanın kimseye hayrı
olmaz. Yaptığımız şey insan doğası için çok önemlidir.”
Oysa
yaptıklarının zerre bir değeri ve önemi yoktur. Batı dünyasının ve
kolonilerinin dışında birçok yerde daha iyi davranışlara sahip insanlar gördü.
İşkencecilerinden ve hapishanelerinden, o imparatorluktan yalnızca birkaç yıl
uzaklaşmayı başardıklarında bile çok daha iyi davranışlar sergileyebiliyorlar.
Ancak genellikle çok uzun süre uzaklaşmalarına izin verilmiyor: İmparatorluk,
özgürlüğü hayal etmeye cesaret edenlerin başına o güçlü yumruğunu hemen
indiriverir. İsyancı hükümetlere karşı darbeler tertipler, ekonomileri
istikrarsızlaştırır, “muhalefeti” destekler veya o ülkeleri doğrudan işgal
eder.
Suçlu
Batı İmparatorluğu çökerse, insanların büyük eşitlikçi ve şefkatli toplumlar
inşa etme yeteneğine sahip olacağı, hâlâ görmeye istekli olan herkes için
kesinlikle açık olan bir gerçekliktir.
Bunun
son olmadığına inanıyorum. İnsanlar beyin yıkama faaliyetlerinin ağır
etkisinden ve tüm o uyuşukluktan kurtuluyorlar, perdeleri bir bir yırtıyorlar.
Yeni,
güçlü anti-emperyalist ittifaklar kuruluyor. 2016 yılı zerre umut vermeyen 1996
yılından çok farklı.
Savaş,
insanlığın hayatta kalması için veriliyor.
Bu,
klasik bir mermi ve füze savaşı değildir. Bu, sinirlerin ve ideallerin,
hayallerin ve bilginin savaşıdır.
Uruguaylı
büyük yazar ve devrimci Eduardo Galeano, ölmeden önce bana şunları söyledi:
“Dünya pek yakında o eski bayrakları tekrar göndere çekecek!”
İşte
şimdi olan bu! Latin Amerika, Afrika ve Asya'da, eski Sovyetler Birliği'nin
hemen hemen her yerinde ve Çin'de insanlar daha az değil, daha fazla komünizm
talep ediyorlar. Komünizme her zaman adıyla hitap etmiyorlarsa da özünü talep
ediyorlar: özgürlük ve dayanışma, tutku, şevk, dünyayı değiştirme cesareti,
eşitlik, adalet ve enternasyonalizm.
Kazanacağımızdan
hiç şüphem yok. Ama aynı zamanda, biz bunu yapmadan önce imparatorluğun tüm
kıtaları kana bulacağından şüpheleniyorum. Batılıların yönetme ve kontrol etme
arzusu, patolojiktir. Dizlerinin üstüne çökmek istemeyen milyonlarca insanı
öldürmeye hazırlar. Yüzyıllar boyunca zaten yüz milyonları öldürdüler. Ve
milyonlarcasını daha feda edecekler.
Ama
bu sefer durdurulacaklar.
Buna
inanıyorum ve başkalarıyla omuz omuza, bunun gerçekleşmesi için gece gündüz
çalışıyorum.
Çünkü
bu, benim görevim…
Çünkü
ben bir komünistim!
Andre Vltchek
13 Mayıs 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder