Tıpkı
on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi, yakın
dönemde yürütülmeye başlanan terörle küresel mücadele bağlamında da feminizm,
bir kez daha emperyalizmin hizmetine girdi.
Dolores
E. Janiewski’nin de tespit ettiği biçimiyle ABD’deki beyaz feminist yazarlar,
ABD’ye bir imparatorluk olarak karşı çıkmadılar, ABD feminizminin onun
bünyesinde oynadığı role hiç itiraz etmediler.[1] Peki neden?
Britanya’da
siyahî feministlerin “emperyalist feminizm” kavramını ta seksenlerin başında
gündeme getirdiği koşullarda[2] ABD’li feministler, Chandra Mohanty ve Jacqui
Alexander gibi Üçüncü Dünya feminizmi çalışan akademisyenler ve Hazel Carby
gibi Afrikalı-Amerikalı yazarlar haricinde, bu sürece tek laf etmediler.
O
hâlde ABD’de kadın çalışmaları yapan akademisyenleri ikiye ayırmak mümkün. Bir
grup, ABD’nin demokrasi olduğu öncülü üzerinden yazılar yazıyor. Hâkim feminist
aktivizm de bu demokrasiyi dünyaya yaymak için çalışıyor. Martha Nussbaum ve
Jean Bethke Elshtain, bu kategoriye giriyor.
Nussbaum,
kadın haklarının savunulması için ABD’nin başka ülkelere müdahale etmesi
fikrini savunuyor ve bu bağlamda kendisi şu tür laflar edebiliyor: “Kadınların
politik süreçlerden tümüyle dışlanması, ekonomik yaptırımlar veya başka türden
baskı biçimleri için gerekli ahlakî zemini sağlıyor.”[3]
Buna
karşılık, Alexander, Carby, Mohanty, ve Zillah R. Eisenstein gibi isimlerin yer
aldığı ikinci grupsa ABD’deki anaakım feminizmi ABD’nin küresel hegemonyasının
bir parçası olarak anlıyor.[4]
Terörle
mücadele, anaakım feminizmin ABD dış politikası için faydalı hâle geldiği ilk
zemin değil. Bu, aslında oldukça karmaşık bir mesele. Hukuk çalışan feminist
akademisyenler ve onlara katkı sunan başka isimler, kadın hakları davasının
yaygınlaşması için yoğun araştırmalar ve birçok eylem yaptılar, bu da tüm
uluslararası hukuk alanını dönüştürdü. Savaş esnasında yaşanan tecavüz vakaları
insanlığa karşı suç kapsamına alındı ki bu, dünya için önemli bir gelişmeydi.
Ne
var ki bu çalışmaların bir bölümü, ABD dış politikasının belirlenen hedeflerine
paralel yürütüldü. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı, ülkeleri düzenli olarak
insan hakları sicillerine göre sıralıyor. Bu değerlendirmede insan hakları,
genelde ekonomik veya toplumsal haklardan ziyade politik hakları ifade ediyor.
Kadın hakları meselesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri uluslararası planda süren
tartışmaya dâhil ediliyor. Fakat ABD dış politikası bağlamında kadın hakları,
“insanî emperyalizm” cephaneliğine dâhil ediliyor.
Bu
noktada Yugoslavya devletinin bölünmesiyle sonuçlanan savaşlara bakmakta fayda
var.[5] ABD’deki hâkim görüşe göre biz Yugoslavya’ya, orada oluşması muhtemel
felâkete mani olmak ve Miloseviç liderliğinde Sırpların uyguladığı şiddeti
sonlandırmak amacıyla müdahale ettik. Şubat 1999’da Fransa’nın Rambouillet
kentinde düzenlenen ve başarısızlıkla neticelenen barış görüşmesi ardından ABD,
24 Mart-10 Haziran 1999 tarihleri arasında NATO himayesinde yoğun bir hava
saldırısı gerçekleştirmek zorunda kaldı. Bize söylenen bu.
Ama
burada başka bir yorum üzerinde durmak gerekiyor: Aslında Yugoslavya savaşı,
Sovyetler’in ve Doğu Avrupa’daki müttefiklerinin yıkılması sonrası, Avrupa’daki
yarı sosyalist devletlerin yönettiği ulusal kalkınma pratiğinin geriye kalan
tek kalesi olan Yugoslavya’nın karma ekonomisini ortadan kaldırma amacını güden
Avrupa ve Amerika’nın yürüttüğü faaliyetlerin bir parçası idi. Savaş, aynı
zamanda Balkanlar’daki doğal kaynaklara erişim imkânı elde etme amacıyla
yapılmıştı.[6]
Çok
farklı etnik yapıların meydana getirdiği bir federasyon olarak Yugoslavya’nın
gene etnisite ile tarif edilmiş farklı devletlere bölünme sürecinin hikâyesi,
epey karmaşık bir hikâyedir. Bu sürece eski federasyon içinde yer alan
devletlerin milliyetçi liderleri, hem de Almanya, İngiltere ve ABD gibi dış
güçler, kendi çıkarları adına dâhil olmuşlardır.
Uzun
zaman ülkenin başında bulunan Josip Broz Tito’nun Mayıs 1980’de ölmesi ve
ülkenin IMF ile yapısal uyum sürecine girmesi ardından Yugoslavya, sağlık
hizmetlerinin ücretsiz olduğu, ortalama yaşam süresinin uzun seyrettiği
birleşik, müreffeh ve çok etnisiteli federasyondan, işsizliğin ve enflasyonun
tırmandığı bir duruma geçiş yaptı. Bu gelişmeyi karışıklık, iç savaşlar, etnik
temizlik amacı güden saldırılar izledi. Bilhassa Bosna Hersek, bu süreçte
eskiden bir arada yaşayan Müslümanların, Katoliklerin ve diğer dinî-etnik
grupların ayrıştığı bir açık hava hapishanesi hâlini aldı.
Balkan
coğrafyasındaki iç savaşlar, Hırvatistan ve Slovenya’nın 1991’de Yugoslavya
federasyonundan ayrılması ile başladı. Yugoslav ordusunun bu ayrılma
girişimlerinin karşısına güç kullanarak çıkmasıyla savaşın fitili ateşlenmiş
oldu. Tüm bu savaşların sonunda, kanlı iç çatışmalarla geçen sürecin ardından,
Yugoslavya dağıldı.
Bu
dönemde ABD, Aliya İzzetbegoviç’in Bosna Hersek’te, Franjo Tudjman’ın
Hırvatistan’da kurdukları devletlere destek sunmak için CIA personelini ve
emekli Amerikan askerlerini kullandı. ABD, aynı zamanda Sırbistan’dan belirli
bir bölgeyi kopartma gayreti içinde olan, bu amaç doğrultusunda uyuşturucu
kaçakçılığı gibi faaliyetlere adı karışan Kosova Kurtuluş Ordusu’na aktif
destek sundu. Almanya gibi ABD de el altından bu orduya hava ve kara gücü
desteğinde bulundu, eğitim verdi, hatta askerlerine askerî üniforma dağıttı ama
tüm bu gerçekler kamuoyundan gizlendi.[7]
Bu
tür gerçekleri aktarmak yerine gazeteciler ve halkla ilişkiler şirketleri
üzerinden kapsamlı bir propaganda çalışması yürütüldü. Bu çalışmalar dâhilinde
Yugoslavya’da yaşanan süreç, Batılı güçlerin teşvikiyle harekete geçen fırsatçı
milliyetçi liderlerin başlattığı bir iç savaş değil, Miloseviç’in öncülük
ettiği Sırp milliyetçilerinin yayılmacı harekâtına karşı bir tepki olarak
takdim edildi. Yugoslavya’da yaşanan olaylara dair bakış açısını tayin etme
noktasında Yugoslavya’nın milli birliği için dövüşen Sırbistan’ın güttüğü dava,
gayrimeşru ilân edildi.
“Kosova’daki Arnavut
ayrılıkçılar, Hırvat ayrılıkçılar ve Bosnalı Müslümanlar, Sırpları kötülemek,
böylelikle mücadelelerinde belirli bir mevzi elde edebilmek için Ruder Finn
isminde bir Amerikan halkla ilişkiler şirketini tuttu. Ruder Finn, bu süreçte Amerika’daki
Yahudi cemaati türünden belirli cemaatlere yönelik çalışma yürüttü ve onlara
Sırpların Nazilere benzediğini söyledi. Ayrıca Hırvat milliyetçilerinin
yürüttüğü kampanyada doğrudan feministlere seslenildi ve onlara Sırplar
‘tecavüzcü’ olarak takdim edildi.”[8]
Halkla
ilişkiler kampanyasının amacı, Nazi döneminde Yahudilere uygulanan zulümle
Bosna’da Bosnalı Sırpların Müslümanlara uyguladıkları zulüm arasında benzerlik
kurmak, böylelikle Yahudi cemaatini savaşta taraf kılmaktı. Aynı şekilde Sırp
askerlerinin Bosnalı Müslüman kadınlara yönelik toplu tecavüzleri feministlere
anlatıldı. Bu sayede feministler ve Yahudiler, Yugoslavya’yı dağıtan Slovenya
ve Hırvatistan’ın ayrılmasını destekleyen ABD ve Almanya’nın çizgisine
getirildiler.
Ruder
Finn Küresel Halkla İlişkiler şirketinin ABD kamuoyunu etkileme noktasında elde
ettiği başarı, aslında herkesin bildiği bir sırdı. Balkanlar’da yürütülen
işlerden sorumlu çalışanı James Harff, bir Fransız kanalına çıkıp gazeteci
Jacques Merlino’ya, “bu operasyonun elde ettiği en büyük başarının Hırvatların
ve Bosnalı Müslümanların itibarlarını temize çekmek olduğunu” söyledi. İkinci
Dünya Savaşı’nda Yahudilere yönelik zulme iştirak etmiş olan bu iki kesim,
böylece imajlarını düzeltmiş, dikkate değer bir mağduriyete kavuşmuştu:
“Ağustos 1992’nin ilk
günlerinde Long Island’da çıkan Newsday isimli gazete, o vakitler
Zagrep’te bulunan Bonn muhabiri Roy Gutmann’ın geçtiği haberleri yayınladı.
Gutmann orada, Sırpların Bosna’da kurduğu toplama kamplarındaki korkunç
koşullardan bahsediyordu. Nazilerin ‘ölüm kampları’ ile yapılan kıyaslamanın
epey etkili olduğunu gören Ruder Finn, o süreçte B’nai B’rith Karalama Karşıtı
Birlik, Amerikan Yahudi Komitesi ve Amerika Yahudi Kongresi ile temas kurup hep
birlikte bir eylem yapmasını istedi. O gösteri yapıldı. Böylelikle Sırplar,
yeni dönemin Nazileri olarak takdim edildiler.”[9]
Bosnalı
Sırp askerlerinin toplu tecavüzleri ile ilgili değerlendirmeler eskiden ABD’nin
güçlü bir müttefiki ve Yugoslavya var iken IMF fonlarını alan Sırbistan
cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç karşıtı ABD propagandasının en önemli bir
parçası hâline geldi.[10]
Medyanın
önemli bir kısmı ve birçok solcu gibi sayısız feminist örgüt de Sırp
askerlerinin, bilhassa Bosnalı Sırpların 1992’den 1995’te imzalanan Dayton
Barış Anlaşması’na dek süren bir dizi iç savaşın kötü adamları olduğuna dair
görüşü benimsediler. Toplu tecavüz iddiaları gibi gerekçeler üzerinden
Yugoslavya iç savaşının tüm suçu, Sırpların üzerine atıldı, dolayısıyla
Yugoslavya’dan kopan devletlerle milli birliği muhafaza etmeye çalışan federal
devlet arasındaki mücadele, aklanmış oldu.
Düzenli
orduların, milislerin ve sokak çetelerinin şiddete başvurduğu çatışma
süreçlerinin büyük kıyımlara yol açtığına hiç şüphe yok. Bilhassa ataerkiliğin
hüküm sürdüğü taşrada daha fazla çatışma yaşandı, insanlar topraklarından
sürülmek için yabancı olarak kodlandı. Kadınlar yaşlarına bakılmaksızın
saldırılara uğradı, “bunun sebebi, ataerkillik üzerine kurulu kültürün cinsel
saflığı ve utancı namus ve aile birliği için esas kabul etmesi, buna karşı
gelen kadınların ailenin direnme becerisini yok ettiğini düşünmesiydi.”[11]
Diana Johnstone’nun tespiti ise şu yönde:
“Hırvatistan ve Bosna
Hersek’te yaşanan iç savaşlarda birçok kadına tecavüz edildiğini veya tecavüzün
ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ta sürecin
başından beri Bosna Hersek’te tecavüzlerle ilgili yürütülen soruşturma, sadece
Müslüman kadınlara tecavüz eden Sırplara yönelik suçlamalara odaklandı. Bu,
özünde kasıtlı yürütülen bir stratejinin parçasıydı. Abartılı rakamlar, bilinen
vakalarının sayılarını yukarı çeken değerlendirmeleri içeren raporları medya ve
uluslararası örgütler hemen kabul ettiler. Müslümanların veya Hırvatların Sırp
kadınlarına yönelik tecavüzlerine yönelik ayrıntılı, belgelere dayanan herhangi
bir rapor üzerinde bu kadar durulmadı.”[12]
Toplu
tecavüz iddialarına ilişkin soruşturmayı Nora Beloff isminde bir gazeteci
yürüttü:
“Aramızdan ayrılmış
bulunan, London Observer gazetesinin eski baş siyasi muhabiri Nora
Beloff, tecavüz suçlamalarını doğrulamak için yürüttüğü araştırmasını Daily
Telegraph’a yazdığı 19 Ocak 1993 tarihli mektupta anlatıyor. Britanya
Dışişleri Bakanlığı buradan tartışılan tecavüz rakamlarının kanıtlara
dayanmadığı sonucuna ulaşıyor. Kendisini Danimarka hükümetine yönlendiriyorlar,
ardından da Avrupa Birliği toplantı düzenliyor. Kopenhag, raporların kanıta
dayanmadığını kabul ediyor, ama o rakamları yinelemeyi sürdürüyor. Avrupa
Birliği, bu ‘tecavüz zulmü’ meselesini Aralık ayında Edinburg’da Almanya’nın
öncülüğünde düzenlenen zirvede ele alıyor. Buna karşılık Almanya Dışişleri
Bakanlığı Bosna Masası’ndan sorumlu kişi olan Fran Wild, Bayan Beloff’a Sırp
tecavüzleri ile ilgili materyallerin kaynağının İzzetbegoviç hükümeti ve
Hırvatistan’daki Katolik yardım kuruluşu Caritas olduğunu söylüyor. Başka
kaynaklardan teyit edecek bilgi temini için herhangi bir çaba içine girilmiyor.
Elde somut ve kapsamlı bilgi bulunmamasına karşın o günden beri aynı konu
başlığıyla ilgili sınırlı başka araştırmaların altına imza atılıyor.”[13]
Yugoslavya’daki
çatışmaları anlama noktasında medya, eskiden yaşanmış etnik gerilimlerin ve
kültürel uyumsuzlukların oynadığı role odaklandı, ama eski devletin
dağılmasının oynadığı role hiç bakmadı. Bazı feminist akademisyenler, bu konuyu
derinlemesine ele aldılar. Bu yazın dâhilinde kadın hakları meselesi, ABD’nin
dış politikası çerçevesinde ele alındı ve ABD hükümetini feminizmin
destekçisiymiş gibi gösteren ve iyi niyetliymiş gibi görünen yaklaşım zerre
sorgulanmadı. ABD’de bazı feminist akademisyenler ve birtakım solcular, zerre
tereddüt etmeden, Yugoslavya gibi yerlere yapılan insanî müdahaleleri kabul
ettiler. Bazı isimlerse ABD’nin bu olayların neden ve nasıl yaşandığına ilişkin
değerlendirmelerini benimsediler.[14]
Feminizmin
sorgulayan aklını ABD militarizminin ve emperyalizminin hizmetine koşan
yazarlar, aslında tuzağa düştüler. Hatta sayıları “üç bin ilâ otuz bin arasında
değişen” Bosna’daki tecavüzleri inceleyen Cynthia Enloe, Balkanlar’daki krizin
Batılı güçlerin müdahalesinin değil, eski çağlara ait, kabileler arası
düşmanlıkların açığa çıkmasının bir sonucu olarak gördüğünü söyledi.[15] Enloe,
Bosnalı Sırp askerinin tecavüzünden bahsederken, “Sırplardaki ideal erkekliğin
günümüzdeki kültürel yapısında asli unsurun savaşçılık” olduğunu yazıyordu.[16]
Savaşın
yaralarını sarmaya ve milliyetine bakmaksızın tecavüz mağdurlarına ve mülteci
kadınlara destek sunmaya çalışan eski Yugoslavya’dan feminist aktivistlerse,
kadınlara yönelik etnik şiddetin belirli biçimlerine yönelik öfkelerini ifade
etmeye çalışan ve ABD ve Almanya gibi yerlerden gelen feminist bireylerin ve
örgütlerin çabalarına karşı koymaya çalıştılar.
“Hepsi de Bosnalıların
çoğunlukla tecavüz üzerinden mağdur edildiklerini bilmelerine rağmen
Yugoslavyalı feministler, etnisitenin ve toplumsal cinsiyetin belirli semboller
ve imajlar üzerinden temsil edilmesinin şiddet ürettiğini ve düşmanlıkları
körüklediğini söylediler. Onlar, tecavüz iddialarının bölgede çatışmaları
tetiklemek amacıyla her iki taraf eliyle abartıldığını ve maniple edildiğini
görüyorlardı. Etnisiteye dair sembolik üst-anlatılar ve mağdur kadın
analizleri, şiddeti körüklemek ve insanları kavgaya teşvik etmek için
kullanılmaktaydı. […] Farklı etnik gruplara mensup birçok Yugoslav kadın
aktivist, daha çok, savaşların içinde yer almış olan tüm hükümetlerin tecavüzü
ve abartılı mağdur sayılarını nasıl kendi çıkarları için kullandıklarıyla, onları
nasıl politize ettikleriyle ilgileniyordu.”[17]
Daha
geniş planda Yugoslavya’da yaşanan iç savaşların esas sebebinin eski çağlardan
beri devam eden kabileler ve etnik yapılar arası düşmanlıklar olduğuna dair
yorum, ABD ve Batılı güçlerin oynadığı rolün üzerini örttü, böylece daha yoğun
çatışmaların körüklenmesi için ateşe odun attı, tecavüz gibi korkunç zulümlerin
her grup ve yapı eliyle yapılması için gerekli zemini sağladı.
Hester Eisenstein
[Kaynak:
Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit
the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 182-187.]
Dipnotlar:
[1] Bu kuralın dikkati çeken tek istisnası, Cynthia Enloe’nun yazılarıdır.
Örneğin bkz.: The Curious Feminist: Searching for Women in a New Age of
Empire, Berkeley and Los Angeles: University of California Press, 2004.
[2]
Bkz.: Valerie Amos ve Pratibha Parmar, 1984. “Challenging Imperial
Feminism." Feminist Review 17 (Güz): s. 3-19.
[3]
Martha Nussbaum, 2006. Frontiers of Justice: Disability, Nationality,
Species Membership. Cambridge, MA: Belknap Press. 2006, s. 260.
[4]
Yayına Hz. M. Jacqui ve Chandra Talpade Mohanty, 1997. Feminist Genealogies:
Colonial Legacies, Democratic Futures. New York: Routledge.; Hazel Carby, Reconstructing
Womanhood: The Emergence of the Afro-American Woman Novelist. New York:
Oxford University Press, 1987; Zillah R. Eisenstein, Sexual Decoys: Gender,
Race, and War in Imperial Democracy. Melbourne, Australia: Spinifex/Zed
Books, 2007.
[5]
Bu bileşenler şunlar: Slovenya, Hırvatistan, bugün Bosna Müslüman-Hırvat
Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti diye ikiye bölünmüş olan Bosna Hersek ve
Makedonya ile Sırbistan/Kosova. Avrupa ve ABD’nin desteğiyle Kosova meclisi 18
Şubat 2008’de Sırbistan’dan bağımsızlığını ilân etti, bu gelişme de çatışma
riskinin ortaya çıkmasına neden oldu.
[6]
Michel Chossudovsky, “Dismantling Former Yugoslavia, Recolonizing
BosniaHerzegovina”, Covert Action Quarterly 56 (Bahar), 1996, s. 243.
[7]
Sean Gervasi, “Why Is NATO in Yugoslavia?”, Ocak 1996, Emperors, s. 5; Michael Parenti, 2000. To
Kill a Nation: The Attack on Yugoslavia. Londra: Verso Books, s. 31.
[8]
Diana Johnstone, “Seeing Yugoslavia Through a Dark Glass: Politics, Media, and
the Ideology of Globalization.” Covert Action Quarterly 65 (Güz), 1998,
s. 5.
[9]
Diana Johnstone, Fool's Crusade. Londra: Pluto Press, 2002, s. 66-70.
[10]
“Şu husus unutulmamalı: Yugoslavya cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç her zaman
Panama lideri Manuel Noriega, Libya lideri Kaddafi ve Irak lideri Saddam
Hüseyin gibi isimlerle birlikte anılan biri değildi. 1995 sonunda Clinton
yönetimi Miloseviç’i Bosna’da yürürlüğe girecek Dayton Anlaşması konusunda
müzakere yürütülecek ortak ve anlaşmanın garantörü olarak kabul etti, hatta
başkan, verdiği onca tavizden ötürü övdü. Ama sonra onun bir kullanışlı bir
aletten çok köstek olduğunu görünce ABD’li siyasetçiler “dört savaşın tamamını
başlatan” şeytan olarak tasvir etmeye başladılar. [M. Parenti, a.g.e.,
s. 177.]
[11]
Susan L. Woodward, Balkan Tragedy: Chaos and Dissolution After the Cold War.
Washington, DC: Brookings Institution Press, 1995, s. 239.
[12]
Johnstone 1998, a.g.e., s. 13n12.
[13]
Johnstone 1998, a.g.e., s. 13-14n12.
[14]
ABD solunun NATO müdahalesine verdiği kapsamlı destek konusunda bkz.: Jean
Bricmont, Humanitarian Imperialism: Using Human Rights to Sell War. New
York: Monthly Review Press. Ed Harmann ve arkadaşları İnsan Hakları Gözlemevi
konusunda da benzer bir tespitte bulunuyorlar ve bu kuruluşun Yugoslavya’da
yaşanan olaylar ve Miloseviç’in Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nde yargılanması konusunda ABD’nin geliştirdiği görüşe destek
sunduğunu söylüyorlar. [Edward S. Herman, David Peterson ve George Szamuely,
2007, “A Review of ‘Weighing the Evidence: Lessons from the Slobodan Milosevic
Trial’ (Human Rights Watch [Aralık 2006]”, Zmag.org, 25 Şubat.
[15]
Cynthia Enloe, 2004, a.g.e., s. 117.
[16]
C. Enloe, a.g.e., s. 107.
[17]
Aili Mari Tripp, “Challenges in Transnational Feminist Mobilization.” s.
296-312, Global Feminism: Transnational Women 's Activism, Organizing, and
Human Rights içinde, yayına hazırlayan: Myra Marx Ferree ve Aili Mari
Tripp. New York: New York University Press, 2006, s. 301).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder