Uluslararası
sınıf mücadelesi, iki yerde işçi ve köylülerinin zaferiyle sonuçlandı. Rusya ve
Macaristan'da işçiler ve köylüler, proletarya diktatörlüğünü kurdular ve hem
Rusya'da hem de Macaristan'da diktatörlük, sadece burjuva sınıfına karşı değil,
aynı zamanda sendikalara karşı da sert bir savaş vermek zorunda kaldı:
diktatörlük ve sendikalar arasındaki çatışma, gerçekte Macar Sovyeti'nin
çöküşüne sebep oldu, zira sendikalar, diktatörlüğü açıkça devirmeye teşebbüs
ettiklerinden, her zaman devrimin "bozguncu" yapıları olarak hareket
ettiler, ayrıca işçiler ve kızıl askerler arasında sürekli umutsuzluk ve
korkaklık tohumları ektiler.
Bu
çatışmanın sebepleri ve koşullarına dair çalakalem yapılmış bir incelemenin
kitlelerin devrimci eğitimine faydası olmayacaktır. Oysa kitleler, sendikaların
komünist devrimin en önemli proleter yapıları olduğuna ikna edilmelidirler,
çünkü özel teşebbüsün ortadan kalkacağı koşullar oluşturulmalı ve bu özel
teşebbüsçülük bir daha neşvünema bulmamalıdır. Ayrıca kitleler, devrimden önce
çatışmalara imkân tanımayan, proleter sınıfının kapitalizme karşı mücadele
etmesini sağlayacak muhtelif örgütler arasında herhangi bir ikili iktidar
durumuna izin vermeyen psikolojik ve nesnel koşulların oluşturulmasının zaruri
olduğuna da ikna edilmelidirler.
Sınıf
mücadelesi, Avrupa'nın ve dünyanın tüm ülkelerinde belirgin bir şekilde
devrimci bir karaktere bürünmüştür. Üçüncü Enternasyonal’in geliştirdiği
anlayışa göre sınıf mücadelesinin amacı, proletarya diktatörlüğü olmalı,
demokrasici ideolojiye galebe çalması gereken bu anlayış, hiçbir dirençle
karşılaşmadan kitleler arasında yayılmalıdır. Sosyalist partiler, Üçüncü
Enternasyonal'e bağlıdırlar veya en azından Moskova Kongresi'nde
detaylandırılan temel ilkelere göre hareket ederler. Öte yandan sendikalar “gerçek
demokrasiye” sadıktırlar ve Sovyet Rusya ile dayanışma içinde olduklarını beyan
edecekleri eylemler ve gösteriler tertiplemek yerine proletarya diktatörlüğüne
karşı olduklarını beyan etmek için her fırsatı kullanmaktadırlar.
Sendikaların
bu tavrı Rusya'da hızla aşıldı, çünkü ticaret ve sanayi örgütlerinin
gelişmesine, atölye konseylerinin paralel ve daha hızlı bir şekilde gelişmesi
eşlik etti. Öte yandan söz konusu tavır, Macaristan'daki proletarya iktidarının
altını oydu, Almanya'daki komünist işçilerin katledilmesine ve Noske denilen
olgunun doğmasına sebep oldu, Fransa'da 20-21 Temmuz genel grevinin
başarısızlığına ve Clemenceau rejiminin tesis edilmesine yol açtı. Şimdiye dek
İngiliz işçilerinin siyasi mücadeleye katılımına mani olmuş olan bu tavır, tüm
ülkelerdeki proleter güçlerin kökünü kazımak, onları tehlikeye sürüklemek gibi
bir tehdidi içermektedir.
Sosyalist
partiler, giderek belirgin biçimde devrimci ve enternasyonalist bir içerik
kazanıyorlar; Öte yandan sendikalarsa reformist oportünizm teorisini(!) ve
taktiklerini somutlaştırma ve tamamen ulusal organlar olma eğilimine girdiler.
Neticede toplumdaki genel dengesizlik yoğunlaştı, ahlaki çöküntü hızlandı,
barbarlık mayalandı, işçi sınıfı bu hâliyle sürdürülemez olan, kalıcı kafa
karışıklığı ve kronik zayıflığın damgasını vurduğu bir yere doğru sürüklendi.
Sendikalar,
işçileri sınıf mücadelesinin ilkelerine göre örgütlediler ve kendileri de bu
mücadelenin ilk organik biçimleriydi. Örgütçülerin de her daim söyledikleri
gibi, proletaryayı kurtuluşa sadece sınıf mücadelesi götürebilir, sendikal
örgütlenmenin yegâne amacı ise insanın insanı sömürdüğü, kişisel kârın hâkim
olduğu koşulları ortadan kaldırmak, buradan da endüstriye dayalı üretim
sürecinde kapitalistleri (mülk sahiplerini) söküp atmak, böylece sınıfları yok
etmekti.
Ancak
sendikalar bu amaca hemen ulaşamazlardı, dolayısıyla tüm güçlerini
proletaryanın yaşam koşullarının iyileştirilmesini, yüksek ücretlerin
verilmesini, çalışma sürelerinin kısaltılmasını, toplumsal yasaların
çıkartılmasını talep eden çalışmalara teksif ettiler. Eylemler eylemleri,
grevler grevleri izledi, neticede işçilerin yaşam koşulları iyileşti.
Gelgelelim
sendikal faaliyetlerin elde ettikleri sonuçlar, gene de eski temeller üzerinde
yükseliyor. Özel mülkiyet ilkesine halel gelmiyor, bu ilke, gücünü eskisi gibi
koruyor, insanın insanı sömürdüğü kapitalist düzene dokunulmuyor, hatta bu
düzen daha karmaşık biçimler alıyor. Sekiz saatlik iş günü, ücretlerdeki artış,
toplumsal yasaların sunduğu faydalar kâr meselesinin kılına zarar vermiyor. Kâr
oranlarında sendikaların yol açtığı dengesizlik hemen gideriliyor, İngiltere ve
Almanya gibi ülkeler dünya ekonomisinde rekabet edecek alanı bulabiliyorlar,
Fransa ve İtalya gibi ülkelerse korumacılık önlemleri üzerinden sınırlı bir
ekonomiye sahip oluyorlar.
Kapitalizm,
endüstriyel üretimin artan genel giderlerini ya kendi ülkesindeki kitlelerin ya
da sömürgelerin omuzlarına yüklüyor. Dolayısıyla bu anlamda sendikal faaliyet,
kapitalist toplumu tüm egemenlik kurma araç ve yöntemleriyle birlikte aşma,
proletaryayı kurtuluşa götürme ve ilk başta önerilen, o yüce ve evrensel hedefe
ulaşma konusunda gerekli imkân ve beceriden yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Ki
zaten sendikacıların geliştirdikleri öğretilere göre sendikalar, üretim
sürecinin yönetilmesiyle ilgili eğitimin işçilere verilmesi noktasında
kullanılacak örgütler.
Söylendiğine
göre sanayi sendikaları, belirli bir endüstrinin ayrılmaz bir yansıması
olduklarından, o belirli endüstrinin yönetimi için işçilerin yetkinliğinin
kadrolarını üretecekler. Sendika büroları, en iyi işçilerin seçilmesini
sağlayacak, karmaşık üretim ve mübadele mekanizmasına hâkim olma konusunda en
yetenekli olan, en çalışkan ve en zeki işçilerin belirlenmesine katkıda
bulunacak. Örneğin deri sektöründe çalışan işçiler, bu sektörün yönetilebilmesi
için gerekli beceriyi edinecek, aynı süreç, metal sektöründe ve matbaa
sektöründe de işleyecek. Bu düşünce, kocaman bir yalandan başka bir şey
değildir.
Sendika
liderlerinin tercihleri, endüstriyel yeterlilik kriterleri temelinde değil,
hukuk, bürokrasi ve demagoji konusunda belirleyici oldu. Örgütler büyüdükçe,
sınıf mücadelesine o kadar sık müdahil oluyorlar, eylemleri ne kadar
yaygınlaşırsa ve kapsamı ne kadar çok genişlerse sendika binalarındaki yönetsel
işler o ölçüde azalıyor, basit idari ve muhasebeyle ilgili işlere doğru
daralıyor, endüstrideki teknik imkânlar arttıkça değerini yitiriyor, bürokrasi
ve ticaretle ilgili beceri ise o ölçüde artıyor.
Bu
süreçte gazetecilerden ve sendikacılardan oluşan bir kast meydana geldi. Bu
kastın anlayışı da ruhu da işçilerdeki ruh ve anlayışla çelişiyordu. Devletteki
bürokrasi gibi sendika bürokrasisi de işçi sınıfı üzerinde hak iddia etti.
Hâkim olan da yöneten de bu bürokrasi idi. Oysa proletarya diktatörlüğü,
kapitalist üretim düzenini ortadan kaldırmak, özel mülkiyeti ilga etmek
istiyordu, çünkü insanın insanı sömürmesi üzerine kurulu düzen, ancak bu
şekilde yok edilebilirdi.
Proletarya
diktatörlüğünün amacı, sınıfsal farklılıkları, sınıf mücadelesini ortadan
kaldırmak. Çünkü ancak bu şekilde işçi sınıfının toplumsal kurtuluşu tamama
erdirilebilir. Komünist parti, bu amaca ulaşmak için proletaryayı kendi sınıf
iktidarını örgütlemek, bu silahlı gücü burjuva sınıfına hükmetmek için
kullanmak, sömürücü sınıfı ezip onun yeniden doğamayacağı koşulları oluşturmak
için eğitir.
Dolayısıyla
komünist parti, proletarya diktatörlüğü sürecinde şu türden bir göreve
sahiptir: İşçi ve köylü sınıfını, güçlü ve kararlı adımlar atmak suretiyle,
egemen sınıf olarak örgütlemek, yeni devletin tüm organizmalarının gerçekten
devrimci çalışma yürütüp yürütmediğini kontrol etmek ve özel mülkiyet ilkesinin
miras bıraktığı tüm hakları ve ilişkileri ortadan kaldırmak.
Lâkin
bu yıkıcı ve kontrol amaçlı eyleme ilk elden, üretim imkânlarını artıracak
çalışma eşlik etmelidir. Bu çalışma başarısız olursa, siyasi iktidar boşa
düşerse, diktatörlük ayakta kalamaz: beş yıllık yoğun mücadelenin ve
burjuvazinin aylarca sürdürdüğü terör faaliyetlerinin yol açacağı ekonomik
çöküş karşısında her türden toplumsal yapı gibi diktatörlük de üretim yapmadan
ayakta duramaz.
Sendikalar,
o muazzam ve önemli görevi bu noktada üstlenirler. Toplumsallaştırma adımını
atmak zorunda kalırlar, yeni bir üretim düzeni tesis ederler, bu aşamada
işleyişte belirleyici olan, kâr etme arzusu içerisindeki şirketler değil,
toplumun çıkarı için kurulan dayanışma ilişkisidir. Bu ilişki dâhilinde tüm
sektörler, sendikaların faaliyetine göre biçimlenirler.
Macar
Sovyeti'nde ise sendikalar, her türlü yaratıcı işten uzak durdular. Politik
düzlemde sendika yetkilileri devlet içinde devlet hâline gelen proletarya
diktatörlüğünün karşısına sürekli engeller çıkardılar, ekonomi düzleminde ise
tek bir faaliyet yürütmediler. Oysa fabrikaların sendikaların iradesi hilafına
toplumsallaştırılması gerekiyordu.
Ayrıca
Macar örgütlerinin başındaki liderler, duygu ve düşünce dünyası açısından
sınırlı insanlardı. Onlardaki ruh hâli bürokratik ve reformistti. Dolayısıyla
bugüne dek işçilere karşı kullanılmış olan iktidarlarını kaybetmekten
korktular.
Sendikalar,
işlevlerini burjuva sınıfının hâkim olduğu dönemde edinmişlerdi. Bu sebeple
sendika yetkilileri gerekli teknik kapasiteden yoksunlardı, üretimin doğrudan
yönetilmesi noktasında proleter sınıfının ham olduğu görüşünden yana duran
sendikacılar, proletarya diktatörlüğüne karşı “gerçek demokrasi” anlayışına
destek verdiler, ayrıca uzmanlıklarını dayatabilmek adına, konkordatolar, iş
sözleşmeleri, sosyal mevzuat dönemini sürdürmek istediler.
Bu
sendikacıların tek istediği, bizim oturup uluslararası devrimin gerçekleşmesini
beklememiz. Oysa bu insanlar, uluslararası devrimin Macar devrimi şahsında
Macaristan’da, Rus devrimi şahsında Rusya’da, tüm Avrupa genelinde yapılan ve
askerî yöntemleri de devreye sokan genel grevlerde, savaşın işçilerin
yaşamasını imkânsızlaştırdığını söyleyen bildirilerde zaten kendisini ortaya
koyuyor.
Antonio Gramsci
22
Aralık 1916
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder