Neredeyse
herkesin bildiği veya bildiğini sandığı üzere, faşizm gericiliktir. Fakat
faşizm olgusunun o karmaşık gerçekliğini, ancak basit ve şematik bir tanımlama
çabasıyla eksiksiz kavrayabiliriz. Rehberin kendisi de bir gericiliktir. Ne var
ki rehberdeki gericiliği, faşizmdeki gericilik gibi incelemek mümkün değildir.
Bu, İspanya başbakanı Primo de Rivera ile yardakçılarındaki o övüngen ve
abartılı aptallık için de geçerlidir. Bunlar önemsiz isimlerdir ve tarihin
akışında anlamlı bir yere sahip değildirler.
Gelgelelim
gericilik olgusu, kendisini tüm gücüyle ortaya koyduğu, eskiden zinde görünen demokrasinin
çöküşüne işaret ettiği, kapsamını genişletmiş ve derinlere kök almış devrim olgusunun
etkisine karşı bir antitez hâline geldiğinde dikkate alınıp analiz edilmelidir.
İtalya’da
gericilik, deneyim ve genel politik manzarayı anlama konusunda önemli bir imkân
sunar. İtalyan faşizmi, karşı-devrimciliği ifade eder. Onun da tercih ettiği
bir tabirle İtalyan faşizmi, “devrim karşıtı”dır. İtalya’da faşist saldırı,
devrimci çekilme veya yenilginin bir sonucu olarak izah edilir ve kendisini
böylesi bir durumda tam olarak ortaya koyar.
Neticede
faşist rejimin rahmi, kumarhane değildir. O, bir kuşak boyunca şimdiki şekline kavuşmuştur.
Faşizmi belirli bir toplumsal katmanın tutkuları ve döktüğü kan besleyip büyütmüştür.
Tıpkı
ona can veren, kalabalıkları baştan çıkartan, komutası ve kontrolü altına alan
lideri, o sezgileri güçlü, zeki ve capcanlı lideri gibi faşizm de polemiklerin
içinden çıkmıştır. O, savaş için vardır. Lideri sosyalizm saflarında iken
dışlanmış, başbuğ olmak istemiş, baş eğmez ve kindar bir isimdir. Sosyalizm
düşmanı hâline gelince karşı-devrimci yürüyüşün başına geçmiştir. Savaşlarda
gördüğümüz türden bir yüceltme girişimiyle göklere çıkartılmış, bizatihi gidip
kendi devrimine önderlik etmiştir.
Faşist
rejim, nihayet İtalya’da parlamenter ve demokratik rejimin yerini aldı.
İspanya’daki General Primo de Rivera’nın rejimi kadar cılız ve kurgusal değil.
Faşizmin tarihinde insanın dikkatini hemen o faal, çatlaksız ve savaşçı hâl
çekiyor. Önermelerinin belirli bir bütünlüğü var. Devrim karşıtlığına ilişkin
tüm romantik, maddi ve manevi öğeler, onda cem olmuş.
Faşizm,
devrimin yüzünü gösterdiği bir ortamda meydana geldi. Bu ortama ajitasyon, şiddet,
demagoji ve hezeyan hâkimdi. Savaşın fizikî ve ahlakî düzeyde yarattığı bir
ortamdı bu. Onu Rus devriminin tetiklediği, savaş sonrası açığa çıkan kriz
besledi.
Bu
fırtınalı ortamdaki elektrik ve trajedi, kadrolarını birbirine bağladı. Faşizm,
bu ortamda o kudrete, yüceliğe ve ruha kavuştu. Farklı unsurlar arasında
yaşanan rekabet üzerinden faşizm, bugünün özgün din yayma hareketi olarak
cisimleşti.
Süresi
ve yaşadığı gelişimden bağımsız olarak faşizm deneyi, bugünün krizini derinleştirmeye,
şiddetlendirmeye, burjuva toplumunun temellerini aşındırmaya ve savaş sonrası
yaşanan karışıklığın devamını sağlamaya yazgılı.
Demokrasi,
proleter devrime karşı eleştirinin, aklın ve şüphenin silâhlarını devreye sokuyor.
Devrimin karşısına akıl çıkartılıyor, kültüre işaret ediliyor. Faşizm, bir
yandan da devrimci mistisizmin karşısına gerici ve milliyetçi mistisizmi
çıkartıyor.
Rus
devrimini liberalizm düzleminde eleştirenler, bu devrimi medeniyet adına mahkûm
ediyorlar. O liberallerin “şiddet kültü” dediği şeyi faşist reisler
sahipleniyorlar ve her yerde o kültün kendilerine ait olduğunu söylüyorlar.
Faşizmin teorisyenleri, savaştan önce burjuvazideki zenginlik ve çürümeyle
ilgili tarihselci ve evrimci anlayışları reddettiler ve onlardan koptular. Bu
tarihselci ve evrimci anlayışlar, savaştan sonra Wilson’ın demokrasi anlayışı,
yeni özgürlük fikri ve diğer püriten yönelimler içerisinde varlığını sürdürmeye
çalıştı.
Bir
kez iktidara gelmiş olan gerici ve milliyetçi mistisizm, kapitalist düzeni
korumak denilen o mütevazı işle yetinemez. Kapitalist düzen denilen şey,
demokratik liberal bir uğraştır, reformla, dönüşümle ve meclisle alakalıdır.
Ekonomi veya finans sahasında ise az çok beynelmilel bir meseledir. Her şeyin
ötesinde o, eski siyasetle aynı özü paylaşan bir düzendir.
Ama
gerici ve milliyetçi mistisizm, eskinin parlamenter ve demokratik siyasetindeki
geri çekilmeci tarzla ya da nefret üzerinden işleyen üslupla bir araya gelemez.
O eski düzen, neticede komünist tehlike ve sosyalist demagoji karşısında geri
çekilmiş, ona karşı zafiyet göstermiş olduğu için suçludur. Fransız, Alman,
hatta tüm ülkelerin sağı, sürekli bu söyleme başvurmuştur. Neticede iktidara
gelmiş olan gericilik, düzeni koruma işine razı gelemez. O düzeni yeniden
kurmak ister. Geçmişi inkâr eder, bu sebeple hiçbir şeyi koruyamaz, sürdüremez.
O geçmişi yeniden kurgulamaya çalışmak zorundadır. Geçmiş, otorite ilkesi, hiyerarşik
düzen, devlet dini gibi normlar üzerinden tanımlıdır.
Burjuvazi
ve liberal devrimdir, bu normları yok eden. Çünkü bu ikisi, söz konusu normları
kapitalist ekonominin gelişimi önündeki engeller olarak görmüştür. Tüm bunlar
olurken gericilik, kendisini özgürlüğü defetme, devrimi bastırma işiyle sınırlı
tutunca burjuvazi kendisini alkışlamıştır. Ama sonra gericilik, burjuvazinin
iktidarının ve servetinin temellerine saldırmaya başlayınca burjuvazi,
gericiliğin tuhaf savunucularını acilen tasfiye etme gereği duymuştur.
Bu
açıdan İtalya deneyimi oldukça öğreticidir. İtalya’da burjuvazi, faşizmi
kurtarıcı olarak görüp omuzlara almıştır. İtalya’nın sanayileşmiş kuzey bölgesi
anlamında “Üçüncü İtalya”, Garibaldi’nin kızıl gömleğini Mussolini’nin kara
gömleği ile değiştirmiştir. Faşist tugayları finanse edip silâhlandıran,
sanayiciler ve toprak ağalarıdır. Faşist darbe, temsilciler meclisinin
çoğunluğundan onay almıştır. Liberalizm, otorite ilkesi önünde eğilmiştir.
Duçe’nin
gemisine az sayıda liberal ve demokrat binmeyi reddetmiştir. Nitti, Amendola ve
Albertini gibi milletvekilleri ve Guglielmo Ferrero, Mario Missiroli gibi
yazarlar, sürecin dışında durmuşlardır. Liberalizmin Salandra, Orlando,
Giolitti gibi önde gelen liderleri, şu veya bu düzeyde, yeni diktatöre
güvendiklerini beyan etmişlerdir. Aslında bu isimlerin gösterdikleri bağlılık
veya güven dolu ifadeleri, faşizm için utanç verici bir şeydir. Bu destekler
faşizmi kendi güçlerinden daha fazla güce ve imkâna sahip olanları içte soğurmak
gibi bir işle baş başa bırakmıştır.
Faşist
ruh, liberal ruhu sindirip soğurmadan özgürce hareket edemezdi. Faşizmin kendi ideolojisini
geliştirmesi mümkün değildi. Kendisini içeren liberal ideolojiyi az çok seyrelterek
benimseme riskiyle karşı karşıya kaldı.
Matteotti
suikastının yol açtığı politik fırtına, bu soruna bir çözüm sundu. Liberalizm,
bu gelişmeyle birlikte faşizmden ayrıştı. Giolitti, Orlando, Salandra, Il
Giornale d'Italia [“İtalya’nın Gazetesi”] vs. muhalif bir tavır benimsedi.
Bunlar, muhalefet bloğundaki geri çekilmeye dâhil olmadılar. Mecliste kaldılar.
Milletvekili olarak bu isimlerin elinden başka bir şey gelmiyordu. Neticede
faşizm tecrit edildi. Saflarında sadece milliyetçi liberaller ve bir kısım
milliyetçi Katolik kaldı, yani eski partilerin en milliyetçi ve en muhafazakâr unsurları.
Muhalefet,
faşizmi zorla iktidardan uzaklaştırmayı umuyordu. Etrafında oluşan boşluk üzerinden
faşizmin doğal olarak devrileceğini düşündü. Komünistler, bu yanılsamaya karşı sürekli
mücadele ettiler. Aventine muhalefetine kendi kürsüsünü kullanmasını önerdi.
Montecitorio’daki
faşistlerin elinde olan temsilciler meclisinin karşısına Aventine’deki vekiller
bloğu çıkartılıyordu. Meclis boykotu, nihai politik ve tarihsel sonuçlarına ulaşana
dek devam ettirilmek zorundaydı. Ama neticede bu, devrime uzanan yolu ifade
ediyordu.
Ne
var ki Aventine bloğu devrimci değildi. Onun tek derdi, normalleşmeydi.
Dolayısıyla komünistlerin daveti kabul edilmedi. Aventine bloğu, ahlâkî bir
tutum takınarak, Matteotti suikastından sorumlu olanların, faşist hükümete
bağlı isimlerin, adalet önüne çıkartılacağı güne kadar meclisi boykot edeceğini
açıkladı.
Mussolini,
bu açıklamaya uzlaşmaz bir tutum ve buna uygun bir politik manevrayla cevap verdi.
Meclise seçim kanunu taslağı gönderdi. İtalya’da meclis pratiğinde bu usule başvurulması
ardından seçim çağrısı yapılırdı. Aventine bloğunun seçimlere katılıp katılmayacağı
bilinmiyordu. Blok, süreç içerisinde uzlaşmaz tavrını korudu. Ahlak temelli suçlamalarına
devam etti. Bu dönemde muhalefet basını, Cessare Rossi’nin tutuklanmadan önce
kaleme aldığı bir bildiriyi yayımladı. Bildiride Matteotti suikastının baş
suçlusunun Mussolini olduğundan söz ediliyordu. Böylece suçlama belgelenmiş
oldu. Ama muhalefetin tabi olduğu diyalektik, bir yanlış anlama üzerine
kuruluydu. Ahlakî tutum politik tutuma galebe çalamadı. Tersi gerçekleşti.
Ahlakî tutum öyle zayıftı ki faşizmin hükümet koltuğunu bırakması yönünde bir
karar bile alamadı.
Mussolini,
3 Ocak günü mecliste yaptığı sert ifadelerle yüklü konuşmasında muhalefete bu gerçeği
anımsattı. Konuşmanın başında Mussolini, İtalyan Anayasası’nın 47. Madde’sini okudu.
Burada vekillere bahşedilen, kralın bakanlarını azletme ve onları yüce divanın huzuruna
çıkartma hakkından bahsediliyordu. Konuşmasının bir yerinde Mussolini, vekillere
dönüp “bu mecliste ve dışarıda bir yerde bu 47. Madde’deki haktan yararlanmak isteyen
var mı?” diye sordu. Ardından da duygu yüklü bir tonlama ile faşizmin tüm sorumluluklarını
üstlendiğini söyledi.
“Madem faşizm hintyağı ve
sopadan başka bir şey değil, madem onun İtalya’nın en iyi gençlerindeki o
mağrur tutkuyla bir alakası yok, o vakit beni suçlayın! Madem faşizmin işlenen
kimi suçlarla bağı var, bu işin başı benim, o suçlardan da ben sorumluyum! Eğer
tüm bu şiddet tarihsel, politik ve ahlakî iklimin bir sonucu ise peki tamam, o
tarihsel, politik ve ahlakî iklimi ben yarattım, sorumluluk da bana aittir!”
Sonra
kırk sekiz saat içerisinde durumun netliğe kavuşturulacağını söyledi. Ama
sözünü tutmadı. Bu özelliğini herkes biliyordu. Neticede o, basın hürriyetini
ortadan kaldıran kişiydi. Her daim sözünü söyleyecek mecradan mahrum kalmış
olan muhalefet, kaba ve sert bir üslupla meclise davet edildi. Aventine
bloğunda meclise dönüş hazırlıkları çoktan başlamıştı.
Gerarchia
[“Hiyerarşi”] isimli dergide çıkan “Gregari’ye Övgü” başlıklı makalesinde Mussolini,
mücadele sürecindeki iniş çıkışları askerî teori bağlamında ele almaktaydı. Makale,
özünde muhalefete karşı yürütülen bir polemiğin parçasıydı. Yazıda askerî birliklerdeki
disiplini yüceltiyordu. Ona göre faşizmdeki disiplin, gerçekte dine ait kimi yönlere
sahip”ti. Bu disiplinde Mussolini, “siperlerde her şekilde ve her vakit tüm
dinlerin kutsal sözüne göre hareket etmeyi öğrenmiş insanların ruhu”nu
buluyordu. O söz o insanlara, “itaat et” diyordu. Faşizm, bu anlamda, eskinin
tüm fikirlerinden ve zihniyetinden arınmış, tüm güçlerin sessizce koordine
olmasıyla düzenin tesis edileceğine dair sezgiye göre hareket eden yeni
İtalya’ya dair bir alametti.
Tecrit
edilmesine, engellenmesine, boykot edilmesine rağmen faşizm daha da savaşçı,
daha cedelci, daha inatçı bir yapı hâline geldi. Liberal ve demokratik
muhalefet sayesinde faşizm, köklerine geri döndü. Gericilik, eskiden kendisini
ketleyen, cesaretini kıran içteki köstekten kurtuldu ve varlığını bütün
yönleriyle ortaya koyma imkânı buldu. Tarihsel deneyim olarak faşist mücadele,
kendi dönemindeki hareketlerin hep ilgisini çekti.
Faşizm,
esasen iki yıldır yeni bir olguydu. Savaş konseyi olarak faşizm, iktidara kapitalizmin
jandarması olmayı kabul ettiği için gelmişti. Artık o, İtalyan anayasasını
reforma tabi tutacak bir güçtü. Hareketin liderlerine ve basınına göre onun
niyeti, faşist bir devlet kurmak yönündeydi. Faşist devrimi, İtalyan
anayasasının bir parçası kılmak istiyordu. On sekiz faşist kanun koyucu,
felsefeci Giovanni Gentile başkanlığında anayasa reformu süreci için gerekli
hazırlıkları başlattı. Faşist hareketin uç kesimine liderlik eden Farinacci,
parti genel sekreterliğine gidip faşizmin “iki buçuk yılını iktidarda heba
ettiğini” söyledi.
Liberallerle
kurulan ittifakın tüm yükünden kurtulmuş, eski siyasetin kalıntılarından arınmış
bir yapı olarak faşizmin bu kayıp zamanı telafi etmesini öneren Farinacci gibi
tüm reisler de her zamankinden daha fazla yüceltilmiş, daha mistik bir dil
kullanmaya başladılar. Bu isimler, faşizmin bir din hâline gelmesini
istiyorlardı.
Giovanni
Gentile, “mevcut politik mücadelenin dinî özellikleri” ile ilgili bir
makalesinde şu gözlemi yapıyordu: “Bugün İtalya’da faşizm sayesinde herkes,
aile ve arkadaşlık bağlarının koptuğunu gördü.” Eskinin idealist felsefecisi
nasılsa şiddetin felsefecisine dönüşmüştü. Gentile makalesinde İsa Mesih’in şu
sözlerini anımsatıyordu: “Non veni pacem mitters, sed gladium. Ignem veni
mittere in terrain” [Ben size barış değil kılıç getirmeye geldim. Ben yeryüzünü
yangın yerine çevirmeye geldim.”] Gentile, bir yandan da ahlakî tutum konusunda
şunu söylüyordu: “Faşist psikolojinin bu dinî dili, faşizm karşıtı psikolojide
de benzer bir dilin oluşmasına yol açmıştır.”
Partisindeki
coşkunun esiri hâline gelen Giovanni Gentile, aslında her şeyi abartan bir kişilikti.
Çünkü faşizm karşısında toplaşmış olan Aventine bloğunda dinî kıvılcım tek bir ateşi
bir tutuşturmamıştı.
Giolitti,
Aventine bloğundaki demokratik liberal kesimin temsilcisiydi. Bu kesimin
kültürü de ruhu da şüphecilikle, akılcılıkla ve eleştiriyle yoğrulmuştu.
Hâlihazırda süren mücadelenin liberal ruha eskiden az çok sahip olduğu
kavgacılığı ve gücü geri kazandıracağı kesin. Ama liberallerin imanı, tutkuyu
ve dini kendi bünyelerinde yeniden diriltmeleri mümkün değil. Aventine bloğu ve
Giolitti’nin programı, olağan ve bildik ölçütlere dayanıyor. Bu vasatlığı
sebebiyle programın kitleleri sarsması, onları heyecanlandırması ve faşist rejime
karşı o kitlelere öncülük etmesi mümkün değil.
Gentile’nin
faşistlerdeki gerici mistisizmde bulduğu dinî özellikler, bir tek
komünistlerdeki devrimci mistisizmde mevcut. Dolayısıyla faşizmle demokrasi
arasındaki son kavga, henüz yaşanmadı.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder